12 Ekim 2024 Cumartesi

KATİL

Üner Taha Aydemir

Şimdilerde bir sızı var ruhumda
Kalbimi ağlatan
Memata istek uyandıran

Bir ağırlık büyüyor vücudumda
Kurtulmam gereken
Azaltmak neye yarar ki bu ağırlığı
En fazla bir yirmi bir gram 

Şimdilerde bir sarsıntı var ruhumda
Belki de fırtınalardır içimde kopan
Aklımı hüzne boğan
Başlatanı meçhul olan

Savurur düşüncelerimi etrafımda 
Yıkar duygularımı büyük bir hışımla
Ama kükrese de olanca inadıyla
Yıkamaz tek bir şeyi
Ruhuma kazıklarla çakılmış olan 
Mesut anılarımı 

Aslında biliyorum fırtınaları koparanı
Yakından tanıyorum hatta kendilerini
Artık bıkmış benden
Uzak duran zihnimden

Bu fırtınayı durdurmayı çok isterdim ama
Elimden gelmiyor ne yapsam da
Fırtınayı koparan bitirebilir dediler bana
İnanmıyorum ben bunlara

Çünkü gözlerim şahididir 
Bir katilin
Düşüncelerime zincir attıran
Duygularımda dolaşan
Beni çok iyi tanıyan
Ruhuma hançerlerle dizeler kazıyan

Kulaklarımsa şahididir
Şu sözlerin
İnsan kendinin katilidir

SIRADAN BİR CUMARTESİ

Betül Seyhan

Esaretinin bitmesine az bir zaman kalmıştı. Dışardan gürültüler geliyordu. Çıldırmışçasına ilerleyen araçlar, mevsimleri karıştırmış kediler, yüksek sesle konuşarak ilerleyen insanlar, yeni yanmış sokak lambaları. Tüm bu kaos içinde kendisini yorgun hissediyordu. Yorgundu… Gün boyu bir yerlere koşuşturmaktan. Yorgundu insanlara bir şeyler anlatmaya çalışmaktan. Yorgundu geleceğini düşünmekten. Yorgundu bu hayatta yaşamaktan. Oysa daha hayatın başında olduğunu söylüyordu ondan yaşı büyük olanlar. Başında bir ağrı hissediyordu. Ağrı Dağı büyüklüğünde bir ağrı. Küçüklüğünde bu ağrı hiç yoktu. Küçüklüğünde mutluydu, neşeliydi. Mutlu… İnsanlar çocuklarına artık böyle isimler koyuyordu: Mutlu, Mesut, Bahtiyar…
O sırada kanayan parmağı gözüne çarptı. Belki de stresten yolduğu tırnak kenarları kanıyordu. Ne zaman gelmişti bu aşamaya, değer miydi kendini bu kadar hırpalamaya? Kahverengi ojesine baktı. Sonbahar çağırışımı yaptığı için sürmüştü tırnaklarına. Baştan sona sonbaharı yaşamak için oysa hayatının baharındaydı. Öyle diyorlardı en azından. Bu nasıl bir bahardı, anlamıyordu. Bahar böyle ise yaz nasıl olacaktı? Sonbahar ve kış nasıl olacaktı? Bunları düşünmemeliydi. 
Esaret bitecek ve eve koşması gerekecekti. Koşamazdı, otobüs bekleyecekti. Otobüs ihtimal tıklım tıklım olacaktı. İnsanlar sebepsiz bir yerden bir yere kendilerini taşımaktan son derece mutlu. Kimi bebek arabasıyla binmeye çalışacaktı otobüse kimi emekli kartı ile binip bir sonraki durakta inecekti. Otobüste gitmesi gereken o, ihtimal bu kalabalıktan sıkılıp evine birkaç durak kala inecekti. Eve varmadan oksijen almalıydı. Bu kadar zor olmamalıydı hayat. Zoruna gidiyordu bazen bu şekilde yaşamak. Tüm bunları düşünürken esaret bitmişti. Yola çıktı. Otobüs beklerken önünden geçen bir tekerlekli sandalyeye baktı. Sandalyede oturan kişi kendisiyle aynı yaştaydı. Gökyüzüne baktı, derin bir ah çekti. Yaşadıklarının zor olmadığını hatırladı. Bu esnada otobüs gelmişti. Otobüste çantası gövdesinden daha ağır öğrencileri gördü. Kalın gözlüklü öğrenciler. Beli bükülmüş yaşlılar. Bu kez her zamankinden de kalabalıktı otobüs çünkü günlerden cumartesiydi. Otobüs şoförü hemen elinin altındaki düğmeyi çevirdi ve bir şarkı yankılandı otobüsün içinde:
"Yalnızım uçurum kıyısında
Hayat ve ölüm arasında
Tüm hayatım akıp geçiyor
Ayaklarımın altında"

Betül Seyhan

Nereden koptuğunu anlamadığım
Bir fırtınanın içindeyim kaç zamandır
Direniyorum büyük bir çınar gibi
Savrulmamak için bastığım yerden

Umudum gökyüzünde, bulutların ardında
Doğacak güneşi bekliyorum sabırla
Bu sonsuz savruluş bitsin saçlarımda, eteklerimde
Kuytularda açılmış çiçekler gibi
Baharı göreyim ben de 

BİBER DOLMASI

Betül Seyhan

Nasıl bir cümle kuracağımı bilemiyordum. Tamamen yabancısı olduğum bir mekandaydım. Gün batmak üzereydi. Mevsim sonbahardı ama yaz gitmek niyetinde değildi. Bir şeyler söylemem isteniyordu; bir kelime, bir cümle. Susuyordum. Alışmayı umuyordum bu duruma. Düşündüm sessizce, konuşmanın ucunda ölüm yoktu. Bir şeyler söylemenin, aklıma gelenleri dile getirmenin. Zaten öyle demişlerdi: Sen sadece konuş, söyle, anlat. Sorulara cevap ver. 
Bekliyorlardı. İki kişiydiler ve bir şeyler söylememi bekliyorlardı. Dışardan çocukların sesleri geliyordu. Çığlık çığlığa sesler. Onların yerinde olmak ister miydim? Bu sorunun cevabını düşünmek için vaktim yoktu. Bir şeyler söylemem gerekliydi artık. Derin bir nefes aldım ve sözcükleri zihnimde sıraladım:
-Ne anlatayım, dedim. Boşluğa düşen bu cümle benim değildi aslında. Nasıl olmuşsa ağzımdan çıkmıştı. Oysa farklı bir şey diyecektim galiba. Ama sessizliği bozdu bu cümle. 
Gerginlik biraz azaldı. Yaşlıca olan kişinin yüzündeki sert tavır yumuşar gibiydi. Başını yerden kaldırmadan:
-Ne anlatmak istersiniz bizlere, dedi. Mesela okuduğunuz son kitabı mı, izlediğiniz son filmi mi, en sevdiğiniz yemekleri mi?
Şaşkındım ama sessizlik bozulduğu için rahatlamıştım. 
-Dilerseniz size en sevdiğim yemeğin tarifini anlatabilirim, dedim. 
Bu öz güven nereden gelmişti, bilmiyordum. Kovulmam mümkündü fakat kimse çık dışarı demiyordu. Devam ettim:
-Dolmalık biber seçiminden başlayalım işe. Çok iri olmamalı ama ufak da olmamalı. Üzeri naylonumsu biberlerden uzak durmalısınız. Önce biberlerin saplarına parmağınızla bastırmalısınız ve geri çekmelisiniz. Tüm biberlere bu işlemi uyguladıktan sonra sıra iç harcını hazırlamaya gelir. Bu arada sormayı unuttum, siz biber dolmasını etli mi seversiniz, etsiz mi?
Kendilerine soru sormam bir an yüzlerinde bir endişe oluşturdu fakat ikisi aynı anda cevap verdi:
-Etsiz.
-Etsiz biber dolmasının çok lezzetli olacağını zannetmiyorum. Dilerseniz başka bir şey anlatayım. 
Yaşlı adamın yanında duran kişi saatine baktı. Yaşlı adama işaret verdi ve ilave etti:
-Zaman bizim için hayli kıymetli. Şayet anlatacağınız başka bir şey yoksa daha fazla birbirimizin vaktini almayalım. 
Tam da kelimelerim artık peş peşe gelmeye başlamıştı. Hatta oturup çay isteyesim bile gelmişti. Usulca kalktım, kapıya yöneldim. Tam kapıdan çıkarken annemin sesini duydum. Hayli uzaktan geliyordu ses. 
-Kızım, okula geç kalıyorsun. Haydi artık uyan.

