23 Aralık 2023 Cumartesi

GİZEMLİ DOLAP


İlker Çitgez, Semih Yılmaz, Ahmet Emir Koç, Feyza İşbaşar

     1. Bölüm Sıkıcı Hayat
    Günlerdir evdekilerle tek cümle konuşmamıştım. Eve geç geliyorlardı, şayet uyanık olursam doğrudan bana sordukları tek soru vardı:
    -Ödevlerini yaptın mı? Şayet ödevlerimi yapmışsam başımı sallayarak cevap veriyordum. Başka bir soru gelmiyordu. İşin garibi kendi aralarında da konuşmuyordu annem ve babam. Hep başkalarıyla konuşuyorlardı telefonda ve kendi aralarında da işaret diliyle konuşuyorlardı sanki. Günlerdir bu böyleydi. 
    Arkadaşım yok muydu?.. Yoktu… Arkadaşlarım da çok tuhaftı. Basit şeylere gülüyorlar, birbirlerine el kol şakaları yapıyorlar, durup dururken birileri ağlıyor, birileri kahkaha atıyordu. Birileri de tırtıl gibi sürekli ellerinde yiyecekleri kemirerek dolaşıyordu. Öğretmenlerim birkaç kez benimle konuşmaya çalışmıştı ama onları da samimi bulmamıştım. Bir sorunum yok, diyordum soranlara. Gerçekten de görünürde hiçbir sorunum yoktu. Çok güzel bir evimiz vardı. Ekonomik durumumuz çok iyiydi. En güzel araba bizdeydi, en güzel yemekleri biz yiyorduk. Ama bir şeyler vardı içimde boş olan. Evet, bir boşluk vardı içimde bir türlü dolmayan. 
    Bir şeyler yapmalıydım bu boşluğu doldurmak için, ama ne?.. Odamdan çıkmaz olmuştum. Özen göstermesem de derslerim iyiydi çünkü arkadaşlarım çok ilgisizdi okulla, derslerle. 
Bir gün yatağıma uzanmış düşünürken üst katın salonundaki büyük dolabı hiç açmadığımı fark ettim. İçinde ne vardı acaba? Kendime oyalanacak bir şeyler arıyordum. Bu beni biraz da olsa oyalar, kafamı dağıtır diye düşündüm ve usul usul üst kata çıktım. Eski bir dolaptı bu. Eşyalarımız her sene yenilenir ama bu dolap hep yerinde dururdu. Bunu hatırlayınca biraz daha merak duygum arttı. Dolabın önünde durdum, çok eski bir dolaptı ve ilk kez bu kadar yakından bakıyordum ona. Kapağını açmaya çalıştım ama açılmıyordu kapak. Diğer kapakları zorladım ama onlar da açılmadı. Önüne oturdum ve anahtarı var mıdır, diye düşünürken dolabın altında bir kağıdın ucunu gördüm. Kağıdı sürükleyerek elime aldığımda üzerinde birkaç kelime olduğunu fark ettim. Şöyle yazıyordu:
Gizli bir hazine var 
Bu dolabın içinde
Merak ediyorsan eğer
Gel maceranın içine

    Önce tebessüm ettim ve ne anlamsız bir şiir dedim, kendi kendime. Yıllardır bu dolabın altında başka neler neler vardır diye aklımdan geçti. Notu bir kez daha yüksek sesle okuduğumda dolabın kapağı gıcırdayarak ardına kadar açıldı. 

    2. Bölüm: Değişik Bir Yolculuk
    Gıcırdayan kapı beni korkutmadı desem yalan olur. Kapı açılır açılmaz içeriye tuhaf bir koku yayıldı. Dolabın içine baktım, örkümcek ağları ve tozla kaplıydı. Gözüme yine tozlarla kaplı kocaman bir kitap çarpmıştı. Kitap çok ağır ve büyüktü. Elimle üzerindeki tozları temizlemeye çalışırken arasından eski bir fotoğraf düştü. Evet, bu bizim eski aile fotoğrafımızdı. Hiç görmemiştim bunu. Fotoğrafta ben henüz birkaç yaşlarımdaydım. Annem ve babam büyük bir mutlulukla bakmışlardı kameraya. Biraz duygulandım, fotoğrafı bir kenara bıraktım. İçimden bu fotoğrafı annemlere göstermek geçiyordu. Belki onlar için de eskiyi anmak iyi olurdu ancak kitap beni kendine çekiyordu. Sayfalarını araladım. Okumaya başladım. Kitap adeta beni esir almış gibiydi. On dördüncü sayfaya geldiğimde kendimi garip hissetmeye başladım. Midem ve başım kötüydü. On dört yaşımda olduğum aklıma geldi kitaptaki sayfaya baktıkça. Üstelik dış kapı numaramız da on dörttü. Gözlerim kapanırken hemen yan tarafta, dolabın içinden bir kapı daha açıldığını gördüm. İçerden ışıklar ve renkler sızıyordu. Güzel bir koku da geliyordu.  Usulca doğruldum, kuş gibi hafiftim. Bu yeni açılan kapıdan geçtiğim anda başka bir dünyaya ulaşmıştım sanki. Bu dünyada yeşiller daha yeşil, maviler daha maviydi. Hiç görmediğim kadar büyük kelebekler vardı, arılar kocaman at büyüklüğünde uçuyorlardı. Kelebeklerden birine:
    -Burası neresi, diye sordum. Kelebek ince ve güzel bir sesle cevap verdi:
Bura gizem diyarı
Her yer ayrı bir gizem
Çözmek istiyorsan eğer
Önce bana cevap ver

    Kelebeğin bana bir sorusu var diye düşündüm. O sırada kelebek kanatlarını açtı. Kanadın birinde 1, diğerinde 4 rakamı vardı. Bu, kitap okurken 14. sayfada kaldığımı anımsadım. Yeniden başım döndü, her yer karanlık oldu. Kendime geldiğimde kapalı dolabın önündeydim. 

                                    DEVAM EDECEK

ÖĞRETMENİM

                         
Yusuf Kerem Köse

                                Şenol Mustafa Aydoğan için...
Bana
En iyi öğretmen kim 
Derseniz
Bence en iyi öğretmen sizsiniz
Okuma, yazmayı, sayıları
Bize siz öğrettiniz

Okulu hiç sevmezdim
Sizi görene kadar
Okulu çok sevdim
Hem de sizin kadar

İlk tuttuğumda bir kalem
Yazacağımı bilmiyordum
Yüzlerce alem

İlk öğrendiğimde okumayı
Bilmiyordum dünyaları 
Okuyacağımı

Öğretmenler
Gelecek nesiller sizindir
Öğretmenim
Bu şiir sizin içindir

GERİ DÖNME

Yusuf Kerem Köse

Eğer
Günün birinde
Bir kapı çıkarsa önüne
Korkma
Gir içeriye
Asla bakma geriye
Senin işin önünle
Karanlık bir odanın
İçinde bulacaksın kendini
Yol ayrılacak ikiye
İlk yoldan gidersen karanlık dünyan yeşerecek
Yeşillendikçe büyüyecek
Eğer hiç düşünmezsen
Hayal etmezsen
Kapıdan çıkacak siyah bir canlı
Soracak sana
Son sözün ne
O zaman diyemeyeceğim sana
Geri 
Dönme 
Dönüşü olmayan bir yoldasın zaten

MANİ ÇALIŞMALARI

Hanzade Eligüzel

Tepemde var lambalar
Düşüyor yüzüme kar
Lambayı kapatırsam
Olur odam bana dar

Emir Celal Çat
Hep ödev var hep ödev
Gördüm şurada bir dev
Alıp götürsem onu
Yıkılır mı bizim ev

Yemek nerede pişti
Şu karnım çok mu şişti
Kurstan kursa koştum hep
Anlamadım ne işti

Bizde var mı kaydırak
Saçlarım sever tarak
Kurt gelince de vardı
Bizim şurdaki korkak


Alp Mete Akbaş
Yemekler erken pişti
Ocakta hemen taştı
Koştum hemen sofraya
Yemekten karnım şişti

Eymen Akif Şahin
Ali gördü bir kedi
Peşimden gelme dedi
Kedi kaydıraktan kay
Kayarken ayva yedi

Su bitti hayat bitti
Beni kim suya itti
Uyandım ki rüyaymış
Her şey ne çabuk bitti


Livanur Ekici
Mani yazmadım mani
Maniye her şey mani
Herkes nasıl yazıyor
Üstelik hem de ani

Pencereye kuş kondu
Annem onları kovdu
Bir tane değildi ki
Üç beş değil tam ondu

Hanzade Eligüzel
Ocakta yemekler var
Midem dolu tatlılar
Bekliyorken iştahla
Geldi bak karnabahar

Elif Sude Göçer
Babam hep yemek ister 
Annem biraz sabır der
Bir kenarda beklerim
Pişiyorken yemekler

Elvin Su Topçu
Annem yemek pişirdi
Birazcık da taşırdı
Babam sessizce girip
Yemeklerden aşırdı

