21 Aralık 2024 Cumartesi

DİĞER BÖCEKLER

 Mehmet Zahid Ökten


Bir böcek yalnızca bir böcekten ibaret değildir. Böceklerin binbir türü vardır. Bazıları çok bacaklı bazıları iki bacaklıdır. Bazıları konuşabilir böceklerin. Bazıları “konuşabilir mi” diye sorabilir. Kahkaha atanları da vardır. 
Böcekler yalnızca tavan arasında, taban tahtalarının altında olmaz. Yalnızca bahçede, balkonda da olmaz. Bazı böcekler sınıflarda olabilir. Sınıfın tavanında ya da tabanında değil sandalyelerinde oturabilir. 
Böceklerin beslenme şekilleri türlü türlüdür. Bazıları çikolata yiyip ambalajlarını masaların üzerinde bırakabilir. Bazıları da zil çalmadan ayağa kalkıp ortada dolaşabilir. 
Hikâye yazabilen böcekler de vardır, yazılan hikayeleri tıklayarak onların çok okunanlar arasına girmesini sağlayanlar da.
Bizim konumuz yalnızca doğadaki böcekler. Diğer böcekler, hayatın her yerinde dolaşıyor zaten. 

ÖĞRENCİNİN BİR GÜNÜ

 Tunahan Ceylan

Sabah kalktım saat sekiz
Güzel bir kahvaltı yeriz
Bir yumurta birkaç ceviz
Yemek diye buna deriz

Hemen bindim servise
Selam verdim şoföre
Ben oturdum yerime
Kemer taktım belime

Tam dokuza beş kala
Hızla geldik okula
Okul zili çalınca
Başım şişti vallaha

Türkçe, matematik, fen
En eğlenceli beden
Çıkarız beşte dersten
Koşup servise önden

Bu günlük okul bitti
Şimdi dinlenme vakti
Tam rahatladım derken
Ödevler aklıma geldi

KİM DAHA DAĞINIK

Yusuf Kerem Acar

Her sabah aramak çorabımın eşini
Çok yorucu bir iş
Ya da masamda bulamamak aradığım şeyi
Bilmiyorum bu nasıl gidiş

Dolabım desem tam bir imtihan
Hem de çoktan seçmeli
Dağınıksın diyorlar bana
Bilmiyorum ne etmeli

Oysa dağınık değilim
Hayat çok karmaşık sadece
Örneğin bir okulda bu kadar ders
Bu kadar defter, kitap niye

Bir kıyafet yeter oysa yaşamaya
Ama bakıyorum dolabım dolu
Dağınıksın diyorlar bana
Bence insanlar düşünmeli bunu

Ben dağınık değilim dağınık hayat
Vermiyorlar dağınıksın diye diye
Bana birazcık rahat

BİLMİYORUM

Aden Mira Kartal

Beyaz badanayla kaplanmış
Boş bir duvar gibi zihnim
Ya da ilk kez yaprakları açılmış
Tertemiz bir defter gibi
Boş, bomboş
Kaybolmuş kelimelerim

Konuşmayı güç bela hatırlıyorum
Yazmayı ise çoktan unutmuşum
Suç benim değil aslında
Bu benim huyum

Ne duvarlara desen çizecek haldeyim
Ne de deftere yazacak 
Bilmiyorum benim bu halim
Ne olacak

ARKADAŞ ABARTISI

Ayşegül Yıldız

İlerde bir mesleğe ihtiyacım yokmuş benim
En azından öyle söylüyor arkadaşlarım
Hiç kimsede olmayan 7/24 suluk kırmak gibi
Bir yeteneğin sahibiymişim

Oysa hepsi hepsi üç sulukla vedalaştım
Biri kendi kabahatiydi, su damlatıyordu çantama
Biri, elimden kendisi atladı yere
Diğerini kıran zaten arkadaşımdı
Şimdi adım çıkmış bir kere
Suluk canavarına

O gün bugündür 
Sulukları attım bir köşeye
Şimdi çantamda kırılmayan, gücenmeyen bir şey var
Yaşasın pet şişe