KIYAMET


Üner Taha Aydemir

Bir ağaçsın dağ başında
Dimdik duran tek başına
Fakat çürümüşsün içinden
Kurumuş dalların
Üstüne kazınmış 
Gerçekleşmeyecek birkaç hayal

Bir uçurtmasın takılmış tellere
Kırılmış çıtaları 
Artık çocukların istemediği
Aşağıdan çekiştirenin olmadığı

Bir bastonsun eskimiş kulpu
Çok kullanılmış zamanında
Sonra bırakılmış bir kenara
Vefa hissedilmeyen artık
Unutulmuş bu diyarda

Fark edilmek için nara mı atmalı
İnsan insan olduğu için
Kabul olamaz mı

Vuslat da bile hicran olamaz mı
Mahzun mısralar gibi
Kalbin kanayamaz mı

Öleceğini bile bile yaşamak nedir ki
Ya da güneşin açacağını bile bile
Yağmuru dinlemek
Bunların bir anlamı var mı ki

Belki de vardır bir anlamı 
Çünkü yağmur yağınca herkes eğer başını 
Nemlidir yüzleri
Suçlarını kabul eder gibi

Kalabalıkla muhatsın
Fakat etrafın kalabalık diye
Yalnız kalamaz mısın
Belki de sensin
Kalabalığı bu yalnızlığın

İstersin bir zat-ı muhterem yanına
Olmak için zat-ı muhterem sen de ona
Olamayacağını anlayınca
Kalır bunun da müşkülatı sana
Çekersin cefasını ömrün boyunca

Başkalarını kazanmak için çabalarken
Kendini kaybedersin
Böylece en büyük nankörlüğü kendine edersin
Çabalamazsan da kalırsın yalnızlığın kollarına
Yanarsın yaptığın duygu hamallığına

Hiçbir şey hissetmiyorsam
Gerek var mı mısralara
Bir ses duyarsın
Bu keyfekeder yaşayan sokaklarda
Yalnızlığım mı haykırıyor
Yankılanan duvarlarda
Başlarsın yalnızlığa itimada
Sonra anlarsın 
Yalnızlıktır acı veren aslında

Ardından fark edersin
Hissetmektir hissizlik
Yalnızlığın sana armağanı olan
Bu bitkinlik 

Çıkarsın bir dağ başına
Kazırsın birkaç hayal
Oradaki ağaca
Belki güneş batıdan doğar da
Kavuşurum duygularıma

ADI OLMAYAN SUÇ

 Asya Kılcı

Kadın olmak mıydı benim tek suçum
Bu dünyaya
Kadın olarak gelmek miydi
Annemin karnından
Bir kız çocuğu olarak
Çıkmak mıydı benim tek suçum
Bunun için mi kopardınız beni hayattan
Yoksa bu dünyaya
Fazla mıydım ben
Daha gençliğimin baharındayken
Ne istediniz benden

 

HİKAYE İÇİNDE HİKAYE

 1. BİR HİKÂYE YAZAMAMAK

NURGÜL ASYA KILCI, ZEYNEP YURTTAŞ, KAAN ERDOĞAN, MEHMET ZAHİD ÖKTEN, MİRAÇ KAĞAN GÜLER, TAHA METİN YILDIRIM, SELİM KURT, TUNAHAN CEYLAN

Dersin son dakikalarıydı. Herkes yorulmuştu ama dersten değil hem teneffüsteki şamatadan hem de önlerinde bulunan sayfalar dolusu sorulardan. Sorular sınavla ilgili değildi. Sorular anket sorularıydı ve şuna benziyordu:
-Aranızda çikolatalı gofret sevmeyen var mı?
Galiba yoktu. Kitaba başlamadan önce bir sponsora ihtiyacımız olduğunu da bildirmemiz gerekliydi lakin kime söyleyecektik bunu ya da kim bize sponsor olmak isterdi. 
Anket yormuştu bizi epey. Özellikle Ökten sekiz kişinin arasında anket sorularından en çok yorulanıydı. Bu satırlar yazılırken halen anketin sonuna gelememişti. Aslında Metin de biraz zorlanmıştı fakat güç bela teslim edebilmişti. Asya ve Zeynep bir ara daksille uğraşıyordu. Kim bilir hangi büyük yanlışlarını daksille kapatma ihtiyacı hissetmişlerdi. Sınıf, bunun farkında değildi. Miraç boşluğa dalmıştı. Uzaklara bakıyordu. Avusturya maçını düşünüyormuş. Belki Avusturyalılar da şu anda Miraç’ı düşünüyordu. 
Yaz olsun, dedi. Yaz olacak olan neydi? Başlayacakları hikâyenin mevsimiydi belki. Belki de 3. Dünya Savaşı’nın tarihini kararlaştırıyorlardı. Yaz, diye başlamıştı hikâye. Yazılıyordu söylenilen her şey. Yapışkan tuşlar açık mı sizde, diye sordu biri. Gözlüklü olan, geçen gün havaya uçtuğunu iddia ediyordu. Galiba 3. Dünya savaşında bir mermi olduğunu düşünüyordu. Bunları okuyanları düşündü bir başkası. Nasıl da yazmışlar, diye içinden geçirirdi kesinlikle bunları okuyanlar. 
Teneffüste kütüphanede bisküvi yiyerek pencereyi açan ve küçük çocuklara sataşıp pencereyi geri kapatanlar da var içimizde. O küçük çocuklar da camlara tıklatarak karşılık vermiş ama tüm bunların 3. Dünya savaşı ile bir alakası yok. Aslında savaş gibi şeyler olmamalı belki de küçük gıcıklıklar savaş yerine geçebilir. 


