23 Kasım 2024 Cumartesi

ELBİSE

Üner Taha Aydemir

Uzaklarda kalmış gibisin
Duymasan da sesimi
Durup durup sesleniyorum sana
Biliyorum bu çok anlamsızca

Şu taşa bir daha basma
Kayıp düşebilirsin yokluğa
O yere bir daha gitme
Hapsolursun yalnızlığa
Demek istiyorum ama
Ulaşamıyorum sana

Aslında sana ait bir telmih var karşımda
Benzemese de sana
Götürüp bırakıyor beni
Acınası anıların ağına

Belki karşımdasın belki yanımda
Belki anımsadıkça derinleşen bir kuyuda
Ya da bıraktığım kuytuda
Uzaklarda değilsin
Mazinin gölgesine paslı çivilerle perçinlisin
Biliyorum bana biraz sitemlisin
Başkalarından ne farkım var diyorsun
Kifayetsiz hamuş kelimelerin

Sen hatalarınla beni var edensin 
Bu yaşa gelirken yağmura astığım elbisemsin

GARİP BİR ÇALIŞMA

NURGÜL ASYA KILCI
KAAN ERDOĞAN 
MEHMET ZAHİD ÖKTEN 
MİRAÇ KAĞAN GÜLER
TAHA METİN YILDIRIM  
SELİM KURT 
TUNAHAN CEYLAN 



İnsanlardan bir kötülük beklemesem de onlar zaman zaman kötü olabiliyordu. Oysa bütün insanların birbiri hakkında iyi şeyler düşündüğü, kötülükten uzak bir dünyada yaşamak istiyordum. Pazara gitsem, çürük ürünlerle dolu poşeti evde fark ediyordum. Çarşıya gitsem hesap öderken farklı bir fiyat vitrinde farklı bir fiyatla karşılaşıyordum. Yalnızca yolda yürüsem pat diye karşıdan gelip bana çarpan birileri oluyordu mutlaka. Hatta bazıları omuz atıp geçiyordu. 
Bazı insanlar yollara tükürüyor, çöplerini fırlatabiliyorlardı. İnsanların yanından geçerken konuşmalarına şahit oluyordum, çoğu argo kelimelerle birbirine şaka yaptığını düşünüyordu.
Böyle olmamalıydı ama böyleydi. Haber dinleyemez olmuştum, gazete okuyamaz olmuştum. İnsanlar çıldırmış gibiydi. Ne zaman bir film izleyecek olsam konuşma sahnelerinde mutlaka kesintiler oluyordu. Yalnızca bu kadar değil elbette… Bir filmi baştan sona izlemek mümkün olmuyordu. 
Maça gitsem, yarısında bırakıp ayrılıyordum stadyumdan. Oysa, oraya eğlenmek için geliyordu insanlar fakat sergiledikleri hareketlerin insanlıkla alakası yoktu. 
Günlerce düşündüm. İnsanları yeniden iyiliğe ve doğruluğa yöneltmek için bir çözüm bulmalıydım. Evimin alt katındaki çalışma odamda planlar yaptım, deneyler yaptım. İnsanlar, bedensel rahatsızlıkları için ilaçlar kullanıyordu, ameliyatlar oluyordu. Düşünce ve tavır yönünden de insanları iyileştirmek gerekiyordu ama insanlar hasta olduklarının farkında bile değildi. 
Kırk gün, kırk gece evimden dışarı çıkmadım. Amacım insanların davranışlarını düzeltecek ve onları iyi insan olmaya yöneltecek bir tedavi yöntemi bulmak, bir ilaç icat etmekti. 
Kırkıncı günün gecesinde ilacımın içeriğini tamamen netleştirmiştim. Birkaç deneyden sonra bu ilacı piyasaya sunabilirdim. İlacımı denemek için bir kobay lazımdı. Belki de kırk kobay lazımdı. Sonunda ilacımı evimizdeki kedi ve kuş üzerinde denemeye karar verdim. Kedi, onu sahiplendiğimiz günden beri evimizdeki kuşa göz dikmişti. Ne zaman onları yalnız bıraksam mutlaka kafesin dibinde buluyordum onu. Kuş ise hep korkmuş oluyordu bu zamanlarda. Kedimin mamasının içine özenle her gün aynı miktarda bu ilaçtan ilave ettim. Kırkıncı günün sonunda kedimin artık kafesteki kuşa sevgi ile baktığını görebiliyordum. Kafesin kapağını açarak kuşu dışarıya çıkardım. Kuş, kedinin ayaklarının arasında bile olsa kedi, ona kıyamıyordu. 
Artık tüm insanlığı kurtarmanın zamanı gelmişti. Bulduğum ilaçla ilgili makaleler yazdım. Bu ilacın etkilerini ve insanlığı taşıyacağı yeri anlattım. Makalem, yayımlanır yayımlanmaz büyük bir yankı oluşturdu. Sürekli ilaç firmaları beni arıyor ve ürünün içeriğini soruyordu fakat kimseye bu formülü veremezdim. 
Benden ilacın formülünü alamayan firmalar daha piyasaya inmemiş bu ilaç hakkında olumsuz reklamlar yapmaya başladılar. Kimilerine göre bu ilaç insanlara zarar veren ve onları doğal yapısından uzaklaştıran bir zehirdi. Kimileri ise bu ilacın insanları robotlaştıracağını söylüyordu. Hatta bazıları güya bu ilaçla yapılmış deneylerden zarar gören hayvanların görüntülerini yayıyorlardı. 
Benim amacım zaten ilaç satışı değildi. Sadece insanlığı kurtarmak istiyordum. 
Bir sabah uyandığımda bilgisayarımdaki tüm verilerin silindiğini fark ettim. Sanırım bilgisayarıma ulaşılmıştı. Neyse ki tüm çalışmalarımı önce kâğıt üzerinde yapmıştım. Bu ilk saldırıyı böylece zarar görmeden geçiştirmiştim. 
Bir süre bu yeni buluşumla ilgili yayın yapmadım. İnsanların bu süreci unutmasını umuyordum. 
Kedime son dozu verdikten sonra kırk gün geçmişti aradan. Bu esnada kedimin yeniden eski davranışlarına kavuştuğunu fark ettim. Demek ki bu karışım kalıcı bir etki sağlamıyordu. Sürekli kullanılmak zorundaydı. Bu durum beni yeni arayışlara yönlendirmişti ister istemez fakat daha fazla ilerleyemiyordum. Hem bazı insanlar zaten özellikle iyi biri olmaktan kaçınıyordu. İçinde yaşadığımız dünyada kim iyi ve dürüst biri olmayı isterdi ki? Dürüstlük, iyilik, erdem, hoşgörü, ahlak gibi kavramlar yalnızca hikayelerde, destanlarda kalmıştı. İnsanlar kendilerini iyi bir insana çevirecek formüle neden ihtiyaç duyacaklardı ki?
Kırk gün, kırk gece düşündüm. İnsanların zaten özünde, yaratılışında iyilik yok muydu? İnsanlar bilerek, isteyerek insanlıktan uzaklaşmıyor muydu? Yapay yollardan bir topluma yön vermek ne kadar mantıklıydı? Kafamdaki sorular bitmek bilmiyordu. 
İnsanları gözlemlemeyeli aylar geçmişti. Yeniden dışarı çıkmalıydım ve insanları gözlemlemeliydim. Hazırlığımı yapmış, dışarıya çıkacaktım ki kedim ayaklarımın arasında dolaşmaya, boynunu çoraplarıma sürmeye başladı. Bana bir şeyler söylemek ister gibiydi. Belki de kendisini kobay olarak kullandığımın farkındaydı. Kısa süreliğine de olsa onu kullanmıştım insanlık adına. Bu beni iyi bir insan olmaktan uzaklaştırmış mıydı? Belki de ben de iyi bir insan olmaktan uzaklaşıyordum. 
Dışarıya çıktım ve düşünerek yürüdüm. Galiba başka insanları düzeltmekten, onları iyileştirmekten önce dikkat etmem gereken şey kendimi korumaktı. Kötülerden, kötü düşüncelerden uzak kalmak bile büyük bir başarıydı. 
Bir süre dolaştım ve yeniden evime girdim. Odamdaki takvimde 23 Kasım, 2075 yazıyordu. 

