10. sınıf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
10. sınıf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Ekim 2025 Perşembe

SELA

 Zeynep Ayten
Yeni bir mesajın titrettiği telefonu, onu hayallerinden sıyırıp bu dünyaya döndürmüştü. Telefonunu alıp mesajı okudu. Diğer mesajlar gibi değildi bu. Farklıydı, gizemliydi, daha önce hiç görmediği tarzdaydı. Mesajı gönderen kişi, onu bir yere çağırıyordu. Zaten her gün geçtiği, avucunun içi gibi bildiği bir yere. Fakat mesajda ne bir zaman bilgisi vardı ne de bir isim. Ne zaman gidecekti, buna dair de bir bilgi yoktu? Peki onu kim çağırıyordu, neden çağırıyordu? Gitmeli miydi? Dakikalarca düşündü. Gecenin bu saatinde gidemeyeceğine göre yarın ilk iş oraya gidecekti. Zaten mesajda hemen gitmesini isteyen bir ifade de yoktu. 

Mesaj yüzünden gece boyunca gözüne uyku girmedi, sabahı zor etmişti. Güneşin ilk ışıkları odasına girmeye başladığında daha fazla sabredemedi. Hızlıca hazırlanıp kahvaltı bile yapmadan evden ayrıldı. Yanına sadece telefonunu almıştı. Sabırsızlığın verdiği aceleyle mesajda yazan konuma ulaştı. Etrafa dikkatlice baktı fakat ortalıkta kimse yoktu. Erken mi gelmişti, yoksa tam tersine geç mi kalmıştı? Belki de mesaj geldiği anda gitmeliydi. Bu şans -veya tehlike- için geç kalmıştı belki de. Beklemekten başka yapacağı bir şey yoktu. Bekledi, bekledi… Bekledi... Ama ne gelen vardı ne giden. Saatlerce bir kenarda oturdu, etrafına bakındı. Sonra mesaja tekrar bakması gerektiğini düşündü. Belki de yanlış yerde bekliyordu. Mesajı açtı, tekrar okudu. Mesajın bir de devamı vardı. Karşısındaki kütüphanenin içine girmeli ve en sevilen yazarı bulmalıydı. Ama nasıl? Bunları düşünerek kütüphanenin kapısından içeri girdi. Aklına gelen ilk -ve en basit- fikirle bir görevliye sordu. Görevlinin adını verdiği yazar "Yavuz Bülent Bakiler"di. Doğru ya Sivas'ta böyle bir edebiyatçıdan başka kim sevilirdi ki?
Yavuz Bülent Bakiler'in kitaplarını aramaya başladı. Yarım saat sonra bütün kitaplarını önündeki masaya yığmış kitaplara bakıyordu. Fakat sadece bakıyordu. Kitapların çoğunun sayfası bile açılmamıştı. Oysa Yavuz Bülent’i herkes tanır ve severdi bu şehirde. Belki de bu kitaplar henüz konmuştu buraya. Yoksa okunmaması, sayfaların eskimemesi mümkün değildi. Yavuz Bülent’in bazı şiirleri ders kitaplarında bile vardı. Sivas’ta Yoksul Çocuklar adlı bir şiiri öğretmen birkaç kez ders kitabından okumuştu ve çok sevmişti o şiiri. Bu düşüncelerle kitapların sayfalarını karıştırmaya başladı. Bu esnada Harman adlı kitabı karıştırırken birdenbire gözüne bir not ilişti. Kitabın ortalarında bir yerde kurşun kalemle yazılmış bir nottu bu. Tekrardan sayfaları yavaşça çevirmeye başladı ve notu buldu: 
“Buraya kadar doğru geldin ancak burada bitmiyor. Beş sayfa sonraki şiiri oku ve yeni mesajı bekle.” 
Demek ki bu kitapları mesajı gönderen kişi buraya bırakmıştı. Kütüphaneci ile birlikte çalışıyor bile olabilirdi. Beş sayfa sonraki şiiri açtı ve okudu. Şiir, seneler önce öğretmeninin ders kitabından okuduğu şiirdi: Sivas’ta Yoksul Çocuklar. Şiiri birkaç kez okuduktan sonra yeni mesajı beklemesi gerektiğini hatırladı. Şiirin fotoğrafını çekti ve kütüphaneden ayrıldı. Bir süre yeniden kütüphanenin önünde oturdu ve kendisine gelen mesajları birkaç kez daha okudu. Sonra fotoğrafını çektiği şiiri okumaya başladı. Fotoğrafa dikkatle baktığında şiirde geçen Ulu Cami ifadesinin altının hafifçe çizili olduğunu fark etti. Belki de Ulu Cami’ye gitmeliydi. Zaten çok uzakta değildi Ulu Cami. Üstelik sabah saatlerinde güvercinler bambaşka bir hava katardı cami bahçesine. Telefonunu cebine koyarak Ulu Cami’nin yolunu tuttu. Cami bahçesine ulaştığında içine hafif bir huzur dolmuştu. Hatta bir ara buraya niçin geldiğini bile unuttu. Güvercinler, güller derken yeniden hatırladı niçin burada olduğunu. Belki de yeni mesaj gelmiştir, düşüncesiyle telefonuna baktı. Telefonu kapanmıştı. Gece boyunca şarja takmamıştı zaten. Biraz çaresiz hissediyordu ama yapacağı bir şey yoktu. Bir süre daha oturup evine dönmek en iyisiydi. Bu esnada minarelerden sala sesi yükselmeye başladı. Genelde yaşlıların gösterdiği bir titizlikle salayı dinledi. Şehrimizin büyük kültür adamlarından şair Yavuz Bülent Bakiler Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi 30 Eylül Salı günü… Devamını dinleyemedi bile. Hayli şaşkındı. Evine dönmekten başka çaresi yoktu. Evine ulaşır ulaşmaz telefonunu şarja taktı ve ardından mesaja yeniden baktı. Mesaj kutusu boştu. Telefonunu birkaç kez kapatıp yeniden açtı fakat herhangi bir mesaj göremedi. Pencereden dışarıya baktı, ne çabuk akşam olmuştu, anlayamadı. Yorgundu. Biraz uyumanın her şeye iyi geleceğini düşündü. Telefonunu şarjda bırakarak uzandı. Bir süre sonra telefonun titreşimiyle uyandı. Göz ucuyla telefonuna baktı. Telefonun alarmıydı çalan. İki kez ertelemişti üstelik. İlk kez çalmasının üzerinden on dakika geçmişti bile. Hızla yatağından doğruldu ve dışarıya çıkmak için hazırlandı. Telefonuna son bir kez daha baktı. Herhangi bir yeni mesaj yoktu. 
Sıradan bir gün geçirdiğini düşünüyordu ki öğlen vakti minarelerden yükselen bir sela ile irkildi. Şehrimizin büyük kültür adamlarından şair Yavuz Bülent Bakiler Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi 30 Eylül Salı günü…

