27 Eylül 2025 Cumartesi

Kaplumguen

 Yusuf Ensar Güler


Herkesin sevdiği bir hayvan var
Ben sadece ikisini seviyorum
Hatta mümkün olsa
Evde beslemek istiyorum

Düşünsenize evinizin bir kenarında
Paytak adımlarıyla
Size doğru gelen bir penguen olduğunu
Ve penguenin yanağınıza 
Bir buse kondurduğunu

Ya da 
Bir çekyatın kenarında
Büyük bir biblo gibi
Size bakan bir kaplumbağa olduğunu

Sizce de güzel olmaz mı
Bir penguen ve kaplumbağa
Her eve yakışmaz mı

24 Eylül 2025 Çarşamba

KAYIP ROMAN SAYFALARI

 Zeynep Akbulut

1. 
Humboldt Üniversitesinin Psikoloji Bölümünü dereceyle bitirmiş ve aynı üniversitede yüksek lisansa başlamıştım. Bu üniversiteye, bu şehre alışmam hiç kolay olmamıştı. İlk sene ayakta kalabilmek için çok mücadele etmiştim. Buraların yabancısıydım ve konuşma aksanımdan bu hemen anlaşılıyordu. Neyse ki oda ve sınıf arkadaşım Sibylle yanımdaydı ve üç yıl boyunca destek olmuştu bana. O, bu ülkede doğmuş ve eğitim hayatı hep burada geçmişti. Hatta tatillerde çalışmam için iş bile bulmuştu bana. Onun sayesinde sevmiştim bu şehri, bu üniversiteyi ve bölümümü. Yıllar çabuk geçiyor işte üç yıl geride kalmıştı ve yeni bir hayatın tam önündeydim. 
Sonbahar usul usul kendini hissettiriyordu ve yeni arkadaşlarımı çok merak ediyordum. Hiçbiri benim mezun olduğum üniversiteden değildi. Nöropsikoloji eğitimin zor olacağını düşünüyordum. İnsanların davranışları, zihinsel performansları çocukluğumdan beri hep dikkatimi çekerdi. İnsanları okumayı kitap okumaktan daha çok seviyordum. Bir süre davranışlarını izlediğim, konuşmalarını dinlediğim insanlara dair çok kolay çıkarımlarda bulunuyordum ve hiç de yanılmıyordum. İnsan kimi zaman anlaşılması en kolay canlı kimi zaman ise bir bilmeceydi. Ben bu bilmeceleri çözmeyi seviyordum. Yeni arkadaşlarımı da bu yüzden merak ediyordum. Acaba mutlu ve neşeli insanlar mıydı, yoksa gergin ve sinirli tipler mi? İnsanları seven ve önemseyen birileri miydi, yoksa işine odaklı soğuk kimseler mi? Üniversiteye başladığım ilk yıllarda yaşadığım şeyleri yeniden yaşatabilirlerdi bana ya da sorunsuz bir yüksek lisans dönemi geçirebilirdim. Sonbahar usul usul kendini hissettiriyordu ve yeni arkadaşlarımı çok merak ediyordum. Ertesi gün ilk derste tüm sorularımın cevabı beni bekliyordu. 
Gece boyu bazen uyudum bazen uyandım. İçimde bir huzursuzluk vardı. Oysa aldığım eğitim gereği kendi kendime yetebilmeliydim. İnsanlar terapi almak için bana gelecekti birkaç sene sonra fakat kendimi dahi teselli edemeyecek durumdaydım. Bu gerçeği de hissedince iyice canım sıkılmaya başlamıştı. Düşünmekten zihnimin yorulduğu bir vakitte uyuyakalmışım. 
Sabah baş ağrısı ile uyandım. Kendi kendime de biraz kızdım. Artık bu tarz şeyleri düşünmemem gerekiyordu ve belki de gecenin sessizliği, geleceğin belirsizliği beni bu düşüncelere itmişti. Kahvaltı yapmadan, bir şeyler içmeden okula ulaştım. Nasıl olsa ders aralarında bir şeyler yemeye içmeye fırsat bulabilirdim. Sibylle’nin yokluğu ilk dakikadan kendini hissettirmeye başlamıştı bile. Keşke sınıfıma girdiğimde tanıdık bir yüz ile karşılaşsaydım, diye içimden geçirdim. Bu esnada sınıfın kapısının önüne ulaşmıştım. Sınıf dedimse öyle sıraları bulunan, tahtası olan bir sınıf değildi burası. Daha çok ofis benzeri bir odaydı. Kapıyı son bir nefes alarak araladım. Nihayet yeni arkadaşlarımla karşılaşmıştım. Önce kendimi tanıttım ardından arkadaşlarım kendilerini kısaca tanıttılar. Rudolf ve Konrad bu şehirde büyümüş fakat üniversiteyi başka yerde okumuşlardı ve yaşları biraz büyük duruyordu. Bu üniversiteye ikisi birlikte gelmişti ve aralarında ezeli bir arkadaşlık olduğu samimiyetlerinden anlaşılıyordu. İlk intibaım çok olumlu olmadı bu arkadaşlara dair ancak neyse ki Lina ve Theresa da yeni arkadaşlarım arasındaydı. Lina başka şehirden gelmişti ama Theresa da bu şehirde büyümüş, ailesi ile yaşıyordu. İkisinin de saf ve iyi niyetli bakışları vardı. Lina, benim bu üniversitedeki ilk zamanlarımı hatırlatmıştı bana. Saf, çekingen ve sessiz. Kısa bir suskunluktan sonra ilk dersimizin hocası kapıdan içeri girdi. Daha çok tanışma, geleceğe dair planlar ve sohbet havasında bir ders geçti. Ara sıra Rudolf ve Konrad’ın davranışlarına, konuşmalarına gözüm takılıyordu fakat ilk günden bir önyargı oluşturmamam gerek diye düşünüp bakışlarımı farklı yönlere çeviriyordum. Hem Lina ile iyi bir arkadaşlık kurabilecek gibiydim belki de Sbylla’nın yerini tutmasa da Lina ile iyi bir arkadaşlık kurabilirdim. Ders sona erdiğinde Rudolf ve Konrad hiçbir şey söylemeden garip bir tebessümle yanımızdan ayrıldılar. Lina ve Theresa ile baş başa kalmıştık. Kahvaltı yapmadığımı ve onlara bir şeyler ısmarlamak isteğimi söylediğimde ikisi de çok mutlu oldular. Birlikte kantinin yolunu tuttuk.  