NAPOLYON BONAPART

 
Tayfun Tabuk

    (Biyografi)
    18. yüzyılda Korsika adında bir ada vardı. O dönemler Korsika Cenova’nın egemenliği altındaydı. Fakat Korsikalılar özgürlük yani bağımsızlık istiyordu. Korsikalılarla başa çıkamayan Cenova Korsika’yı Fransa’ya verdi. Fransa 1768 yılında adada mutlak bir hakimiyet kazandı. Fakat Korsikalılardan bazıları Fransa’yı istemedi ve tanımadı. Ama bazıları da Fransa’yı destekledi. Onlardan biride Carlo Bonapart’tı. Carlo Bonapart bir avukattı zengin olmamasına rağmen iyi bir hayat yaşıyordu. Carlo Bonapart’ın 1769 yılında Napolyon adında bir oğlu oldu. 
    Napolyon’un babasının Fransa’yı desteklemesinin yüzünden Napolyon ile anlaşamıyor ve tartışıyorlardı. Napolyon’un babasının Fransa’ya sadakat sunması Napolyon için bir fırsat doğurmuştu. Carlo Bonapart iyi bir hayat yaşıyordu fakat zengin değildi. Bu fırsat Fransa da okuma fırsatıydı. Carlo Bonapart Napolyon’u Fransa da askeri bir okula gönderdi. Napolyon’a arkadaşları okulda çok kötü davranıyorlardı. Fakat Napolyon hakkını arıyor kendini ezdirmiyordu. Tarihteki nam salmış kişileri merak ediyordu. Matematik ve coğrafya da çok iyiydi. Daha 16 yaşında üsteğmen rütbesinde topçu alayına katıldı. Bu olayla askeri hayatı başladı. Napolyon üsteğmenlikten daha fazlasını istiyordu. Çok hırslı ve yetenekliydi. Daha da yükselmek istiyordu. Fakat onun için bu o kadar kolay görünmüyordu. Çünkü Fransa liyakate kapalıydı. Pozisyonlar yeteneğe bağlı değil torpille oluyordu. Halk isyanlardaydı. Napolyon da yeni devrimi destekledi. Daha sonra bu sistemin kalkması ve başarısıyla yüzbaşı oldu. İngilizlerin desteklediği Toulun Karşı Devrimi bastırıp biranda Tuğgeneral oldu. Paris’teki Kralcı ayaklanmayı bastırdı ve terfi ederek Tümgeneral oldu. Napolyon’ un askeri başarıları onu daha da ünlendirdi. Bu durum Devrim Hükümeti’nin dikkatini çekti ve İç Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı aldı. 26 yaşındayken emrinde bir ordu vardı ancak yetmiyordu daha fazlasını istiyordu. Fransa’daki devrim bütün Avrupa’yı tehdit ediyordu bu yüzden Avrupa da Fransa’ya baskı kuruyordu. Baskılara karşı Fransa da Avrupa’ya savaş açtı. Fransa Viyana’yı alarak savaşın kaderini değiştirmek istiyordu.         
    Fransa Jourdan, Moreau ve Napolyon dan oluşan üç tümenlik ordusuyla hazırlıklara başlamıştı. Başrolde daha çok Jourdan ve Moreau vardı . Napolyon’un tümeni ise güneydeki düşmanları oyalayacaktı. Başrolde olan 2 tümen itildi. Ancak 28 yaşında genç tümen Napolyon görevini başarıyla yaptı ve Avusturya birliklerini yenerek savaşın kaderini değiştirdi. Fransa o dönemler ekonomik sıkıntıdaydı ve Napolyon’un kazandığı ganimet Fransa’ya iyi geldi. Yıllarca maaşını eksik alan ordu maaşını tam almıştı. Napolyon askerlerinin dikkatini çektiği için ordusunda motivasyon oranı üst düzeydeydi. Fransa’daki herkes onu kahraman olarak tanıdı. Hükümet onun imparatorluk gibi fikirler edinebileceğini düşünüp onu Mısır’ a gönderdiler. Napolyon burada kalıcı bir hakimiyet için propaganda yayınladı. Fakat Osmanlı birlikleri onu yenince geri Fransa’ya döndü. Fransa da ise bir adam darbe yapmak istiyordu ve desteğe ihtiyaç duydu. Bonapart ve birkaç kişinin desteği alarak 1799 yılında hükümet devrildi. Yeni bir hükümet kuruldu. Kurulan hükümet başlangıçta 3 konsül hükümetiydi ancak Bonapart onu bir konsüle çevirdi. 
    O sıralarda Fransa Avrupalılarla savaşıyordu ve gidişat hiç iyi değildi. Napolyon bizzat ordunun başına geçerek orduları geri püskürttü. Böylece 1. Ve 2. Koalisyon Savaşları’nı kazandı. Yalnızca şu anda İngiltere olarak bildiğimiz Birleşik Krallıkla savaş devam ediyordu. Fakat 1802 yılında Birleşik Krallığın ekonomisinin batmasıyla bir barış antlaşması yapıldı. Fakat Fransa’nın ekonomisi de kötüydü. Napolyon bu duruma karşılık ilk ulusal bankayı açtı, yardımlaşmayı yaygınlaştırdı ve vergilendirme sistemini getirdi. Yolsuzluk yapan hükümet yetkililerini kovdu. Altyapıyı geliştirdi. Napolyon liyakate önem veriyordu yani torpili kaldırmıştı. Fransa’yı kaostan kurtarmak istiyordu, güçlendirmek istiyordu. Başardı da ve kendisini 1804 yılında imparator ilan etti. 3. Koalisyon Savaşı da başlamıştı. Fransa Britanya, Roma, Avusturya, Rus İmparatorluğu ve Cemen İmparatorluğu’yla savaştılar. Bu sefer Fransa’yı yenebileceklerini düşünüyorlardı ama yanıldılar. Napolyon’ u bukadar büyük bir asker yapan şeyler askerlerinin ona olan inancı ve sadakati, hızı ve çevikliği ani yani sürpriz kararlarıydı. 3. Koalisyon Savaşı’nı da kazanmışlardı ancak Ruslar ve İngilizler durmuyordu. Napolyon ise İspanya ve İngiltere’yi geçemediler. Prusya Napolyon’un yükselişinden rahatsız oldu ve 4. Koalisyon Savaşı oldu. Napolyon büyük bir zafer kazandı ve Avrupa’nın Fatihi oldu. Savaşa katılan devletlerden Britanya hariç diğerleri Fransa ile barış antlaşması imzaladı. Buna karşılık 1806 yılında Napolyon Britanya’yı kıta ticaretinden kesti ve ambargo uyguladı. Avrupa devletleri bu durumdan hoşnut değildi. İspanya’nın da dahil olduğu 5. Koalisyon Savaşı başladı ve Fransa’nın zaferiyle sonuçlandı. Rusya gizliden Britanya ile ticarete devam ediyordu. Bu durumu öğrenen Napolyon Avrupa’nın en büyük ordusunu kurdu ve 6. Koalisyon Savaşı başladı. Ancak Napolyon’un dostları ona ihanet etti. Ülkede seferberlik başlatıldı. Napolyon ‘un sürgün edileceği yenilgiyle sonuçlandı. Halk kralı istemeyince Napolyon geri tahta çıktı. Diğer ülkeler tekrar savaş ilan etti. Diğer devletler kazanan taraf oldu ve Napolyon tekrar sürgün edildi. 51 yaşında mide kanserine yenilerek hayat mücadelesini kaybetti.

HAYALLERİM

 Muhammet Aziz Toptaş


Benim de hayallerim var
Tıpkı hepiniz gibi
Uçmak gibi mesela
Herkesin hayali var

Benim de hayallerim var
Süper kahraman olmak mesela
Kurtarmak zorda kalan insanları
Yardımcı olmak onlara
Benim hayallerimde hep
Faydalı biri olmak var

KIRGINLIK

 
Tayfun Tabuk
Çok şey istemiyorum aslında
Birazcık saygı
Arkadaşlık, kardeşlik bunlar bir yana
Çok şey istemiyorum aslında
 
Diyorum ki mesela
Ben konuşurken dinlesin arkadaşlarım
Çünkü dinliyorum ben onları
Ne anlatırlarsa anlatsınlar
Saygıyla
 
Çok şey istemiyorum aslında
Diyorum ki mesela
Verilmiş emeklere
Çekilmiş zahmetlere birazcık saygı
Ben
Anlaşılmak istiyorum

DOĞA ANA


Sude Gökçe Çelen
Sen anasısın her şeyin
Ağaçların, kuşların, insanların
Dünyanın dengesisin

Bizler için süslersin
Dünyayı, hayatı, yaşamı
İstersin bizden
Seni korumamızı

UYKU

 Ecrin Kılıç

Hiç uygun olmayan zamanlarda
Gelip beni buluyorsun
Yoruyorsun
Git, diyorum
Gitmiyorsun, saçlarımı okşuyorsun
Ama seni geceleri çağırdığımda
Nazlanıyorsun
Hiç yanıma gelmiyorsun


MANİ ÇALIŞMALARI

 Muhammet Aziz Toptaş
Hep bize gelir komşu
Adımı bilmez der: şu
Bir gün öğrenir elbet
Yapar getirir turşu

Merve Sena Öztürk
Tarih dersi bir başka
Tarihte geldim aşka
Her gün sekiz on saat
Tarih işlesek keşke

Çerçi gibi gezerim
İpe tespih dizerim
Şu cihanda koşmaktan
Hep ağrıyor dizlerim

Sude Gökçe Çelen
Yolda gördüm aç köpek
Köpekler korkunçtur pek
Bana gelmesin diye
Önüne atarım kek

Zehra Fırat
Her gün okul hep okul
Buna dayanır mı kul
Okul masraflarından
Ne para var ne de pul

Ecrin Kılıç
Uykum gelir hoş gelir
Kanatlı bir kuş gelir
On beş saat uyusam
Yine bana boş gelir

Tayfun Tabuk
Napolyon ah Napolyon
Seni tanıdım en son
Okudum hayatını
Yedi gün belki de on

Emir Asaf Konaç
Kitaplar sıra sıra
Kapaklar kara kara
Okunmak için varlar
Dizmeyin duvarlara

GECİKME

 Yiğit İbrahim Karain, Zeynep Göktaş, Ahmet Sait Yurttaş, Aysel Zümra Yuvacı, Umut Pekyiğit