NEYİM VAR

Aden Mira Kartal

Neyin var
Diye soruyorlar bazen
Uykum var diyorum
Sadece uykum var

Belki de hiçbir şeyim yok
Ve yalnızca uykum var
Bana ait olan
Benim olan
Kimsenin bilmediği, bilemeyeceği
Rüyalara açılan

Uykum var
Ve onun varlığını seviyorum

HAYAL ETTİĞİM DÜNYA

Gamze Sena Kuyucu

Hayal ediyorum
Acaba ağaçlar ve çalılar
Şekerlerle, kalemlerle dolsa
Daha mı severdi insanlar 
Ağaçları ve çalıları

Düşünüyorum
Acaba ırmaklar
Sütlü çikolata şeklinde aksa
Daha mı değer verirdi insanlar
Suya, suyun varlığına

Değer vermiyorlar, düşünmüyorlar
İnsanlar
Susuzluk ne demek
Oksijen alamamak ne demek
Bilmiyorlar

Sevmiyorlar ağaçları, çalıları
Sevselerdi ağaç dikerlerdi
Onları katletmezlerdi 
Yakmazlardı güzelim çalıları

Değer vermiyorlar suya
Değer verselerdi
Boşuna akmazdı, zehirlenmezdi sular
İsraf olmazdı

Başka bir dünya düşünüyorum
Hayal ediyorum
İnsanların ağaçları ve çalıları sevdiği ve diktiği
Suyun değerini bildiği
Bir dünya düşünüyorum
Bir dünya düşlüyorum




RENGÂRENK DÜNYA

Gamze Sena Kuyucu

Siyah beyaz fotoğrafları herkes sever
Ama ben sevmiyorum
Bazıları siyah beyaz filmleri izlemekten zevk alır
Ama ben almıyorum
Renksiz bir dünya düşünemiyorum

Mesela mavi yoksa insanın hayatında
Ya da yeşil yoksa etrafa baktığınızda
Ne kadar sıkıcı olur hayat
Rastlamıyorsanız günün herhangi bir saatinde
Yol üzerinde bir kırmızıya

Aslında yağmur değildir insanı mutlu eden
Yağmur sonrası gökkuşağını görme umududur
Hatta bulutlar bile seviliyorsa
Belki de bu yüzden

Güneş doğarken ya da batarken
İnsanlar bambaşka hislere bürünüyor
Kimse hayallere dalmıyor gün tepedeyken
Çünkü batarken ve doğarken 
Renkten renge giriyor güneş

Eğer gökkuşağı olmasaydı
Sıkılırdı insanlar yağmurdan
Eğer güneş renkten renge girmeseydi
Boğulurdu insanlar hep aynı şeyi görmekten
Eğer mavi olmasaydı gökyüzü
Kimse kaldırıp başını bakmazdı göğe
Çiçekler renksiz olsaydı
Kim koyardı onları pencere önüne

KÜÇÜK ADAM


Doğa Uzunpınar Ekin Akçay

Aslında boyu uzun olan
Ruhu çocukluğu yaşayan
Kalbi kocaman olan
Bir kişiydi Küçük Adam

Araba kullanan
Kemerini takmayan
Kurallara uymayan
Haylaz bir çocuktu Küçük Adam

Abur cubura dayanamayan
Cipse doyamayan
Kolayı su gibi yutan
Şeker bir çocuktu Küçük Adam

Zekâsını kullanan
Haklarını arayan
Adaleti savunan
Eşitlikçi bir çocuktu Küçük Adam

Miskete bayılan
Bulutlarla oynayan
Topaçlarla yarışan
Hayalperest bir çocuktu Küçük Adam

Kedilere havlayan
Köpeklere viyaklayan
Kuşlara miyavlayan 
Hayvansever bir çocuktu Küçük Adam


ÇATI

Elif Serra Yıldırım

Bayraklar, yalnızca bir kumaş parçasından çok öte bir şeydir. Her yerde büyük manalarıyla tüm vatandaşlar için bir değerdir bayrak. Uğruna canlar verilen, hayatlar hediye edilen bayrak. Her yerde çıkar karşımıza: sınıfta, okulda, parkta, bahçede. Peki nedir bayrağa duyulan bu sevgi? Niçin bu saygı?
Bu sorunun cevabı için çok değil sekiz sene öncesine gitmemiz gerekir. 15 Temmuz gecesi bir milleti taarruza geçirendir bu saygı. O halde bayrak, hürriyet demektir, istiklal demektir. Vatan sevgisiyle dolup taşmaktır bayrak. Kurtuluş Savaşı’nda bebeğinin battaniyesini top mermisinin üstüne örtebilmektir. 
Yalnız bizim için değil en küçüğünden en büyüğüne tüm ülkeler için paha biçilmez bir değerdir bayrak. Kırmızı, sarı, beyaz, siyah, mavi, yeşil ve çok daha fazlası. Hepsi için renklerin bir manası var bayrakta. Belki özgürlüğü, belki mutluluğu, belki sonsuzluğu anlatıyor bayraklar fakat değişmeyen bir şey var ki her milletin bir bayrağa ihtiyacı vardır. Sadece milletler değil en küçük bir dernekten tutun da büyük futbol takımlarına kadar her topluluğun kendi varlığını sembolize eden bir bayrağı vardır. 
Bayrak, bir topluluğun varoluşunun kanıtıdır özetle. Bayrak yoksa yarım kalır toplumların bir yanı. Bayrak, bir tamamlayıcı unsurdur, bir “olmazsa olmaz”dır. Bir temel ihtiyaçtır birlikte olabilmek için bayrak. Altında toplanılacak bir çatıdır bazen. Bazense bir savaşta tarafımızı belirten bir simge. 
Görünce göğsümüzü kabartan bir gururdur bayrak.  

BULUTLAR

Ekin Akçay

Onlar mı bizim istediğimiz şekillere giriyorlar yoksa biz mi onları istediğimiz şekilde görüyoruz? Belki de anlatmak istedikleri şekle giriyorlar, bir kimsenin onlara bakıp kendilerini anlamalarını umuyorlar, umutsuzca. Onlar, çocukların kendileriyle oynadıkları benzetme yarışmalarının asıl kahramanı ya da çocukların anlattıkları öykülerdeki lezzetli bir pamuk şekerine benzetildiklerinde içlerindeki mutluluğu küçük bir çocukmuşçasına açığa çıkaran saf meleklerdir belki de. Bilemeyiz, belki birisi onları tarla niyetine sürüyor sonra da insanların en çok alerjisinin olduğu köygöçerten bitkisini dikiyordur. İşte belki bu yüzden ağlıyorlar bulutlar. 

BESTESİZ GÜFTE

Nehir Güver

Yazıyorum yazıyorum olmuyor
Deniyorum deniyorum olmuyor
Ne yapacağımı bilmiyorum
Çaresizim bilmiyorum
Sence ne yapabiliriiim
(Söyle)

Söyle
Bana bana bana bana 
Kendi fikrini bana bana söyle
İstersen başka başka birine 
Ama yeter ki söyleee

Söyledin, tamam anladım
Duydum, tamam anladım
Biliyorum yeterince söyledin zaten

(Sakin bir şekilde)
Tamam, ilhamı kaptın
Hepsi senin sayende
Teşekkürler sana

Söyledin, söyledin benim için
Anlattın anlattın benim için
Dinledim dinledim senin için
Anladım anladım senin için

Sadece sen ve ben için

Not: Bu şiiri okuyan kişi istediği gibi besteleyebilir. 