13 Eylül 2025 Cumartesi

Bİ’ DÜŞÜNSENE


Yusuf Kerem Köse

Bir düşünsene, büsbüyük bir kasabada ya da şehirde yaşıyorsun ama o kasabadaki tek sağlıkçı sensin. Aslında senin bölümün kan alma ile ilgili ama bir anda o hastanedeki “her şey” sen oluyorsun. Tüm bölümlerin işleri sana kalıyor ve senden geriye kalan şeyler de “hiçbir şey”.  
İş gününe uyanıyorsun. Normalde bir üst rütbe kişiler olması gerekiyor, her birimden sorumlu birilerinin bulunması gerekiyor ama yok... İşe istediğin gibi istediğin zaman gidebileceğini sanıyordun ama yanılmışsın. 
Tüm kasaba ya da şehir buraya toplanmış gibi dolu hastane. İlk başta gözün korkuyor. Sıra numarası kesen ve insanları yönlendiren güvenlik görevlileri olmadığı için bu iş sana düşüyor ve en sonunda herkesi gerekli yerlere göndermeyi başarıyorsun fakat sonradan hatırlıyorsun ki tek doktor sensin burada. Hastanede homurdanmalar başlıyor. Ne yapacağını bilmeden önce önemli şikayetlerle gelen hastalara bakıyorsun, onlarla ilgilenmeye çalışıyorsun ama hastanede homurdanmalar artıyor. Bazıları kusuyor, kimileri bayılıyor, bir kısmı acı acı inliyor, feryat ediyor bazıları da bağırıp çağırıyor. Sen de strese girip işini bırakıp kendi alanına, kan alma bölümüne gidiyorsun ama o kadar streslisin ki damarları yanlış açıyorsun. Kan alamıyorsun. Tüm hastane senin üstüne geliyor, yandan yaşlı bir teyze sana bağırıyor, bir bebek bağıra bağıra ağlıyor, gençler yüksek sesle video izleyip sana homurdanıyor... Kafan çatlayacak gibi oluyor. Ya da düşünmeye gerek yok çünkü böyle bir iş ortamın olsa fazla düşünmeden kıyafetlerini çıkarır ve sessizce kaçardın. 
Şimdi bu anlattıklarımı unut ve geleceğe dair hayal kurmaya devam et. Mesela doktor ya da sağlıkçı olmayı düşünerek rahat bir iş sahibi olmayı düşleyebilirsin. 