SERGÜZEŞT-İ ULTİMON VE EFLİN

YUSUF KEREM ACAR
ADEN MİRA KARTAL
AYŞEGÜL YILDIZ


BÖLÜM 1: KARANLIKTAN AYDINLIĞA

Ultimon, senelerdir burada yaşıyordu. Çocukluğu bu karanlık ve loş ortamda geçmişti. Gece gündüz bir şeyler yakarak ortamı ışıtıyorlardı. Yukarılara doğru çıkıldıkça birazcık olsun havanın basıklığı ve karanlık azalıyor gibiydi ama daha yukarılara hiç çıkmamıştı. Kendisi dahil dört kişilik bir aileydiler. Yılın belli zamanlarında anne ve babası ortadan kayboluyor nerede, nasıl yetiştiğini bilmediği yiyecekler getiriyorlardı Ultimon ve kardeşine. Anne ve babası tekrar yanlarına döndüklerinde bir süre gözlerinde sorun oluşuyor, göremiyorlardı. Ultimon ve kardeşi yaşadıkları yerin dışında bir hayat olup olmadığını çok merak ediyordu. Burada niçin yaşadıklarını da zaman zaman ailelerine soruyorlar ancak cevap alamıyorlardı. Sadece yaşadıkları yer dışında hayatın onlar için riskler taşıdığını, ölüm tehlikesi bulunduğunu söylüyorlar ve kesinlikle yukarılara doğru gitmemelerini tembihliyorlardı. 
Ultimon’un anne ve babası uzun zaman önce gitmişlerdi yiyecek getirmeye ve stoklarının azaldığının farkındaydılar. Yine kısa süreli bir ayrılık yakındı. Bu kez Ultimon, kardeşi Eflin’le gizli bir karar almışlardı. Anne ve babasının peşinden gideceklerdi. Her zaman yiyecekleri onların getiriyor olmasından usul usul rahatsızlık da duyuyorlardı çünkü anne ve babaları yaşlanmaya başlamıştı. Belki de ilerleyen dönemlerde kendilerinin yiyecek bulması, anne babaya bakması gerekecekti ama bu kararı aldıran şey aslında meraktı. 
Anne ve babalarının yiyecek bulmak için gideceklerini öğrendiklerinde iki kardeş uyumamaya karar verdi. Gece ile gündüzün aslında çok farkı yoktu yaşadıkları yeraltı şehrinde. Meşaleler söndüğünde uyuyorlar, yakıldığında uyanıyorlardı. Biraz da serinlik oluyordu geceleri. Vaktin değiştiğini böyle anlıyorlardı. Hava serinlemeye başlamıştı, meşaleler sönmüştü. Gelen seslerden anne ve babalarının yola çıktığını düşünen iki kardeş onların peşlerine takıldılar ve biraz geriden yürümeye başladılar. Durmadan yokuş çıkıyor gibiydiler. Yukarılara, hep yukarılara doğru bazen yürüyor bazen bir yerlere çarpıp eğiliyorlardı. Yukarılara çıktıkça temiz bir hava ellerine yüzlerine dokunuyordu. Birkaç saat yürüdükten sonra nihayet önlerinde kocaman bir çıkış noktası gördüler. Biraz korku vardı içlerinde fakat buna değerdi. 
Anne ve babaları önde onlar arkada ilerlediler. Çıkış noktasına ulaştıklarında bambaşka bir dünya gördüler. Yukarda, çok uzaklarda beyaz, bembeyaz bir şey parıldıyordu. Etrafında da parlak, küçük noktalar vardı sayılamayacak kadar. Büyülü bir dünya gibiydi burası onlar için. Anne babalarının anlattığı masalların içine düşmüş gibiydiler. Üstelik adım attıklarında zemin sert değildi. Yukarıya baktıklarında yalnızca taşları görmüyorlardı. Eflin ve Ultimon çıkışın kenarına uzandı. Yorulmuşlardı. Bir süre konuşmadan gökyüzünü seyrettiler. Bu esnada Ultimon:
-Burada manzaranın güzelliğine kapıldık. Anne babamız artık uzaklaşmıştır. İki seçenek kalıyor bize: Ya devam edeceğiz ya da geri döneceğiz, dedi. 
Eflin bir süre sessiz kaldı. Düşündü ve cevap verdi:
-Bu dünyanın tehlikeli olduğunu biliyorsun. Üstelik büyüklerimizi de kaybettik. Uzaklaştılar. Bence artık dönelim. En azından dışarda bir hayat olduğunu gördük. Daha sonra yeniden geliriz. 
Ultimon:
-Öyleyse dönüyoruz. Dinlendik yeterince, dedi ve dönüşe geçtiler.
İçeriye adım attıkları anda her yer çok karanlık görünmüştü onlara. Nereden ve nasıl yeniden yaşadıkları yere döneceklerini bilemiyorlardı. Bir süre sağa sola çarparak ilerlemeye çalıştılar fakat gözleri bir kez alışmıştı yukarda gördükleri beyaz ışığa. Belki de en iyisi çıkış noktasında ailelerini beklemekti. Yeniden çıkış noktasına vardılar. Bir süre daha burada beklemeye karar verdiler ve sırtüstü uzandılar. Bir süre sonra duydukları seslerle ikisi aynı anda uyandı. Değişik, tatlı bir sesti bu. Kanatlı bir canlı etraflarında havalanıyor ve güzel sesler çıkarıyordu, üstelik her taraf alabildiğine açıktı ve görünüyordu. Gözlerini kısarak bakabildiler etrafa. Gökyüzüne bakamamışlardı. O beyaz parlak şey kaybolmuş, daha büyük ışıklı bir şey vardı uzakta, dağların ardında parlayan. Anne ve babaları belki de içeriye dönmüşlerdi bile. Ne yapacaklarını şaşırdılar bir süre. Anne ve babaları, onları yerinde göremeyince yeniden dışarıya gelirlerdi mutlaka fakat gelen giden yoktu. Acıkmışlardı. Biraz da üşümüşlerdi ama hava ısınıyordu. Yapmaları gereken şey önce bu aydınlığa alışmaktı. Ultimon ve Eflin saçlarını gözlerinin önüne döktüler ve arasından bakmaya çalıştılar. İşe yarıyordu bu. İkisi de yüzlerini saçlarıyla kapattılar ve etrafa uzun uzun baktılar. Bir süre sonra artık gözlerinin aydınlığa alıştığını fark ettiler. İlk kez güneş ışığını hisseden vücutları da en az gözleri kadar tepkiliydi. Anne ve babalarının yiyecek getirdikten sonra neden bir süre hiçbir şey göremediklerini anlamışlardı. 
Dünya o kadar farklı ve güzeldi ki her şeyi unuttular ve çimenler, çiçekler arasında yuvarlanmaya, hemen yakındaki derenin suyunda eğlenmeye kendilerini kaptırdılar. Bazen kuşların peşinden koşuyorlardı bazen kelebeklerin. Anne ve babalarının getirdiği yiyeceklere benzeyen şeyler gördüler ağaçlar üzerinde. Onlardan da tıka basa yediler. Artık açlıkları da kalmamıştı fakat Ultimon arada bir bu dünyanın nasıl bir tehlikesi olabilir ki, diye düşünüyordu. Yine iyice yorulmuşlar ve uzanmışlardı ki bir gölge belirdi başuçlarında. Dönüp baktıklarında dört kocaman canlının üzerinde dört kocaman adam vardı. Canlıların dört ayağı vardı yeri eşeliyorlardı. Korkunç bir manzaraydı. At üzerindekilerden biri sordu:
-Çocuklar, siz kimsiniz ve burada ne arıyorsunuz. Burası Kral’ın özel bölgesi ve buraya girmek yasak. Sizi tutuklamamız ve Kral’a götürmemiz gerek. 
Söylenenlerden hiçbir şey anlamıyorlardı. Kral ne demekti, tutuklanmak neydi, özel bölge nasıl oluyordu… Bu düşünceler zihinlerinden geçerken dört adam onları çoktan bağlamış ve atların sırtına yüklemişlerdi bile. Bu canlıların sırtında yol almak çok keyifliydi fakat kolları ve ayakları bağlıydı. Üstelik anne ve babalarını da hatırlamışlardı sonunda. Bir bilinmeze doğru ilerliyorlardı. 
Tüm bunlar olurken anne ve baba, yaşadıkları yere dönmüş, her yeri aramış fakat çocuklarını bulamamışlardı. İkisinin de aklında aynı şey vardı: Çocukların dış dünyaya çıkmış olmaları. Bu büyük bir felaketti. Yiyecekleri bıraktıktan sonra yeniden dışarıya çıktılar. Bir süre etrafa baktılar. Ayak izi aradılar. Onlar da bu vakitlerde dışarda bulunmaktan endişeliydi. Her an yakalanabilir, tutuklanabilirlerdi. Gizlenerek çocuklarını aradılar, aradılar. Onlardan bir iz bulmaya çalıştılar. Bazı yerlerde çimenler ezilmişti. Evet, artık eminlerdi çocukları dış dünyaya çıkmışlardı ve ilk kez gördükleri bu dünyanın tehlikelerinden habersizlerdi. Çocuklarını buluncaya kadar yaşadıkları eski yere dönmelerinin bir anlamı yoktu. 