RENK KÖRLÜĞÜ

 

Elif Naz Özden


Irkçılık nedir sizce? Bence renk körlüğünden başka bir şey değildir. İnsanın düşüncelerini yalnızca bir noktaya odaklaması ve başka bir şey görmemesi, zihnin başka bir şey düşünmemesi demektir. İnsanları sınıflandırmak ve kendisini üstün, diğerlerini zavallı görmekten başka bir şey değildir ırkçılık. Oysa insanlar yalnızca insandır ve kimsenin kimseden üstünlüğü, farkı yoktur. Her insan etten kemiktendir ve bir beyni, bir kalbi vardır tümünün. Tüm insanlar düşünebilir, acı çekebilir, sevinebilir, ağlayabilir. 
Üç yumurta düşünelim. Biri beyaz, biri açık kahverengi, üçüncüsü ise koyu kahverengi. Bunların kabuğunu kırdığımızı ve içini tavaya döktüğümüzü düşünelim. Ne görürüz? Normal bir yumurta. Sarısıyla, akıyla aynı yumurta. Farklılık sadece kabukta ve bu kabuğun rengini seçen yumurtanın kendisi değildir. İnsanlar için de bu örneği verebiliriz. İnsanın elinde değildir kendi ten rengini ve ırkını seçmek. Farklı renkte olmak suç değildir. Tek suç renkleri ayıran insanlardadır. Ne diyor Bukowski:
Hangi çiçek, diğerini “sarı açtı” diye ayıplar? 
Hangi kuş, “farklı ötünce” diğerine yasak koyar? 
Derisinden, dilinden ötürü öldürülüyor insanlar. 
Ah insanlar! 
Her şeyi bulup kendini bulamayanlar…

PİŞMANLIK

Beste KAYA


Dokuzuncu sınıfa gidiyordum. Henüz herkesle tanışmamıştım ama üç kişilik bir arkadaş grubu bulmuştum kendime. Onlar, sürekli internet kafede takılıyorlardı. Benim onlardan neyim eksikti? Bir süre sonra onlardan ayrı kalmamak için ben de onlarla takıldım. Günlerin, haftaların nasıl geçtiğini anlayamadan sınav haftası gelmişti. Son gün çalışacağım, diyerek onlarla yine internet kafeye gittim. Sınava bir gün kalmıştı. Sorular kolaydır, diye düşünüp erkenden yattım. Sabah olduğunda içimde bir stres vardı ama önemsemedim, okula gittim. Okula gidince arkadaşlarımdan biri yanıma gelerek:
-Sınava çalıştın mı, dedi. 
Hayır, anlamında başımı sallayınca, ben çalıştım, dedi ve sırasına gitti. O an anladım kullanıldığımı. Sınava beş dakika gibi bir süre kalmıştı. Hemen kitabın sonundaki soruları açtım ve okumaya başladım. Hiçbir soruyu anlayamıyordum. Sonunda sınav saati gelmişti. Ağlamaya başladım. Kağıtlar dağıtılıyordu. Hiçbir soruya cevap yazamamanın verdiği kadar kötü bir üzüntü yoktu. Hayatımda hiç bu kadar kötü olmamıştım. 
Bir haftalık sınavlar boyunca her gün aynı üzüntüyü ve kötülüğü yaşadım. Durumu aileme de diyemiyordum. Çalıştığımı ama başaramadığımı söylüyordum sadece.
Bir hafta kadar geçmişti aradan. Sınav sonuçları okunmaya başlandı. Sıra bana gelmişti. Öğretmen:
-Sıfır, deyince işte o an yıkıldım. Aslında beklediğim bir sonuçtu ama öğretmen belki bana kıyamaz, diye düşünüyordum çünkü daha önceden iyi bir öğrenciydim. 
Yalnız bu sınav değil, diğerlerinde de benzer notlar aldım. O yıl sınıfta kalmıştım. Hayatımdan koca bir seneyi bir hiç uğruna heba etmiştim. Ailemi hayal kırıklığına uğrattığım için çok üzgündüm. Tabi arkadaş grubumdakiler sınıfı geçmişlerdi hem de yüksek puanlarla. Beni kullandıkları için onlarla arkadaşlığı kestim ve yeni arkadaşlar edindim. İçlerinde yeni sıra arkadaşım Sümeyye de vardı. O yıl Sümeyye ile derslere ağırlık verdim ve geride kalan bir yılı telafi etmeye çalıştım. 
Şu an Sümeyye ile tıp fakültesindeyiz. Şimdi dokuzuncu sınıfta okuyan gençlere sesleniyorum: Sakın derslerinizi ihmal etmeyin çünkü yaydan çıkan ok, geri dönmez. 

YAZGI

Akın Eliş

Yıllardır aynı yerde bekliyordum. Bulunduğum yere ilk gelen bendim. Buradaki herkes, benden sonra gelmişti ve herkesin hikayesini biliyordum. Onlar benim hikâyemi bilmiyordu. Benim hikâyemi aslında kimse bilmiyordu. İşte bu yüzden benim hikayem onlardan farklıydı. Buna rağmen bu farkı, fark edebilen olmadı hiç. Onlar, birbirleriyle dost oldular. Başkalarıyla dost oldular. Başka başka mekanlara gittiler fakat ben yıllarca aynı yerde bekledim. Tozlanarak bekledim. Hava almadan bekledim. Eskiyerek, sararak bekledim. Yıprandım. 
Onları değerli kılan neydi? Farklı kılan yalnızca görünüşleri miydi? Onlarda olup da bende olmayan neydi, bilmiyordum. Bazıları benden daha çelimsizdi, bazıları benden daha küçüktü fakat onlar değerliydi sanki insanların gözünde. Onlardan farklı olmamın bir üstünlük olduğunu düşünüyordum fakat değilmiş, bunu çok geç anladım. Yıllar sonra anladım. Bu gerçeği anladığımda ben de varlığımı hissettirmeye çalıştım etrafımdan gelip geçenlere fakat kimsenin fark etmeye niyeti olmadı hiç. 
Belki de beni tanıyacak, anlayacak birileri daha yaşlı insanlardır, diye düşündüm ve çocuklardan, gençlerden ziyade onlardan bir medet umdum. Onlar da gelmedi. Kimse gelmedi.
Belki de böyle olmalıydım. Belki de benim yazgım buydu. Yazgım buydu evet. Kimsenin okumadığı bir yazgı. Okuyamadığı ya da dikkatini çekmediği bir yazgı. 
Bu yazgıya razı olmuştum. Kendimi uykuya vermiştim artık. Bulunduğum yerden biraz her geçen gün biraz daha arkaya doğru çektim kendimi ve yalnızca günün bazı saatlerinde uyandım, diğer zamanlarda kendi hayallerimi kendime anlattım. Kendi rüyalarımı kendime anlattım. Kendi hikayelerimi yeniden okudum satır satır. Kimsenin bilmediği hikayelerimi.
Artık ümidi kesmiştim başkalarından. Birilerinin gelip beni fark etmesinden umutsuzdum ki o gün değişik bir şeyler hissettim. Buraya geldiğimden beri ilk defa biri bana dokunmuştu. Dokunmasıyla elini geri çekmesi bir oldu. Sanki elektrik çarpmış gibi birden uzaklaştı bana dokunan eller. Daha sonra üzerimden bir rüzgar geçti. Üzerimden geçen rüzgarla beraber bir ağırlık kalktı sanki gövdemden. Nihayet biri beni fark etmişti. Heyecanlı olduğunu gözlerinden anlayabiliyordum. Sayfalarımı çevirirken titreyen parmaklarından anlayabiliyordum. 
Beni bulunduğum yerden bir masanın üzerine indirdi ve elindeki mendille kapaklarımı temizledi. Bir yandan sayfalarımı çeviriyordu. Nihayet beni anlayacak, beni dinleyecek birileri çıkmıştı. 
O günden sonra yerim değişti. Artık aydınlık ve ihtişamlı bir yer verilmişti bana. Arkadaşlarım da hep benim gibiydi. Onlar bana anlattılar hikayelerini ben de onlara anlattım. Yazgının değişebildiğini mi anladım yoksa yazgım bu muydu bilemiyorum. 
Halen orada kalsaydım, o kitapların arkasında belki de unutulup gidecektim ve bu hikâye de unutulup gidecekti. 