KARŞILAŞMA

 
Yusuf Kerem Köse
Ayşegül Yıldız
Aden Mira Kartal

1. Bölüm
Sabaha kadar gözüne uyku girmedi. Nihayet okula başlayacaktı. Okula gidip de mutlu dönen hiç kimse tanımıyordu etrafında. Kimse okulların açılmasını istemiyordu. Herkes tatillerde mutluydu sadece. Okul, iyi bir yer olsa böyle olmazdı. Üstelik okuldan dönen çocuklar sanki savaştan çıkmış gibi görünüyordu. Yorgun, isteksiz, acıkmış, kıyafetleri kirlenmiş hatta yırtılmış, sökülmüş. Evlerinin yakınında bir okul olsaydı gidip uzaktan incelerdi ama sadece birkaç kez başka mahallelerdeki okulların önünden geçmişti ve çok korkmuştu. Okulun etrafı tıpkı filmlerde gördüğü gibi hapishane duvarlarını andıran parmaklıklarla çevriliydi. Bir keresinde bir okulun önünden geçerken zil çalmıştı ve çocukları dışarıya fırlarken görmüştü. Okulun içinde her ne oluyorsa çocukların kendilerini dışarıya atmalarından iyi bir şey olmadığı belliydi. Çıldırmış gibi merdivenlerden atlıyorlar ve arkalarına bakmadan koşuyorlardı. Yüksek duvarlar ve demir kapıların önüne kadar gelip dışarıya bakıyorlardı “kurtarın bizi” dercesine. Üstelik onların hemen peşinde öğretmenler oluyordu ve çocukları yönlendiriyorlardı. Okul, korkunç bir yer olmalıydı. O duvarların ardında ne vardı? İçinde neler yaşanıyordu? 
Anne ve babası çok mutlu görünüyordu. Yavrumuz okula başlayacak, diyorlardı ama belki de o görmeden gizli gizli ağlıyor, üzülüyorlardı hâline. Haftalarca, aylarca okula gidecekti artık ve ihtimal sırtında kocaman bir çanta olacaktı. Elinde beslenme çantası olacaktı. Yeni okul kıyafetleri alınmıştı ve hiç sevmemişti bu kıyafetleri. Ne gereği vardı ki yeni kıyafetin. Eşofmanla gidilebilmeliydi mesela okula. Saat, gece yarısını çoktan geçmişti ama uyuyamıyordu. Utanmasa ağlayacaktı. Okula gitmese olmaz mıydı? 
Bir diğer konu da okuldaki diğer çocuklardı. Kim bilir nasıl insanlarla karşılaşacaktı. Hırçın mı, ağlak mı, şakacı mı, kibirli mi?..
Göz kapaklarının ağırlaştığını hissediyordu. Düşünmekten beyni yorulmuştu. Sonunda uykuya yenik düştü. 
Uyandığında sabah olmuştu. Yorgun ve uykusuz bir gecenin ardından okulda ilk günü yaşayacaktı. Keşke bir ağabeyi, ablası olsaydı da okulu ona anlatsaydı. Bu düşüncelerle yerinden kalkmaya çalışırken annesi odasının kapısını araladı ve seslendi:
-Haydi bakalım minik yolcu. Okulun seni bekliyor. 
Yerinden doğrulmaya çalıştığında başı döndü ve biraz da midesinin bulandığını hissetti. Onun bu halini gören annesi telaşla sordu:
-Çocuğum, iyi misin?
-Biraz geç uyudum anne, başım çok kötü, üstelik midem de sanki bulanıyor, diye cevap verdi. 
Annesinin şefkat dolu bakışlarını fark eder etmez bu rahatsızlıkları daha belirgin bir halde sergilemeye başladı. Annesi:
-Kahvaltıdan sonra bir şeyin kalmaz. İlk günden okuldan ayrı kalmak da olmaz. Haydi bakalım, diyerek elini uzattı. 
Kahvaltı ve okul hazırlığı çok kısa zamanda geride kalmıştı.  Okulun ilk günü olduğu için servis yerine ailesiyle okula gidecekti. Kısa bir yolculuktan kalabalık okul bahçesinin önünde durdular. Çocukların yüzlerine bakıyordu, konuşmalarını anlamaya çalışıyordu. Okulun bahçesinden içeriye adım atarken bir an annesinin elinden kurtulup kaçmayı düşündü. Hele de ağlayan çocukları görünce… Ağlayan birkaç çocuk vardı etrafta ve ailelerin de durumları çok iyi görünmüyordu. Bu düşünceden vaz geçti ve annesinin elini daha sıkı tutmaya başladı. Okul bahçesinin tam orta yerine geldiklerinde kümeler halinde bekleyen çocukları ve aileleri gördü. Birileri isimler okuyor, ismi okunan çocuk annesinden ayrılıyor ve sıraya geçiyordu. Birkaç tuhaf çocuk dışında hiçbiri mutlu değildi ismi okunan çocukların. Hatta annesine, babasına sarılıp ağlayanlar bile vardı. Bu esnada kendi adını duydu: Yarkın Arkın. Bir yandan isminin okunduğu yere doğru ilerlerken bir yandan annesine baktı. Annesi de hüzünlüydü. Bir annesine sarılmak istedi fakat ayrılık vakti gelmişti. Hıçkırıklarını içine gömerek ve gözyaşlarını tutarak diğer çocukların yanına ulaştı. Geriye dönüp bakmak istemiyordu. Geriye dönse annesine koşabilirdi. Geriye dönse gözyaşlarına hâkim olamayabilirdi. Geriye dönse… Geriye dönüş yoktu. 
Hemen yanında durduğu çocuk da Yarkın’la aynı duygu ve düşünceleri paylaşıyor olmalıydı ki sadece yere bakıyordu. Bir anda Yarkın kendi üzüntüsünü, korkusunu unutarak yanında duran çocuğu izlemeye başladı. Çocuğun gözleri doluydu. Yarkın usulca çocuğun omzuna dokunarak:
-Adım Yarkın, dedi. Galiba benim en sevdiğim arkadaşım sen olacaksın. 
Bu sıcak ve samimi cümlenin ardından çocuğun yüzündeki endişe, korku azaldı. Yarkın’la göz göze geldiler. Sanki kelimeler olmadan da anlaşabilecek gibiydiler:
-Adım Kerem, dedi. Kerem Kendir… Yarkın’ın gözlerinin içine bakarak diğer çocuk. 
Bu esnada içinde bulundukları grup okul binasına girmek üzere yürümeye başlamıştı. İki arkadaş korkuyla okulun dış kapısından içeriye adım attılar.
 