Kenan 3. sınıftaydı ablası Sinem ise 10. Sınıftaydı. Sinem oldukça sakin, saygılı ve kardeşini üzmemek için onunla zaman geçiren ödevlerine yardım eden birisiydi. Kenan ise kitap okumayı, futbol oynamayı, araştırma yapmayı çok severdi. Abla kardeş birbirlerini tamamlayan bir hayatları vardı. Anneleri de babaları da çalıştığı için işten çok geç gelirlerdi ancak onlar gelinceye kadar Sinem, Kenan’ın derslerine yardım eder, kendi ödevlerini de özenle bitirirdi. Bir yerlere ya da akrabalarına ancak hafta sonları gidebilirlerdi. Sinem ve Kenan hafta sonlarını iple çekerdi çünkü tüm aile ancak hafta sonları bir arada oluyordu.
Bu dört kişilik aileden başka bu evde yaşayan bir de küçük kedi Boncuk vardı. Boncuk, Kenan ve Sinem için ailenin bir üyesi gibiydi. Onunla oynamayı seviyorlar, gezdikleri yerlere onu da götürüyorlardı.
Kış yaklaşmıştı. Akşamları hava erkenden kararıyordu. Böyle zamanlarda anne babalarını beklemek biraz daha zor oluyordu. Onların işten gelmeleri neredeyse akşamın sekizini buluyordu.  Yine bir pazartesiydi ve yorucu okul gününden sonra Kenan da Sinem de evlerine gelmişler, ödevlerini yapmışlardı. Geriye Boncuk’la oynamak ve anne babayı beklemek kalıyordu. Hava oldukça soğuktu, dışarısı karanlıktı ve kar yağmaya başlamıştı.
Kenan:
-Abla, çok acıktım, yemeği sen yapabilir misin, dedi. Ablası:
-Biraz daha bekleyelim annem ve babam gecikirse hazırlarım elbette, dedi.
Saat sekize gelmişti ama ne anne vardı ortada ne de baba. Çaresiz Sinem mutfağın yolunu tuttu, anne ve babasının gecikeceğini anlamıştı. Bazen böyle oluyordu, trafik yüzünden ya da alışverişe gittikleri için yarım saat kadar geç geldikleri oluyordu. Sinem, kardeşine bir şeyler hazırlarken kendisi için de bir sandviç yaptı. Nasıl olsa birazdan kapı açılırdı. Sinem, mutfağın penceresinden dışarıya baktı. Göz gözü görmüyordu. Kar fena yağıyordu ve şimdiden yerler bembeyaz olmuştu. Anne babası normalde 6 gibi iş yerinden çıkıyordu ama iş yerleri uzak olduğu için eve gelmeleri iki saat sürüyordu. Abla kardeş biraz atıştırdılar. Döndüler ve Boncuk’la oynadılar, zaman geçmek bilmiyordu. Saat dokuz olmuştu ancak anne baba halen yoktu. Uykuları da gelmeye başlamıştı iki kardeşin ancak meraktan uyumaları mümkün değildi. İkisi de perdeyi araladı, anne babanın yolunu beklemeye başladı. Küçük Boncuk da onlara eşlik ediyor, pencerenin önünde dışarıda yağan karı izliyordu. Kaç dakika, kaç saat geçti böylece bilmiyorlardı. İki kardeş ve Boncuk, pencerenin önünde uyuyakalmıştı. Gece saat 11 civarıydı ki kapıdan gelen tıkırtılara önce Boncuk uyandı Sinem’i uyandırdı. Sinem önce saate baktı sonra kardeşine ve kapıya yöneldi. Anne babası nihayet gelmişlerdi ancak her tarafları karla kaplıydı. Üşümüşlerdi. Yorgunlardı. Önce Sinem’e sarıldı anne ve baba sonra uyuyan Kenan’ı yatağına götürdüler. Boncuk da ortalıkta dolaşıyordu. Sinem:
-Nerde kaldınız anne, dedi. Annesi:
-Yollar tamamen karla kaplanmıştı. Araçlar yarı yolda kalmışlardı. Bir süre zincir takılmasını bekledik ancak sonra da yollarda oluşan kazalar yüzünden araç ilerleyemedi. Daha fazla geç kalmamak için biz de yürüdük. Tam üç saattir yürüyoruz, ayaklarımız bile ıslandı. Seslere uyanan Kenan mutfağa geldi. Acıkmıştı zaten. Yorgun anne baba ve beklemekten yorulan çocuklar bir şeyler atıştırdı, çay içti. Saat gece yarısını geçmişti. O sırada televizyon kanallarında ertesi gün kar tatili nedeniyle okulların kapandığı haberi geçiyordu. Sinem ve Kenan sevindi. Anneleri:
-Zaten uykusuz kalmıştınız, iyi oldu bu tatil. Bakarsınız bizim işyerimiz de tatil olur, dedi.
Dışarda kar yağmaya devam ediyordu. Boncuk, kendisine uyumak için bir köşe bulmuştu bile.

İNSANLAR

Ömer Kerem Aydemir

İnsanları anlamak çok zor
Aynı şeyleri düşünür
Hepsi aynı şeyleri yapar
Çocuklar onlardan biraz daha akıllı
En azından farklılar
Farklı oyunları var

İnsanları anlamak gerekiyor mu
Büyüyünce onlarla yaşamak için
Şimdiden düşünüyorum bunu
Anlamalı mıyım bilmiyorum niçin






YÜCE BAYRAK

Dinçer Kara

Kırmızı renginle yıldız ve hilalinle
Dalgalanırsın göklerde
Seni görmek yükseklerde
Görmek gibi Cumhuriyet’i

İstiyorum ki bir cuma ya da pazartesi
Söylenirken İstiklal Marşı
Ben çekeyim göklere seni 

Seni gördüğüm yerde
Selam vermek boynumun borcu
Ve önünde saygıyla durmak 
Ey yüce bayrak

KIRMIZI GÖZLÜ KARGA

Ömer Asaf Koç 

Sabah okula gelirken
Karşıma bir karga çıktı
Yanından geçiyordum
Hiç korkmadı
 
İnsanlar gibi kargalar da farklıdır
Gagasına dokundum hala uçmadı
Üşümüştü sanki ıslanmıştı
Ben onu tanımadım o beni tanımadı
 
Artık kargalar ürkütücü değil
Çünkü dokundum birinin gagasına
Hatta baktım kırmızı gözlerinin içine
Neşeyle girdim sınıfıma

ATATÜRK

Zeynep Gökçe Yılmaz

Seni düşününce aklıma
Önce ülkemiz geliyor
Düşünüyorum sonra
Verdiğin savaşlar geliyor

Hastalandığında dahi unutmadın bizi
Şu an hayatta olmasan bile
Yaşayacaksın sen sonsuza kadar
Çünkü senin varlığının adı Türkiye

DOĞA SEVGİSİ


Ömer Kerem Aydemir

Yeşil en sevdiğim renktir
Çünkü doğanın dilidir
Sarıyı da severim aslında
Çünkü o da doğanın rengidir


Kuşlar, ağaçlar, kediler, köpekler
Hepsi doğadan bir parça 
Dağlar, bayırlar nehirler
Hepsi bir süs doğaya


Her şey aslında yerli yerinde
Doğanın düzeni içinde
Yalnızca insanlar bozuyor bunu
Çünkü doğa yok kalplerinde


22 Aralık 2023 Cuma

UYKU ARASI

     Üner Taha Aydemir
    Güneş birazdan doğacaktı. Kaçıncı kez doğacaktı var olduğu günden beri dünya yüzeyine? Kaçıncı kez batacaktı? 
    Gürültü çıkarmadan pencereye yürüdü, sokaklar halen tenhaydı. Başka bir dünya idi güneş doğarken gördüğü ve gün başlayınca yaşadığı. Pencerenin önüne kadar gelmişken saksıdaki çiçeklerine baktı. Onlar da uyuyup uyanıyor muydu insanlar gibi? Onlar için de gece ve gündüz farklı zamanlar mıydı? Tekrar dışarıya baktı. Çiçekler için öyle ise ağaçlar için de öyledir, diye düşündü. 
    Birkaç dakika zihni öylece bomboş baktı uzaklara, göğe. Neden baktığını bilmiyordu. Ne düşündüğünü de bilmiyordu. Birkaç dakika sonra kendine geldi. 
    Ses çıkarmayan küçük adımlarla yatağının kenarına oturdu. Yerdeki halının desenlerine baktı boş boş.        Düşünmemeliydi, hiçbir şeyi düşünecek gücü yoktu. 
    Sadece uyumak istiyordu. 
    Birkaç saat, birkaç gün, birkaç hafta uyuyabilse ve yeniden bu vakitte uyanabilse her şey ne güzel olurdu. Yatağına uzandı. Üzerinin açık kaldığının farkında değildi. Uyudu.

GEÇ KALINMIŞ SINAV

     Üner Taha Aydemir

    Saate baktı tam olarak 9’u gösteriyordu saat. Kan beynine yürüdü. İlk ders sınavı vardı ve sınav başlayalı yarım saat geçmişti bile. Telaşla hazırlanmaya başladı, bir yandan da annesine söyleyeceği kızgınlık içeren cümleleri zihninde sıralıyordu. Haydi ben uyudum bu saate kadar, sen nasıl uyudun anne, diye içinden geçirdi. Her sabah hava aydınlanmadan uyanan ve uykusunun son demlerini berbat eden kardeşi bugün nasıl uyuyakalmıştı ki? Sorular, sorular, sorular… Düşünmeye vakit yoktu bunları. Tek gerçeği vardı:  Sınavın başlamış olması. Üstelik öğretmen de öyle halden anlamaz biriydi ki… Rapor alabilir miyiz sınavı tekrar etmek için, diye aklından geçti. Bu esnada elbiselerini giyinmiş, çantasını eline almıştı. Şimdi annesiyle, kardeşiyle geçirecek zamanı da yoktu. Sert bir biçimde kapıları çarparak merdivenlerden indi aşağıya. Sokak biraz tenha gibiydi. İnsanlardaki her zaman gördüğü telaş da yoktu. Servisin kendisini aldığı yerde beklemeyi düşünüyordu ki geç kaldığını, servisin çoktan gitmiş olacağını hatırladı. Otobüsle gidecekti artık okula ancak bu da fazladan bir saat daha geç kalmak demekti. Çantasını açtı, cüzdanını almak için baktı ancak cüzdanı evde kalmıştı. Artık sinirleri öfkeye dönüşmüştü. Bir sınava geç kalmak bu kadar büyük bir gerginlik oluşturmamalıydı. Neden bu kadar önemsiyordu bu şeyleri. Sınava girip on dakika sonra çıkan arkadaşları vardı mesela. Okula ara sıra gelmeyen arkadaşları da vardı. Hatta bazı arkadaşlarının aileleri çocukları dinlensin diye bazı günler okula getirmiyordu. Oysa kendisi Allah’ın her günü dakikası dakikasına okula yetişiyor, tüm dersleri dikkatle dinliyor ve hep iyi notlar almak için çabalıyordu. Kafasında bu düşüncelerle evinin kapısına geldi, anahtarı da telaşla evde bırakmıştı. Zile bastı… Kapı açılmadı. Bir kez daha, bir kez daha… Hâlâ uyuyor olamazdı evdekiler. O sırada kapı açıldı ve hızla merdivenleri çıkarak evinin kapısına ulaştı. Annesi ve kardeşi telaşlı, uykulu gözlerle ona bakıyorlardı. Sinirli bir sesle:
    -Cüzdanımı unutmuşum, hızlıca getirir misiniz biriniz. Çok geç kaldım, üstelik sınavım var, dedi.
    Annesi ve kardeşi öylece duruyordu. Onların sakinliğini gördükçe iyice öfkelendi. Sonunda annesi söze girdi:
    -Oğlum, ben sana uyumak için çok geç kalma demedim mi? Bugün cumartesi, gel de kahvaltı yapalım.