2. BÖLÜM: YUVAYA DÖNÜŞ

Eflin ve Ultimon’un yolculuğu bitmişti. Kocaman bir binanın önüne gelmişlerdi. Etrafta çok fazla insan vardı. Bu insanların elinde kılıçlar, sırtlarında kalkanlar vardı. Bu kadar çok insanı bir arada hiç görmemişlerdi. Bu binada yaşıyor olmalıydı Kral, dedikleri. Ayaklarının bağını çözdü onları yakalayanlar ve önlerine katarak binanın içine girdiler. Binanın içi çok süslü, gösterişliydi. İnsanların kıyafetleri de öyle. Kendi yaşadıkları yere benzemiyordu buralar. Birkaç dakika yürüdükten sonra kocaman, süslü bir sandalyede oturan, tepesinde parlak bir metal bulunan, uzun sakallı ve süslü elbiseli birinin önünde durdular. Kral, bu olmalıydı. Eflin ve Ultimon’u getirenler konuyu özetlediler. Bu çocukları nerede bulduklarını anlattılar. Kral, dikkatli bir biçimde dinledikten sonra çocuklara döndü ve:
-Benim bölgeme izinsiz girdiniz ve bu cezalandırılmanızı gerektiriyor fakat anlamadığım şeyler var. Siz hangi bölgeden geldiniz buraya ve kaç kişisiniz? Sizden başka insanlar da girdi mi benim bölgeme?
Eflin yaşadıklarının şokunu atlatamamış etrafı seyrediyor ve Kral’ı dinlemiyordu bile. Ultimon, Eflin’den cevap gelmediğini fark edince konuşmaya başladı:
-Biz ilk kez yaşadığımız yerden ayrıldık ve bu dünyayı yeni görüyoruz. Biz aşağılarda, çok aşağılarda yaşıyoruz. Dört kişiyiz. Anne ve babamızı dinlemeyerek gizlice dışarıya çıktık ama çıktığımız yerin sizin topraklarınız olduğunu bilmiyorduk. 
Kral:
-Ne kadar zamandan beri orada yaşıyorsunuz? Dört kişilik bir ailenin yer altında yaşaması çok mantıklı gelmedi bana. Bizi ailenizin yaşadığı yere götürmeniz gerek ceza almamak istiyorsanız. 
İşler karışıyordu. Eflin de konuşmaya başladı:
-Sizi yaşadığımız yere götürebiliriz. Yeter ki bize ceza vermeyin. Hemen, şimdi gidebiliriz, dedi. 
Kral, oturduğu yerden kalktı. Atı hazırlandı. Silahlı dört kişiyle beraber yola çıktılar. Eflin, onları özellikle farklı bir yöne doğru götürüyordu. Her ne kadar onları yakalayanlar yolun yanlış olduğunu söyleseler de Eflin o kadar ciddi yol tarifi yapıyordu ki Ultimon bile şaşırmıştı. 
Bir süre sonra bir kanyonun kenarında durdular. Eflin:
-Burada yaşadığımız yere girebileceğimiz bir giriş var. Hep birlikte sığmamız biraz zor. Önce biz girelim ardımızdan siz gelin, dedi. 
Kral’ın bu fikir hoşuna gitmemişti. Elbiseleri kirlenecek, toz olacaktı. Üstelik içerde kendilerini neyin beklediğini bilmiyordu. Küçük bir süre suskunluk olmuştu ki Kral’ın atı birdenbire çılgına döndü. Ultimon ata bir şeyler yapmış ve at yerinde tepinmeye başlamıştı. Bir süre sonra Kral hakimiyetini kaybetti ve atından düşerek yuvarlanmaya başladı. Yanındaki adamlar da Kral’ın peşinden koşmaya başladılar. Bu esnada Eflin, Ultimon’un kolundan sürükleyerek kaçmaya başladılar. Nereye gittiklerini bilmiyorlardı ama kurtulmuşlardı. 
Arkalarına bakmadan koştular, koştular, koştular. Yorulduklarında geriye dönüp baktılar ama peşlerinden gelen kimse yoktu. 
Bilmedikleri kocaman bir dünyada iki çocuk yalnız başına kalmışlardı. Biraz dinlendiler, etraftaki meyve ağaçlarından bir şeyler yediler ve yeniden yürümeye başladılar. Bu kez kıyılardan ve ağaçların bol olduğu yerlerden yürüyorlardı. Görünmemeye dikkat ediyorlardı. Etraf, aydınlığını yitirmeye başlamıştı. Hava gittikçe kararıyordu. Artık adım atacak güçleri kalmamıştı. Eflin:
-Bir adım daha atacak halim kalmadı, diyerek bulunduğu yere çöktü. Etrafa bakmaya başladı. Burası hiç yabancı gelmiyordu. Gece çıktıkları yere çok benziyordu burası. Ultimon ise etrafı dikkatli gözlerle inceliyordu. Burada otlar ezilmiş, sanki birileri yürümüştü. Az daha dikkatli bakınca gece dışarıya çıktıkları yere çok yakın olduklarını düşündüler. 
İkisinin de adım atacak gücü yoktu artık. Uzanıp dinlenmek iyi bir fikirdi. 
Yorgunluktan ikisi de derin bir uykuya dalmışlardı. Ultimon uyandığında her yer karanlıktı ve üşümüştü biraz. Eflin’i uyandırdı. Bu karanlığın ne zaman biteceğini bilmiyorlardı. Eflin de hayli üşümüştü. Biraz hareket etmek, zıplamak kendilerini ısıtır diye düşündüler. Eflin ve Ultimon üşüyen ellerini ovuşturduktan sonra bulundukları yerde zıplamaya başladılar. Birkaç kez zıpladıktan sonra üzerinde durdukları toprak aşağı doğru kaymaya başladı. İki kardeş de toprakla beraber aşağılara doğru sürüklendiler. Toz ve toprak dağıldığında düştükleri yerin yaşadıkları mekânın bir parçası olduğunu fark ettiler. Bu esnada anne ve babası da gürültünün geldiği yere doğru yürümeye başlamıştı. Çok geçmeden ailesiyle karşılaşan Ultimon ve Eflin büyük bir sevinç yaşadılar. 
Anne ve babası da onlar kadar sevinçliydi çocuklarını gördükleri için. Gece boyu uyumadılar ve başlarından geçenleri anlattılar. 
Nihayet birbirlerini bulmuşlardı ama şimdi bir başka sorun vardı: Ya Kral ve adamları onların yerini bulursa… Üstelik Kral’ın düşmesine, yuvarlanmasına neden olmuşlardı. Belki de Kral yaralanmış ve öfkesi daha da artmıştı. Yaşadıkları yerin tepesinde kocaman bir de delik açılmıştı. Bunları düşündükçe sevinmenin çok da anlamlı olmadığını fark ettiler. 
Buradan ayrılmak gerekiyordu. İlk fırsatta Kral ve adamları yeniden buraya gelebilirdi. 