2. Bölüm
Saat sabahın 6’sını gösteriyordu. Okulun ilk günüydü ve yıllardır sabah bu saatlerde uyanırdı okulun tatil olduğu günlerde bile. Bir süre yatağından kalkamadı. Yaşlılıktan oluyordu belki de bu durum. Arkadaşlarının çoğu emekli olmuştu hatta bazıları hayattan emekli olmuşlardı. Emekli olmayı düşünmüştü o da ama onun için öğretmenlik hayatın kendisiydi. Çocuklar olmadan, çocuklarla konuşmadan, paylaşmadan bir hayat geçirebileceğini düşünmüyordu. 61 yaşındaydı ve dört sene sonra zaten emekli olmak zorundaydı. Son bir sınıfı daha 4. sınıfa kadar emanet olarak alıp hayata hazırlayacaktı. Az sonra son kez emek vereceği yeni sınıfının öğrencileriyle tanışacaktı Yarkın Arkın Öğretmen ama bu garip rüyanın etkisinden de kendisini kurtaramıyordu. Daha önceden okula dair, okulda geçen çok rüya görmüştü fakat ilk kez bu kadar tuhaf ve etkileyici bir rüya görmüştü. Rüyayı görmemiş, yaşamıştı sanki. Zihnini yokladı, ilkokulda adı Kerem olan bir arkadaşım var mıydı, diye düşündü… Yoktu öyle bir arkadaşı. Hatta Kerem adlı bir tanıdığı bile yoktu. Bu düşüncelerle hazırlığını yaptıktan sonra okul yoluna düştü. 
Okul bahçesinden içeriye girdiğinde büyük bir kalabalık gördü. Artık alışıktı okulların ilk günü bu tür kalabalıklar görmeye. Kırk yıldır aynı şeyleri yaşıyordu. Binadan içeriye girdi ve ilgili müdür yardımcısından sınıfına ait listeyi aldı. Bahçeye çıktı ve diğer öğretmenlerin ardından kendi sınıfına düşen öğrencilerin isimlerini okumaya başladı. Öğrencilerin bir kısmı heyecanlı, bir kısmı hüzünlüydü. Ailelerde de aynı telaş vardı. Ağlayan öğrenciler de vardı ama bu duruma da alışıktı. Şimdi ailesinin yanında ağlayan çocuklar iki saat sonra canavar kesiliyordu. Listeyi okumaya devam edecekti ki birden durdu. Gözlüğünü cebinden çıkarıp yeniden listeye baktı. Kekeleyerek listede gördüğü ismi okumaya başladı:
-Ke-ke Kerem Kendir. 
Kalabalık içerisinden bir çocuk yanına doğru geldi. Kendine doğru gelen çocuğun gözleri çakmak çakmaktı ve yere bakıyordu. Çocuğun omzuna elini koydu ve:
-Adım Yarkın, dedi. Galiba benim en sevdiğim son öğrencim sen olacaksın. 