SEÇTİRİLEN YOL

Betül Seyhan

Dünyam sizin dünyanıza benzemiyor, bu çok belli. Sizi sevindiren şeyler beni sevindirmeye yetmiyor, bu da belli. Siz üzüldüğünüzde bunun nedenini anlayamıyorum çoğu zaman ve belki de bu yüzden hep oyunlarınızın seyircisiyim. Oyunlarınıza dahil olamıyorum. 
Oyuna dahil olamamak aslında üzüntü veren bir şey çünkü zaman, geçmek bilmiyor oyunda olmadığın zaman. Tek tesellim ise kıyıda kalmayı benim seçmiş olmam. Kıyıda kalmayı ben tercih ettim. Yalnızlığı ben seçtim bu kalabalıklar arasında. Kıyıda kaldım çünkü beklediğim gemiyi bulamadım hiçbir zaman. Zaten bu kıyaya gemiler de yanaşmıyor fazlaca. 
Bu yalnızlığı ben seçtim. Seçer gibi çiçekçiden can vermek üzere olan bir menekşeyi. Seçtim ve ona yeni bir dünya kurdum. Onunla yeni bir dünya kurdum. Yeşerttim yalnızlığımı, çiçeklendirdim. Karanlıktan alıp kurtardım onu, aydınlık bir pencerenin önünü onunla süsledim. 
Benzemiyoruz birbirimize farkındayım. Siz de bunun farkında olun artık ve benden beklemeyin size benzememi. Sizleşmemi. 
Yine de istiyor insan bazen anlaşılmayı ve istemiyor unutulmuş bir kitap gibi raflarda tozlanmayı. Bu yalnızlığı ben, bile isteye seçtim fakat zorunlu bir yalnızlık bu. Seçmek zorunda kaldığım bir yol. 

DEĞİŞKENLER VE ETKENLER


Ezgi Budak



“Her şeyin bir nedeni var mıdır?” sorusu beni sorgulamaya itti. Gerçekten her şeyin bir nedeni var mıydı yoksa bazı şeyler nedensiz miydi?
Bu dünyada nedenleri arayan fakat en nedensiz şey insandır. Bu kısır döngü başımızı öylesine ağrıtıyor ki içinden çıkmak için kendi kendimize yalvarıyoruz. İnsan, neden var? 
İnsan ne ki? Bir canlı mı yoksa erdem mi? İnsanlık yalnızca insan diye adlandırdığımız canlıya ait bir olgu olabilir. Olabilir ancak her insan buna sahip olmayabilir. Tıpkı saygı gibi, tıpkı merhamet gibi, tıpkı vicdan gibi. O olgu neyi barındırıyor peki, insan deyince aklımıza ne geliyor? Zeka mı, sosyallik mi dayanışma mı; bencillik mi adaletsizlik mi, maymun iştahlılık mı? Belki de insan kelimesi abartıldığı kadar üstün değildir. Bu kelimeyi abartan yine insandı, ben demeye meyilli olan insan. Bu erdemin varoluşa ne katkısı var? Bir katkısı var mı? İnsan, bencilliği yaymak için var olamaz mı? Bencillik sayesinde fedakarlığı ortaya çıkarmak için. 
Varoluşumuzun sebebi iyi olmak mı, iyiyi var etmek mi? İyi ve kötü diye bir çelişki de olmayabilir, tüm bu ayrım bakış açılarından da ibaret olabilir. 
Doğru bakış açısı hangisi? İnsanın kendine göre uyarladığı mı yoksa topluma göre mi? İnsan yanlışsa bakış açısı da yanlış olur, toplum yanlışsa yine yanlış olur. Ne de olsa toplum yine insanlardan oluşur. 
Yanlış ve doğru arasında ince bir çizgi mi var? Biz yanlış perspektiften bakıyorsak ve aslında aralarında dağlar kadar fark varsa.
 insan vahşidir. Her şeye karşı savaş açar. Varoluşa, dünyaya, kendine, doğuma ve ölüme. Ölüme karşı açılmış ölümsüzlük savaşı öylesine anlamsızdır ki üç yüz bin yıldır kazanılamamıştır, beraberinde yalnız ölümü getirmiştir. 
İnsan neden kendine savaş açar? İnsan olduğu için. 
Belki de insan zıtlıklar dengesini sağlamak için vardır, belki de sorgulamak için. Var olduğumuz için mi sorguluyoruz yoksa var olmak için mi?
Aradığımız zaman her şeye bir neden bulabiliriz. Sadece bulduğumuz nedenler farklı olur. Bazılarımız yok olmak için var olduğumuzu söyle, bazıları iyi olarak kötülüğü ortaya çıkarmak için, bazılarımız ise kötü olarak iyiliği ortaya çıkarmak için var olduğumuzu savunur. 
Kimileri bunu dine bağlar, kimileri farklı olmak için olduğumuzu, kimileri ise bir amaç bulmak için var olduğumuzu düşünür. 
Bir cevap bulmakta zorlanıyoruz çünkü tam cevabı bulduğumuzda sorular değişiyor. Zorlanıyoruz çünkü bu soru çok fazla değişken ve etken içeriyor. 
Kim bilir belki de amacımız budur, herkes kendi cevabını bulsun diye varızdır?

İKİ ŞEHİR


Amirhossein Hamedıshahraki


Doğduğun yer mi vatanın
Doyduğun yer mi derler
Eğer doyduğu yer vatanı ise insanın
Sivas benim memleketim
İçinde yaşayanlardan, doğanlardan daha çok
Benim Sivas sevgim

Günün birinde gidersem bu şehirden
Biliyorum 
Çok üzüleceğim
Tıpkı İsfahan’ı özlediğim gibi
Sivas’ı da özleyeceğim

KORKU

Atakan Kıvanç Ağca

Ne hayaletlerden
Ne hastalıklardan korkuyorum
Korktuğum kadar bir köpekten

Hele bir de sessiz sessiz peşimden gelmişse
Döner dönmez ardımda onu gördüğümde
Hele bir de dişleri sivriyse
Donup kalıyorum olduğum yerde

Köpekler dost, diyorlar tamam
Köpekler insanları korurmuş 
Buna da tamam
Ama yabancı bir köpeği gördüğümde yaşadıklarımı
Size anlatamam

Bence nasıl çiçekler saksıda
Kırlarda, dağlarda güzelse
Köpekler de köylerde yaşasın
Bahçeli evlerde dolaşsın

Burada sana seslenmek istiyorum amca
Zalım senin dostun olsa da
Bana gösterme onu
Getirme yanıma

BAŞKA BİR SEVGİ

 

Agâh Taha Temizkan

Bazıları korksa da onlardan
Ben korkmak bir yana
Basasım geliyor onları bağrıma

Onlar
Yani köpekler
İrili ufaklı, rengârenk
Dişleri büyükmüş, küçükmüş fark etmez
Tüyleri kirliymiş, temizmiş fark etmez
Dokunmak bir köpeğe
Dokunmak gibi gerçek sevgiye
Ellerinle

Umurumda değil suların kesilmesi
Elektriklerin gitmesi
Bu şehri yaşanmaya değer kılan tek şey
Köpeklerin sesi

ARKADAŞIM

 



Ela Eyşan Polat

Okulda en sevdiğin arkadaşın kim
Diye sorulduğunda bana
Onu söylüyorum
Zil çalar çalmaz
Koşup bahçede onu buluyorum

Bazen bir şeyler getiriyorum ona
Aç kalmasın diye
Neyse ki o da beni seviyor
Benim onu sevdiğim kadar

Sevecen bakışlarıyla 
Sarı, beyaz tüyleriyle
İçimi ısıtıyor varlığı bile
Ah güzel kedicik
Sen bekle beni her sabah
Her teneffüs 
Okul kapısının önünde

KÜÇÜK BİR KARIŞIKLIK

FATMA BEREN KARATEPE
AGAH TAHA TEMİZKAN
ELA EYŞAN POLAT
AMIRHOSSEIN HAMEDISHAHRAKI
ELVİN RANA PELİT
ATAKAN KIVANÇ AĞCA
GAMZE SENA KUYUCU
ZÜMRA ŞAHİN