2. ACI İÇİNDE H/ACI

NURGÜL ASYA KILCI, ZEYNEP YURTTAŞ, MEHMET ZAHİD ÖKTEN, MİRAÇ KAĞAN GÜLER, TAHA METİN YILDIRIM, SELİM KURT

Neyse ki anket işi bitmişti. Derin bir nefes almıştı herkes. Dışardan araç sesleri geliyordu. Ekim ayındalardı lakin yaz mevsimi hiç bitmemiş gibiydi. Derslere yoğunlaşmak çok zordu sıcak havalarda. Teneffüslerde koşup terledikten sonra sucuk kıvamında sınıflarda oturmak zordu. 
Hacı, o sene 11. sınıfa geçmişti. Bazen geriye dönüp düşündüğünde bu sınıfa kadar nasıl gelebildiğine kendisi de hayret ediyordu. Üstelik fen lisesindeydi. Gece gündüz ders çalışan arkadaşları bile girememişti bu okula. Ben girdim de ne oldu, diye düşünüyordu. Seneye bu okul da bitecekti ve sırada başka okullar vardı mutlaka. Bu esnada başka bir soru geldi zihnine. Neden 12. sınıftan sonra üniversite 13. sınıf, 14. sınıf diye devam etmiyordu? Belki de hayatımızın okulda geçtiğini fark ettirmemek için üniversitede yeniden sınıflar 1. Sınıf, 2. sınıf olarak devam ediyordu. Hacı’nın kafasında soru işaretleri devam ediyordu. Bir yılın kaç gününü, bir ayın kaç haftasını, bir günün kaç saatini okulda geçirdiğini hatırladı. Hayatın anlamı ne, diye sorulsa galiba cevap: Okulda geçen bir şey, şeklinde olurdu. Bir de sınavlar vardı. Bitmeyen, yeniden başlayan, ikincisi yapılan, denemelerle devam eden sınavlar, sınavlar… Okul bitince bile sınavlar devam ediyordu. Annesi, babası bile zaman zaman bazen sınavlara giriyorlardı. Hacı, yoruldu. Düşünmekten yoruldu. 
Yorulduğunu hatırlayınca örümceğini çağırdı Hacı. Kaç yıldır odasında bir örümcek besliyordu ve ailesi bunun farkında değildi. Hatta birkaç kez annesi odasını temizlerken örümceğine kıymasın diye onu cebinde okula götürmüştü. Örümceğine bir de isim vermişti: Ankebut. 
Ankebut, onunla konuşmuyordu fakat onu dinliyordu. Hacı, okuldan gelir gelmez tavandan onun yanına iniyordu. Aslında Hacı, Ankebut’u ilk gördüğünde ondan ürkmüş hatta onu öldürmeyi düşünmüştü. Sonra pencereden atmayı da düşünmüştü fakat seyrettiği bir film aklına gelmişti: Örümcek Adam. Belki de bu örümcek onun kaderiydi. Bir süre kendisini ısırması için bekledi fakat örümcek onu ısırmıyordu. Hacı, örümceği ısırmayı düşündü fakat bu da imkansızdı. Günlerce bekledi Hacı, hayatında bir değişiklik olmasını. Şu an yaşadığı hayatın sorumlusu biraz da Ankebut’tu. Nedense onun yüzünden hayallere kapılmıştı. Arkadaşlarından ayrılmıştı. Ankebut, onun kimselere söyleyemediği sırrıydı. Zaten ailesine ya da arkadaşlarına söylese bir örümcekle arkadaş olduğunu ihtimal bir süre sonra tedaviye götürürlerdi onu. Oysa hayatından memnundu. Öyle böyle derken iki samimi arkadaş olmuşlardı. Hayat, okul dışında fena sayılmazdı. 
Geride kalan üç yılda neler yaşamamıştı ki onunla. Birkaç kez okulda Ankebut sayesinde sınavlardan kurtulmuştu. Çantasından çıkarıp duvara bıraktığında tüm sınıf çığlık atarak kaçışmıştı. Hatta öğretmen bile sınıfa girememişti onu görünce. Herkesi sınıftan çıkarmış ve Ankebut’u çantasına yerleştirdikten sonra bir kahraman ilan edilmişti. 
Birkaç kez de pikniğe götürmüştü onu. Belki Ankebut’un akrabalarına rastlarım ve emaneti teslim ederim, diye düşünmüştü fakat Ankebut eşsiz bir örümcekti. Üzerinde rengarenk desenler vardı. Bir sanat eseri gibiydi gövdesi. İnsanlar neden ürküyordu ki ondan.
Ankebut, bu esnada çağrısını duymuştu Hacı’nın ve yanına inmişti. Daha önce hiç hissetmediği bir şey hissetti Hacı: Ya Ankebut kaybolur veya ölürse…
Bu düşünceden sonra içine bir acı çöktü Hacı’nın. Daha önce hiç yaşamadığı bir kaybetme korkusu git gide içinde büyüyordu. Ankebut’a sordu:
-Ya bir gün gidersen ya da birileri seni ezerse ben ne yaparım Ankebut kardeş.
Ankebut’tan ses gelmedi. Zaten hiç gelmemişti. Bir süre sonra bu düşünceleri zihninden attı. 
Günler, haftalar, aylar her zamanki hızıyla geçiyordu. Hacı, artık 12. Sınıfa geçmek üzereydi ve etrafındaki arkadaşları yine çıldırmış gibi ders çalışıyordu. Hacı, bu kez biraz endişeliydi. Fen lisesinde okuyordu okumasına fakat çalışmadan üniversite sınavında ne yapabilirdi ki? Galiba biraz toparlanması gerekiyordu. Sonuçta 12 senenin meyvesini alacağını söylüyordu öğretmenler. Oysa meyve manavda olurdu. 
Yine okuldan döndüğü bir gün Ankebut’a seslendi fakat Ankebut gelmedi. Bir süre sonra bir kez daha, bir kez daha seslendi. Ankebut yine yoktu. Belki de korktuğu şey başına gelmişti. Her yeri aradı. Bütün çekmecelere, yatağının altına, peteklerin arkasına baktı, nafile. Ankebut yoktu. Acaba kaçmış mıydı, saklanmış mıydı ya da bir yerlerde ölmüş müydü? 
Bütün odasını altüst etti. Bir yandan da kısık sesle bağırıyordu:
-Ankebuuut, dostum, arkadaşım, neredesin?
Önceleri Ankebut’un öldüğünü düşündü Hacı. Sonra annesinin süpürge ile çektirmiş olabileceğini düşündü. Böyle bir şey olsa annesi mutlaka söylerdi. Cesedi yoktu ortada. Cesedini bulsa bir saksının dibine mezar yapmayı bile düşündü. Senelerdir dertleştiği arkadaşı, ardında bıraktığı yalnız genci düşünmeden gitmişti işte. 
Köşelere baktı Hacı günlerce. Belki ondan bir iz, bir desen, bir ağ bulurum düşüncesiyle fakat yoktu. Ankebut’a dair saklayacağı bir hatıra bile kalmamıştı geride. 
Okullar tatil olmuş ve 12. sınıfa geçmişti. Ailesinin onun için aldığı üniversiteye hazırlık kitaplarını gördü masasında. Oturdu, kitaplardan birini açtı ve çalışmaya başladı. 

3. BİZCE TAMAM YA SİZCE

Anket yoktu, sınıfta iki kişi de eksikti. Oturdular ve acıklı bir hikaye yazdılar. Ön sırada oturanlardan biri:
-Bu hikaye burada bitmemeli, dedi. 
Bir diğeri:
-Artık çok geç, Ankebut Hakk’ın rahmetine kavuştu, dedi. 
Duvar dibinde oturan iki kız öğrenciden biri üzülüyor, diğeri ise tebessüm ediyordu. Ankebut’u düşünen üzülüyor, Hacı’yı düşünen tebessüm ediyordu belli ki. 