YOL

 Üner Taha Aydemir
    
Kaç saattir yürüdüğünün farkında değildi. Kaç gündür yürüdüğünün de farkında değildi. Kaç haftadır yürüyordu, nereye, niçin yürüyordu? Yolun neresindeydi, nereden başlamıştı yürümeye? Bir belirsizlik içinde yaptığı tek şey adım atmaktı. Saymadı adımlarını. Yolun ilerisini düşünmedi. Yola nereden düşmüştü onu da hatırlamıyordu, yürüyordu.
    Yolda kimse yoktu kendisinden başka. Yolda gece yoktu, yolda gündüz de yoktu. Yürümeye başladığından beri ne rüzgâr ne yağmur ne kar vardı. Çantası yoktu, şemsiyesi yoktu. Eğildi, ayakkabılarına baktı ne zamandır yolda olduğunu, ne kadar yol yürüdüğünü anlayabilmek için; ayakkabıları paramparçaydı. Eğilirken durmak istedi, ayakları buna müsaade etmedi, yürüyordu. Sanki yürüyen kendisi değildi, yürüten ayaklarıydı. Ayaklarını kontrol eden kendisi değil gibiydi. Ellerini sallayabiliyordu yürürken, bazen ceplerine koyuyordu nereye bırakacağını bilemediği ellerini.
    Rüzgâr saçlarından geçsin istiyordu ama rüzgâr yoktu. Yağmurda ıslanmak istiyordu yürürken ama yağmıyordu. Yanında kendisiyle yürüyen bir köpek olsun diye aklından geçiriyordu, yoktu. Üzerimden bulutlar geçsin istiyordu, maviydi gökyüzü. Islık çalmak istiyordu, çalabiliyordu.
Sıkılacak gibi oluyordu bu tek düze yolculuktan. Bir çeşme başında oturmak istiyordu mesela. Bir ağaç gölgesinde, çimenlerin üzerinde uzanmak. Durmuyordu ayakları. Yol dümdüzdü, ne yokuşu vardı ne inişi. Yan yana birkaç kişi sığabilirdi bu tertemiz asfalt yola, bir araç çok rahat ilerleyebilirdi ama kimseler yoktu işte. Bir taş parçası bile yoktu, kurumuş bir yaprak bile yoktu yolun üzerinde.
    Birden ayakları durdu. Sağ ayağını yerinden kaldırmaya çalıştı sanki yere çivilenmişti. Sol ayağını kaldırmak istedi gücü yetmedi. Durmuştu. Karşıya baktı, kocaman bir yokuş vardı önünde.

MUM

Üner Taha Aydemir

Bedeli tükenmektir ışığı büyütmenin
Karanlık bir dünyada yaşıyorsan
İçinde aydınlığın izini taşıyorsan
Bedeli tükenmektir ışıkla büyümenin

Bir ayna ararsın sırtını yaslamak için
Bir ayna daha kendine bakmak için
Yanarsın durmadan için için
Sorarsın kendine peki niçin

Farkına varılmayan bir hikâye seninki
Duyulmayan kimse tarafından
İçin için erirsin ki görülesin
Yaşayıp da anlatılamayan

21 Aralık 2023 Perşembe

BAYRAĞIM

Meryem Er

Bir gün hayallerimi gerçekleştirirsem
En çok seni mutlu etmek istiyorum
Seni en yükseklerde görmek istiyorum
Beyaz kırmızı renginle
Yıldız ve hilalinle
 
Bir gün büyük bir basketbolcu olursam
Okunurken İstiklal Marşımız
Senin en yükseğe çekildiğini görmek istiyorum
Sevinç gözyaşlarıyla
Seni selamlamak istiyorum
 
Bayrağım
Onurum, gururum…
Ne olursam olayım
Senin göklerde dalgalanman
Benim tek çabam