Hayri, Eren, Dudu, Merve ilkokuldan beri aynı sınıfa devam eden dört arkadaştı. Başka arkadaşları da olmuştu fakat onlar ilerleyen sınıflarda yolları ayırmışlardı. Bazıları başka okullara bazıları başka illere gitmişlerdi. Evet, başka illere gitmişlerdi çünkü yaşadıkları şehirde büyük bir doğal afet yaşanmış, evlerin yarıdan fazlası kullanılmaz hale gelmişti. Aslında yaşadıkları şehrin nüfusu da azalmıştı epey. Şehir, savaştan çıkmış bir kasabayı andırmıştı aylarca. Şimdilerde ise her şey geride kalmıştı. Değişmeyen tek şey Hayri, Eren, Dudu ve Merve’nin dostluğuydu. 
Bir sene sonra üniversite sınavına gireceklerdi ve 11. sınıftaydı bu dört arkadaş. Yıllar süren bu birlikteliği üniversite hayatı ile devam ettirmek istiyorlardı. Aynı şehirde, aynı üniversitede ve aynı bölümde okumak gibi bir hayalleri vardı. Artık aileleri de bu dört kişilik arkadaş grubuna alışmışlar ve çocuklarının arkadaşları ile birlikte iken güvende olduklarına inanır olmuşlardı. Bu dört kişinin aslında kişilik olarak birbirine benzeyen bir yönü yoktu. Her birinin kişisel özellikleri ve ilgi alanları farklıydı. 
Hayri; arabesk dinler, kitap okumayı çok sevmez, garip diziler izlerdi. Dersleri çok iyi değildi ve okula yalnızca arkadaşları için geliyordu. Arkadaşları olmasa okulu çoktan bırakmıştı. 
Eren ise hayli düzenli bir çocuktu. Genellikle rap dinlerdi. Yabancı dili çok iyiydi. Derslere ilgisi vardı fakat matematikten fazlaca anlamıyordu. Yine de okulu seviyor ve eğitim hayatına devam etmek istiyordu.
Dudu, içlerinde okumayı ve konuşmayı seven tek öğrenciydi. İşi gücü kitap okumak, ilginç kelimeler bulmak ve bunları arkadaşlarına anlatmaktı. Derslerinde hayli başarılıydı. Öğretmenleri ondan ümitliydi. 
Merve, içlerinde en sessiz olanıydı. Çoğu zaman sorulmadan konuşmazdı çünkü bütün enerjisini evinde ailesi ile harcıyordu. Evde ne kadar hareketli ise dışarda o kadar sessizdi. Hatta Merve birkaç kez okula devamsızlık yapmış fakat devamsızlığı kayıtlara geçmemişti. Öğretmenleri bile fark etmemişti Merve’nin okula gelmediğini. Öğretmenler, veli toplantılarında en çok Merve’yi hatırlamakta zorlanıyordu. Ailesi bu duruma alışmış olmalıydı ki veli toplantılarına Merve’nin fotoğrafını götürüyorlardı. Merve, müzik dinlemezdi. Kitap da okumazdı. Dersleri umursamazdı ama nasıl oluyorsa sınavlardan hep yüksek notlar alıyordu. Merve ayrıca oyun bağımlısıydı. Arkadaşları ile birlikte iken pek oyunlara dalmasa da evde boş kaldığı zamanların tümünü oynayarak geçiriyordu. 
Bunca farklılığa rağmen nasıl bir arada kalmışlardı senelerce, hiçbiri bilmiyordu. Hatta bunu düşünmemişlerdi bile. 
On birinci sınıf, biraz farklı olacak gibiydi. Öğretmenler değişmiş, dersler biraz ağırlaşmıştı. Dudu’nun durumu iyiydi fakat arkadaşları adına her geçen gün umutsuzluğa kapılıyordu. Bir gün öğlen yemeği vakti Dudu arkadaşlarına:
-Arkadaşlar, şayet bundan sonraki hayatımızda da birlikte olacaksak biraz derslere asılmanız gerekiyor. Aksi durumda 12. sınıftan sonra yolları ayıracak gibiyiz, dedi.
Dudu’nun söylediklerinden en çok Hayri alındı. Hayri:
-Şimdiye kadar nasıl geldikse bundan sonra da devam ederiz. Aynı bölüm olmasa bile aynı şehirde, aynı okulda devam edebiliriz bence, dedi. 
Kısa bir sessizlikten sonra Eren:
-Bence Dudu haklı. Kendimize bir program yapalım ve haftanın dört günü birlikte çalışalım. Her gün bir arkadaşımızın evinde olalım, dedi. 
Bu fikir hepsi tarafından onaylandı. İlk olarak Merve’nin evinde buluşacaklardı ve yoğun bir tempo ile ders çalışacaklardı. Dudu, bir kaynak listesi oluşturdu ve tüm arkadaşlarının bu kitapları temin ederek ertesi gün Mervelerde olmaları gerektiğini söyledi. İster istemez hepsi bu fikri benimsedi. 
Ertesi gün okul çıkışı hep birlikte Merve’nin evinde toplandılar. Merve’nin annesi güzel yemekler hazırlamıştı. Yemeğin hemen ardından ders çalışmak için evin salonuna geçtiler. Merve’nin annesi, durumdan hayli memnundu. Sürekli çay, pasta servisi yapıyor, bir ihtiyaçları olup olmadığını soruyordu. Hayri bile ortamdan etkilenmişti. Anlamadığı konuları sürekli soruyor, bir şeyler öğrenmeye çalışıyordu. Tek mutsuz vardı: Merve. 
Bir saatlik ders sürecinden sonra küçük bir mola vermişlerdi ki Merve’nin yanlarında olmadığını fark ettiler. Bir süre beklediler fakat Merve dönmüyordu. Bunun üzerine Merve’nin annesine sordular Merve’yi. Annesi üç arkadaşını da yanına alarak Merve’nin odasının önüne geldi:
-Buyurun çocuklar, Merve ihtimal içerde şu an. 
Kapıyı açan arkadaşları Merve’yi bilgisayar başında buldu. Merve, arkadaşlarının odaya girdiğinin farkında bile değildi. Dünyadan uzaklaşmış bir vaziyette habire bir şeyler yapıyordu. Kocaman bir kulaklık takmıştı başına. Masayı yumrukluyor bazen tekme atıyor bazen de bağırıyordu. Yine kızdığı bir an sandalyeden kalkar kalkmaz arkadaşları ile göz göze geldi. Herkes suskundu. Merve, usulca sandalyesine oturdu. Kulaklığı çıkardı:
-İşte ben buyum, benim hayatım bu. Benim yapmaktan zevk aldığım tek şey bu. Evdeki hayatım bundan ibaret anlıyor musunuz, dedi ve ağlamaya başladı. 
Üç arkadaş sessizce bekliyordu. Annesi, öfkeli bir biçimde odayı terk etti. Dudu, Eren ve Hayri odada boş buldukları yerlere oturdular ve yerdeki halının desenlerini izlemeye başladılar. 
Sessizliği Dudu bozdu:
-Biz, senelerdir birlikteyiz ve ortak hedeflerimiz var. Yalnızca senin değil bu hatalı durum, biz de suçluyuz galiba. Neden şimdiye kadar farkına varmadık ki bu yaşantının?
Eren:
-Benim de durumum çok iyi değil ama bir yola girdik ve verdiğimiz sözleri yerine getirmemiz lazım.
Hayri bu esnada bilgisayara doğru yaklaştı ve fişini çekti. Daha sonra kabloları sökmeye başladı. 
-Bu günden sonra artık bu cihazla arkadaşlığın bitti. Ya bu cihaz ya da biz. Tercih senin.
Dudu:
-Ya bu odada sonsuza kadar küfleneceksin ya da bizimle birlikte güzel anılar biriktirmek için çalışacaksın. 
Merve, bulunduğu yerden kalktı. Hep birlikte ders çalıştıkları odaya yeniden geçtiler. Sessizdiler fakat anlamadıkları yerleri birbirlerine sormaya devam ediyorlardı. 
Birkaç hafta içinde çalışma sistemleri artık oturmuştu ve hepsinin derslerinde gözle görülür bir yükseliş vardı. Öğretmenler de aileler de durumdan memnundu. 
Büyük gün gelmişti. Sınav günü hepsinde de bir heyecan ve gerginlik vardı fakat sınavdan sonra hepsinde büyük bir huzur oluştu. Şimdi sınav sonuçlarını beklemek ve aynı şehirde okumak için plan yapmak zamanıydı. 
Kısa bir süre sonra sınav sonuçları da açıklandı. Merve, ara verdiği bilgisayar işlerine daha rahat devam edebilmek için bilgisayarla ilgili bir bölüm istiyordu. Dudu’nun tek amacı tıp fakültesiydi. Eren, hukuk fakültesinde okumak istiyordu. Hayri ise mühendislik bölümünün kendisi için uygun olduğunu düşünüyordu. 
Sınav sonuçlarının ilan edilmesinden sonra hepsi hepsinin aynı üniversitede okuyabileceği tek şehir vardı: Ankara.
Tercihlerini önce aynı üniversiteden yaptılar sonra da Ankara’daki başka üniversitelerden. Geriye yalnızca beklemek kalmıştı. Bir yandan da gidecekleri şehre dair araştırmalar yapıyorlardı. 
Yerleştirme sonuçları geldiğinde Dudu dışındaki herkes hayatının en büyük hayal kırıklığını yaşamıştı. Dudu, Ankara’da bir tıp fakültesine yerleşmişti fakat Merve; Antalya’da, Eren; Amasya’da, Hayri ise Adana’da istedikleri bölüme yerleşmişlerdi. İllerin nasıl böyle karıştığını anlamıyorlardı. Yollar ayrılmıştı fakat hepsi de bir üniversiteye yerleşmişti. Şehirlerin nasıl karıştığını kimse anlayamadı. İtiraz etmek için vakit de yoktu. 