RUHUN MEVSİMİ


Yasin Kesürük
Herkesin sevdiği mevsim farklıdır. Bunu biraz da belirleyen insanların kişiliğidir, diye düşünüyorum. Yaz ve ilkbahar mevsimini sevenler çoğunlukla gezmeyi, yaşamayı seven ve hayattan zevk almayı bilen insanlardır. Kış mevsimini ise genelde durgun mizaçlı insanlar sever. Sonbahar, benim mevsimim. Yalnızca benim mevsimim değil elbette çünkü sonbaharı seven hayli insan tanıyorum. 
Sonbahar, her şeyden önce yoğun sıcaklara veda edilen dönemdir. Haftalarca, aylarca susuzluktan çatlayan topraklar da sonbaharı bekler, sıcağa dayanan ağaçlar da. Dağlar, taşlar, ırmaklar, dereler hep sonbaharı bekler coşmak, yenilenmek için. Öğrenciler yeniden okula koşmak için sonbaharı bekler. Ebette bazı öğrenciler için bu iyi bir mevsim olmayabilir ama dedim ya mizaç meselesi. 
Yaprakların sararması, gölgelerin uzaması, güneşin etkisini yitirmesi, sabahın ve akşamın daha serin olması bir hüznü de beraberinde getiriyor yeryüzüne. Sararan yapraklar arasında hışırtıyla yürümek ya da bir yağmur sonrasında ciğerlerimize çektiğimiz toprak kokusu belki de içimize hüzün serpen etkenlerden sadece birkaçı. Tabi sadece hüzün değil bir huzur da geliyor sonbaharla birlikte. 
Yalnız kırsal alanlarda değil şehirlerde de sonbahar kendini gözle görülür bir biçimde hissettiriyor. İnsanlar sonbaharda yoğun bir çabaya girmeye başlıyor. Bunu en çok sokaklarda ve Pazar yerlerinde görmek mümkün. Turşu, konserve hazırlıkları, kışlık patates ve soğan satan traktörler ve kamyonetler, mağazalarda değişen vitrinler, eskisi kadar kalmasa da odun kömür telaşı… Bunlar, her sonbahar şehrin simasına yansıyan bazı manzaralar. 
Sonbahar, biraz da kışın habercisi galiba ve bu yüzden kimi insanlarda telaş anlamına geliyor. Özellikle kış mevsiminin şiddetli geçtiği yöreler için geçerli bu durum. Yoksa Akdeniz ya da Ege bölgesinde yaşayan insanların çok da umurunda olmasa gerek bazı şeyler. 
Yaz günlerinde insanlar parklarda, bahçelerde, balkonlarda vakit geçirirken sonbaharda evlerine döner, evlerin kalbi olan odalarına döner. Sonbahar, evlerin ve ailenin değerinin anlaşıldığı bir mevsimdir biraz da. Evin bir sığınak olduğunu insan en çok güz mevsiminde anlar. Yağmurlu bir günde aile bireyleriyle içilen çayın, izlenen filmlerin bambaşka bir anlam kazandığı mevsimdir sonbahar. Bir yağmur sonrası yürüyüşünden sonra eve gelerek battaniyeye sarılmanın mevsimidir sonbahar. Hele bir de soba varsa evde… Soba üzerinde kaynayan ıhlamurun tadı ya da pişirilen kestanenin lezzetini başka bir yerde bulmak mümkün mü?
İlkbahar nasıl doğanın uyanışı ise sonbahar da galiba doğanın uykuya yatma zamanı. Doğanın akşamı belki de… Yaz boyu gecelerimizi huzursuz eden sinek, sivrisinek türevlerinin birer birer yok olması sonbahar ya da yılanların, kertenkelelerin, akreplerin, karıncaların artık bizim dünyamızdan uzaklaşması… Kuşların telaşı bile değişiyor sonbaharda. Serçeler daha geç uyanıyor güne ya da kargalar daha az inşaat faaliyetinde bulunuyor. 
Doğanın tam tersine sonbaharda bütün duygularım yenileniyor benim. Yeni bir dünyaya adım attığımı hissediyorum. Tüm renkleri barındıran bir dünya. Yazın tembelliğini üzerimden bir örtü gibi alıp atan bir dünya. Sonbahar serinliği demek, uyanış demek benim için. Yeni bir sınıfa başlamak, yeni bir hayata başlamak demek biraz da. Herkesin sevdiği mevsim farklıdır. Bunu biraz da belirleyen insanların kişiliğidir, ben sonbahar adamıyım. Güzün kıymetini bilenlerdenim. Zaten güz olmasa ne yazın anlamı kalırdı ne ilkbaharın. Bütün mevsimleri tadında yaşamak için sonbaharı yaşamalı önce insan. 