SAF ORÇUN

    
    Atıf Kaan Salar, Umut Bulut, Akın Eliş, Metehan Ersoy

    Serin bir yaz gecesiydi. Normalde son yıllarda yazlar hep sıcak geçiyordu ama bu sene daha yaz mevsimi geldi, dedirtecek bir sıcaklık olmamıştı. Yağmurların ardı arkası kesilmiyordu. Otlar dağlarda ve parklarda hayli büyümüştü. Yine yağmur yağacak gibiydi. Romatizması için yağmur hiç iyi olmuyordu, derin ağrılar yaşıyordu. Güneşe hasretti. Güneş bir kez çıksa o da dışarıya çıkacak, kırlara gidecek ve güneşlenecekti saatlerce ama…
    Son yıllarda hayatından bezmiş bir yandan da ölmekten korkar olmuştu. En küçük bir ağrıda, sızıda acaba ölecek miyim, diye endişe ediyordu. Oysa yaşamadığı çok şey vardı, görmek istediği çok ülke vardı. Yemek istediği onlarca yemek ve tatlı vardı. Dinlemek istediği şarkılar, okumak istediği kitaplar, oynamak istediği oyunlar, izlemek istediği filmler vardı. Daha yaşı çok gençti ama hastalık onu yaşlandırmıştı. Saçları dökülmüştü mesela gencecik yaşında. Bir diğer sorun da emsalleri kadar doğum günü bile kutlamamıştı. 29 Şubat yazıyordu kimliğinde. Yirmi yaşında bir insanın doğum günümü yalnızca beş kez kutlayabildim, demesinin acısını başkaları nereden bilecekti ki. Doğum tarihini her hangi bir yerde soranlar cevabı alınca duraksıyor, açıklama bekliyor sonra başlarını öne eğip gülüyorlardı. Böyle durumlarda kendisini Junior Canatan gibi hissediyordu. Tek fark, devler ülkesinde değil insanlar âleminde yaşıyor olmasıydı. 
    Yağmur başlamadan biraz yürümenin dizlerine iyi geleceğini düşündü. Güçlükle yerinden kalktı. Her ihtimale karşı şemsiyesini yanına aldı ve sokağa çıktı. Kimseler yoktu etrafta çünkü vakit hayli geçti. Bazen çöp bidonlarının kenarından gözleri parlayan bir kedi atlıyor bazen ağaçlardan kargaların tıkırtıları geliyordu. Bulutlara baktı, gözleri ay’ı aradı, göremedi. Birden köşenin kenarında bir karaltı gördü. Ürktü. Durdu. Gecenin bu saatinde acaba gözlerim beni yanıltıyor mu, diye düşündü. Bir an cesaretini topladı ve köşeye doğru gitti. Gerçekten de köşede biri vardı. Siyah takım elbise giymiş, elinde şemsiyesi, parlak siyah ayakkabıları, beyaz çorapları ve kırmızı papyonu olan biriydi bu. Yüzü şapkasından görünmüyordu. Başını önüne eğmişti. Hareketsiz duruyordu. Uzun boyuyla ve zayıflığıyla bir manken gibiydi. Yanına yaklaştı ve:
    -İyi geceler bayım, dedi. Nasılsınız, gecenin bu saatinde… sizin de mi yoksa romatizmanız var?
    Adamdan ses gelmedi. Sorulara devam etti:
    -Bayım, iyi misiniz? Neden burada bekliyorsunuz?
    Cevapların gelmediğini görünce daha da cesur bir hale geldi ve saçma sapan, oradan buradan konuşmaya başladı:
    -Galiba buralı değilsiniz, Divriği Ulu Camiyi gördünüz mü? Gökmederese’ye gittiniz mi? Sivas ismi nereden geliyor size anlatayım mı?
    Adam sustukça ha bire konuşuyordu. Birden o da sustu. Yanına tıpkı onun gibi durdu ve sırtını duvara verdi. Tekrar gökyüzüne baktı. O esnada kırmızı papyonlu adam teneke kazıntısını andıran sesiyle:
    -Divriği Ulu Camiyi gördüm, Gökmederese’ye gittim. Sivas isminin nereden geldiğini biliyorum ama sen bu sorduklarının hiçbirini görmedin, bilmiyorsun. 
    Ses tonuyla kırmızı papyonlu adam, onu susturmayı başarmıştı. Ne soracak bir sorusu kalmıştı artık ne de söyleyecek bir kelimesi. Büyülenmiş gibiydi. Sustu… Bu kez kırmızı papyonlu adam yine devam etti:
    -Yürüyerek romatizma ağrılarının geçeceğini mi zannediyorsun, az sonra bardaktan boşanırcasına yağmur yağacak ve perişan olacaksın. 
    Bu cümle üzerine iyice tedirgin oldu. İn miydi, cin miydi karşısına çıkıp kendisi hakkında bir şeyler söyleyen bu adam. Korkmaya başlamıştı ki kırmızı papyonlu adam:
    -Ne inim ne cinim, senin gibi bir âdemim, benden korkmana gerek yok, dedi. Bu cümleler telaşını bir kat daha artırdı. Sadece aklından geçen şeyleri bile kırmızı papyonlu adam nasıl biliyordu. Yoksa yüksek sesle mi sormuştu bu soruyu? Kırmızı papyonlu adam devam etti:
        -Ayrıca senin doğum tarihin 29 Şubat değil 28 Şubattır Orçun’cuğum.
        Bu detayı da duyan Orçun en hassas olduğu konu gelince korkusu dağıldı ve itiraz etti:
-Annemden babamdan iyi mi biliyorsun, 29 Şubat işte… Kırmızı papyonlu adam devam etti:
-28 Şubatın son dakikalarıydı ama 29 Şubat olarak yazıldı bir defa kayıtlara. Yağmur çiselemeye başlamıştı. Bu söylediği de çıkmıştı kırmızı papyonlu adamın. Az sonra daha da çoğalacaktı. Yağmur şiddetini artırınca birden kırmızı papyonlu adam kayboldu. Kaybolduğu anda bir kağıt parçası yere dalgalı biçimde düştü. Islanmasın diye Orçun kağıdı hemen kaptı ve hızlı adımlarla evine döndü. Biraz ıslanmıştı, yağmur da hızlanmıştı. Kabanını çıkarır çıkarmaz kırmızı papyonlu adam kaybolurken ortaya çıkan kağıt yere düştü. Kurulandı ve kağıdı incelemeye başladı. Boş görünüyordu, bir anlamı olmalıydı bunun. Işığa doğru tutunca kendisine yazılmış bir mesaj gördü:
    “Orçuncuğum, beni ilk ve son kez gördün. Ben seni çok iyi tanıyan biriyim. Sen aslında ölmekten korkuyorsun. Sana ömrünü uzatacak bir sır verecektim ama yağmur başladı ve ben kaybolmak zorunda kaldım. Yine de bu sırrımı sana bu notla bırakıyorum. Divriği Ulu Cami’yi bir kez gören, iki kez daha görmeden ölmez. İlk fırsatta git ve ilk ziyaretini gerçekleştir. Sonrası artık senin elinde.”
    Orçun bir gecede yaşadığı bu kadar aksiyondan yorgun düşmüştü. Rüya mıydı bunlar. Kırmızı papyonlu adam kimdi? Dizlerinin ağrısı bile geçmişti. Kağıdı masaya koydu, derin bir uykuya daldı. 
    Sabah uyandığında parça parça hatırlıyordu her şeyi. Masanın üzerine kağıda baktı. Kağıt yerindeydi. Bir kez daha sağlam kafayla kağıtta yazılanları okumak için ışığa doğru tuttu ancak kağıt boştu. Ne yaptıysa kağıttaki yazıları göremedi. Dizleri ağrımaya başlamıştı. Hatırladığı kadarıyla Divriği Ulu Cami’ye gitmesi ve bir kez görmesi gerekiyordu. Kahvaltı bile yapmadan dışarıya çıktı. 
    Bir an önce ulaşabilmek için otobüs yerine raybüsle gitmek istedi. Sabah raybüsüne binerse akşama geri dönerdi. Koşar adım istasyona gitti. Biletini aldı ve Divriği Ulu Cami’ye doğru yola çıktı. Yaklaşık üç saatten sonra Divriği’ye ulaşmıştı. İstasyonla cami arası yürümesi gerekiyordu. Acıkmıştı. Yine de son bir güçle Ulu Cami’ye ulaştı. İlk kez görüyordu bu camiyi. Yaklaşırsa ikinci, üçüncü kez de görme ihtimali vardı. Hemen arkasını döndü ve Divriği’den uzaklaşmaya başladı. Artık otuz sene sonra bir kez daha gelirdi buraya. Belki kırk sene sonra da üçüncü kez… Kendisini çok sağlıklı ve dinç hissediyordu. En az yetmiş senesi vardı önünde. 
    Trene doğru ilerlerken birdenbire yağmur başladı yine. Olsun, diye düşündü. Nasıl olsa en az yetmiş sene yaşayacağım. Romatizma ne eder ki bana? Hem iyi doktorlar varmış, gider tedavi olurum, dedi içinden. Bir su birikintisinden atlamaya çalıştı keyifle. O esnadan dün geceden beri yanında bulundurduğu kağıt su birikintisine düştü. Dönerek kağıdı yerden aldı. Kirlenmişti ama boştu zaten. Yazı filan kalmamıştı. Kağıdın lekelendiğini görünce silmek istedi lekeleri ve o an üzerindeki yazıları fark etti. Suya düşen kâğıtta yeni bir mesaj gördü:
    “Orçun, Orçun, saf Orçun. Sen gerçekten çok saf ve tuhaf bir adamsın. Burada ne geziyorsun? Bak işe de gitmedin bu gün. Halen gece yarısı karşına çıkan kırmızı papyonlu bir adama inanıyorsun? Adama inandığın yetmiyor, yazdıklarına inanıyorsun. Ne olacak bu halin Orçun? Ben böyle bir torunum olsun istememiştim.” 
    Orçun’un başı döndü, az kalsın düşecekti bulunduğu yere. Güç bela toparlandı ve dönüş trenine bindi. Pencereden dışarıya bakarken tren hareket etti. Rüya mıydı? Hayal miydi? Kimin hikâyesinin içine düşmüştü? Şaşkındı…

SIRADAN BİRİNİN SIRADAN HİKAYESİ

     İdil Karaman
    Akşam vaktinin üzerinden hayli zaman geçmiş gece vakti başlamıştı. Kış mevsiminde geceler uzadığı için hayli sıkıcı geliyordu ona. Tüm işlerini gece başlamadan bitirebiliyor, geç yatmasına rağmen uykusunu da alıyordu. Gündüzler ise yok gibiydi. Çabucak bitiyordu. Bu şehre alışmaya başlamıştı. Üstelik kendisine bir de iş bulmuştu. Hem okul, hem iş biraz yorucuydu kendisi için ama buna mecburdu. Tek başına ayakları üzerinde durabilmek onun için önemliydi. Bu gece yapacak hiçbir işi yoktu. Kendisine bir kahve yaptı, kitaplığından epeydir okumayı düşündüğü Haikyuu adlı kitabı seçti ve okumaya başladı. Ne kadar huzurlu ve güzel bir gece diye düşündü içinden. Kahvesi, evi, kitabı vardı. Daha ne olsundu. Haikyuu’nun sayfaları arasında dolaşırken koltuğunda uyuyakaldı. Uyandığında sabah olmuş, okula gidiş saati gelmişti. Uykusunu almıştı ama yine de koltukta uyuduğu için boynunda biraz ağrı vardı. Hazırlandı ve okul yoluna düştü. 
    En sevdiği dersler programına göre bugündü. Güzel Sanatlar Fakültesinde zaten tüm dersler güzeldi. Kafasında yine huzur ve sadelik düşünceleriyle okuluna ulaştı, derslerini dinledi ve ardından iş yerine gitmesi gerekiyordu. İş yerine ulaştığında çantasını bir kenara koyarak iş kıyafetlerini giyindi. Akşam oluncaya kadar burada çalışıyordu. Bir kafeydi burası ve kimi zaman çok yorucu kimi zaman ise tenha oluyordu. Tenha vakitlerini daha çok seviyordu burasının çünkü kendisine zaman kalıyordu. Bugün de tenha bir gün olacak gibiydi. Birkaç saat çabucak geride kaldı ve evine gitmek üzere yola çıktı. Bir süre yürüdükten sonra takip edildiğini hissetti ve aniden durup geriye doğru baktı, kimsecikler yoktu. Sağa sola dikkatle baktı yine kimseyi göremedi. Evi ile iş yerinin arası yarım saat kadardı ve daha yolun yarısındaydı. Ne yaparsa yapsın birisinin kendisine baktığı hissinden kurtulamıyordu. Adım başı geriye dönüyor, bakıyor ama kimseyi göremiyordu. Daha önce hiç yaşamadığı bir durumdu bu ama yine de korkmuyordu çünkü kendisini savunacak yetenekleri vardı. Takip edildiği hissinden uzaklaşmak için farklı şeyler düşünmeye çalıştı. Yaz mevsimini hatırladı, ailesinden ne kadar süredir uzak kaldığını düşündü. Kardeşinin lüzumsuz şakalarını hatırladı. Ne yaparsa yapsın her adımda kendisini takip eden birinin olduğu hissinden kurtulamadı. 
    Nihayet evine ulaşmıştı. Hızla içeriye girdi ve kapısının anahtarını üç kez döndürdü. İlk kez yapıyordu bunu. Normalde bir kere döndürürdü. Biraz dinlendikten sonra çizim ödevlerini yapması gerektiğini hatırladı ve masasına oturdu. Bir süre sonra tıkırtılar duymaya başladı. Kalktı ve odaları, mutfağı kontrol etti. Nereden geliyordu bu tıkırtılar? Dikkatle dinlediğinde pencereden geldiğini fark etti. Perdeyi araladı ve pencerenin kenarında küçük sarı bir kedinin bu sesleri çıkardığını gördü. Kedileri severdi. Pencereyi açtı ve içeriye aldı kediyi. Önüne yiyeceği bir şeyler getirdi. Üşümüştü kedi. Altına koyduğu minder üzerinde kedi uykuya dalmıştı. O da kediyi izlerken uykuya daldı.  