RESİM

Zeynep Karaman

Resim çizmek hayallerini kâğıda yansıtmaktır.
Bazen renkli, bazen siyah
Düşünceleri aktarmaktır.
Bazen tek arkadaşın
Bazen tek arkadaşın olarak.
Bazen günlük defteri gibi yanında taşımaktır.


Güçsüzüm 
Bazen gücümü insanlardan alınca 
Hatalarımdan sonra 
Bir kez korkmuştum kendimden
İkincideyse hatalarımdan dolayı güçlenmiştim.
Çözüm seliydi, bilemedim nereye
Hatalardan kalan izler ise
Hatayı hatırlattı her zaman
Fakat gülümsedim 
Ve iyi ki dedim.

KALABALIK YALNIZLIK

Zeynep Karaman

Bulunduğu kabın şeklini alanlara sıvı deniyor, peki bulunduğu ortama göre şekil değiştirene ne deniyor? Hayır iki yüzlü değil sadece yalnız deniyor yani bana göre. İnsanlara mutlu ve arkadaş canlısı gözükmek için yapılanlar ise tamamen yalnızlıktır. İki yüzlülük tamamen farklı bir şey. İnsanların birbirinin arkasından konuşması iki yüzlülüktür fakat kalıplaşmış fikirlere göre ortamdan ortama kişilik değiştirmek iki yüzlülük sayılıyor. Aslında yalnızlık iki yüzlülükten doğar çünkü senin yanında gibi davranan biri eğer iki yüzlüyse sana yalnızlığı öğretir. Kalabalık yalnızlık ifadesi de buradan türemiştir. Dünya bildiğiniz gibi çok kalabalık bir yerdi fakat insanlar her zaman kendini bu kalabalığın içinde yalnız hissetmişti.

ZAMANA DAİR



Zeynep Ayten   

                                                                            Nedir zaman, nedir?
                                                                            Bir su mu, bir kuş mu?
                                                                            Nedir zaman, nedir?
                                                                            İniş mi, yokuş mu?