24 Eylül 2025 Çarşamba

KAYIP ROMAN SAYFALARI

 Zeynep Akbulut

1. 
Humboldt Üniversitesinin Psikoloji Bölümünü dereceyle bitirmiş ve aynı üniversitede yüksek lisansa başlamıştım. Bu üniversiteye, bu şehre alışmam hiç kolay olmamıştı. İlk sene ayakta kalabilmek için çok mücadele etmiştim. Buraların yabancısıydım ve konuşma aksanımdan bu hemen anlaşılıyordu. Neyse ki oda ve sınıf arkadaşım Sibylle yanımdaydı ve üç yıl boyunca destek olmuştu bana. O, bu ülkede doğmuş ve eğitim hayatı hep burada geçmişti. Hatta tatillerde çalışmam için iş bile bulmuştu bana. Onun sayesinde sevmiştim bu şehri, bu üniversiteyi ve bölümümü. Yıllar çabuk geçiyor işte üç yıl geride kalmıştı ve yeni bir hayatın tam önündeydim. 
Sonbahar usul usul kendini hissettiriyordu ve yeni arkadaşlarımı çok merak ediyordum. Hiçbiri benim mezun olduğum üniversiteden değildi. Nöropsikoloji eğitimin zor olacağını düşünüyordum. İnsanların davranışları, zihinsel performansları çocukluğumdan beri hep dikkatimi çekerdi. İnsanları okumayı kitap okumaktan daha çok seviyordum. Bir süre davranışlarını izlediğim, konuşmalarını dinlediğim insanlara dair çok kolay çıkarımlarda bulunuyordum ve hiç de yanılmıyordum. İnsan kimi zaman anlaşılması en kolay canlı kimi zaman ise bir bilmeceydi. Ben bu bilmeceleri çözmeyi seviyordum. Yeni arkadaşlarımı da bu yüzden merak ediyordum. Acaba mutlu ve neşeli insanlar mıydı, yoksa gergin ve sinirli tipler mi? İnsanları seven ve önemseyen birileri miydi, yoksa işine odaklı soğuk kimseler mi? Üniversiteye başladığım ilk yıllarda yaşadığım şeyleri yeniden yaşatabilirlerdi bana ya da sorunsuz bir yüksek lisans dönemi geçirebilirdim. Sonbahar usul usul kendini hissettiriyordu ve yeni arkadaşlarımı çok merak ediyordum. Ertesi gün ilk derste tüm sorularımın cevabı beni bekliyordu. 
Gece boyu bazen uyudum bazen uyandım. İçimde bir huzursuzluk vardı. Oysa aldığım eğitim gereği kendi kendime yetebilmeliydim. İnsanlar terapi almak için bana gelecekti birkaç sene sonra fakat kendimi dahi teselli edemeyecek durumdaydım. Bu gerçeği de hissedince iyice canım sıkılmaya başlamıştı. Düşünmekten zihnimin yorulduğu bir vakitte uyuyakalmışım. 
Sabah baş ağrısı ile uyandım. Kendi kendime de biraz kızdım. Artık bu tarz şeyleri düşünmemem gerekiyordu ve belki de gecenin sessizliği, geleceğin belirsizliği beni bu düşüncelere itmişti. Kahvaltı yapmadan, bir şeyler içmeden okula ulaştım. Nasıl olsa ders aralarında bir şeyler yemeye içmeye fırsat bulabilirdim. Sibylle’nin yokluğu ilk dakikadan kendini hissettirmeye başlamıştı bile. Keşke sınıfıma girdiğimde tanıdık bir yüz ile karşılaşsaydım, diye içimden geçirdim. Bu esnada sınıfın kapısının önüne ulaşmıştım. Sınıf dedimse öyle sıraları bulunan, tahtası olan bir sınıf değildi burası. Daha çok ofis benzeri bir odaydı. Kapıyı son bir nefes alarak araladım. Nihayet yeni arkadaşlarımla karşılaşmıştım. Önce kendimi tanıttım ardından arkadaşlarım kendilerini kısaca tanıttılar. Rudolf ve Konrad bu şehirde büyümüş fakat üniversiteyi başka yerde okumuşlardı ve yaşları biraz büyük duruyordu. Bu üniversiteye ikisi birlikte gelmişti ve aralarında ezeli bir arkadaşlık olduğu samimiyetlerinden anlaşılıyordu. İlk intibaım çok olumlu olmadı bu arkadaşlara dair ancak neyse ki Lina ve Theresa da yeni arkadaşlarım arasındaydı. Lina başka şehirden gelmişti ama Theresa da bu şehirde büyümüş, ailesi ile yaşıyordu. İkisinin de saf ve iyi niyetli bakışları vardı. Lina, benim bu üniversitedeki ilk zamanlarımı hatırlatmıştı bana. Saf, çekingen ve sessiz. Kısa bir suskunluktan sonra ilk dersimizin hocası kapıdan içeri girdi. Daha çok tanışma, geleceğe dair planlar ve sohbet havasında bir ders geçti. Ara sıra Rudolf ve Konrad’ın davranışlarına, konuşmalarına gözüm takılıyordu fakat ilk günden bir önyargı oluşturmamam gerek diye düşünüp bakışlarımı farklı yönlere çeviriyordum. Hem Lina ile iyi bir arkadaşlık kurabilecek gibiydim belki de Sbylla’nın yerini tutmasa da Lina ile iyi bir arkadaşlık kurabilirdim. Ders sona erdiğinde Rudolf ve Konrad hiçbir şey söylemeden garip bir tebessümle yanımızdan ayrıldılar. Lina ve Theresa ile baş başa kalmıştık. Kahvaltı yapmadığımı ve onlara bir şeyler ısmarlamak isteğimi söylediğimde ikisi de çok mutlu oldular. Birlikte kantinin yolunu tuttuk.  