MOR ÇİÇEK DESTANI

    Metehan Ersoy

    Tarih henüz yazılmaya başlanmamıştı çünkü alfabe yoktu. İnsanlar zorlu doğa koşullarında yaşamaya çalışıyordu. Bir yandan doğa şartları bir yandan düşman kavimler arasında yaşamak çok zordu. Türkler sürekli bir kurtarıcının geleceğine ve kendilerinin dünyaya hâkim olacağına inanıyorlardı zira atalarından bu tarz hikâyeler dinlemişlerdi. 
    Pars yılında kadır kış aylarının en soğuk günleriydi. Bu soğuklar kırk gün sürecek ardından kırk günlük bahar gelecekti. Bahar ayları bu bölge halkı için kutlanılması gereken günlerle başlardı. Dağlarda bulunan mor bir çiçeği ilk kez gören bu çiçeği obaya getirir ve kutlamalar başlardı.  Köktem ayı için gün sayıyordu halk ancak çok çetin geçen kış mevsiminde yine diğer boylar tarafından saldırıya uğramak riski de onları korkutuyordu. Günler böyle geçti. Olağanüstü bir olay yaşanmadı kadır aylarında ancak halk yorgun ve bitkindi. Kış boyu beklemek ve ava bile çıkamamak onları kıtlığın eşiğine getirmişti. 
    Köktem ayının ilk günleriydi. Türklerin lideri Kalı Han artık mor çiçeğin zamanın geldiğini düşünerek atlandı ve dağlara doğru koşmaya başladı. Kalı Han’ın yanında yardımcısı Çeribay ve Batumtay vardı. Üç atlı dağlara doğru koşarken tepelerinde de eğittikleri doğanlar onlara eşlik ediyordu. Onlardan aldıkları işarete göre peşlerinden gelecek başka gençler de vardı. Şayet mor çiçeği bulurlarsa dağın tepesinde bir ateş yakacaklar ve gençlerin de yola çıkması için haber vermiş olacaklardı. 
Birkaç saat sonra Kutlu Dağ’dan dumanlar yükselmeye başladı. Bunu gören obadaki gençler atlanarak Kalı Han’ın yanına doğru yola çıktı. Kalı Han’ın yanına gidenlerden sonra oba savunmasız kalmıştı. Bu geleneği bilen diğer boylar yakın bir yerde olayları izliyorlardı. Gençler de Kutlu Dağ’a ulaşmışlardı. Obada yalnızca ihtiyarlar ve çocuklar, kadınlar kalmıştı. Fırsatı ganimet bilen Kuzgun boyu ani bir hamle ile Türklerin obasına saldırdılar ve kalan halkı imha etmeye, çadırlara zarar vermeye başladılar. Bu esnada burada yaşayan Türklerin hayvanlarını ve kıştan kalan erzaklarını almayı amaçlıyorlardı. Bu esnada Kutlu Dağ’a gitmemek için çadırında saklanan bir Türk diğerlerine hissettirmeden kendisine bir at bularak Kutlu Dağ’a doğru yola çıktı. Amacı olup bitenleri Kalı Han’a iletmekti. Kalı Han olayı duyduğunda küplere bindi ve bulduğu iki mor çiçeğin yanında Batumtay ve Çeribay’ı bırakarak kalan erlerle dört nala obaya koştu. Obadan dumanlar savruluyordu. Çığlıklar ve ağlama sesleri uzaktan bile duyuluyordu. Obaya saldıran Kuzgunlar Kalı Han ve yanındakilere karşılama planı da hazırlamışlardı. Önce saklandılar ve Kalı Han ve yanındakiler obaya girdiğinde ortaya çıkarak etraflarını sardılar. Büyük bir mücadele başladı. Kalı Han ve yanındakiler kaybetmeye mahkum görünüyordu. Öyle de oldu. Son Türk kalıncaya kadar Kuzgunlarla mücadele devam etti. Akşam olduğunda obada canlı bir Türk kalmamıştı. 
    Kuzgun zafer sarhoşluğu ve naralarla obalarına dönmek üzere yola çıktılar. Bu esnada dağda mor çiçeklerin başında bekleyen Çeribay ve Batumtay da sıkıntılı, gergindi. Geceyi burada geçirmek zorundalardı. Yedi gün beklediler çiçeğin başında ancak obadan bir haber gelmedi. Yedinci gece mor çiçekler önce maviye döndü, sonra etrafına mavi ışıklar saçmaya başladı.  Çeribay ve Batumtay hayal gördüklerini düşündüler ama ikisi birden aynı hayali göremezdi. Işık büyüdü, büyüdü ve tüm dağı aydınlatacak hale geldi. Bu esnada bir uluma sesi işittiler. Yanlarında gri tüyleri ve ateş saçan gözleriyle kocaman bir kurt belirmişti. Bir süre sessiz kaldılar kurt onların dağdan inmelerini ister gibiydi. Davranışlarından bunu anlıyorlardı. Mor çiçekler de zaten ortada yoktu artık. Bir mavi ışığa dönüşmüştü. 
    Kurdun peşine düşerek Kuzgunların bulunduğu obaya doğru gittiler ama bunun farkında değillerdi. Kurt bakışlarıyla ve tüyleriyle yollarını aydınlatıyordu. Saatler süren yolculuktan sonra kurtla beraber Kuzgunların obasına inmişlerdi. Anlaşılan oydu ki yaşayan yalnızca iki Türk kalmıştı, onlar da kendileriydi. İntikam vakti gelmişti. Kuzgunları uykuda basan Batumtay ve Çeribay kurdun ulumasının ardından saldırıya geçtiler. Kılıçlarının ve oklarının önünde durabilen kimse olmadı. Kendi obalarına yapılanların intikamını almışlardı ancak kurtla birlikte yalnızca üç kişiydiler şimdi. 
Buradaki işleri bittikten sonra kurt onları yeniden dağa çekti. Dağa yaklaştıkça mavi ışık görünmeye başlamıştı. Nihayet dağa vardıklarında mavi ışık usul usul sönmeye başladı ve iki mor çiçek yeniden belirdi. Bu mor çiçekler ışığın da etkisiyle iki Türk kızına dönüştüler. Batumtay ve Çeribay olanlar karşısında şaşkındı. Kurt sessizce mor elbiseler giymiş kızları işaret etti başıyla ve ortadan kayboldu. 
    Kutlu Dağ’da yeni bir hayat kuran Türk boyu Batumtay ve Çeribay’ın torunları olarak çoğaldılar, yeniden dünya sahnesine çıktılar. Torunlar bu destanı yüzyıllarca torunlarına anlattılar ve mor çiçeğin niçin kutsal olduğunu anlattılar. 
    İki bin yıl sonra Ozan Metehan bu destanı kaleme alarak tarihin tozlu sayfalarında kaybolmaktan kurtardı. 

20 Aralık 2023 Çarşamba

İSİMSİZ HİKAYE

 

Elif Erva Candan, Meva Vural

Saat gecenin üçüydü. Kazuha’yı nedense uyku tutmuyordu. Son zamanlarda böyle bir rahatsızlık gelişmişti kendisinde. Bir gün uyusa üç gece sabaha karşı ancak uyuyordu. Yine o gecelerden biriydi işte. Sabaha kadar korkular, hayaller, ümitler arasında debelenecek sabaha doğru yorgunluktan sızacaktı. Saat gecenin üçüydü.

    Pencerenin önüne geçti, perdeleri araladı ve önce sokağa baktı sonra gökyüzüne. Sokaklar bomboştu. En çok bu halini seviyordu sokakların. Şehir terk edilmiş gibiydi. Ağaçlar bile bir fotoğraf karesinde gibi titremeden duruyordu. Gökyüzünde ise bulut yoktu. Ay sabit duruyordu. Yıldızlar hafif kımıldıyordu. O sırada bir yıldızın kaydığını fark etti. Dilek tutmam lazım, diye düşündü ama gecenin üçünde aklına bir dilek gelecek gibi değildi. Yine de gözü kayan yıldızı takip etti. Yıldız arkasında ışıktan izler bırakarak gidiyordu bir yerlere doğru. Seneler önce duyduğu bir inanışı hatırladı. Yeryüzündeki insan sayısı kadar gökyüzünde yıldız vardı inanışa göre ve her yıldız kayışında yeryüzünde bir insanın öleceğini söylerlerdi. Düşündü, acaba bu saatlerde yani gecenin üçünde kim ölmüş olabilirdi. Etraftaki evlerin pencerelerine baktı. Işığı yanan bir yerler olacak mı, diye bekledi. Halen sokak sessizdi. Zaten bu sadece bir inanış diye düşündü. Gerçek olmak zorunda değildi. Zaten yorgun zihnini bu türden şeylerle de meşgul etmek istemiyordu. Uykusunun geldiğini sezdi.
        Pencereyi açtı, biraz oksijen teneffüs etti ve hafif üşüdü. Pencereyi kapatarak yatağına uzandı. Saat gecenin üç buçuğu olmuştu. Uykusu da gelmişti. Uyudu. Hiç rüya görmedi. Sabahın erken saatlerinde güneş yüzüne vurur vurmaz uyandı. Kazuha her gün olduğu gibi yine yorgun ve uykusuzdu. Kahvaltı yapmamayı da alışkanlık haline getirmişti. Ofisine gidince nasıl olsa bir kahve ve birkaç bisküvi ile açlığını yatıştırırdı. Kısa sürede hazırlandı ve yola çıktı.
        Gece uzaktan seyrettiği sokak hareketlenmişti. Ağaçlar renklenmiş yollar insan kaynıyordu. Büyük parkı geçtikten sonra birkaç adım ilerdeydi ofisi. Ayrıca taksi, otobüs, metro parası vermemek için iş yerinin yakınında bir ev bulmuştu kendisine yakın zaman önce. Evini seviyordu.
        Nihayet on dakika kadar içinden yürüyerek geçeceği parka girdi. Yorgundu ama parktan geçerken hep bir hayat enerjisine kapılıyordu. Adımları canlandı. Parkın tam ortasına geldiğinde büyük bir kalabalık, sağlık görevlileri ve ambulansı gördü. Tedirgin oldu bu kalabalıktan ve yaklaşarak durumu anlamaya çalıştı. Polisler ve vardı burada ve “olay yeri girilmez” bandı ile etrafı korumaya almışlardı. Bandı kaldırarak yaklaştı yine de. Ağaçlardan birinin altında bir genç yüzükoyun yatıyordu. Başucundaki sağlıkçılardan biri:
        -Saatler önce ölmüş, dedi. “Ölmüş” kelimesi herkeste bir soğukluk hissi oluşturdu. Polislerden biri söze girdi:
        -Kaç saat önce?
        Bu sorular üst üste çoğalınca Kazuha gece yaşadığı olayı hatırladı ve ortaya atıldı:
Gece saat üç civarında öldü bu genç, benim haberim var durumdan.
Tüm bakışlar Kazuha’ya çevrildi. Alana girmesi bile yasak olan bu genç şaibe uyandırdı herkeste. Polisler yaklaştı ve sordular:
        -Tanıyor musun? Neden öldü, biri mi öldürdü yoksa?
        Kazuha doğal davranışlarına devam ederek:
        -Gece üç gibi gökyüzüne bakıyordum ve bir yıldızın kaydığını gördüm. Demek ki bu garibanın yıldızıymış kayan, dedi. Herkes birbirinin yüzüne baktı. Sağlıkçılardan biri:
        -Evet, gece üç sıralarında ölüm gerçekleşmiş olabilir, epey zaman geçmiş üzerinden, dedi. Şüpheler iyice Kazuha’yı işaret ediyordu. Kazuha:
        -Yıldızları takip etseydiniz anlardınız o saatlerde birinin öleceğini. Sizlere kolay gelsin, diyerek olay yerinden uzaklaştı.
        Polisler, sağlıkçılar ve kalabalık Kazuha’nın ardından öylece baktı.
 