21 Kasım 2024 Perşembe

DEDEMİN ELMASI



Hazal Göksu, Merve Hoşgiz

Dedemin son zamanlarda durumu hiç iyi değildi. Kulakları ağır işitiyor, gözleri iyi görmüyordu. Son zamanlarda ise gerçekle rüyayı, hayali karıştırmaya başlamıştı. Sık sık eski günlerden bahsediyor, gençliğini anıyor ve arıyordu. Sabahları uyandığında eskiden yaşadığı olayları anlatıyordu. Bazen de televizyonda bir gün önce izlediği şeyleri kendisi yaşamış gibi anlatıyordu. Bunların çoğuna alışmıştım fakat yine neredeyse her gün dedemin andığı bir konu daha vardı: elmas. Bir yerlere gömülü elmastan bahsediyordu. Define hikayeleri anlatıyordu ve onun sohbetinde en çok dikkatimi çeken de bu idi. 
Özellikle yalnız kaldığımız zamanlarda ona define hikayeleri anlattırıyor, köyümüzde, köydeki evimizde bir define olup olmadığını merak ediyordum. Sonunda dedem kimsenin olmadığı bir gün bana bir elmastan bahsetti. Bostanda gömülü bir elmastı bahsettiği. Senelerdir orada durduğunu söylüyordu. Her gün toprağın altında bulunan bu elmastan ara sıra bahsediyor merakımı daha da artırıyordu. Fakat o bu konudan bahsederken ottan, çöpten bahseder gibi anlatıyordu. Sıradan bir şeydi onun için bu konu. Bostanda, duvarların kenarında olduğunu söylüyor, sonra başka bir konuya geçiyordu. 
Havalar düzelip bahar gelince dedemin köyü görmesi gerektiğine ailemi ikna ettim. Hep beraber köye gidecektik, dedem temiz hava alacaktı. Benimse asıl niyetim ona elmasların yerini sormak ve bu elmasları kazıp çıkarmaktı. Dedemin anlattığına göre az buz değildi bu elmas. Belki torbalara, leğenlere koymak bile gerekebilirdi.  
Kısa bir yolculuktan sonra köyümüze ulaştık. Dedem çocuk gibi mutluydu. Her yere gitmeye çalışıyor, anılarını daha bir coşkuyla anlatıyordu. 
Annem ve babam etrafı biraz toparlayıp yemek hazırlamaya başladılar. Ben de dedemle birlikte bostana gitmek istediğimi söyledim onlara. Elimize kürek, kazma, çapa gibi araçlardan da almıştı. 
Bostana geldiğimizde dedem biraz duygusallaşmıştı. Burada eskiden yetişen meyvelerden, sebzelerden bahsetmeye başladı. Tam elmasın yerini soracaktım ki eliyle duvarlardan birinin dibini işaret ederek:
-Burası yer elması ile doluydu evlat, dedi.
-Şimdi burada mıdır onlar dede, dedim.
-Elbette, kazmayla duvarın dibini biraz eşelersen ortaya çıkar, dedi dedem.
Heyecanla ama usul usul kazmaya başladım duvarın dibini. Dedem halen sağa sola bakıyor, bir şeyler anlatıyordu. Kazdım, kazdım, kazdım. Elmasa benzeyen tek nesne yoktu. Etrafta kazılmış yerler vardı. Bu yerlerin kazılmış olması hiç hoşuma gitmemişti. Dedeme sordum:
-Buraları kim kazmıştır dede?
-Yer elmasının peşinde olan yabani tavşanlar zaman zaman böyle kazıyorlar, dedi dedem. 
Bu sözden sonra kazmayı daha hızlı vurmaya başladım yere. Toprak içinde patates gibi küçük parçalar çıkıyordu ama halen elmas namına bir şeyler yoktu. Yorulduğumu gören dedem yanıma geldi ve topraktaki patatese ya da turpa benzeyen şeyleri eline aldı:
-Bu kadar yer elması yeter. Daha fazla kazma istersen. 
Şaşkın şaşkın dedemin eline baktım. Yine bir şeyleri karıştırıyor galiba, diye düşündüm. Dedem elindeki nesneyi temizlemeye, soymaya başladı. Bunları eve götürüp yıkayalım. Lezzeti çok güzeldir, dedi ve ilave etti:
-Sen yoksa hiç yer elması yemedin mi daha önceden?
Dedemin “yer elması”nı yer elmas’ı olarak anlamıştım. Kimseye bir şey diyemedim. Dedeme bir süre üzgün üzgün baktım. Sonra topraktaki yer elmalarını topladım ve evin yolunu tuttuk. 
Annem ve babam yemek hazırlamıştı. Sizlere elmas getirdim diye bağırdım. Yer elması. 

AKŞAM

Emir Subaşı

Gün bitip de akşam olunca
Garip bir yorgunluk çöküyor üstüme
Uyusam uykum yok
Uyanık dursam açamıyorum gözlerimi
Galiba akşam olunca en iyisi
Yatmak
Ama uyumamak
Yalnızca tavana bakmak
Elbette yemekten sonra

Cumhuriyet 101 Yaşında

Merve Hoşgiz

Hepimizin özüdür özgürlüğüdür
Aydınlığın doğruluğun yönüdür
Yüz bir yıldır milletimin düğünüdür
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı

Karanlıkta bir güneştir asla sönmez
Cehalete düşmandır aman vermez
Yüz bir yıldır geleceğe ümittir hiç bitmez
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı

Dört yanımız düşmanla çevrildiğinde
Ata’m durma ileri, diye seslendiğinde
Doğdu yüce milletimin kutsal ellerinde
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı

Yüz bir yaşında bir yıldızdır şanlı Türk tarihinde
Bilimdir, ilerlemedir aydınlık zihinlerde
Işıktan bir taçtır gençliğimin geleceğinde
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı

BİR KAYBEDİŞ ÖYKÜSÜ

 
Emir Aras İmirhan

1. Bölüm: Hakkımı Geri Verin

Suyuf Azpara kartının işlem ücreti kesmesinden bıkmıştı. Hem neden bu kartı aldığını dahi bilmiyordu. Televizyonda Kuvvetlikart ve sağladığı kredinin fırsatlarını gördü. Bu karttan da almıştı ve eski kartını atmıştı. Reklamlarda sayılan fırsatların, ayrıcalıkların hepsi yalandı. Aslında yeni kartını daha etkinleştirememişti bile. Bu duruma bir çözüm arıyordu. Kuvvetlikart’ını etkinleştirmeliydi. Bu düşünce 1, 2, 3, 5, gün hatta 1 hafta boyunca devam etmişti. Suyuf bu düşünceyi durduramıyordu.
Sonradan öğrendiği bir bilgi onu rahatlatmıştı, kartını aktifleştirmesi için bir uygulama gerekiyordu.  Ama içinde hâlâ bir endişe, bir kaygı vardı. Söz konusu bu uygulama modluydu ve uygulama risk demekti. Risk, telefonun çöp olması demekti. Telefon çok paraydı. Para ise Suyuf'un asıl derdiydi.
Suyuf, borcunu ödemek için yeni kartı kullanmalıydı ve bu çaresizlikle modlu uygulamayı indirdi. Kuvvetlikart Kredi Mobil’i indirince şaşırtıcı bir şey olmamıştı. Ta ki uygulamayı açıncaya kadar. Uygulamayı açtığı anda telefonu bildirim yağmuruna tutulmuştu. Adeta çıldırmış gibiydi telefon ve bu esnada telefonun yanında duran kredi kartı küçük bir şiddetle patladı. Suyuf:
- Kart patladı!, diye bağırdı.
Çok korkmuştu. Bu bol reklamlı ve ucuz kartın uygulaması yüzünden elinde bir kart patlamıştı. Allah korumuş ki vücudunda hiçbir yara bere ve hasar yoktu. Evinde de çok fazla hasar yoktu. İnternette bu kart ve marka hakkında arama yapmış ancak mobil uygulamasından başka bir şey bulamamıştı. Hiçbir yorum da görünmüyordu. 
Tam bunları düşünürken kartı aldığı dükkânı hatırlamıştı. Bu kartı, merdiven altı bir dükkândan almıştı.  Neden tanıdık bir marka olmayan Kuvvetlikart’ı almıştı ki? Daha kötüsü neden merdiven altı bir dükkândan almıştı? Hatta dükkânın ismi “Merdiven Altı Shop”du. Bu saçma adı kim koyar ki? Hatta kim alır ki diyecekken hatırladı, bu dükkândan bu kartı kendisi almıştı.
Şimdi bunları düşünmenin zamanı değildi. Bir çözüm bulmalı ve haklarını aramalı, mağduriyetini ilgili yerlere iletmeliydi ama bunu nasıl yapacaktı? Karşısında kendisini muhatap alacak hiçbir kurum, site yoktu. Yalnızca kart aldığı dükkan vardı. Son zamanlarda her şeyi unutuyordu. Kafası hep bu işlerle meşgul olduğu için oluyordu bunlar. Dükkanın adını güç bela hatırlamıştı ama yerini hatırlamıyordu. Yine de dükkanı aramak için yola çıktı. Çoğunlukla gezdiği güzergâha ulaştı lakin etrafta hatırladığı hiçbir şey yoktu. Başka bir şehre gitmiş gibiydi. Bir an kaybolduğunu düşündü. Nerede olduğunu bulmak için telefonuna bakmak istedi fakat telefonu cebinde yoktu. Telaşla evden ayrıldığı için telefonu unutmuştu. Biraz ilerde ankesörlü bir telefon gördü. Buradan birileriyle iletişim kurabilir ve nerede olduğumu anlayabilirim, diye düşündü. Telefon kabinine girdi fakat aklında ne bir arkadaşının adı vardı ne de telefon numarası.  Çıldırmak üzereydi ki bir arkadaşının telefon numarasını hatırladı. Cüzdanında kart olarak ne varsa hepsini birer birer denedi görüşme yapmak için. Kartların hiçbiri işe yaramıyordu. 
Çaresizce dışarıya çıktı. Akşam, yaklaşıyordu. Az ilerde bir alışveriş merkezi gördü ve oraya doğru yöneldi. Amacı halen kendisini mağdur eden dükkanı bulmaktı. Alışveriş merkezine girdi, bir süre dolaştı. Artık hava kararmıştı. Alışveriş merkezi de tenhalaşmıştı, kapanmak üzereydi ki o esnada bir mağaza dikkatini çekti. Mağaza, binanın en alt katındaydı. Burada genelde oto yıkamacı vb dükkanlar olurdu. Böyle bir dükkanı ilk kez -1. katta görüyordu. Bir korku filminin içine düşmüş gibiydi. Dükkanın üzerinde Kuvvetlikart, yazıyordu. Tüm cesaretini topladı ve hakkını aramak için dükkana girmeye karar verdi. Dükkan boştu. Kapı açıktı. Tüm ışıklar yanıyordu. Etrafta kağıtlar, afişler, ilanlar vardı. Hepsinde de büyük fırsatlardan bahsediliyordu. Bunlara artık kanmam, hakkımı geri verin, diye bağırdı. Etrafta halen kimse yoktu. Cesareti iyice artmıştı. Bağırıyor, çağırıyor, boş masaları tekmeliyordu. Bu esnada omzunda sert bir el hissetti, ürkmüştü. Kalın bir ses:
-Beyefendi, bugün burada bağıran kaçıncı kişisiniz bilmiyorum ama burada kimse yok. Alışveriş merkezi kapanmak üzere. Sizi dışarıya alalım.
Suyuf, çaresizce dışarıya çıktı. Nerde olduğunu bilmiyordu ama evine gitmeliydi. Bilmediği bir yola girdi ve dümdüz yürümeye başladı. Nasıl olsa bir yerde ulaşırdı yolun sonu.  

DEVAM EDECEK...

20 Kasım 2024 Çarşamba

BEKLEMEK

Zeynep Ayten

Beklemenin yoruculuğunda
Alay ediyor sanki benimle akrep ve yelkovan
Koşuyorken her zaman dört nala 
Sürünüyor gibi ikisi de
Bir dairenin içinde

Beklemek bir rüyanın 
Benden uzaklara gidişini
Beklemek
Bir haftayı 
    Bir ayı 
        Bir ömrün bitişini

Beklemek, dönüşmek bir taşa 
Bulunduğun yerde sessiz sedasız
Beklemek, ürkütmemek kuşlarını
Sessizliğin, karanlığın odasında

Bir cümle beklemek ya da bir kelime
Binlerce kelimeden yalnızca bir tane
    Beklemek
        Bedeldir
            Ölüme 

GECE

Asya Zoroğlu

Geceler şimdi daha uzun
Hayır
Mevsimlerle alakası yok bunun
Çünkü gece bir yoldur
Yürünen sabaha karşı
Ve bilinmez nereye çıkacağı

Yol uzar
Gece de uzar
Yol kısalır 
Gece yine uzar
Dedim ya
Mevsimlerle alakası yok bunun

Geceler şimdi daha uzun
Çıkarken açık bırak ışıkları
Gündüzler ise varla yok arası
Karanlıkla alakası yok bunun

ÖNCE KİMDEN BAŞLAYALIM

Zeynep Akbulut


Önce benden başlamayalım
Çünkü en yorgunu benim bu hayatın
Çünkü kimse yokken buralarda 
Ben vardım

Önce benden başlamayalım
Mesela ondan başlayalım, şundan başlayalım
Dışardaki karanlıktan başlayalım
Günlerdir görünmeyen ay ışığından 
Kapıyı vurmadan aralayan görevliden
Koridorda gördüğümüz kravatlıdan başlayalım

İlla başlamamız gerekiyorsa 
Bitmek bilmeyen çarşambadan başlayalım
Tükenmez kalemlerin neden 
Benden daha önce tükendiğinden
Başlayalım yeni telefon modellerinden

Önce benden başlayalım
Evet benden
Yani işe yaramayan gözlüklerimden
Durup durup boşluğa dalmalarımdan
Unuttuğum hayallerimden
Önce benden başlayalım
Yalnızca benden 