3. Bölüm: Yeni Dünya

Bir süre hasret giderdikten sonra hemen o gece yola çıkma kararı aldılar. Yanlarına birkaç günlük yiyecek alarak gecenin karanlığından faydalanıp en azından Kral’ın bölgesinden çıkmak, iyi bir fikirdi. Belki uzaklarda bir yerlerde yeniden kendilerine bir yeraltı kapısı bulabilirlerdi. Bir süre yeryüzünde yaşamak gerekebilirdi. Ultimon ve Eflin ise artık yeraltında yaşamak istemiyorlardı. Dünyanın korkutucu yanını görmüşlerdi ama bir cazibesi vardı bu hayatın. Karanlık, onlar için boğucuydu şimdiden sonra. Kısa sürede hazırlıklar tamamlandı ve dört kişilik aile bir gölge gibi yeryüzüne çıktı. Zaten yorgunlardı fakat yakalanmak korkusu onları ayakta tutmaya yetiyordu. Saatlerce yol yürüdüler. Nereye gittiklerini bilmeden yürüdüler. İçlerinde Kral’ın bölgesinden çıkmamış olmak korkusu da vardı. Karanlık usul usul yerini aydınlığa bırakmaya başlamıştı. Bu vakitten sonra yol almak tehlikeliydi. Etrafta sığınabilecekleri bir yer aradılar. Tepelerin ardında kayalıkları gördü ailenin babası. Kayalık varsa mağara da bulabiliriz düşüncesiyle dördü birden aynı tarafa yöneldi. 
Öte yandan Kral ve adamları toparlanmıştı. Bu esrarengiz aileyi bulmak için yeni adamlar istemişti sarayından ve gece boyu onlar da iz sürmüş, Ultimon ve Eflin’i yakalamak için yola devam etmişlerdi. Aslında sürdükleri iz dört kişilik ailenin değil de anne babanın yiyecek aramak için geride bıraktıkları izlerdi. Bu yüzden dönüp dolaşıp yeniden aynı yere geliyorlardı. Geldikleri yerdeki giriş bölümünü göremedikleri için öfkeleri daha da artıyordu. 
Eflin, Ultimon ve ailesi küçük bir mağara bulmuş ve burasının geceyi beklemek için uygun olduğuna karar vermişlerdi. Mağaranın girişine de büyük taşlar, ağaç dalları yerleştirmeyi ihmal etmemişlerdi. Gece boyu hepsi yürüdüğü için çok yorgunlardı. Bir şeyler atıştırıp derin bir uykuya daldılar. Eflin, rüyasında Kral’ın sarayında yaşadığını ve çok güzel kıyafetler giydiğini görmüştü. Ultimon ise rüyasında ata bindiğini ve dörtnala koştuğunu görmüştü. Anne ve babaları da rüya görmüştü. Rüyalarında Kral ve adamları ailenin tüm fertlerini yakalıyorlardı. Eflin ve Ultimon yüzlerinde tebessümle uyandı. Anne ve babaları ise endişe ve korkuyla uyandılar. Hava kararmak üzereydi. Mağaranın girişini yeniden açmak gerekiyordu fakat babaları bu esnada farklı bir şey düşündü: Buradan ayrılmak yerine burada yaşamak. Mağaranın ilerisinin olup olmadığını bilmiyorlardı. Önce bunu anlamaları gerekiyordu. Küçük meşale yaparak mağaranın ilerisine doğru yürüdü. Yürüdükçe burasının daha önceden bir yerleşim yeri olduğuna şüphesi kalmadı. Oturmak, yatmak için özel bölümler yapılmıştı. Mutfak bölümü bile vardı. Hatta daha ilerilerde yeraltı kaynağı bile vardı ve burasını mutfak şeklinde oymuşlardı. Daha önce yaşadıkları yere göre çok düzenli bir mekandı burası. Mağaranın tamamını dolaşmaları saatler sürmüştü. Nihayet merdivene benzeyen bir çıkış noktası da buldular. Burası, mağaranın girişinden çok uzaktaydı. Dışarıya çıkıp çıkmamakta endişe yaşadılar bir süre. Dışarıya çıktıklarında terk edilmiş bir şehrin meydanını gördüler. Etrafta kocaman yapılar vardı ve hiçbirinde hayat belirtisi yoktu. Bu çıkış sanki başka bir gezegene taşımıştı onları. Ay bile gökyüzünde çok farklı duruyordu. Huzur vardı burada, güvenlik ve sessizlik vardı. Etrafta hiçbir canlı belirtisi yoktu ağaçlar dışında. Kuşlar bile yok gibiydi. Burasının bir sınırı olup olmadığını anlamaları gerekiyordu. Bir süre yürüdüler fakat binalar bitmiyordu bir türlü. Sağlam ama eski yapılarla doluydu her yer. Mağara güzeldi fakat buradaki sahipsiz şehir, onun yanında cennet gibiydi. Üstelik insanların bulamayacağı bir yerdi burası. Gece boyu dolaştılar ve canlı birilerini aradılar fakat kimsecikler yoktu etrafta. Şehrin en güzel evini seçti anneleri, burada yaşayabiliriz, dedi. Hatta evin içinde çok eski kıyafetler ve eşyalar da vardı. 
Doğduklarından beri bir evde sabahlamamışlardı. Her şeyin bir hayal, rüya olmasından korkuyorlardı bu yüzden uykuları bile gelmiyordu. Kısacık uyuyorlar sonra yaşadıklarının bir hayal olup olmadığını kontrol ediyorlar, dışarıya ve içeriye bakıyorlardı. Bu endişelerle sabah oldu. Dördü birden aynı rüyayı görüyor olamazdı. 
Sabah, güneş doğduğunda bir masal ülkesinde zannettiler kendilerini. Evler ışıltılı ve rengarenk bir havaya bürünmüş, etraf olabildiğince canlıydı. Burası kime aitti ve daha önceden kim yaşıyordu bunu anlamak hayli güç görünüyordu. 
Sokaklarda yürüdüler, şarkılar söylediler ve meyve ağaçlarından kopardıkları meyvelerle açlıklarını giderdiler. Her şey tuhaf ve büyüleyiciydi ta ki az ilerde bacası tüten bir evi görünceye kadar. Bu evi gördüklerinde hepsi olduğu yerde kaldı ve seslerini kestiler. Bu eve gidip gitmemekte bir süre tereddüt yaşadılar fakat neticede yeni yaşamlarını devam ettirecek şehirde ilk kez bir canlı belirtisi görmüşlerdi. Eve yaklaştıklarında kapıda onları karşılayan bir aile gördüler. Onlar da dört kişilik bir aileydi ve endişeli görünüyorlardı. Selamlaştıklarında aynı dili kullandıklarını fark ettiler ve endişeleri biraz olsun azalmıştı. Yıllar sonra ilk kez farklı insanlarla konuşan, sohbet eden iki aile tez vakitte birbirine kaynaştı. Ultimon ve Eflin ve ailesi daha önce gördükleri mağarayı geçmişte bu ailenin kullandığını anladılar. Bu aile de yüzyıllar önce dönemin Kral’ından kaçarak bir süre yeraltı tünellerinde yaşamıştı. Aynı kaderi paylaşıyorlardı. Buradaki şehrin kim tarafından ne amaçla yapıldığını onlar da bilmiyordu. Artık bu şehirde yaşayan iki aile vardı. 
Kral ve adamları ise günlerce aradılar bu dört kişilik aileyi ancak ne yeraltındaki barınaklarını bulabildiler ne de onlara ait bir iz. Kral’ın adamları şöyle diyordu:
-Onlar bu dünyadan değiller, onlar dünyalı değil, belki insan bile değiller. Onları aramak boş bir çaba.
Kral bir süre sonra yaşananları unuttu, Ultimon ve Eflin ise yeni dünyada yeni hayata başlamaktan son derece mutluydu. 



GERÇEĞE DAİR BAZI SORULAR


Elif Naz Özden


Hiç düşünmüş müydünüz şu an, gerçek mi? Yaşadıklarımız yalan mı? Arkamdan bir işler çevriliyor mu? Bilmem, belki de yaşayacağımız yüzlerce şey vardır. Belki şu an komadayım ya da yaşadığımı zannettiğim ev tamamen bir hayal ürünü. Annem, babam, ailem aslında bir sanrıdan ibaret. Önümde gördüğüm belki de bir halüsinasyon. Belki birazdan bombalar patlayacak bulunduğum yerde. 
Öyle ya da böyle bir hayatın içindeyiz. Hangisi gerçek, hangisi oyun? Bu oyunun sonu nasıl bitecek, bu bir rüya ise nerede uyanacağım, hepsi boşlukta. Eğer yaşadıklarımız bir oyun ya da rüya ise karşımıza ilerde neler çıkacak? 
Ah biz insanlar! Bunları düşünmeden, bilmeden bildiklerini sandıklarıyla övünen canlılar. Sahip olduğunu düşündüğü şeylerle gururlananlar ve kendilerini belki de bir yalana teslim edenler. 