GİZEMLİ SESLER


Gamze Sena Kuyucu
Okula başlamadan önce aslında hiç aklımda bu tarz şeyler yoktu. Sıradan bir okul olduğunu düşünüyordum kasabamızdaki okulun. Çocukluğumdan beri bahçesinde oynadığım, etrafında gezindiğim bu okulun içinde bir de Z-Kütüphane vardı. Orasını da çok severdim ve eğlenceli bulurdum. 
Nihayet ben de bu okulun öğrencisi olmuştum artık. Üç katlıydı okulumuz ve ben üçüncü kattaki sınıflardan birindeydim. Ayrıca okulumuzun bodrum katı spor ve konferans salonu olarak kullanılıyordu. Bu katın bir kısmı da yemekhaneydi. 
Halk oyunlarına çocukluktan beri ilgim vardı ve okulumuzda halk oyunları kursu açılmıştı. Halk oyunları çalışmasını okulumuzun zemin bodrum katında yapıyorduk. Eğlenceli birkaç çalışmadan sonra öğretmenimizin gelmediği bir gün garip şeyler olmaya başladı. Her şey buradan sonra başlıyordu aslında. 
Arkadaşlarımızla kendi kendimize çalışırken okulun arka kapısının bulunduğu yerden garip bir ses gelmişti. Önceleri umursamadık fakat sesler git gide sıklaşıyordu ve artıyordu. Bu sesi galiba sadece biz duyuyorduk çünkü başkaları da duysa mutlaka tepki verirdi. Üstelik herkes dersteydi. Bu ses nereden geliyordu, kim çıkarıyordu? Korkulacak bir durum değildi ya da öyle düşünüyorduk. Kocaman, kalabalık bir okuldu burası ve herkes derste, sınıfındaydı. 
Halk oyunları çalışmasını bırakarak sesin geldiği yöne doğru gitmeye karar verdik. Burası, öğretmenlerimizin bize yasakladığı alandı. Merakımıza yenilerek o tarafa doğru gitmeye karar verdik. Madem öğrencinin girmesi yasaktı buraya, o halde sesleri kim çıkarıyordu? Sorular, sorular, sorular… 
Zemin katın merdivenlerinden bir gölge gibi hızla ilerledik ve kameraların göremediği kör noktadan seslerin geldiği yöne doğru sessizce ilerledik. Kalbimiz ağzımıza gelmiş gibiydi. Yaptığımız belki iyi bir şey değildi fakat bizi kendisine çeken bir şeyler vardı. Her yere baktık fakat ses çıkarabilecek bir şeyler, kimseler yoktu. 
Üstelik okulumuzun arkasındaki yıkılmış, terk edilmiş evleri ilk kez bu kadar yakından görüyorduk. Hayalet bir kasaba gibiydi burası. Kimler yaşamıştı, neden terk etmişlerdi, sahipleri acaba neler yaşamıştı? Soruların ardı arkası gelmiyordu. Evler, hep birbirine benziyordu ve sıra halindeydi. Kafamızdaki soruların cevaplarını verebilecek kimse yoktu. Artık derslere, sınıfa dönüş vaktiydi. 
Akşam olduğunda yaşadıklarımızı aileme anlatıp anlatmamakta önce endişe duydum fakat anlatmam gerekiyordu. Yemekten sonra anneme konuşmamız gerektiğini söyledim. Annemin rengi değişmişti. Korkmuş görünüyordu ama meseleyi ona anlatınca yüzündeki gerginlik silindi. Tebessüm etmeye başladı ve şöyle dedi:
-Bu yaşadığınız şeyler senelerdir ara sıra anlatılır kasabada ama kimse önemsemez. Evlerin niçin terk edildiğine dair kimsenin bir fikri yok fakat okulun bulunduğu yerin daha önceden mezarlık olduğu söylenir. Bu söylenti de zaman zaman senin anlattığına benzer olayların yaşanmasıyla ilgili olabilir. 
Aslında korkunç bir şeydi bu fakat annem öyle doğal ve içten anlatmıştı ki tüm endişelerim silinmişti. Ben de tebessüm etmeye başladım. 
Ertesi gün arkadaşlarıma bu konuyu anlatmayı düşünüyordum fakat onlar da ailelerinden aynı hikâyeyi duymuşlardı. Şimdi halk oyunlarına devam etmek vaktiydi. 

BİTMEYEN SAVAŞ

 

Elif Serra Yıldırım

Dünya kuruldu ve başladı savaşlar
Hep vardı büyük kavgalar
Habil ve Kabil’den beri 

İnsanlar oturup düşünmek yerine barışı
Tercih ettiler savaşı
Düşünmediler kardeşçe yaşamayı
Unuttular güvercinlerin cıvıltısını
Çiçeklerin kokusunu
Unuttular kardeşliğin coşkusunu

Kin, nefret, gözyaşı
Yüzyıllarca sardı dünyayı
Bununla da kalmadılar 
Savaş aletleri icat ettiler 
Daha çok insan öldürmek için
Üzerine insan kardeşlerinin
Bombalar dökmek için

Oysa kimseye kalmayan bir yüzü var dünyanın
Kimseye kalmayan büyülü bir servet
Dünyaya sahip olmak isteği

Kardeşçe yaşamak varken bu dünyada
Bunca kin, öfke, gözyaşı
Düşünüyorum niye
Niye
Niye



SONSUZ AYDINLIK

Ekin Akçay

Ne tuhaf şey bu gözlük dedikleri. Gözlükleri sadece gözü bozuk olanlar mı takar? Bence hayır, güneş gözlüğü gözlük değil mi? Yüzücüler, keskin nişancılar gözlük takmıyor mu? Gözlük, çoğu zaman hayatı kolaylaştıran, sağlığı koruyan bir aksesuar olarak da günlük hayatımızda yer alıyor. 
Aslında gözlük, insanlar için bakış açısını değiştiren, insanın farklı dünyaları görmesini sağlayan bir aygıt. Mesela güneş gözlüğü… Güneş gözlüğünden baktığımızda etrafımız başka, gözlüksüz baktığımızda başkadır. Gözlük, beynimizin algısını değiştirmeye yeten bir pencere. Hayat boyu gözlük takmaya mahkûm olanlar da var. Gözlük takmayanlar belki gözlükle yaşamak zorunda kalanlara göre daha şanslı, bilemeyiz. Belki de memnun çoğu insan taktığı gözlükten, gözlük numaralarından. Zaten gözlüğünü beğenmeyen de lens takıyor günümüzde. Renkli lensler de var, göz rengini beğenmeyenler için ama konumuz bu değil. Konumuz sadece gözlük. 
Gözlük ilk kez hangi çağda kullanılmaya başlandı. İlk kez gözlük takan kimdi? Gözlük takmaya acaba süs olarak mı ihtiyaç duydu yoksa gerçekten gözlerinde sorun mu vardı? Gözlüğün tarihi galiba henüz yazılmadı fakat ihtiyaç var böyle bir çalışmaya. 
Büyük ihtimalle ilk gözlükten sonra gelişti sualtı gözlüğü, güneş gözlüğü ve diğerleri. Belki de ilk gözlük astronotlar tarafından kullanıldı. Bu soruların hepsinin cevabına ulaşmak mümkün asılında fakat ben gözlüğün bendeki yerinden, çağrışımlarından memnunum ve bunlardan bahsetmeye devam edeceğim. 
Gözlüklü bir arkadaş mesela ya da gözlüklü bir nine, dede… Bunlar hayatın güzel manzaraları. Düşünün bir kere, gözlük olmasa yaşlı insanlar hayatlarına nasıl devam edebilir. Bir nine nasıl örgü örebilir. Bir öğrenci nasıl tahtayı görebilir. 
Gözlüğü icat eden her kim ise tarihe adını büyük harflerle yazmak gerek. Tamam Edison ampulü bulmuş olabilir ama gözlüğü icat eden kişi da az insanın dünyasını aydınlatmadı ve aydınlatmaya devam ediyor. Üstelik yalnızca gecelerini değil insanların gündüzlerini de aydınlatıyor. 