13 Eylül 2025 Cumartesi

ZAMANA DAİR



Zeynep Ayten   

                                                                            Nedir zaman, nedir?
                                                                            Bir su mu, bir kuş mu?
                                                                            Nedir zaman, nedir?
                                                                            İniş mi, yokuş mu?

                                                                                        Necip Fazıl Kısakürek
Zaman… Sahip olduğumuz en büyük hazine olmasının yanı sıra değerini de en az bildiğimiz şeylerden biri aslında. Bir eşya kırıldığında tamir edilebilir, para kaybedildiğinde tekrar kazanılabilir, dostluklar bittiğinde yenileri gelir. Fakat geçen bir saniye geri gelmez. Belki de zamanı bu kadar değerli kılan şey geri alınamaz oluşudur.
  İnsanoğlu, “Bugünün işini yarına bırakma.” sözünü çokça işitmiştir. Fakat bu sözün kıymetini bilip hayatına nakşedenlerin sayısı neredeyse parmakla sayılabilecek kadardır. Çoğu insanın düştüğü "Ne de olsa vaktim var, yarın yaparım." düşüncesi ne kadar yaygınsa o kadar da yanlıştır. Hayatın bize nerede sürpriz yapacağını bilemeyiz. Ve bu sürprizler çoğu zaman bize zamanın değerini acı bir şekilde öğretir. 
  Zamanı verimli kullanmak, sürekli çalışmak; hiç durmadan, dinlenmeden üretmek de değildir. Bazen dostlarla edilen samimi bir sohbet, bazen hafif bir müzikle izlenen günbatımı, bazen aileyle kurcalanan albüm sayfaları, bazen de sessizlikte aralanan kitabın yapraklarıdır kaliteli vakit geçirmek. Önemli olan çok çalışmak değil verimli çalışmak, o anın kıymetini bilerek yaşamaktır aslında.
  İnsan zamanın değerini birkaç dakikayla anlar bazen. Mesela sınavdan önce yaptığımız son tekrar başarının anahtarı olur. Veya bir yolculuğa çıkarken sadece birkaç dakikalık gecikme ne zamandır hayalini kurduğumuz fırsatları elimizden almıştır. Bazen birkaç dakika, saatlerden daha önemlidir insan için.
  Kısacası zaman, sadece saat ve takvimlerin gösterdiği bir zaman ölçüsü değildir. Zaman, insan hayatının en önemli etkenlerinden biridir. Onu verimli kullanan; hayatını güzelleştirir, hem kendinin hem de hayatının kıymetini anlar. Kullanamayan ise her gece başını yastığa koyduğunda, geçmişine dönüp baktığında ‘keşke’ demekten alamaz kendini.
  Unutma; her kayıp geri gelir, zaman hariç. Peki ya sen bugününü anlamlı kıldın mı, yoksa yarına mı bıraktın?