MAVİ

Doğa Uzunpınar


Mavi nedir ki
Gökyüzünün rengi mi
Denizin güzelliği mi
Yoksa hayatın kendisi mi

Güzel bir renk mi mavi
Neyi temsil eder
Bir kuşu mu, yoksa beni mi
Belki de sonsuzluğun ta kendisi

Mavi bayrak olur mu
Veya bir kuğu
Belki bir umut
Belki de mutsuzluktu

Neyi temsil eder mavi
Hüznü mü, gökyüzünü mü
Yoksa bir gölü mü
Bana göre hayattaki her şeyi

Mavi, diyorum
Herkesin hayatında en az bir tane olmalı

SARIMSAK


BESTE KAYAŞEYMA ATEŞ

Bu sarımsaklar
Çok kötü kokarlar
Neden diye sorsalar
Öyle yaratıldılar

Yoğurda koyarlar
Yiyeni kokuturlar
Sarımsaklı yoğurt yiyen insanlar
Kimseyle konuşamazlar

GELECEK PLANLARI


AGÂH TAHA TEMİZKAN
ELA EYŞAN POLAT
AMIRHOSSEIN HAMEDISHAHRAKI
ELVİN RANA PELİT
ATAKAN KIVANÇ AĞCA
ZÜMRA ŞAHİN

2024 geride kalıyordu. Bir yaş daha büyüyeceğini hissediyor, seviniyordu. Neler görmemişti ki kısacık ömründe; salgın hastalıklar, depremler, kuraklık… Kendisini en ninesi kadar hatta ninesinin ninesi kadar yaşlı hissediyordu, sadece takma dişleri ve gözlükleri yoktu. Bazen kamburunun çıktığını bile düşünüyor, ayna karşısında kendine bakıyordu. Arkadaşları geleceğe dair planlar yapıyordu. Kimi yazılım mühendisi olmak istiyordu kimi astronot. Ayakları yere basan arkadaşlarından ise bir kısmı dönerci olmak istiyordu bir kısmı da fırıncı. 
O, gün gelecek ve elektrik, internet olmayacak; dünya yeniden yüzlerce yıl öncesine dönecek diye bir düşünceye kapılmıştı. Bu yüzden geleceğe dair düşünceleri ve meslek hayali de böyle şekillenmişti. Okulu bitirdikten sonra köylerine dönecek ve çiftçilikle uğraşacaktı. Öyle traktörle filan yapmayacaktı bu işi. At ya da öküz bulacaktı ve tarlaları eski usulle sürecekti. İşleri biraz yoluna girince fil beslemeye başlayacaktı. Fillerin toprak ve ülke savunmasında ilerleyen tarihlerde işe yarayacağını düşünüyordu. Timur’u bu kadar güçlü yapan şey filler değil miydi? Hatta diğer ülkelere bile fil satabilirdi. Geleceğe dair düşünceleri bundan ibaretti. 
2024 geride kalıyordu. Köye yerleşme tarihini 2030 olarak düşünüyordu. 2025’te liseden mezun olacak ve üniversite sınavına girecekti. Aslında sınava girmek istemiyordu fakat öğretmenleri ve ailesi mutlaka sınava girmesini, şansını denemesini istiyordu. Bir tane bile test çözmemişti. Zaten yazılılarda çoğunlukla düşük notlar alıyordu ama bu sınıfa kadar nasıl geldiğini kendisi de bilmiyordu. Büyük ihtimalle üniversite sınavına girecek üç milyon kişi arasında iki milyon dokuz yüz binlerden sonra bir yerlerde olurdu sıralaması. Belki de sonuncu olurdu çünkü optik işaretlemeyi bile bilmiyordu. Liseye geçiş sınavına girmemişti mesela. 
Sınav günü yaklaşıyordu. Arkadaşlarından kimi heyecandan ağlıyor kimi ayılıp bayılıyordu. Bazıları psikolojik tedaviye başlamıştı. Başarılı olanların ise havasından geçilmiyordu. Onun tek derdi ise bir çift fili nereden alabileceğiydi. Belki Hindistan’a kadar gitmesi gerekebilirdi. 2030’a hazır girmeliydi. Önünde beş senesi vardı. 
Nihayet sınav günü gelip çatmıştı. Sınava özellikle kalem ve silgi götürmemişti ki bahanesi olsun ve sınavdan çıksın. Sınav salonuna girdiğinde şaşırdı. Kimsenin önünde kalem, silgi yoktu. Bir süre sonra sınav kuralları anlatıldı. Sınav kitapçıkları ve kalem, silgi dağıtıldı. Hatta kalem ve silgilerin içinde küçük şekerler de vardı. Kitapçığı açmaya hiç niyeti yoktu. Önce şekerleri yedi. Bir süre bekledi fakat sınavdan çıkmasının yasak olduğu söylendi. Bunun üzerine önündeki kağıtta boş gördüğü yerleri doldurmaya başladı. 
Zaman çabucak geçmişti. Kağıdını teslim eden ilk öğrenci oydu. Sınavdan çıktığında etrafında ağlayan, sızlayan, sınava yetişemeyen öğrenciler vardı. Sınav nasıl geçti, diye soranlara:
-Hiçbir şey hatırlamıyorum. Yaptım ve çıktım, diyordu.
Zaten kimsenin ondan bir umudu da yoktu. 
Birkaç ay sonra okullar tatil olmuş ve lise hayatı da bitmişti. Bir yandan ne yapacağını düşünüyor bir yandan da arkadaşlarının hedeflerine ulaşıp ulaşamayacağını merak ediyordu. Dönerci açmayı düşünen arkadaşı bir dönercide çırak olarak çalışmaya başlamıştı bile. Fırıncı olacak arkadaşı da yine bir fırında işe başlamıştı. O ise hâlen hayallerinden çok uzaktaydı. 
Sınav sonuçları açıklanmıştı ve o bakmaya bile gerek duymamıştı. Ailesi de hiç ısrar etmiyordu. Hatta seneye yeniden sınava girmesini söylüyordu. Bir hafta sonra okuldan gelen bir telefonla hayatı karardı. Arayan Okul Müdürü’ydü. Sadece okulda değil ildeki en iyi puanı onun aldığını söylüyordu. İnanmadı söylenenlere ve kendisiyle alay edildiğini düşündü. Yine de sistemi açarak bakma ihtiyacı hissetti. Sistemi açtığında gördüklerine inanamıyordu. Üç milyon aday içerisinde ilk yüzlerde yer alıyordu. Bir kere daha baktı, bir kere daha baktı. Bunun saçma bir rüya olduğunu düşünüyordu. 
Çok geçmeden özel üniversiteler telefonlar gelmeye başlamıştı. Burslu ve çok özel imkanlarla eğitimini kendi kurumlarında tamamlayabileceğini söylüyorlardı. Arkadaşları da aramaya başlamışlardı. Herkes tebrik ediyordu. Sınavdan umudu olan arkadaşlarının tamamı 2026’da yapılacak sınava hazırlanmaya başlamışlardı, ona hangi kaynaklardan çalıştığını soruyorlardı. Kısa süre içinde yeni hayatına merhaba demiş, alışmıştı. Ülkenin en güzel üniversitelerinden birinde uzay bilimleri tercihi yapmıştı ve bu bölüme yerleşmişti de. 
Haftalar sonra yaşadığı şehirden ayrılırken geleceğe dair hayalleri geldi aklına. Nerden nereye gelmişti? Nasıl gelmişti? Nasıl kazanmıştı bu bölümü? Belki de onun ilerleyen yıllarda fil yetiştirmemesi ve tarımla uğraşmaması için gizli güçler ona bu üniversiteyi kazandırmıştı. Onu oyalamak istiyorlardı. Bu düşüncelerle yeni bir gelecek planı kurmaya başladı. Uzayda da tarım yapabilir ve fil besleyebilirdi. 