BENİM HİKÂYEM

 

Elif Naz Özden

Yıl, bilinmez. Zaman, hiç belli değil çünkü böyle bir şey yok burada. Burası Plüton ve ben Elif Naz Uzce’de yani uzaylı dilinde adım Alziere. Yani ben uzaylıyım. Var olduğumda yanımda iki kişi vardı. Birisi benim için gönderilen bir abla diğeri de benim sonsuza dek arkadaşım olacak biri. Benim için gönderilen ablanın adı Uzrilan. Arkadaşımın adı ise Sumrate idi. Aslında herkes uzaylıların yeşil renkte ve gözlerinin ise koyu yeşil olduğunu düşünür ki bu düşünce tarzı çok yanlıştır. Rengimiz aslında mor tonlarında, gözlerimiz ise gridir. Burunlarımızın olmadığı düşünülür fakat aslında insanların burunlarından çok daha kusursuz burunlarımız vardır lakin burun bizde koku almaya yaramaz. Tam tersine biz burunlarımızla duyarız çünkü kulaklarımız yoktur. Kokuyu da ağzımızla alırız. Genelde boylarımız aynıdır ve büyümeyiz çünkü zamanın bizde olmadığını söylemiştim. Büyümek zamanla gerçekleşen bir şeydir. Sayılar bizim dünyamızda en fazla 7’ye kadardır. Burada yapacak çok fazla bir şey olmamasına rağmen sadece bize verilen görevli ve arkadaşımızla konuşabiliriz çünkü her birimiz için farklı bir konuşma tarzı vardır ancak dilimiz aynıdır. Biz yemekle beslenmeyiz. Beslenme ihtiyacımız yoktur. 
Benim yaşadığım yerde canlıların saçları yaşlarına uzar ve yukarıya doğru büyür. Saç tellerimiz örgü şişi kalınlığındadır. Kimse kimsenin saçını çekemez bu yüzden. Burada bulduğumuz her şeyi yiyebiliyoruz ve her şeyin tadı çok güzel. Yediklerimiz bizde kilo yapmaz. Yediklerimizin bizim büyümemize bir etkisi yoktur. Burada yemek ve içmek sadece bir eğlence, etkinliktir. Burada taşıma aracı bulunmaz çünkü ihtiyacımız yok. Zıplayarak ilerleriz. Ulaşmak istediğimiz yere göre ayaklarımızı ayarlar ve zıplarız. Kovalamaca bile oynayamayız çünkü bazıları çok çok uzaklara zıplar oynamaya kalkışınca. İşte böyle bir yer benim Plüton’um yani dünyam ve işte böyle biriyim ben. 
Yine bir gün arkadaşlarımla zıplamaç oynarken bir anda ablam geldi ve bana Plüton’un gezgenler listesinden çıkarıldığını söyledi ve bu gezegenden kaçmamız gerektiğini söyledi. Sonra yanımızda portallar açılacağını söyledi. Çok geçmeden yanımızda portallar açıldı ve ben ablamın yanına sığındım. Hangi portaldan geçeceğimi bilmiyordum. Portallar renkli renkliydi. Ben şaşkın şaşkın bakarken ablam kolumdan beni tutarak sarı renkteki portalın içine zıpladı. Sonra kendime geldiğimde dünyada gözlerimi açtım. Yepyeni bir dünyada formatlanmış bir bilinçle gözlerimi açmıştım. Uzun süre bir anlam veremedim fakat belleğimi kullandıkça geçmişi hatırlamaya başladım ve yukardaki olayları bir sıralama ile yeniden zihnimde yapılandırdım. Bu durum yaklaşık on senemi aldı bu dünyada. Şimdi biliyorum ki ben bu gezegenin yabancısıyım. Buraya ait değilim ama yine de rolümü iyi oynamaya çalışıyorum. Dünyayı seviyorum. Dünya sevilecek bir yer. Yeteneklerimin çoğunu kaybetmiş olsam da zamanla çalışarak bazılarını yeniden bulacağıma inanıyorum. Mesela zıplama yeteneğimi geliştirmek için her gün yüzlerce kez ip atlıyorum. Bir süre sonra yeniden zıplayarak yürüyebileceğimi düşünüyorum. İlkel ulaştırma araçlarına ihtiyacım kalmayacağına inanıyorum. 
Burası Plüton değil ve Alziere’yi kimse tanımıyor henüz. Herkes bana sadece Elif Naz diyor. Belki günün birinde tüm dünyalılara Uzce’yi yani uzaylı dilini öğretirim ve  adımın Alziere olduğunu bilirler o zaman. 


ZAMAN AĞACI


Beste KAYA
Bir yaz günüydü. Güneş yerini aya bırakmıştı. Mary ve ailesi yürüyüşe çıkmışlardı. Mary’nin dikkatini büfenin önündeki pamuk şekerler çekmişti. Mary hemen pamuk şekerlerin yanına gitti ve dikkatle incelemeye başladı. Beş dakika filan inceledikten sonra babasından istemek için arkasını dönünce hayrete düştü. Ailesi etrafta yoktu. Ailesi Mary’yi fark etmeden yürüyüşe devam etmişti. Mary hemen ailesini aramaya başladı. On beş dakika olmuştu. Mary hala ailesini arıyordu. Ailesini ararken bir ormana girdi Mary. Saat on bir olmuştu. Ormandaki baykuş sesleri ürkütmüştü onu. Birazcık uykusu gelmiş, bir ağacın altına geçip uyumuştu. Sabah olduğunda kendini başka bir yerde buldu. Etrafı incelemeye başladı. Burası da bir ormandı ama farklı bir ülkenin farklı bir ormanı. Mary ormanın çıkış yolunu bulup ormandan çıktı. İnsanlar çok farklı konuşuyordu Mary’e göre ama onların dili buydu. Mary, etrafındaki bayraklardan buranın Gürcistan olduğunu anladı. Cebinde sadece Çanakkale yazan bir anahtarlık vardı Etrafa bakmaya başlayınca rahatlamıştı. Karşıda Museum yazan bir yer vardı. Museum, müze demekti. Mary hemen müzeye girdi ve oradaki çalışana Çanakkale yazan anahtarlığını gösterdi. Müze görevlisi onun Türkiye’den geldiğini anladı. Gerekli kişilerle görüştükten sonra onu havaalanına götürdü. Uçağının kalkmasına yarım saat vardı ve ailesi telaşla orada birileriyle görüşüyordu. Birdenbire karşılarında Mary’i görünce sevinçten havalara uçtular. Annesi sevinç gözyaşlarıyla Mary’ye sarıldı. Uçağın kalkmasına çok az bir süre kalmıştı. 
Mary, uçakta başından geçen küçük olayı anlattı. Ailesi de aslında kendilerinin kabahatli olduğunu söylüyordu. Böyle bir yerde insan çocuğuna sahip çıkmalıydı. Mary, Çanakkale’den aldıkları anahtarlığa baktı ve şöyle dedi:
-Bu Çanakkale hatırasını ölünceye kadar saklayacağım. O beni size kavuşturdu. 