10 Eylül 2025 Çarşamba

HIŞIRTININ GÖLGESİ

Yasin Kesürük

Gündüzler halen sıcaktı ama gece vakti başlayınca hava soğuyordu. Özellikle sabaha karşı kış kendisini iyiden iyiye hissettiriyordu. Yaz bitmişti. Gecenin bu saatinde sokağın en izbe yerinde, kedilerin bile uykuya daldığı bu saatte o, uyanıktı ve bir parkın kenarında sessizce oturuyordu. Bazen yılıdzlara bakıyordu bazen etraftan gelen bir çıtırtıyla ürperiyordu. Gecenin ilk saatleri pek de sevmediği bazı ziyaretçiler oluyordu fakat gecenin ilerleyen vakitlerinde kimseler olmuyordu bu parkta. Uykusu kaçtığı zamanlarda hep bu parka sığınırdı. Yalnızca yaz mevsiminde değil kışın en soğuk günlerinde bile güneşin doğuşunu bu parkta izlemişliği vardı.
On altı yaşındaydı ve kısacık ömrüne çok şey sığdırmıştı. Bazen kendisini elli yaşında biri gibi hissediyordu bazen de beş yaşında bir çocuk gibi. Akranları öğrenciydi, akşam olur olmaz evde yemekleri hazırdı. Düzenli bir hayatları vardı yorucu olsa da. Keşke başarılı bir öğrenci olsaydım, diye içinden geçirdi fakat bazı derslerden nefret etmişti. Aslında derslerden değil de derslerin öğretmenlerinden kaynaklanıyordu bu sorun. Önceleri devamsızlık yapmıştı okula, ardından sınıf tekrarı gerekmişti ve sonunda okul hayatını bitirmişti. Kendisine bir gelecek çizmiş miydi? Hayır. Bir hafta sonrası için planı var mıydı? Hayır. Geçmişi düşünüp bir hayıflanıyor muydu? Hayır. Her şey ona göre olması gerektiği gibiydi. Üşümeye başlamıştı ama titretecek bir soğuk yoktu. Sadece üşüyordu, o kadar.
Etrafı süzmeye başladı. Daha önce defalarca geldiği bu parkın yabancısı gibiydi. Görebildiği kadarıyla uzaklara baktı, şehir de hiç tanıdık gelmiyordu. Belki de evinin yolunu tutması gerekiyordu artık. Eve gidince yapacak bir şeyi var mıydı? Hayır. Yine de ev, güven demekti, huzur demekti. Saatlerdir oturduğu yerden kalktı ve ellerini cebine koyarak evin yolunu tuttu. Tam parktan ayrılmak üzereydi ki bir hışırtı duydu. Belki de gecenin serinliğine dayanamayan bir yaprak daha düşmüştü parktaki ağaçlardan fakat hışırtı devam etti. Ardında yürüyen biri olduğu hissine kapıldı. Aniden arkasına döndü ama kimseyi göremedi. Yürümeye devam etti. Hışırtı, ardında ilerliyordu. Bir kez daha arkasını kontrol etti. Kimsecikler yoktu, uzun bir gölgeden başka. Bu, kendisinin gölgesiydi. Sokak lambasından kaynaklanan bir gölgeydi. Hışırtı ondan geliyor olamazdı. Sokak lambasını geçtikten sonra yeniden geriye döndü, gölgesi kaybolmamış ya da yer değiştirmemişti. Evine kadar arada bir ardına bakarak yürüdü, gölgesi onu hiç terk etmiyor peşinden yürüyordu hem de hışırtıyla.
Evine yaklaştı, evin kapısını açtı ve geriye döndü, gölgeyle vedalaşma vakti gelmişti. Artık kendisini yalnız hissetmiyordu. Biliyordu ki kendisini kapıda bekleyen bir gölgesi var. Yalnızlığının bitmiş olmasının verdiği huzurla yatağına uzandı. Belki yarın gece sohbet de ederiz, diye düşündü gölgeyle.
Saat 7.30’u gösterdiğinde çalan alarmla uyandı. Yorgun ve üşümüş hissetti kendisini. Okula hazırlık yapmak için 30 dakikası vardı. Neyse ki ödevlerini önceki gün akşamdan tamamlamıştı. Hazırlığını tamamladıktan sonra kapıya çıktı. Bir an duraksadı, birini arar gibi oldu gözleriyle fakat kapının önünde duran servise koşması gerekiyordu.