20 Aralık 2024 Cuma

CEVAPSIZ SORULAR

Betül Seyhan


Dünyada ilk kez bir çiçeği karşısındaki kişiye kim uzattı? Uzatırken niyeti neydi? Uzatılan çiçeğin türü neydi? Nasıl kokuyordu bu çiçek ve uzatılan kişi çiçeği koklamayı biliyor muydu, kokladı mı? Uzatılan çiçeğin dikeni var mıydı? Acaba kökünden mi koparılmıştı çiçek yoksa dalından mı kırılmıştı?
Bu soruyu şöyle de değiştirebiliriz: İlk kez bahçesinde çiçek görmek isteyen kimdi? Sonra bahçesinden çiçeği evine, penceresinin önüne alan insan kimdi? 
Çiçek görmek, çiçek almak, çiçek büyütmek çoğumuzun zihninde adı konulmamış düşüncelerle yer alır. Bazen yalnızlığın paylaşıldığı bir dosttur çiçek bazen yalnızca odamızın kenarındaki bir süs. Bazen bir sevginin mecazı, sembolü ve anısıdır çiçek bazen uzak diyarların hatırlatıcısı, çağrışımı. Bazen bir geçmiş olsun mesajıdır çiçek bazen en yakın dostun, arkadaşın yadigârı. Bazen de en mutlu anların düğünlerin, nişanların renkli misafiri. Bazı insanlar çiçek gibidir bazı çiçekler de insan gibi. 
Neden kocaman alışveriş merkezlerinde, garlarda, havaalanlarında, okullarda, hastanelerde bile olmazsa olmazlardan sayılıyor çiçekler? 
İnsanın ruhunda, kalbinde çiçeğe bir aşinalık var ve çiçeğin olduğu yerde huzur duyuyor sanki. Bu yüzden çiçek görmediğimiz yerde boğuluyor ruhumuz. Bu yüzden çiçeklerle donatıyoruz kalabalık şehirlerde küçücük parkları bile. Hatta çiçek bulunduramadığımız yerlere çiçekli resimler koymamız da bu yüzden belki de. Çiçekli elbiseler, çiçekli takılar, çiçekli masalar, duvarlar da bu yüzden. Ağaçlar çiçek açtığında ruhumuzun havalanması belki de bu yüzden. 
Çiçekler insanın sessiz tercümanı bütün duyguların, özlemlerin, sevgilerin, hasretlerin.
Lale, papatya, sümbül, çiğdem, şakayık… Adı ne olursa olsun hepsiyle gizli bir sözleşmesi var gibi kalbimizin. 
Galiba çiçekler önce kalbin toprağında açıyor, sonra yeryüzünü süslüyor. 

VİRAJLI YOLLAR

Akın Eliş

Değişim, halk arasında bir mekanın veya eşyaların yerini değiştirmek gibi algılansa da değişim, hayatın ta kendisidir. Değişim, hayatımızı sürekli değiştirir. Bugünkü duygularımız veya fikirlerimiz yarına kalmayabiliyor ya da yaşanmış bir olaya bakış açımız her gün aynı olmuyor. Her şey sürekli değişiyor, biz de sürekli değişiyoruz farkında olmadan. Kendimizi hayata ve değişimin akışına bırakıyoruz. Bu akışın içinde kendimizi, fikirlerimizi, duygularımızı kaybediyoruz ve bu değişen hayattan artık zevk almıyoruz. Oysa bu değişen hayatımızda istediğimiz değişimleri kendimiz gerçekleştirebilsek gerçekten hayattan zevk alabiliriz. Bunun için de değişimin farkına varmalı, onu gördükten sonra da ondan ürkmemeli, kaçmamalıyız. Değişimi benimsemeliyiz.  Değişimin bize kazandırdığı şeylere daha çok önem verirsek hayatı istediğimiz gibi yaşayabiliriz. Hayat, sürekli bir ilerlemedir ya da gerilemedir. Bu da beraberinde değişimi zorunlu kılar.
Ya değişimin hiç olmadığı bir dünyada yaşasaydık ve hayatımız da hiç değişmeseydi? Dümdüz bir hayat olurdu bu. Dümdüz ve sıkıcı. Düşünsenize hayat boyu aynı fikirleri savunan insanlar, aynı hisleri yaşayan insanlar. Bu, gereksiz bir hayat olurdu. Yaşadığımızın farkına bile varamazdık çünkü yaşamak değişmektir aslında. Bunu şöyle bir olaya benzetebiliriz: Otobanda sabit hızda giden bir araçta olduğunuzu düşünün. Yolun başı da belirli sonu da belirlidir. Hızınız yavaşlasa da yolun sonunu görebiliyorsunuz ancak virajlı yollarda bazen hızlı bazen yavaş gideriz. Virajlardan dönerken bazen acaba kaza mı yapacağım, diye düşünürsünüz ve anlık kararlar alırsınız. Bu sayede yol, araca yön verir. Yani yolun sonunu göremezsiniz. Değişimler de tıpkı bu virajlar gibidir. Hayatımıza yön verir. Gerçek hayatta da virajlarımız vardır ve işte bu virajlardaki değişimlerdir bizi biz yapan. 
Her şeye rağmen zaman zaman virajlar can sıkıcı olabilir ama onları dikkatle geride bırakırsak bizi sevindiren diğer virajlar hayatımızda daha çok etki eder ve yolun sonuna kadar mutlu gideriz. Bu da kendi hayatımızda yapmak istediğimiz değişimlere benzeyen bir durumdur. 
Hayat, değişimden ibarettir. Bu değişimin iyi ya da kötü yönde olması, bizim elimizdedir. Yeter ki değişimin farkına varmaya başlayalım ve değişimin halk arasındaki karşılığından uzaklaşalım. 

BEYAZ MENDİL

Akın Eliş

Dışarı çıktı, herkes barışı kutluyordu. O da cebinden beyaz mendilini çıkardı, havaya attı ve mendil altın kafesten yeni çıkan kuş gibi beyaz güvercine dönüşüp gökyüzünde özgürce kanat çırptı. 