KUTSAL EJDER DESTANI

     Aydın Çınar Yıldırım
    Asya’da 40’lı yılarda yaşamış bir Türk devleti vardı. Devlet aslında yüzyıllardır burada yaşayan halkın kırk sene önce kurduğu yeni bir devletti. Medeniyette, kültür ve sanatta dönemine göre çok ilerde olan bu devletin halkı yaşantısından son derece memnundu. Atları için sınırsız topraklar vardı ve tarımla da uğraşıp elde ettikleri ürünlerin fazlasını komşu devletlere satıyorlardı. Üstelik savaşçı bir devlet oldukları için düşmanları da bu devletten hayli çekiniyordu. 
    Tarih mart ayının yedinci gününü gösteriyordu. Mart ayı bu bölgede kıştan farksızdı. Gündüz biraz hava ısınır gibi olsa da akşama doğru çöken sis soğukla birlikte halkı çadırlarına tıkmak için yeterliydi. Akşam yaklaşmış, karanlık çökmeye başlamıştı. Çadırlardaki cılız ışıklar dışında yaşam belirtisi olmayan bu coğrafyada birden gündüz gibi hava aydınlandı. Durumu fark eden Türkler çadırlarından dışarıya çıktıklarında her tarafı aydınlatan mavi parlak bir ışığın karşı dağa konuşlandığını fark etti. Ortalıkta ses seda yoktu. Uzaklardan gelen kurt ulumaları ve rüzgarın dışında çıt çıkmıyordu. Kavmin en yaşlısındaydı gözler. Bu ışığı bilse bilse o bilirdi ama o da korkuyla ışığa bakıyor ve susuyordu. Birden sessizlik bozuldu ve bir çığlık duyuldu. Ancak bir insan sesi değildi bu. Hayvan sesi de değildi. İlk kez duydukları bu ses karşısında gözlerden korku fışkırıyordu. Dokuz yiğit silahlarını ve atlarını alarak mavi ışığa doğru yola çıktı. Bu yiğitlerin ailesi diğerlerinden daha tedirgindi. Atların ayak sesleri uzaklaştı ama her yer gündüz gibi mavi bir ışıkla halen aydınlanıyordu. 
    Dokuz kişi ışığın kaynağına ulaştıklarında farklı bir cisim gördüler. Işığı yayan bu cisimdi ve sesler içinden geliyordu. Biri kılıcını kınından çekti, biri yayına ok gerdi, biri mızrağını eline aldı, diğerleri kalkanlarını siper ederek ışığa doğru iyice yaklaştılar. Çadırdan çok farklı bir yapıydı bu. Kapıya benzer bir yer gördüler ve birer birer içine girmeye başladılar. İçeri girdiklerinde insana benzeyen ama insan olmayan siyah ve tek gözlü yaratıklarla karşılaştılar. Ellerindeki savaş aletleri işe yaramıyordu ve saldıran ilk üç kişi feci bir biçimde can vermişti. Kalan altı kişi kendisini dışarıya zor attı ve atlarına binerek obalarına dönmek için yola çıktılar. Kaçış yolunda atlardan biri de ışıklı cisim içindekiler tarafından bilinmeyen bir silahla vurulmuştu. Obaya dönen sadece beş kişiydi. Tüm oba onları bekliyordu. Onların ise yüzleri masmavi olmuş, korkudan gözleri büyümüş ve dilleri tutulmuştu. 
    İlerleyen saatlerde gürültüler yine çoğaldı. Bu kez obanın dağında yaşayan ve kırk yıl önce uykuya yatmış olan ejderha uyanmış, ışıklı cisimden ve gelen seslerden rahatsız olmuş, yanına gitmişti. Hayli sinirliydi uyandırıldığı için. Cismin içindekiler nasıl karşılık verirlerse versinler ejderhaya bir şey olmuyordu. Sonunda ejderha cisim içindeki yaratıkları imha etti ve bir süre sonra cismin ışığı söndü. Yeniden olay yerine dokuz kişi atlanarak ulaştılar. Gördükleri manzara karşısında moralleri düzelmişti. Yaratıkları güçlükle sürükleyerek yakındaki ırmağı bıraktılar. Ejderha yorgun ama keyifliydi. O günden sonra ejderha bu Türkler için kurtuluşun sembolü oldu, bu dağın adını Türkler Kutsal Ejder Dağı koydular ve her 7 Mart tarihinde bu dağın tepesine giderek ejderhaya şükranlarını bildirdiler.

VEDASIZ AYRILIK

 

Semih Karataş

    Son günlerde sadece arkadaşlarıyla zaman geçirirken mutluydu. Arkadaşlarından ayrıldığı anda bir boşluğa düşüyordu. Yirmi yaşına kırk gün sonra girecekti. Yirmi yaşından sonra neler değişecekti ki hayatında. Yaşlar sadece bir zamansal bir semboldü onun için. Gerçek olansa artık büyüdüğü, çocuk olmadığıydı. Ailesiyle çok zaman geçiremiyordu. Sekizinci sınıfta başlayan sınav maratonu onu çevresinden, ailesinden uzaklaştırmıştı. O yıllarda başlayan tempo hiç azalmamıştı. Kütüphaneler, sınavlar, dersler, mezuniyetler hep peş peşe gelmişti. Yine bir mezuniyete doğru yaklaşıyordu. Staj aşamasındaydı. Arkadaşları da zaten hep okul çevresinden kişilerdi. Sekizinci sınıftan beri bu böyleydi. Akraba çocuklarını bile bayramdan bayrama ya görür ya görmezdi. Onun dünyası hep dört duvar arasındaydı. Bu yüzden arkadaşları varken yanında yaşadığını hissediyordu.
    Bu düşüncelerle evine doğru ilerlerken sağından solundan geçen insanları sadece bir görüntü olarak düşünüyordu. Bu telaşlı insanlar ve kendisi var mıydı, yok muydu? Birden takip edildiği hissine kapıldı. Durdu ve geriye döndü. Yaşlı bir kangal köpeğiydi peşinden gelen. Önce korktu ancak zarar verecek gibi görünmüyor, köpek de kendisinden korkuyordu. Umursamamaya çalışarak yoluna devam etti. Bir süre yürüdükten sonra geri döndü ve durdu. Köpek de durdu. Yine aynı gözlerle bakıyor, düşmüş kuyruğunu sallıyordu. Kulakları kesilmiş bu köpeğin boynunda eski bir tasma vardı. Burnunun hemen üzeri ise iyileşmeye dönmüş yaralarla doluydu. Dili dışardaydı ve korkunç dişleri görünüyordu ama nedense korkmadı ondan. Döndü, yine yoluna yürümeye devam etti.
    Evine iyice yaklaşmıştı. Köpek de kapının önüne kadar gelmişti onunla. Hep aradaki mesafeyi koruyarak gelmişti. İçeriye girer girmez pencereye koştu. Köpek halen orda duruyor mu diye merak etti. Köpek, kapının önünde dört ayağının üzerine çökmüş bekliyordu. Ne bulmuştu kendisinde, neden onca insan arasından kendisini takip etmeyi tercih etmişti? Belki de başka biri vardı bu mahallede köpeğin tanıdığı… Perdeyi çekti ve derslerine, işlerine baktı. Birkaç saat sonra da zaten zihninden silinmişti köpek.
    Ertesi gün dışarıya çıktığında hatırladı köpeği. Neyse ki görünmüyordu ortalıkta. Staj yerine doğru ilerlerken birden yine takip edildiği hissine kapıldı. Döndüğünde yine aynı köpeği gördü. Artık rahatsız oluyordu bu durumdan. Köpeğe dönerek:
    -Dostum, senin sorunun ne? Neden beni takip ediyorsun? Tanışıyoruz da benim mi haberim yok, diye sordu.
    Köpek sorulardan bir şey anlamamış gibi mahzunca bakmaya devam etti ama ayırılmadı da peşinden. İlerde parkın kenarından geçerken bir bank üzerine oturdu genç, köpek de tam karşısına oturdu. Öğlen yemeği olarak hazırladığı sandviç aklına geldi. Onu köpeğe verirsem belki peşimi bırakır, diye düşündü. Sandviçini çıkardı, bir parçasını kopararak köpeğin önüne koydu. Köpek sevinçle ve iştahla verilen parçayı yuttu ve biraz daha yaklaştı gence. Bu yakınlık ve sevgi gösterisi hoşuna gitti gencin. Bir parça daha, bir parça daha derken tüm öğlen yemeğini köpeğe yedirdi. Köpek her parçada biraz daha yaklaşmıştı. Nihayet köpeğin başı ellerine değecek kadar yakındı. Temiz olup olmadığını bilmediği bu köpeğin başını okşayamazdı. Elini uzattı, geri çekti. Geri çekince köpek mahzunlaştı. Bunun üzerine tüm riskleri alarak köpeği sevmeye başladı. Artık köpeğin onun peşini bırakması imkansız gibiydi. Ardında değil, yanında yürüyordu.
    Yola yeniden çıktı ve staj yerine geldi. Pencereden baktı, köpek kaybolmuştu. Hem sevindi, hem üzüldü. Akşama kadar arada bir pencere önünü yokladı. Akşam çıkarken de köpek ortalıkta yoktu ama bir süre sonra yeniden yanına geldi ve eve kadar eşlik etti. Yol boyu konuştu köpekle:
    -Senin yüzünden öğlen yemeği yiyemedim, mutlu musun, dedi. Köpek umursamadı bile. Evin önüne gelince köpek yine kapının önünde oturdu ve genç evine girdi.
Pencereye koştu, köpek orada oturuyordu. Şimdi mevsim yazdı ama kışın bu köpek ne yapacaktı kapı önünde. Sabah yine staj yoluna düştü genç. Yaşadığının farkındaydı. Arkadaşları olmadan da yaşadığını fark edebiliyordu. Az sonra yoldaşı yanına gelmişti bile. Bu kez tedbirliydi ve ona ayrı yiyecek almıştı. Parka gelince onu beslemeyi ve onunla sohbete devam etmeyi ihmal etmedi. Bir ay kadar sürdü bu dostluk ve arkadaşlık.
    Bir sabah kalktığında köpeği göremedi. Telaşlandı, sağa sola baktı. Yoktu yoldaşı. Nereye gitmişti? Bir başkasının yanında mı dolaşıyordu artık. Ona bir kez bile kötü söz söylememişti ki… Neden gitsindi? Büyük bir boşluk oluştu içinde. Düşünceler içinde parka ulaştı. Bir banka oturdu. Köpek için hazırladığı sandviçi çıkardı. Gözleri doldu. O sırada az ilerde ağaçların arasında bir hareketlilik gördü. Belediye çalışanları bir şey taşıyordu. Koştu, yaklaşınca bunun bir köpek olduğunu fark etti. Telaşla sordu?
    -Ne olmuş, neyi var? Ölmüş mü?
    Çalışanlardan birisi başını bile kaldırmadan:
    -Zaten çok yaşlıymış, gece burada ölmüş, kaldırmaya geldik, dedi.