ÇARŞAMBA DEDİĞİNİZ

Yasin Kesürük

Elbette cuma kadar ya da cumartesi kadar keyifli bir gün değil çarşamba ama yine de pazartesinden iyidir hatta salıdan. Beş günün arasına konulmuş bir direk gibi durur takvimlerde. Bir köprüdür haftanın tam ortasından karşıya geçmeyi sağlayan. Bir hafta ne kadar zor ve sıkıcı olursa olsun çarşambadan sonra güzelleşmeye başlar. Çarşamba akşamı, tam da yaşam enerjimizin bitmek üzereyken gelir, yetişir.
Her ne kadar günleri pazartesinden başlatıp saydığımızda çarşamba 3. gün olsa da aslında 4. gün anlamına gelen bir birleşik kelimedir kendisi. Artık Türkçeleşmiştir kökeni Farsça olsa da.
Çarşamba, herkes için farklı bir anlam taşıyabilir. Dersi olmayan öğretmen için çarşamba, cuma kadar mübarek sayılabilir. Ya da çarşamba günü hastaneden taburcu olacak bir hasta için çarşambanın anlamı sağlıktır, şifadır, kurtuluştur. Çarşamba günü büyük bir galibiyet alan futbol takımı için çarşamba, günlerin en güzelidir. Mahallesine çarşamba günü pazar kurulan biri için belki gürültü demektir çarşamba fakat o pazarda satış yapan biri için nasip demektir, eve ekmek götürmek demektir.
En yoğun ve sıkıcı dersleri çarşamba gününe denk gelen bir öğrencinin çarşambayı sevmesini çok bekleyemeyiz. Çarşamba günü trafik kazası geçirmiş bir insan için çarşambalar genelde iyi şeyler çağrıştırmaz. Çarşamba günü sevdiği bir insanı kaybeden biri, ömür boyu çarşambayı yas günü olarak hatırlayabilir.
Belki de çarşamba da diğer günler gibi sıradan bir gün ancak onu değerli kılan veya sevilmeyen gün ilan eden şey bizim yüklediğimiz kıymettir. Hayatımıza göre şekilleniyor günler. Evet pazartesini seven çok az insan olabilir fakat pazartesinin gelmesini dört gözle bekleyen insanlar da vardır mutlaka.
Yine de çarşamba başka bir gün bence çünkü pazartesinin gelişi pazardan belli değildir ya da cumartesinin gelişi cumadan belli değildir lakin perşembenin gelişi, çarşambadan bellidir, demiş atalar. Sadece bu söz bile çarşambayı değerli kılmaya yeten bir anlam taşıyor diye düşünüyorum. Üstelik hangi gün ismi bir ilçeye verilmiş ki başka. Hangi günün ismiyle başlayan bir türkü var ki: Çarşamba’yı sel aldı / Bir yar sevdim el aldı.
Çarşamba, günlerin en farklısı, en özeli...

BİR ANDA

Zeynep Ayten

Bazen insanın zihni masmavi bir gökyüzüdür ama bir tane bile bulut bulunmaz. Bir tane bile kuş uçmaz bu gökyüzünde. Sadece büyük, mavi bir boşluktur ortada olan. Yazmak istersiniz, kelimeler kaçar birer birer. Konuşmak istersiniz sadece dilinize “bilmiyorum” kelimesi gelir.
Yorgunluktan mıdır oluşan bu hal? Belki... Hayata karşı küçük bir isyan mıdır bu duruş? Kimbilir?
Böyle anlarda düşünmek bile imkansızdır. Sanki kocaman dünyada tüm kapılar kilitlenmiş gibidir. Tüm perdeler çekilmiş gibidir. Ne bir renk vardır etrafta ne de bir ses. Sadece büyük bir boşluk. Bu perdeler ne kadar kalın olursa olsun, bu dünya ne kadar mat olursa olsun bir anda perdelerin açılması ya da matlığın yerini renklere bırakması an meselesidir aslında.
İnsan zihni bir anda boşluğa düştüğü gibi bir anda yeniden hayatın kılcal damarlarında gezinmeye başlayabilir.
Bazen bir şeyler yazmak için kalemi elimize aldığımızda bütün kelimeler sağa sola kaçışabilir. Bir konuşmaya başlamadan önce bütün kelimeleri unutmuş gibi hissedebiliriz kendimizi fakat böyle durumlarda da dilimizin bağının çözülmesi an meselesidir, kelimeleri birer birer avlamak da an meselesidir.
Mesela bu yazıya başlamadan önce ne yazacağımı kestiremiyordum. Kelimelerin hepsi kendi dünyalarına çekilmiş, kapıları üzerime kapatmış ve perdeleri de çekmişlerdi. Yazmaya başladıktan sonra kapılar, perdeler açılmaya başladı. Kelimelerin ürkekliği kalmadı bir süre sonra ve birer birer ortaya çıkmaya başladılar. Ben yazdıkça, düşündükçe kendileri çıkmaya başladı sahneye. Şimdi ise yeni bir sorun bekliyor beni, onları sıraya dizmek ve birbirleriyle uyum içinde olmalarını sağlamak.
Belki de asıl sorun burada başlıyor, kelimeleri yan yana getirirken onların uyum içinde olması daha büyük bir çaba gerektiriyor ama zamanla onlar beni tanıyacak ve ben onları tanıyacağım diye umuyorum. O zaman, yazmak daha kolay ve keyifli bir hale gelecek. Buna inanıyorum.