11 Ekim 2024 Cuma

ANILAR VE PANTOLON

Ezgi Budak

Bir noktadan sonra gelen farkındalık hissi; kaosta ve düzende bize, bizi aramaya zorlar. Fakat karanlık bize hep hiçbir şey verir. Koca hiçliğin arasında bakındığımız heplik. İnsan hep kendini arar ve doğru olanın bu olduğunu savunur. Savunduğu şey insanda “v” aramaktan farksızdır. 
Hayat yolunda giderken aradığımız en büyük şey kendimizdir. Oysa hiç kaybetmemişizdir onu. Aramak için kaybetmek mi gerekir? Arayanlar bulamaz ama bulanlar hep arayanlardır… bir şeyi kafamıza ne kadar çok takarsak o kadar bela olur bize. Kendi kendimize bela oluyoruz, belalardan kaçmaya çalışırken. Bu kısır döngü bize görülecek hiçbir şey bırakmayıncaya kadar döndürüyor ve en sonunda elimize geçen ufak tefek anılar oluyor dönüşümüze dair. Bu döngüye bizi iten neydi, kaosun ve düzenin kapılarını kapatan? Beklenti ve inançtı; ümit ve umuttu, bizlere ait olmayan gelecekti. 
Her şeyi başlatan o farkındalık yine bizlere kendilerine ait olmayan bir gelecek için yürüyen insanlardı. Diğer insanlar tarafından kabataslak ölçülerle alınmış bize biçilen pantolonlar gibi. Dar ya da geniş olmak fark etmeksizin sırf rengi güzel diye biçilmiş pantolonlardı bizi engelleyen. O döngünün içinden çıkıp gitmemize mâni olanlar. Neden kendi ölçümüzü kendimiz alamıyorduk ki? Rengi de biz seçebilirdik. Kapalı kapıları açıp açık olanları kapatabilirdik. İyileşebilirdik. Üzerimize yük olan tüm bu beklentilerden kurtulup kaosa karışabilirdik, düzene katılabilirdik. Döngüden kurtulup yeni yollar açabilirdik. Anılarla kendimize yeni bir çizgi çizebilirdik. İyileşebilirdik…
Şu ana kadar hiçbir insan iyileşememiş. Ya hala o hiçlikte kendi için boş yerlere bakıyor ya da farkında fakat kendi ölçülerini alamıyor, renk seçemiyor. Kimsenin daha önce biçemediği beklentisiz geleceğe bakıyor. Zaten yazmak kolay olsaydı üzerine düşülmeye gerek kalmazdı. 
Beklenti baskıya dönüşür, baskı da beceriksizliğe. Bu yüzden insan hayatı boyunca her yerde ve her zaman kendisini arar. Arar çünkü hiçbir zaman ve hiçbir yerde aradığı kendisini bulamaz. Bulduğu zaman ise ne pantolona gerek kalmıştır ne de anılara. 

PİKNİK

Akın Eliş

Son zamanlarda farklı bir tedirginlik bir çıban gibi büyüyordu içimde. Bende bir şeyler vardı, adını koyamadığım, gittiğim her yere götürdüğüm. Karanlık ve uğursuz bir gölge gibiydi bu adını koyamadığım şey. Evet, tam olarak “uğursuz”… Bende bir uğursuzluk olduğunu hissediyordum. Aslında bunu benden önce arkadaşlarım sezmiş olmalı ki beni dışlamaya başlamışlardı. Sıramda yalnız oturuyordum kaç zamandır. Teneffüslerde yalnız geziyordum. Oyunlara alınmıyordum. İstenmediğimin farkındaydım. 
O kadar büyüdü ki içimde bu tedirginlik, bir bahçeden geçsem sararacağını düşünmeye başladım. Bir çiçeğe dokunsam solacağını. Bir ağacın altında otursam yaprak dökeceğini. Güneşlenmeye çıksam yağmur yağacağını… Böyle bir hayatı yaşamak zorunda mıydım?
Her şey kırdığım bardakla başlamıştı. Annemin genç kızlık döneminden beri sakladığı bardağa çay koyarken bardak ortadan ikiye ayrılmıştı. Yıllardır kullanılan ve eskimeyen bardağın çöpe atılmasına sebep olmam çok hoş olmamıştı. Hatıralar vardı o bardakta, yılların yaşanmışlığı… Aldırma, olur böyle şeyler, demişlerdi ve aldırmamıştım ta ki ağabeyimin ilkokuldan beri kullandığı kaleminin elimde kırılmasına kadar. Oysa birkaç satır ya yazmıştım ya yazmamıştım. Aldırma, demişti ağabeyim. Zaten senelerce kullandım ben onu. Aldırmamıştım ta ki okulda arkadaşımın en sevdiği topun ilk kez ayağıma gelişinde patlayışına kadar. Aldırma, diyen olmamıştı zaten ve aldırmıştım. Çok derinden aldırmıştım. Bu son olayın etkisi uzun sürmüştü ve daha bundan kurtulamamıştım ki öğretmenimin en sevdiği pantolonuna kahve dökmesinde benim de payım olduğunu söylemişti herkes. Oysa sınıfta kahve içmemesi gerekiyordu, kimse bunu demedi. Öğretmenin pantolonuna kahve dökülmüştü benim yüzümden ve öğretmen bir hafta okula gelememişti. Bardağı taşıran son damla buydu. 
Anlamıştım, bende bir uğursuzluk vardı. Belki sakarlıktı bunun adı belki… Belki… Belki… Bunun adı neydi bilmiyorum fakat hayatımı zorlaştıran bir durumdu. Hep böyle mi devam edecekti hayatım? Hep bir korku, endişe mi olacaktı içimde? İlerleyen günlerde, yıllarda ne gibi olumsuzluklar vardı beni bekleyen?
Neyse ki okulların tatil olmasına az bir zaman kalmıştı. Zaten dersler bitmiş ve piknik sezonu başlamıştı. Pazartesi pikniğe gidecekti bütün sınıf. Artık son haftaydı ve bir uğursuzluk yaşansın istemiyordum. Aklıma bin türlü olay geliyordu. Pikniğe gittiğimiz aracın başına bir iş gelmesi, piknikte olumsuzluklar yaşamak, pikniğin iptal olması… Kötü düşünceleri kafamdan kovmalıydım. Belki de her şey benim kuruntumdan ibaretti ve olumsuz diye düşündüklerim hayatın doğal akışının bir parçasıydı. Bardak, kırılabilirdi. Kalem, bozulabilirdi. Top, patlayabilirdi. Kim bilir kaç öğretmenin üzerine kahve dökülmüştü şimdiye kadar? Benimle bir ilgisi yoktu bu yaşananların. Arkadaşlarım zalimdi, beni teselli etmek yerine, aldırma, demek yerine bir yarayı kanatmaya devam etmişlerdi. Belki bu hafta her şey düzelecekti ve “eski ben” olarak tatile girecektim. 
Nihayet pazartesi gelmişti ve tüm sınıf, üzerine kahve dökülen öğretmenimiz rehberliğinde piknik için yola çıkmaya hazırdı. Yolculuğun ilk dakikalarında bana atılan sert bakışları görmezden geldim. Fısıltıyla konuşan herkesin benden bahsettiğini düşünüyordum nedense. Ben, onların bu tavrına tebessümle karşılık verdim. Aklıma kötü şeyler getirmedim hiç. Kazasız ve belasız piknik yerine ulaştığımızda kendime güvenim daha çok gelmişti. Kahvaltı yapıldı, çay içildi, oyunlar oynandı. Cesaretim vardı oynamaya, topa vurmaya fakat kimse beni çağırmıyordu oyun için. Öğleye kadar herkes çok eğlendi. Çok güldü. Olması gerektiği gibi bir piknik yaşıyordu herkes fakat ben yalnızdım ve eğlenemiyordum. Daha fazla bu ortamda kalarak kendimi üzmemeliydim. Kendime bir eğlence, uğraş bulmam gerekiyordu. Kuş seslerine dikkat ettim önce. Şehrin kalabalığında duyulmayan kuş sesleri… Sonra çiçeklere, kelebeklere eğildim. Şehrin egzoz kokan sokaklarında hissedemediğim çiçek kokularına kaptırdım kendimi. Yürüdüm… Dakikalarca yürüdüm. Artık arkadaşlarımın şen kahkahaları duyulmuyordu. Kuş ve böcek sesleri birbirine karışıyordu. Mutluydum yürümekten. Yükseğe, daha yükseğe çıkmalıydım. Kayalıklardan aştım, tepelerden geçtim huzur bulmak için. Yükseldikçe huzurum, neşem arttı. Yorulmuştum. Bir ağaç gölgesi buldum kendime ve biraz oturduktan sonra uzandım. Gökyüzüne baktım. Masmaviydi. Hafif bir meltem esiyordu. Bulutlar sanki tebessüm ediyordu.  Kuşlar şarkı söylüyordu, böcekler ninni. Usul usul dünyadan uzaklaşıp sükunetin, huzurun kollarına kendimi bırakmaya başladım. Ayaklarım, ellerim, zihnim sanki yok gibiydi. Ruhum havalanıyordu daha yükseğe, daha yükseğe. 
Gürültücü bir karganın tepemde çıkardığı seslerle uyandım. Vakit geçmiş olmalıydı. Piknikte olduğumuzu hatırladım. Arkadaşlarımın yanına dönmeliydim. Güneş neredeydi batmaya yaklaşmıştı. Hızla koşmaya başladım. Zaten yokuş çıkmıştım, iniş kolaydı. Koştum, koştum, koştum. Hayatımda hiç koşmadığım kadar hızlı koştum. Piknik yerine yaklaştığımda en azından arkadaşlarımın seslerini duyarım diye düşünüyordum fakat ses gelmiyordu. Kalan son gücümle piknik yerine attım kendimi. Kimse yoktu. Sağa sola baktım, seslendim. Galiba uyanamamıştım ve rüyanın içindeyim, diye düşündüm. Fakat gerçekti bu. Sınıfım ve öğretmenim beni burada unutmuştu. Üzüldüm. Çok üzüldüm. Güneş batmıştı. Karanlığın ortasında yapayalnız kalmıştım. Ağlamak üzereydim ki korna sesiyle piknik servisimizin bana doğru geldiğini gördüm. Bu bir rüya mı, hayal mi diye düşünüyordum. Arkadaşlarım neşeyle araçtan indiler ve bana doğru koştular. Öğretmenim de yanlarındaydı. Ne olduğunu ben sormadan onlar anlattı. Dönüş yolunda şehre girdikleri an servisin lastiği patlamış ve herkes bu uğursuzluğun sebebi olarak beni aramış. Kimse beni göremeyince piknik yerinde unuttuklarını hatırlamışlar. Aracın lastiğini onardıktan sonra beni almaya gelmişler. 
Son zamanlarda farklı bir tedirginlik bir çıban gibi büyüyordu içimde. Her ne kadar arkadaşlarım unutmuş olsa da bazı şeyleri ve ailem baştan beri “aldırma” dese de bende bir şeyler var, adını koyamadığım, gittiğim her yere götürdüğüm.