ÖZGÜRLÜK İÇİN BAKTIĞIMIZ HİÇBİR YER

Ezgi Budak

Özgürlük asla erişilemeyecek olandır çünkü onu hep gökyüzünde ararız. Gökyüzü özgür mü ki bize özgürlüğü sunsun? Kanatlarını gökyüzüne açmış, uçan bir kuşu özgür mü sanıyorsunuz? Gökyüzü onun için bir kaçıştır, yerdeki avcılardan kaçtığı hapishanedir. 
Özgürlük savaşılarak kazanılan bir ödül müdür, yoksa uğruna savaşılan bir sanrı mıdır? Daha önemlisi özgürlük adına ölünür mü? 
Özgürlük ne ki? Hiçbir zincire bağlı olmamak mı? İnsan zincirliyken de özgür olamaz mı? Eğer zincirsiz bir hayat yaşamaksa özgürlük, hepimiz tutsağız o hâlde. Geçmişin ve geleceğin gölgesiyle zincirliyiz. Durun ve sorun kendinize, özgür müsünüz? Doğduğumuz andan itibaren yaşam ve ölüme zincirlendik. Peki, bizi esir kılan neydi? Ölmemek için yapmadıklarımız mı, yoksa yaşamak için yaptıklarımız mı? 
Belki de katı şartlarımız yüzünden özgür olamıyoruz. Özgürlük için gökyüzü mü gerekir? Öyleyse hapisteki bir adam ne kadar özgürse biz de o kadar özgürüzdür zira içimizdeki özgürlük güdüsünü hapishanenin rutubetli duvarları gibi şartla çizilmiş bir gerekçe içine hapsetmişizdir. Özgürlük için koşul sonuç cümlesi kuruyorsanız zaten onu esaret altında tutuyorsunuzdur. Özgürlük nereye bakarsanız oradadır, sadece görmek gerekir. Ruhunuzu bir koşula bağladığınız müddetçe esirsinizdir, özgürlüğü görememeye esirsinizdir. Esaret altında olsanız bile zincirlenmiş, kelepçelenmiş olsanız dahi özgürlük budur, demediğiniz sürece özgürlük her şeydir. Kanatlı veya kanatsız, zincirli veya zincirsiz özgürlük özgür olmayı sever. Buna ulaşmanın tek yolu da içimizdeki özgürlük savaşına son vermektir. 

19 Aralık 2024 Perşembe

YILDIZLAR SUSUNCA


Merve Hoşgiz

Her gece gökyüzüne baktığında yıldızların ona bir şeyler fısıldadığını hayal ederdi Suna. Bu yüzden gündüzlerden çok geceleri severdi. Bulutlu geceleri sevmezdi çünkü yıldızlara hasret kalırdı böyle gecelerde. Yıldızlar, onun için uzaklarda yaşayan, konuşabilen, gülebilen değişik bir çiçek türüydü. Çiçek, diyemiyordu aslında ama en yakın tarif buydu. Canlıydı yıldızlar ve kendisine söylemek istedikleri bir şeyler vardı.
Yıldızlar acaba ona ne söylüyordu? Yıldızların seslerini duyduğu günden beri merak ettiği tek şey buydu. Bazı yaz gecelerinde pencere önünde uyuyakaldığı oluyordu. Keşke uzak ve yüksek dağlara çıkıp dinleyebilseydi onları. Ya da bir uçan balonla yükselebilseydi gökyüzüne doğru. Uçak ya da helikopter olmazdı çünkü bu araçların gürültüleri yıldızların fısıltısını bastırırdı. Çok merak ediyordu, yıldızlar ona ne söylüyordu?
Başka dillere merak saldı bir süre. Belki yıldızlar başka bir dilde konuşuyordu. Fakat bu fikrinden çabucak vazgeçti. Yıldızların dili Yıldızca olmalıydı. Bu dile dair de hiç kimse bir şey bilmiyordu. 
Çocukluğu böyle geçti Suna’nın. Kimselere soramadığı sorular vardı kafasında. Büyüdükçe yıldızların fısıltılarının azaldığını hissediyordu. Her yıl biraz daha uzaklaşıyordu yıldızlar ondan. Artık iyice büyüdüğünde yıldızlar ona fısıldamayı bırakmıştı. Onun için yıldızlar artık çekirdeğinde oluşan füzyon sonucunda açığa çıkan enerjiyi uzaya ışınım biçiminde yayan, ışıklı gök cisimlerinden her birinin adıydı. 

BİR ÇEŞİT HASTA

Emir Aras İmirhan

Kreş önünde çocuğunu bekleyen anne babalar gibiydi.  Endişeliydi ama belli etmiyordu. Yerinde duramıyordu ama uzağa da gidemiyordu. Gözleri aynı noktaya sabitlenmişti ama parmakları yerinde durmuyordu. Ayakları da zaman zaman hareket ediyordu. Uzaktan onu görenler büyük bir sorununun olduğunu düşünebilirlerdi. Kaygılıydı. Bu dünyada değil gibiydi. Birkaç kişi selam verdi, duymadı bile. Biri, adıyla seslendi onu da duymadı. Hatta nerede olduğunu unutmuş gibiydi. Günlerden ne olduğu sorulsa ihtimal hatırlayamazdı. 
Etrafta insanlar koşuşturuyordu, bir şeyler yapıyordu. Bir kedi, yanından geçen bir köpeği ısırmıştı. Bir karga, bir okulun bacasındaki kiremitleri yere düşürmüştü. Her şeyden habersizdi. 
Umutsuzdu. Telefonunun şarjı bitmişti. Şarja takmış olmasına rağmen hâlen telefon açılmıyordu. Kreş önünde çocuğunu bekleyen anne babalar gibiydi. Telefonun başında bekliyordu. 

İÇİMİZDEN BİRİ

 Dünya yalnızca onun etrafında dönüyordu. Her konu hakkında bir fikri vardı ve kesinlikle o fikir doğruydu. Her şeyden anlıyordu. Mesela telefonu bozulsa aslında kendisinin tamir edebileceğini ama zamanı olmadığı için servise verdiğini söylüyordu. Arabalardan çok iyi anlıyordu ve yeryüzündeki en güzel araba kendisindeydi. Kusursuzdu. 
Şiirden söz açıldığında yerinde duramıyordu. Bütün Türk şairleri tanıdığı gibi yabancı şairlerden de ezberinde şiirler olduğunu söylüyordu ve başlıyordu okumaya:
Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi
Kaldırımlar, içimde yaşayan bir ….
Devamını getiremezdi. 
Okumadığı kitap yoktu yeryüzünde. Bütün kitapları okumuş, anlamıştı. Hatta henüz yazılmayan kitapları bile okuduğunu söylüyordu. 
Yalnızca şiir ve edebiyat değil matematik ve fenden de anlardı. Yani anladığını söylerdi fakat para saymakta bile başarısızdı. 
Bunu neden yapıyordu bilmiyordum. Önceleri çok hoşuma giderdi onun bu tavrı ve onu erişilmez biri olarak düşünürdüm. Boş vakitlerimde mutlaka bir bahane bulur yanına giderdim bir şeyler öğrenmek için. Ta ki hep aynı şeyleri tekrar ettiğini anlayıncaya kadar devam etti bu durum. Sonrasında yalnızca tebessüme ihtiyacım olduğu zaman yanına gitmeye başladım. O, ciddi ciddi anlatıyordu; ben, içten içe gülüyordum. 
Birgün yine etrafına birilerini toplamış yüksek sesle konuşuyordu. Böyle zamanlarda bir eli cebinde olurdu, diğer eliyle konuşmalarına destek olacak hareketlerde bulunurdu. Konuşurken mutlaka sözlerini onaylatırdı karşısındakine. Yaklaştım, çok garip şeyler anlatıyordu. Kendisinin farklı, üstün, olağanüstü özelliklerinden bahsediyordu. Akranlarından çok farklı olduğunu anlatıyordu. Zaten çocukken de farklı bir dönem yaşadığını söylüyordu. Hatta eğitim hayatı boyunca hiç ders çalışmadan ıslık çalarak sınavlara girdiğini söylüyordu. Buraya kadar zaten alışık olduğum şeylerdi fakat birdenbire aslında dünyalı olmadığını anlatmaya başladı. Etrafındaki herkes inanmış görünüyordu. Aslında atalarının başka bir gezegende yaşadığını ve dünyaya yalnızca kendisinin geldiğini söylüyordu. Hatta yıldızlarla haberleştiğini, başka başka diller bildiğini anlatıyordu. Arap, Latin ve Kiril alfabelerini bildiğini hatta Sümer tabletlerini ilk kendisinin çevirdiğini anlatıyordu. Göktürk kitabelerini de aslında onun büyük dedeleri bulmuş fakat zamanları olmadığı için okuyamamışlar. Burada bitmedi tabi. Göktürk Kitabelerinin bulunduğu alan onların bahçesiymiş geçmişte. 
Etrafında bulunanlardan biri sıkılmaya başlamıştı galiba sohbetten. İtiraz edecek oldu fakat konuşmasına fırsat verilmedi. Yorulmadan habire devam ediyordu. Tam bu esnada telefonu çaldı. Önce açmayacak oldu telefonu fakat göz ucuyla baktıktan sonra açmaya karar verdi. Herkes sessizdi. Karşıdaki ses şöyle diyordu:
-Akşam eve gelirken mutlaka yumurta al, yoksa aç kalırsın. 
Herkes duymuştu bu sözleri. Bir an, hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya devam edecek oldu fakat o anda kendimi tutamadım ve bastım kahkahayı. Beni gören herkes aynı tepkiyi verdi. O, hiçbir şey olmamış gibi uzaylı atalarından bahsediyordu, Göbeklitepe’nin aslında dedeleri tarafından yapıldığını anlatıyordu. 
Etrafında kimse kalmamıştı ama o hâlen devam ediyordu. 