22 Mart 2025 Cumartesi

ANAHTAR

Üner Taha Aydemir

Ellerin kolların zincirli
Bir ağırlık akşam vakti
Kifayetsizdir ne desen
O pencerenin kenarındayken

Bir anahtar var kaybolan
Bahtsız analarda olan
Kimsesiz kuşlarda olan
Mutluları ise yoran

Bırakmışsın miğferini
Eski kuyunun yanına
İçinde çiçek açmış
Sen olmayınca

Zorluyorsun
İnatla deniyorsun
Ama bu topraklar
Daha verimli sen olmayınca
Martılar daha neşeli
Senin yokluğunda 

Gerekiyor kabullenmen
Arkanda hiçbir şey bırakmadan
Çekip gitmen
Çünkü sen busun
Bir istenmeyen

8 Mart 2025 Cumartesi

RAYLAR

Üner Taha Aydemir

Yazıyorum son mektubumu
Şehrin raylarında
Eskimiş binanın
Tam arkasında

Bıraktım çocukluğumu 
Şehrimin dar sokaklarında
Yitirdim umudumu
O yatağın başında

Sokaklar iyidir insanlardan
Kanatmıştı dizimi kaldırımlar
Peki ya insanlar
Onlarsa ruhumu hiç acımadan 

Pek bir tanıdık geliyor
Bu paslı raylar
Bana anımsatıyor
Parktaki salıncaklar

Mısralarımı anlayan
Kimse yok aslında
Ama yazmadıklarım
Yük olur omzumda
O yüzden borcumdur
Bu kalabalığa bir veda

15 Şubat 2025 Cumartesi

YAPRAK

Üner Taha Aydemir


Yapraklar da ayrılır vakti geldiğinde
Ama kendi isteğiyle
Ağaçtan sıkılırmış yapraklar 
Bahane olurmuş sonbahar 

Pek farklı değildir insan da
Sıkılmış yerinden
Gelmiş dünyaya
Sabırsızlığı biraz da bu yüzden

Burada da farksız
İnsan hazırlıyor kefen parasını
Daha doğmadan 
Çünkü ölmek için doğar insan

8 Şubat 2025 Cumartesi

ELEM

Üner Taha Aydemir

Her sabah aynı
Her gün aynı sabaha uyanıyorum
Seçimler değiştirmiyor bu sabahları
Sadece seçiyorum acılarımı

Her şey sıradan
Herkesin kalbi taştan
Sadece biri var
Beni anlayan

Sürekli konuşuyorum onunla 
Dertlerimi anlayan
Bir tek o var aslında
Benim yüzümden uyuyamayan

Eskiden düşünüyordu
Gökyüzündeki yerini
Şimdiyse
Topraktaki yerini

Olanların sebebi benim belki de
Durup dururken şöyle diyorum kendime
Bu hayırsız dünyanın evladına
Davranmasaydım böyle 

Hep böyle değildi
Önce onu sevinçleri terk etti
Hiç istenmediğini anlayan
Bir insan gibiydi

Saklambaç oynayan bir çocuktu
En büyük korkusu
Değildi bulunmak
Yalnızca aranmamak

Biraz büyüdü
Ama büyüdükçe 
Hayalleri küçüldü
Doğan güneş onu üşüttü

Bu vakit çok bir elemli
Düşünüyor karşılayamadığını
Hiçbir beklentiyi

Sanmıyorum anladığını
Benden başka kimsenin
Onu tanımadığını

11 Ocak 2025 Cumartesi

KOCA AĞAÇ

Üner Taha Aydemir

Yine buradayım karşındayım
Koca ağaç acımasız ve heybetli 
Geriye sadece ben mi kaldım
Neden çağırdın beni

Mahkûmun kaçmasını engellemenin
En iyi yolu
Öğrenmemesidir demiştin
Zindanda olduğunu
Peki ben neredeyim koca ağaç?