KIVILCIM

 İdil Karaman


Saatlerdir masamın başında oturuyordum. Kelimeler birer birer tepemde uçuşuyor ancak onları tutup anlamlı bir cümle kuramıyordum. Bir kuş olsaydı zihnimde uçuşan onu tutup yazabilirdim ama kelimeleri yakalayamıyordum. Kanatları yoktu kelimelerin belki de bu yüzden yakalayamıyordum. Kuş olsaydı zihnimde uçuşan ihtimal aynı türde kuşlar olurdu fakat kelimeler öyle değil. Her biri farklı bir renk, farklı bir boyut. 

Saatlerdir masamın başında oturuyordum. Kelimeleri tam tutacakken bazen bir telefon bildirimi ürkütüyordu onları bazen dışardan geçen bir araç sesi. Bazen üst kattan gelen sakin adım sesleri bazen damlatan bir musluk sesi. Dikkatimin dağılması bu kadar mı kolaydı, yoksa bende bir sorun mu vardı? Yazmak, bu kadar zor olmamalıydı. 

Konuşurken ne kadar rahattım oysa. Birilerine anlatırken bir olayı, birilerine aktarırken düşüncelerimi su gibi akıyordu kelimeler ancak masamın başına elimde kalemle geçince tıkanıyordum. Trafikte sıkışmış yeşil ışığı bekleyen bir araç gibi hissediyordum kendimi. Asla yanmayan bir yeşil ışık. O ışık dakikalarca, saatlerce, günlerce, aylarca yanmayacak ve ben orada öylece kalacağım diye düşünüyordum. Belki de yeşil ışık yanıyordu lakin ben fark etmiyordum. Önümdeki büyük araçlar engel oluyordu yeşil ışığı görmeme ve o büyük araçlar park etmişti. 

Yazmak zorunda mıydım? Kendimi bu kadar yormak zorunda mıydım? Yorucu muydu yazmak yoksa şimdi mi yorucu geliyordu? 

Yazmak zorundaydım. Zihnimi bir yere boşaltmam gerekiyordu bu kahrolası dünyanın boğuculuğundan kurtulmak için. Bir kağıt ve bir kalem yeterliydi arınmaya bu dünyanın karanlığından. Zihnimde küçücük bir kıvılcım gerekiyordu bu karanlığı aydınlatacak bir meşaleyi tutuşturmaya. O kıvılcım aydınlatmaya da yeterdi her yeri yakıp kül etmeye de.  Ama bu kıvılcım yoktu. Saatlerdir masamın başında oturuyordum ve bu kıvılcım bir türlü gelmiyordu. 

Düşünüyordum ve başa dönüyordum. Düşünüyordum demek yanlış, düşünmeye çalışıyordum. Pek başarılı değildim. Hayatta başarılıydım oysa. En azından öyle olduğumu söyleyenler çoktu. Yazarken neden mağlup oluyordum? Mağlubiyet sayılır mı bu? Tek seferlik bir mağlubiyet. Yazmam gerekliydi bunu aşmak için. Sayfalar dolusu yazabiliyorken nasıl bu hale gelmiştim? 

Birdenbire gelmiştim buraya. Aşama aşama olsa önlem alırdım belki de. Hazırlıksız yakalanmıştım. Gece yarısı karanlık yolda yürürken aniden bir çukura düşer gibi düşmüştüm buraya. Kendi kendime çıkamayacağım derin, zifiri bir çukur. Kökler geliyordu ellerime yukarıya doğru uzandıkça. Tutundukça kopup elimde kalan ıslak kökler. Toprak kokusu geliyordu karanlığın içinden. Dünyanın boğuculuğundan kaçmaya çalışırken daha boğucu ve karanlık bir yere hapsolup kalmak… Buraya kendi kendimi getirmiştim. Ben getirmiştim kendimi ruhumun ellerinden tutarak. 

Saatlerdir masamın başında oturuyordum. Masam dikdörtgen biçimde ve siyah. Penceremin kenarındaydım. Bazen dışardaki manzara bazen de masamın üzerindeki eşyalar… Normalde bana ilham olan her şey şimdi yazmama engel olan unsurlara dönüşüyordu. 

Belki de bir yazar gibi düşünmeye başlamalıydım. Bir yazar sayfalar dolusu yazı yazdığı günlerde böyle şeyleri bir engel olarak düşünmez ve yazı malzemesi olarak kullanır. Bir yazarı yazar yapan da buydu. Yazmak istiyorsam yapmam gereken de buydu. Saatlerdir masamın başında oturuyordum, oturduğum yeri değiştirerek yazmaya başlamalıydım. 

Merhaba kıvılcım. 