19 Kasım 2024 Salı

ŞİFALI GOFRET

EMİR SABRİ ÜNSAL
EMİR KAAN ŞİMŞEK
MAHMUT ERAY ERBAŞ




Günlerdir ağzına bir lokma almamıştı. Açtı, susuzdu. Gözlerinin önünden yemekler geçiyor, burnuna sürekli yemek kokuları geliyordu. Yerinden kalacak gücü kalmamıştı. Açlık ona hayaller gördürmeye başlamıştı. Hiç değilse birazcık su olsaydı yakınında ve kana kana içseydi. Belki biraz o zaman kendine gelirdi fakat etrafa baktı, ne su vardı ne de yiyecek. Böyle planlamamıştı oysa. Yiyecek ve içecek sorunu yaşamamalıydı. Şimdi açlıktan ölmek üzere olduğunu hissediyor, tavana boş gözlerle bakıyordu. Keşke kapı çalsa ve birileri yemek getirse diye düşünüyordu. Ama ne kapı çalıyordu ne de gelen giden vardı. Pencereye baktı, pencerenin önüne kuşlar bile gelmez olmuştu. Yerinden kalkmaya çalıştı ama güçsüzdü. Uyusam iyi olur, diye düşündü fakat aç karnına uykusu da gelmiyordu. Biraz gözü dalsa ya yemek görüyordu ya içecek. Açlıktan ölmekten korkuyordu. Ertesi gün gazetelere manşet olmaktan korkuyordu. 21. Yüzyılda bir insanın açlıktan ölmesi ne demekti? Açtı, susuzdu. Keşke biraz kendisini toplayabilseydi. 
Ailesinden ilk kez bu kadar uzak kalmıştı. Ailesi, sabahın erken saatlerinde evden ayrılmış yakın bir şehirdeki akrabalarının düğününe gitmişlerdi. Onu ders çalışması için evde bırakmışlardı. Annesi bir hafta yeter, düşüncesiyle dolabı yemekle doldurmuştu fakat o, ikinci günün akşamında tüm yemekleri bitirmişti. Neler yoktu ki yemekler arasında; kuru fasulye, pilav, birkaç çeşit börek, köfte, makarna, mantı... Hatta dondurucuda balık ve lahmacun da vardı. İkinci günün akşamı oyun oynarken son lahmacun kırıntısını da bitirdiğini fark etmişti. Üstelik lahmacunun buzunu çözmeden yemişti. Lahmacunu cips zannetmiş, bir yandan oyun oynarken bir yandan kola ile lahmacun yemişti. Bir ara oyun bitince yediğinin lahmacun olduğunun farkına varmıştı ama iş işten geçmiş, lahmacun çoktan midesine inmişti. 
Şimdi tavana bakıyordu. Açtı, susuzdu. Ailesinin dönmesine hâlâ üç gün vardı ve oyun da oynayamıyordu. Parmaklarında bilgisayarın düğmesine basacak kadar bile güç kalmamıştı. Uzandığı yerden kalkamayacağını anlayınca kendini usulca yere bıraktı. Birkaç kez döndükten sonra sürünerek mutfağa gidebileceği aklına geldi. Ev sanki onun için ıssız bir çöldü. Sürüne sürüne mutfağın kapısına geldi. Buzdolabının kapısını açık bırakmıştı. Mutfak tezgâhı bulaşıklarla doluydu. Etrafta süt, meyve suyu tarzı bir şeyler aradı gözleriyle ancak sıvı yağ ve deterjan dışında bir şey yoktu. Deterjanın rengi hiç fena görünmüyordu. Musluğa uzansa biraz kendine gelebilirdi fakat kolunu sadece yerdeki gövdesinden birazcık fazla yukarıya kaldırabiliyordu. Ailesinin kendisini mutfakta açlıktan ölmüş olarak bulacağı anı düşündü. Hayır, ölmemeliydi. Bu esnada gözüne kiler kapısı ilişti. Kalan son gücüyle kilere doğru süründü. Kilerin kapağını açtığında kendisini bir anda ölmüş ve cennete düşmüş gibi hissetti. Her yerde makarna, bulgur, un tarzı gıdalar vardı. Bunları tüketmek onu birkaç gün daha hayatta tutmaya yeterdi. Bir makarna poşetine uzandı. En sevdiği makarna türüydü bu. Poşetle on dakika kadar boğuştu fakat açamadı. Diğer makarnalara uzandığı sırada önüne bir kutu gofret düştü. Bu daha önceden hiç görmediği bir gofretti. Düşer düşmez kutunun kapağı açılmış, bazı gofretler ezilmiş halde ortaya dağılmıştı. Yerden bütün parçalarını küçük küçük yemeye başladı gofretlerin. Yedikçe kendine geliyordu. Kutunun dibinde kalan son gofreti de yediğinde artık ölüm düşüncesinden kurtulmuştu. Bir hamle ile ayağa kalktı ve musluğa ağzını dayadı. Musluğu sonuna kadar açmıştı. Bir yudum, iki yudum, üç yudum, dört yudum… Midesi doluncaya kadar tazyikli sudan içti. Yaşamak güzel şeydi. 
Bir daha bu tarz mağduriyetler yaşamamak için yanına birkaç sürahi su aldı. Poşetini açamadığı makarnaları da aldı ve yeniden odasına geçti. Oyun masasını özlemişti. Bilgisayarını açtı. Ağzında halen gofretin tadı vardı. Midesinde değişik şeyler oluyordu. Başının döndüğünü hissetti. 
Kendine geldiğinde hastanedeydi. Ailesi de etrafındaydı. Annesi:
-Son kullanma tarihi on beş yıl geçmiş gofretten başka yiyecek bir şey bulamadın mı oğlum, dedi. 
Hâlen çok açtı. Susuzluğu biraz gitmişti ama açtı. Annesine üzgün üzgün baktı:
-Bulamadım anne, dedi. Bulamadım…

(DEVAM ETMEYECEK, ÜŞENİYORUZ.)

GÜNLERDEN BUGÜN

 
Hayrettin Eymen Bulut
 
Günüm sanki hiçbir gün değil bugün
Nedendir bilmedim içimdeki hüzün
Meğer böyle imiş senin de özün
Bu da senin yanına kalır mı sandın
 
Sözün söz değilmiş yeni anladım
Sadıksın sanıp güveniyordum
Sende biraz dostluk var sanıyordum
Ta ki günlerden bugün olana kadar

ŞİİRE YAKLAŞIRKEN

 



Utku Kerim Genç

Hikâye yazmak eğlenceli
Deneme yazmak da öyle
Hiç ama hiç 
Yormuyor beni
Zorlamıyor

Şairler nasıl buluyor
Nasıl yazıyor bir şiiri
Ben düşünemiyorum şiir yazmayı
Nasıl beceriyor şairler
Peş peşe dizeleri sıralamayı

Böyle böyle düşünürken
Bir şiir ortaya çıktı sanıyorum
Ama gerçekten bu bir şiir mi
Belki de şiire yaklaşıyorum

ŞİİR

 

Mehmet Çınar

Dökülüyor dudaklarımdan
Yazdığım dizeler
Geliyor aklıma
Umut beklemeliyim
Umutla

Şiirlerimin kaynağıdır bu
İşte bu 
Değişik hislerim

Bedenen yorgun olsam bile
Dökülüyor yine dizeler
Yazıyorum dört dize kâğıda
Ediyor bir kıta

Paslandım belki de ama
Gene dizeler dökülüyor

BİR YAŞLININ DİLİNDEN

Salih Taha Balta

Bir zamanlar kalkmazdı oyunlardan elim
Yiğit bir delikanlı idim
Ansızın bir savaş çıktı sonra
Cepheden cepheye gönderildim
Bir savaşta vuruldum
Gaziyim

Şimdi protezli ayağım belim
Dayandığım bastonda
Gençliğime hasretim

Gençlik neydi
Rüya mı, hayal mi
Hatırlıyorum gençlik hızlı koşan bir taydı
Git gide yavaşladı
Sorulduğunda bana
Gençliğin nerde kaldı
Diyeceğim onlara 
Gençliğimi zaman aldı

İLHAM

Salih Taha Balta

İlham gelmiyor neden
Dostum olan kalem
Atmışım bir kenara
Şimdi bir düşmandır bana
Yıllarca kullanmıştım oysa

Şimdilerde ilham bile düşman bana
Kalemim sanki bir yabancı
Defterim açılmıyor
Sayfalarını saklı tutuyor
İlham 
Ey ilham
Ben beklerken senin yolunu günlerdir
Niye uğramıyorsun bana
Ne olur sen de 
Benzeme bir düşmana

ÇOCUKLUK


Salih Taha Balta

Bilmezdim çocukken
Tehlikenin ne olduğunu
Güven içindeydim
Annemin kollarında
Güveniyordum ardımda duran
Dağ gibi babama

Şimdi anlıyorum savaştakileri
Sömürgeleri ve köleleri
Özlüyorum geçmişi
Babamı, annemi
İngilizce konuşuyorum
Özgür hissetmiyorum kendimi