19 Aralık 2023 Salı

HAYAT YOLU

Ezgi Budak

… Sizin bu açmış olduğunuz kendi yolunuzda yürürken deneyimledikleriniz ilk insanlardan beridir var olan hayat yolunda yürümemizi kolaylaştıracaktır. Çünkü bir kere dahi olsa her fani bu yolda farklı amaçlar ve kazanımlarla yürümüştür. Tıpkı yirmi tane farklı yolun bir olup da aynı sona ulaşması gibi. Yalnız herkes aynı çabayı harcamaz. Demek istediğim herkes kendine bir yol çizmez. Biraz daha somutlaştıracak olursam, hiçbir bilginiz olmadan en önemli sınavlardan birini sokulduğunuzu düşünün. Zor olurdu. Bu bizim açmış  olduğumuz yollar uzun veya kısa fark etmeksizin derslere benzer. Onlardan öğrendiklerimizle asıl sınava gireriz. Bu da bize hayatta ne denli bazılarımızın başarısız olduğunu açıklar. Bizse onlara kısaca yolsuz deriz. Çünkü soyut bir diyarda zaten açılan bir yolda gidene yolcu denmez. Hem ne zaman lafazanlık somut oldu ki… 

MUTLULUĞUN KANITI

Ezgi Budak

Mutluluk nedir, desem eminim hepinizin bir fikri vardır. Peki, bu hissiniz gerçek mi? Mutluluk belki bir kelebeğin kanadı belki bir ağacın hışırtısı veya bir çiçeğin kokusu… Bu üç noktanın anlamı mutluluk hissimizin her daim öznel olması. Daha ilginci soyut olup da somut olmayı başarabilen sayılı hislerden biri. İnsana mutluluk veren şeyde sevgi, umut ve heyecan varsa o şey somut bir mutluluktur. Bu noktada değinmek istediğim başka bir his var: Sevgi. Sevgi belki bir rüzgârın teninizi okşayışında belki de annenizin saçlarınızı okşamasında olabilir… Bu üç noktayı hatırlarsınız. Bize aslında tüm hislerin öznel olduğunu gösteren üç nokta. Çoğu zaman sevgi mutluluğun anahtarıdır algısı var. Tamamıyla değil tıpkı konuşturma sanatı gibi içinde kişileştirme olsa da biz onu konuşturma olarak alıyoruz. Peki bu hissimiz gerçek mi sorusuna dönecek olursak önce başka bir konuyu açıklığa kavuşturalım: Yalan. Kuşlar, ağaçlar ya da sincaplar yalan söyleyebilir mi? Kendilerine has sesleri oldukça saf ve durudur. Yani bilinçli bir şekilde yalan söyleyen tek canlı insandır. Mutluluğa geri gelelim, daha doğrusu hislere. Bu konuda hayvanlara çok büyük haksızlık yapılıyor. Hayvan besleyenler diyeceklerimi daha iyi kavrayacaktır. Hayvanların da hisleri vardır birçok kişi aksini savunsa da. Her canlı içten içe bir şeyler hisseder. Örneğin benim köpeğim: Kendisi pek kıskançtır. Annemle sarıldığımız an araya girip kendisi de sarılmak ister. Aynı zamanda bunu annemi sevdiği için yapar. Ya da mutlu olduğunda kuyruğunu sallar. Bu durumda hayvanlara duygusuz diyebilir miyiz? 

Buradan çıkaracağımız sonuç: Hayvanlar yalan söyleyemez. Demek ki yalan hissedemezler. Yalan sonradan edinilir fakat duygular doğumdan ölüme kadar hep vardır, istemsizce. Yalanı istemli bir şekilde söylemediğimize göre içgüdülerimizi etkilemez bu. O halde sorumuzun cevabı: Evet, mutluluğumuz gerçek. 

AĞAÇ

Mehmet Çınar Köksal

Belki kurutur seni dertlerin
Belki köklerini de kurutur
Belki de dalın kırılır düşer
Belki gövdeni oyarlar
 
Meyve veren ağaç taşlanır derler
Vermedin ki sen
Taşlanasın
Bunu düşündükçe kalbinde bir yara açılır
Hüzünden dökersin yapraklarını
 
Sorgularsın kendini ben niye böyleyim
Düşünürsün ben kime ne yaptım diye
Belki söylenirsin içten içe derinden derine
Köklerini bilinmeze gömersin
 
Efkârlanırsın esince ılık bir rüzgâr
Keder basar içini
Yüreğine gömdüğün anılar gelir aklına
Ama gelip de konmaz kuşlar dallarına

SİNEK YARASI

 
Emir Baran İpek

Uçuyor hep havada
Pek iş yapmaz aslında
Sakın böyle sanma
Dört duvar arasında
Onun yarasında
 
Düşündüğümüz kurtulmak
Öldürüp atmak
Ama hiç onun çırpınışlarını
Anlamamak
 
Tüm gün uç da uç
Kalbindeki karanlıkta
Alacağınsa bu dünyada
Bir bilet ailenin yanına
 
Yalnız bir kuyuda
Tek başına
Çıkmanın tek yolu
Ölüm olduğunda

OKULDAN GELEMEYEN


Emir Baran İpek

Okula gitmeden bir çocuk
Kardeşinin yanağına
Kondurdu bir öpücük
Geleceğim yakında

Saat geç olmaya başladı
Aileyi telaş sardı
Yavaş yavaş 
Tedirginlik çoğaldı 

Tam o sırada kardeşi 
Yüzünde merakla 
Anne dedi, ağabeyim gelecek mi yakında
Annesi diyemedi
Ağabeyin yolda yakalanmış 
Düşman sularına

Sadece dedi ki
Ağabeyin gelecek yakında
Ya akşama
Ya sabaha

Çocuk gitti coşkuyla
Gelse de oynasam onunla
Ama durdu bir anda
Anne ağabeyim gelince de ona
Versin bir öpücük
Yatağımda yanağıma

18 Aralık 2023 Pazartesi

BENİM DÜNYAM

Hanzade Eligüzel

Takılarım var benim
Hepsi ayrı bir güzel
Bilekliklerim sallanır kolumda
Küpelerim kulağımda

Hele bir de kolyelerim
Hepsi ayrı bir desen
Unutmamalı 
Bileğimdeki bileklik gibi
Ayağımda salınan halhalı


OLMAYAN KARAMSARLIK


Emir Celal Çat

İçimde belki
Vardır bir karamsarlık
Bilmiyorum ama
İçimde var bir karamsarlık
 
Kenara çekilince
Yalnızlık sessizlik
Var galiba var 
Bende bir karamsarlık
İyi günlerimde bile
Var içimde 
Olmayan bir karamsarlık

AKŞAM

Elvin Su Topçu

Nedense akşam olunca 
Çok mutlu oluyorum
Ödevimi bitirip rahatça oturuyorum
Bakıyorum herkes, her şey yerinde
Biraz televizyon izliyorum
Biraz kitap okuyorum

Akşam olunca çok eğleniyorum
Akşam hiç bitmesin istiyorum
Tüm hayatı akşama sığdırmak istiyorum
Ama maalesef sığdıramıyorum


BENİM YAZARLARIM

Alp Mete Akbaş

Exupery, Ömer Seyfettin
Güzel şeyler yazmışlar
Çünkü onlar büyük insanlar
Kitap yazarlar

Küçük Prens, Forsa
Gece Uçuşu, Suç ve Ceza
Kimilerini sonradan okuyacak olsam da
Doğrusu gerçekten büyük insanlar
Bu yazarlar
Çünkü onlar 
Ölseler bile hep yaşarlar