                                                                                        Necip Fazıl Kısakürek
Zaman… Sahip olduğumuz en büyük hazine olmasının yanı sıra değerini de en az bildiğimiz şeylerden biri aslında. Bir eşya kırıldığında tamir edilebilir, para kaybedildiğinde tekrar kazanılabilir, dostluklar bittiğinde yenileri gelir. Fakat geçen bir saniye geri gelmez. Belki de zamanı bu kadar değerli kılan şey geri alınamaz oluşudur.
  İnsanoğlu, “Bugünün işini yarına bırakma.” sözünü çokça işitmiştir. Fakat bu sözün kıymetini bilip hayatına nakşedenlerin sayısı neredeyse parmakla sayılabilecek kadardır. Çoğu insanın düştüğü "Ne de olsa vaktim var, yarın yaparım." düşüncesi ne kadar yaygınsa o kadar da yanlıştır. Hayatın bize nerede sürpriz yapacağını bilemeyiz. Ve bu sürprizler çoğu zaman bize zamanın değerini acı bir şekilde öğretir. 
  Zamanı verimli kullanmak, sürekli çalışmak; hiç durmadan, dinlenmeden üretmek de değildir. Bazen dostlarla edilen samimi bir sohbet, bazen hafif bir müzikle izlenen günbatımı, bazen aileyle kurcalanan albüm sayfaları, bazen de sessizlikte aralanan kitabın yapraklarıdır kaliteli vakit geçirmek. Önemli olan çok çalışmak değil verimli çalışmak, o anın kıymetini bilerek yaşamaktır aslında.
  İnsan zamanın değerini birkaç dakikayla anlar bazen. Mesela sınavdan önce yaptığımız son tekrar başarının anahtarı olur. Veya bir yolculuğa çıkarken sadece birkaç dakikalık gecikme ne zamandır hayalini kurduğumuz fırsatları elimizden almıştır. Bazen birkaç dakika, saatlerden daha önemlidir insan için.
  Kısacası zaman, sadece saat ve takvimlerin gösterdiği bir zaman ölçüsü değildir. Zaman, insan hayatının en önemli etkenlerinden biridir. Onu verimli kullanan; hayatını güzelleştirir, hem kendinin hem de hayatının kıymetini anlar. Kullanamayan ise her gece başını yastığa koyduğunda, geçmişine dönüp baktığında ‘keşke’ demekten alamaz kendini.
  Unutma; her kayıp geri gelir, zaman hariç. Peki ya sen bugününü anlamlı kıldın mı, yoksa yarına mı bıraktın?