9 Ekim 2024 Çarşamba

YARIM MAVİ

Asya Zoroğlu
Zeynep Ayten
Zeynep Akbulut

Masada duran mavi bardağa baktım. Mavinin hayatımın içinde bu kadar yoğun olduğu hiç aklıma gelmezdi. Tişörtüme baktım, maviydi. Önümdeki şişenin kapağı gibi. Gökyüzü geldi aklıma, bulut yoktu, maviydi. Odamın duvarlarını bile maviye boyatmışım, farkında olmadan. Kalemlerim geldi aklıma bunları düşünürken. Evet farklı renkte olanlar da vardı fakat en çok mavi renkli kalemim vardı. Dünyamı ve dünyayı maviye boyamışım farkında olmadan. Maviydi benim dünyam. Gökyüzü gibi, okyanuslar gibi, nazar boncuğu gibi mavi. Evet evet, belki de nazar boncukları ile başlayan bir süreçti bu. Küçücük bir kız olduğum zamanları hatırlıyorum. Kendimi bildim bileli hep bir nazar boncuğu olurdu bileğimde ya da boynumda. Eğer buralarda değilse yakamda hatta küpelerimde. Annem, üzerimde bir yerlerde nazar boncuğu bulunmadan dışarıya çıkmama, bakkala bile gitmeme izin vermezdi. Nazar, denilen bir şey vardı ve hep değerdi. Anneme değerdi, babama değerdi, evimize değerdi, arabamıza değerdi, notlarıma değerdi, sağlığıma değerdi. Nazar, değen bir şeydi. Değdiği yerde dert, acı, sıkıntı bırakan bir şeydi. 
Aslında benim yaşlarımdayken annem inanmazmış nazara, nazar boncuğuna. Düğünlerinde yaşadıkları küçük kaza, daha sonra ilk çocuğunun dünyaya gelmeden ölmesi, babamın bir süre sonra işini kaybetmesi, annemin dizlerinde git gide artan sızılar ve bu sızılar yüzünden yürümesinin güçleşmesi, mahallede çıkan bir yangında yalnızca bizim evin yanıp küle dönüşmesi gibi bütün olumsuzlukların sebebini annem nazara bağlamış. Nazar; deveyi kazana, insanı mezara sokarmış. Bunları düşüne düşüne annem nazar boncuklarına merak salmış ve yalnızca kendi dünyasını değil bizim de dünyamızı maviye boyamaya başlamış. Bütün kızlar pembe elbiseler giyerken annem bana mavi elbiseler almış, diktirmiş. Hatta akrabalarımız daha ben dünyaya gelmeden hazırlanan kıyafetlerimi görünce annemin erkek çocuk beklediğini düşünmüşler. Mavi tutkumun temelleri galiba buralara kadar dayanıyor. 
Rahatsız mıyım maviden? Bazen, evet. Birkaç kez direndim, farklı renklere yöneldim. Odamın rengini değiştirmek istedim fakat annem buna izin vermedi. Üzerimde mavi boncuk olmadan gittiğim bir sınavdan iyi bir not alamayınca annem nedenini bulmakta hiç zorlanmadı başarısızlığımın. 
Ben maviden kaçınmaya çalıştıkça mutlaka olumsuz bir şeyleri annem nazara bağladı ve sonunda ben de maviye bağlandım. Ayrılmamak üzere bağlandım. Sevdim sonunda bu rengi galiba. Annem gibi düşünerek, nazara bağlayarak değil… Sadece bir renk olarak sevdim.
Masada duran mavi bardağa bakmış düşünürken arkadaşım Yusuf Enes sordu:
-On dakikadır önündeki bardağa bakıyor ve uzaklara dalıyorsun? Neler geçiyor zihninden. 
-Hiç, dedim. Dalmışım öylesine. 
Bu esnada Yusuf’un siyah bilekliği gözüme çarptı. Çantası da siyahtı. Ayakkabıları, pantolonu hep siyahtı. Ama bu siyahların onun için bir anlamının olmadığı belliydi. Bardağın durduğu masa da siyahtı üstelik. Renkleri düşünmekten vaz geçmeliydim. Geçmişi, çocukluğumu düşünmekten uzaklaşmalıydım. 
-Yusuf, dedim. Anneni anlatır mısın biraz? Mesela onun en sevdiği renk nedir?
Yusuf hiç düşünmeden cevap verdi:
-Mavi.
II.
Otobüs hayli gecikmişti. Neyse ki mavi rengiyle uzaktan bile geldiği fark edilebiliyordu. Okula geç kalacağım endişesinden nihayet kurtulmuştum. On dakika sonra okulumda olacaktım. İlk dersim fizikti ve fizik dersine henüz ısınamamıştım. Garip bir dersti fizik. Matematik desem, değil. Fen desem, pek benzemiyor. Kimya ve biyoloji derslerinin fen alanında olduğu kesin fakat bence fiziği birileri sonradan eklemiş buraya. Dersi sevdiren şeyin konuları değil de öğretmenleri olduğunu söylerlerdi. Ben bir dersten uzaklaşmaya başladığımda öğretmen ne kadar çaba sarf ederse etsin sevemiyorum. İlk dersim fizikti ve ben on dakikalık yolculuk boyunca bunları düşünmüştüm. Otobüsten inip sınıfıma doğru ilerledim. Hiç kimse sınıfta değildi. Kimileri bahçedeydi arkadaşlarımın, kimileri kantinde. Fizik öğretmeninin raporlu olduğuna dair söylentiler vardı. Yine de sırama geçtim defterimi çıkardım. 
Bu hikâye belki de başka birinin hikayesiydi. Ben onu yazmaya çalışıyordum ve bu beni zorluyordu. Yazdıklarımı yeniden yeniden okuyordum. Mavi renkten başladım, nazardan devam ettim, annemle ilerledim. Yukarda yazdıklarımın aslında iyi bir hikâye girişi olmadığını fark ettiğimde sınıfın çoktan kalabalıklaştığını, öğretmenin sınıfa girdiğini, dersin başladığını fark etmemiştim bile. 

KEŞKE

 


ZEYNEP AKBULUT

Keşke bir duvar olsaydın
O zaman seni ne kadar
Sevdiğimi, özlediğimi
Asla unutamadığımı anlardın

Ya da bir kalem
Veya her şeyi silen bir silgi
Bile olamadın
Keşke olsaydın
İşte o zaman 
Beni anlardın


UMUT


ASYA ZOROĞLU

Yarını düşlüyoruz daha gelmeden
Olmayan bir görkem istiyoruz
Gün daha bitmedi
Yarın tek umudumuz

Çoktan bitmiş olması gereken
Bir savaşa giriyoruz
Tarih daha yazılmadı
Gelecek tek umudumuz
Gelecek 
Tek
Umudumuz 

8 Ekim 2024 Salı

TECRÜBE

Hayrettin Eymen Bulut

Dursa günler keşke
Saatler dursa her gece
Uyusak uyanmasak 
Günlerce, senelerce

Neden uyanmayalım bilir misin
Hiç hoş konuşmuyor hislerim
Tecrübesi belki de
Daha önce hissettiklerimin 

ZAMANIN ELİ


Zaman 
Çoğu zaman akıp gittiği söylenir
Zaman zaman
Geçmediği bilinir

Zaman aslında yekpare değil
Şimdiki zaman, gelecek zaman, geniş zaman
Veya
Geçecek zaman, unutulamayan zaman
Yaşanılan zaman, her zaman

Zaman geçiyor ya da geçmiyor
Neye göre, kime göre
Akıp gidiyor 
Ya da donup kalıyor
Neye 
Göre
Kime 
Göre 

Değiyor eli
Yaşama
Yaşadığıma 
Bakıyorum takvime bir de zamana
Biri durunca diğeri de duruyor
Zaman geçtikçe 
Savruluyor takvimlerden yapraklar
Kime göre
Neye
Göre 

BÜYÜDÜKÇE

Salih Taha Balta



Sabah kalktı yorgun argın
Görmüyordu çocukluktan doğuştan
Erindi
Gerindi
Aynası boşa duruyordu odasında

Yüzünü yıkamaya gitti
Çıktığında tarçınlı kurabiye kokusunu fark etti
Annesi her gün yapardı
Biliyordu

Bilmiyordu
Ne zaman göreceğini
Babasını ve annesini
Kardeşinin yüzünü hiç bilmiyordu

Görmüyordu dünyayı
Ama dünyanın da görülecek bir yer olmadığını
Büyüdükçe anlıyordu

İSTEKSİZ

Salih Taha Balta

Çatık kaşlısın
Sert bakışlısın
Hamuru dövüyorsun resmen
Madem bu mesleği istemiyordun
Neden yapıyorsun bu işi
İçerde odunlar tutuşuyor
Ben burada çöreğimi beklerken şimdi
İçim sana yanıyor