KADERİN ŞİİRİ

Mehmet Çınar Köksal

Gökyüzüne baktığımda her şey yeniden başlar,
Sessizlikte yankılanır kalbin ince sızıları.
Bir yolculuk olur zaman, sessiz ve derinden,
Omuzlarımda dünyanın yükü, ama içimde umut parlar.

Bir adım atarım, ardımda yankılanır sesler,
Küçük bir kıvılcım büyür, hayallere ışık saçar.
Dalgalar kıyıya vurur özlemlerle dolu,
Ve biz, ufuk çizgisinde sevgiyi bekleriz.

Gece, yıldızların sırrını taşır bir fısıltıyla,
Gözlerim uzaklara dalar, rüyalar yeniden başlar.
Gökyüzü, sessiz bir şarkı gibi içimde yankılanır,
Her bulut bir hikâye, her yağmur damlası bir dua.

Kalemimden dökülür kaderin sessiz dizeleri,
Her cümlede saklıdır hayatın izi.
Kışın ortasında açan bir çiçek gibi,
Her dize, karanlığı aydınlatan bir umut olur.

Bir şarkı dolanır dudaklarıma, hiç susmaz,
Rüzgârla dans eden yapraklar gibi özgür.
Gönlümde saklı bir ateş, küllenmiş sanılsa da,
İlk kıvılcımla yeniden alev alır.

Ve her gün yeniden yazılır kaderin şiiri,
Bir ışık, geceden sabaha yol gösterir.
Ellerimde tuttuğum anılar, yıldızlar gibi parlar,
Her sabah yeniden doğarım, sevdanın nefesiyle

17 Aralık 2024 Salı

YARIM

Hayrettin Eymen Bulut

Yalnızlık, değildir tek kalmak
Yalnız kalan bir kişi
Kendini tamamlayabilir mi
Yalnızlık, değildir tek kişi kalmak
Yalnızlık yarım olmak


Yalnızlık yarım olmaktır yani
Bir kişi 
Yalnız başına bir kişi
Tam olabilir mi ki
Bir dostu bile kalmayan
Bir kişi 
Tam bir kişi sayılabilir mi

ŞİİR, MİİR İŞLERİ

Emir Kaan Şimşek

Hikâye benim kendimi daha rahat ifade edebileceğim ve hayallerimi, düşüncelerimi yazabileceğim bir tür. Şiire gelince… Gelmesek daha iyi çünkü şiiri sevmiyorum. Şairlerin isimlerini biliyorum ama onlardan da sevdiğim birileri var mı, düşünmem lazım. 
Şiirde benim hissedebileceğim bir heyecan yok, olay yok, savaş yok, çatışma yok. Üstelik paragraf sorularında da karşımıza getirip koyuyorlar garip garip şiirleri. Sonra da soruyorlar: 
Şair burada neyi anlatmak istiyor?
Verilen şiirlerin hangisinin hecesi daha fazla?
Altı çizili sözcüğün anlamı nedir?
Madem bu kadar belirsiz şeyler yazılmış, bunları neden bizim bulmamız isteniyor? 
Şiire karşı fikrim bir gün değişir mi bilmiyorum. Şimdilik şunu söylüyorum: ŞİİRİ SEVMİYORUM. 
Şiirseverlere de söyleyeceğim şeyler var aslında ama söylemek istemiyorum. Nasıl seviyorlar şiiri anlamıyorum. 

DENGE



Yalnızca aklımız mıdır hayatta gerekli olan
Bir de kalbimiz var 
Bize sormadan yerinde atan
Onunla duyuyor, onunla görüyor aslında insan
Farkında olmadan

Mesela gülmenin ya da üzülmenin
Akılla bir ilgisi yok bence
Bunlar kalbimizin tepkileri
Böyle değil mi sence

Mesela ayrılık, yalnızlık
Anlamı olmayan şeyler gibi mantıkla düşününce
Neden insan bir boşluğa düşüyor
Yurdundan gurbete gidince

Akıl ve kalp bir denge çubuğu
Yürürken incecik hayat ipinde
Ne duygular olmadan yaşayabiliyor insan
Ne de akla danışmadan 

İKİ RENKLİ ÇİÇEK

Her şey hayatın içinde 
Mutluluk da hüzün de

Birbirine benzemeyen günler gibi
Değişiyor insanın ruh hâli

Mutluluktan uçarken bulutlara
İnebiliyor insan hüzünlü kuyulara

Yalnızca mutluluk olsaydı hayatta
Yer olmasaydı, hüzne acıya

Kıymeti olmazdı güzel zamanların
Ve anlamı olmazdı yaşamanın 

Acılar ve hüzünler de yaşanmalı
Mutluluklar sevinçler de
Hayat böyle güzel
Hayatın içinde işte
Hüzünler de 
Sevinç de

15 Aralık 2024 Pazar

UMUTLA YAZIYORUM

Mehmet Çınar Köksal


Aldım elime bir kâğıt
Birde kalem
Düşünüyorum sessizlikte
Yazıyorum dizelerimi

Umutla yazıyorum 
Aynı hayatım gibi
Gün batıyor son sıcağıyla
Ben bakıyorum işte o zaman 
Puslu bir cama

Geliyorsun aklıma
İçime bir ilham doluyor
Sözcükleri derliyor, topluyor 
Yine kağıdıma yazıyorum
İşte bir umutla