BİR KIŞ GECESİ



1. Bölüm: Bitmeyen Bekleyiş

Hava git gide soğuyordu. Kışın tam ortasıydı. Sobadaki odunlar artık sönmeye başlamıştı ve vakit akşama doğru ilerliyordu. İki kardeş, sobanın etkisi azaldıkça sobaya daha da yaklaşmışlardı ve artık sobanın da bir etkisi kalmadığı için sırtlarına kalın giysiler giymişlerdi. Oysa anne ve babaları sabah evden çıkarken birkaç saat sonra döneceklerini söylemişlerdi. Bir yandan onlara dair endişeler zihinlerinde büyüyordu bir yandan da çok acıkmışlardı. Daha önce hiç böyle bir yalnızlık yaşamamışlardı. Evleri köyün en yükseğinde, ormanın hemen eteklerindeydi. Bu ev, büyük büyük dedelerinden onlara kalmıştı ve hayli bakımsızdı. Duvarları çatlak ve pencereleri ise çok eskiydi. Dışarının soğuğunu kesen tek şey içerdeki sobaydı ama artık o da yanmıyordu. Alp, ağabeyi Efe’ye ara sıra bakıyor fakat Efe’nin ağzını bıçak açmıyordu. En azından Efe yiyecek bir şeyler hazırlayabilirdi. Yaşı biraz daha büyüktü fakat Efe sadece boşluğa bakıyor, konuşmuyordu. Efe’nin bakışlarının olduğu yere doğru Alp da baktı ve dışardaki tipiyi gördü. Her yer bembeyazdı ve hava kararıyordu. Pencerenin yarısı karla kaplanmıştı bile. Çaresizlik büyüyordu. Belki de uyumak iyi bir fikirdi ama aç karnına uyunmazdı ki… Üstelik bu soğukta. Tam Alp’ın zihninden bu düşünceler geçerken Efe ayağa kalktı ve duvarda asılı duran gaz lambasını yaktı. Yağmur ve kar yağdığında tüm köyün elektrikleri kesilirdi. Odanın aydınlanması onları biraz yatıştırmıştı. Belki gaz lambası küçük bir ısı da yayardı içeriye. Bir süre sonra hava tamamen karardı. Pencereye baktıklarında artık iki kardeş kendi yansımalarını görüyorlardı. Titreyen lambanın alevinden duvara yansıyan gölgeleri kimi zaman büyüyor kimi zaman küçülüyor ve değişik bir hâl oluşuyordu. Ansızın penceredeki sesle ikisi de irkildi. Bir tıkırtı geliyordu pencereden. Anne ve babası dönmüş olsa kapıya vururlardı fakat pencereye vuran birileri var gibiydi. Alp, ağabeyi Efe’ye iyice yaklaştı ve pencereyi işaret etti. Efe, korkmuyormuş gibi davranıyordu ama onun da içinde bir ürperti oluşmuştu. Gaz lambasını eline alarak pencerenin önüne kadar yürüdü ve ardından Alp’ı yanına çağırdı. Pencereden dışarıya baktıklarında hiçbir şey olmadığını gördüler. Bu kez de tıkırtı odadaki eşyalardan geliyordu. Umursamamaya gayret ettiler. Korku ve açlık içinde daha ne kadar bekleyebilirlerdi ki. Efe, ağabey olarak bir karar verdi ve kardeşini de yanına alarak amcasının ya da dayısının evine gitme fikrini Alp’a söyledi. Alp, bu fikri çok beğenmedi ama yapacak başka bir şey yoktu. Belki anne ve babalarının durumunu da onlardan öğrenebilirlerdi. İki kardeş evde buldukları tüm kalın kıyafetleri sırtlarına giydiler. Yalnızca ihtiyaç halinde kullandıkları el fenerini Efe babasının erzaklarının içinden aldı ve iki kardeş evin kapısını kilitlemeden dışarıya çıktılar. El feneri yalnızca önlerini aydınlatmaya yarıyordu ve yaklaşık on dakika uzaklıktaki amcalarına gitmeye çalışacaklardı. Kar, o kadar yağmıştı ki Alp’ın neredeyse göbeğine kadar gelmişti. Yürümekte zorlansa da Efe’nin yardımıyla bata çıka ilerliyorlardı. Bir süre yürüdükten sonra etraf tamamen beyaza bürünmüştü ve görünürde tüten bir baca, içinde ışık yanan bir ev yoktu. Az önce üşüyorlardı ama şimdi ikisi de terlemişti. Üstelik yorulmuşlardı. Alp ağabeyine bir adım daha atacak halinin kalmadığını söyledi ve bulunduğu yere, karların üzerine kendini bıraktı. Efe’nin ısrarları boşunaydı. Artık ne yürüyecek takatleri vardı ne de sığınacak bir ev.

2. Bölüm

Karanlıkta, soğukta çaresizliğin ortasında iki kardeş öylece kalmıştı. Efe, bir süre Alp’ın dinlenmesine müsaade etti. Evden ayrılmanın iyi bir fikir olmadığını anlamıştı ancak eve dönmek de artık imkansız gibiydi. Etrafı süzüyordu fakat nerede olduklarını bir türlü kestiremiyordu. Alp dinlenmek yerine iyiden iyiye kendini bırakmıştı ve uykusunun geldiğini söylüyordu. Efe, Alp’ı harekete geçirdi. Bir süre ellerini, dizlerini ovdu kardeşinin ardından yeniden yürümeye başladılar. Birkaç dakika sonra kendi ayak izlerine rastladılar. Demek ki aynı yerde dönüp duruyorlardı. Peki ama köy sağ taraflarında mıydı, sol taraflarında mıydı, önlerinde mi, arkalarında mıydı? Artık ne köyün yolu belliydi ne de evlerinin. Alp, iyice mızmızlanmaya başlamıştı. Efe de kendini yorgun hissediyordu ama soğuğa ve geceye teslim olmak istemiyordu. Alp’ı konuşturmak için ona sorular sormaya başladı:
-Şimdi hangi yemek önümüzde olsun isterdin ?
Alp, güçsüz bir sesle cevap verdi:
-Yaprak sarması olsa güzel olurdu. Yanında sıcacık çay da olsun. Ekmekler de ısıtılmış olsun. 
Bu hayal, biraz onları hareketlendirmişti. Efe devam etti:
-Ben de sıcacık ve acılı bir tas tarhana çorbası isterdim, dedi. 
Tarhanayı duyunca Alp biraz daha kendine geldi:
-Acı ve sıcak… Keşke şimdi önümüzde olsaydı da kaşık kaşık yeseydik, dedi. 
Bu esnada biraz ilerlediklerini fark ettiler ve uzakta birkaç cılız ışık görünmeye başlamıştı. Galiba köyün yolunu bulduk, diye içinden geçirdi Efe ve üşüyen parmağıyla karşıdaki ışıkları gösterdi Alp’a:
-Biraz daha sabredersen kurtulacağız ve sıcacık bir odada yemek yiyebileceğiz aslanım, dedi. 
Işıkları gören Alp cesaretlenmişti. Bata çıka yürümeye devam ediyorlardı. Nihayet köpek sesleri de duyulmaya başlamıştı. Köpek seslerinin duyulması, iyiye işaretti. Bir süre sonra köpekler iki kardeşin farkına varmış olmalıydılar ki seslerini daha da artırdılar. Artan köpek sesleriyle insanlar dışarıya çıkmaya başlamıştı, el feneri ve lamba ışıkları uzaktan da görünüyordu. Efe, artık can çekişen elindeki feneri ışıkların bulunduğu tarafa doğru tutmaya gayret ediyordu fakat adım atacak gücü kalmamıştı. Kardeşi de o da karlar üzerine uzandı. Hem yorgundu iki kardeş hem de uykuları gelmişti. 
Alp, uyandığında bir sobanın kenarındaydı ve biraz da terlemişti. Hemen yanında uyuyan ağabeyi Efe’yi gördü. Etrafı şaşkınlıkla incelemeye başladı. Burası amcasının eviydi ve etrafta kimseler görünmüyordu. Biraz sonra Efe’de uyandı. Bu bir rüya olabilirdi. Efe Kibritçi Kız masalını hatırlardı nedense. Belki de iki kardeş donmuşlar ve şimdi cennettelerdi. Pencereden dışarıya baktı iki kardeş, kar durmuştu. Sabahın ilk saatleriydi. Alp ansızın ağabeyi Efe’nin yanağından sıkı bir makas aldı. Efe sinirle Alp’a ne yaptığını sordu. Alp:
-Rüyada mıyız diye kontrol ediyorum ağabey, dedi.
Rüyada değillerdi. Bu esnada odanın kapısı açıldı. İçeriye giren amcalarıydı. Amcaları gece yarısı donmak üzere iken onları bulduklarını anlattı. 
Her şey iyiydi, güzeldi fakat Alp ve Efe anne, babalarını merak ediyorlardı. Kötü bir haber almamak için de bir türlü soramıyorlardı. Küçük bir sessizlik oluştu. Efe tüm cesaretini toplayarak sordu:
-Amca, annemlerden haber var mı?
Amcası:
-Biz de şimdi onları konuşuyorduk, dedi. Büyük ihtimalle yakın köylerden birine sığınmışlardır, diye düşünüyoruz. Bugün ya da yarın bir haber alırız. Siz dinlenin ve keyfinize bakın, dedi. 
Kahvaltı sonrası köpeklerin sesinin yine yükseldiğini fark eden amca, dışarıya çıktı. Bir süre içeri dönmedi. İçeri döndüğünde yüzü gülüyordu. Efe ve Alp’ı dışarıya davet etti. Efe ve Alp dışarıya çıktıklarında köyün alt tarafından kendilerine doğru gelen anne ve babalarını gördüler. Onlara doğru koşmaya başladılar. 

SANATIN SIRRI

 

Belinay Coşkun

Her dokunuşu sihirdir bir ressamın
O sihri görenler
Duygu denizinde yüzerler

Her nota bir yolculuktur sonsuzluğa
O yolculuğa çıkanlar
Sonsuzlukta kaybolurlar

Her dize bir mucizedir
O mucizeyi yaşayanlar
Hayatın sırrını anlar

BENİM ÖYKÜM

Yiğit Efe Demir

Bir dünyadır bir kitap
Ve bambaşka hayatlara açılan kapıdır
Sayfalar dolusu sır

Bir hayattır her kitap bir hayat
Kimi zaman sevinçli kimi zaman üzünçlü
Her kahraman bir taht kurar gönlüme
Siner onların yaşadıkları benim de öyküme

Bazen bir maceraya çıkarım kitapla
Bazen de ürperirim okurken
Kayboluyorum sayfalarda bulamıyorlar beni
Bir kitaba dokunurken