Çok soğuk üşüyorum
Hava değil soğuk olan
İnsanlar ve hayat
Geriye sen kaldın soğuk olmayan 

Onlar da istiyor aslında
Beni bitirmeyi
Sinsice ama
Değiller senin gibi

Karşındayken kifayetsiz kalıyor kelimeler 
Sadece gürültüden ibaretler
İnsanın sevdiğinin yanında
Gerek kalmaz konuşmasına
Ama ben seni seviyor muyum acaba

Duygularımı anlatacak kadar efsunlu değildi
Belki de kelimelerim
Fakat ruhunu sallayacak kadar
Derindi hissettiklerim

Karşındayım koca ağaç
İşte burada
Cevap vermek için kaçınılmaz olana
Sormuştun bana
Ne için varsın bu dünyada
Ama hakiki bir soru kalkmaz ortadan
Bulunmuş bir cevapla

Sakın kızma bana
Artık haiz değilim duygulara
Senden bana umut değil
Elem inecek
Galiba beni sen değil
Hissettiklerim bitirecek

4 Ocak 2025 Cumartesi

AĞAÇ

Üner Taha Aydemir

Bütün fırtınalar 
Hayatımızı bozmak için gelmezmiş
Bazıları yolumuzu temizlemek içinmiş

Fırtınalar temizlemek istiyor beni de
Düşünüyorum
Birinin yoluna mı çıktım diye
Çünkü
Şiddetli
Çok şiddetli
Rüzgârlar var etrafımda
Bense güçsüz ve mecruh bir ağaç gibiyim
Bunca kıyametin ortasında

Yaslanacak bir yer arıyorum kendime
Yıkılmayayım diye
Ve sonunda bulduğuma inanıyorum
Yıkılmayacağım
Sağlam bir duvar olduğuna
Ama hayır yanılıyormuşum

Çünkü unutuyorum
Ağaç düşer yaslandığı yöne 
Bu yüzden dikkat etmeli
Güvendiğin kişiye

YABAN ARISI

Üner Taha Aydemir

Tırmanıyorsun en yüksek dağa
En ihtişamlı, ulaşılması en zor olanına
Ne için?
İnsanlar seni görsün diye
Kibrin kabarıp seni bulutlara çıkarsın diye
Altında kalanları
Dağdaki her bir taşla ezeyim diye
Onların hatası
Benden daha iyi olmamaları
Diye sayıklıyorsun

Aslında en büyük hatayı sen yapıyorsun
Tırmanma en büyük dağa
Görsün diye seni dünya 
Tırman dünyayı görmek için
O zaman en başarılısı sensin
Yaban arısı gibi 
Karşı koymalısın kurallara
Sana mani olanlara
Ve bakmalısın dünyaya
En zirvesinden

SANDIK

Üner Taha Aydemir

Camları buğulu
Ardını göremiyor
Bu kalpsiz varlıklar
Merhametlerini yanlarına
Almayı unutmuşlar
Duygularını saklıyorlar
Zalim sandıkta

Ölmeyi mi bekliyorlar
Kurtulmayı mı
Belirsiz
Fakat beklemedikleri kesin
Unutulmayı
Kaybolup toprağa karışmayı

Sanıyorlar ki sonsuzlar 
Ama bilmiyorlar
İki kez ölürmüş insan
İlki nefesi kesilince
İkicisi ise
Adlarını bilen son kişi ölünce

SUÇLU


Üner Taha Aydemir

Yaratılanı severim
Yaratandan ötürü
Demiş aralarından en hayırlısı
O hâlde ben miyim
Bu âlemin en hayırsızı

Suç mu sevmemek bu insanları
Bileğine zulüm prangalanmış küstahları 
O hâlde ben miyim 
Bu âlemin en suçlu insanı 

Elimde değil
Gözü kararmışları sevmemek
Hatta nefret etmek
Onlar beni istemiyorlar eminim
Nereden mi biliyorum
Çünkü ben de onlardan biriyim

3 Ocak 2025 Cuma

ADINI SUSAN ÇİÇEK


Betül Seyhan

Ne zaman babaannemlere gitsem onu görüyorum salonun bir köşesinde, sessiz ve hüzünlü. Onu görmek yalnızca bir bitkiyi görmek değil benim için. Onu görmek yıllar yıllar öncesinin bir kısa film gibi gözlerimin önünden geçmesi. Onu görmek demek, zamanın donması. Onu görmek demek çocukluğuma dönmek biraz da. 
Adını bile bilmediğim bir bitkinin bu kadar anlam yüklenmesi nasıl oldu, anlamıyorum. Aslında yıllardır oradaydı o ve sadece dedemin gözdesiydi. Elleriyle dikmişti onu, o saksıya ve üzerine titremişti yıllarca. Büyüyen her dalında, açılan her yaprağında dedemin de yüzünde bir tebessüm açardı, sevinirdi çocuklar gibi ve bizlere gösterirdi büyüyen çiçeğini. O zamanlar anlamazdık dedemin sevincini. Çiçek de sanki dedemin dilinden anlar gibi o sevindikçe daha da gelişti, büyüdü. Hatta bir ara daha fazla büyürse nereye sığacak diye düşünmeye başlamıştım fakat daha fazla büyümedi, aksine küçüldü. Bir ekim ayında dedem bizleri bırakıp göçtüğünde sonsuzluğa, onun yadigârı çiçek de küçülmeye başladı. Artık yeni dallar, yapraklar açmadı. Önce büyümeyi bıraktı, sonra küçüldü, küçüldü. 
Çoğu insan için sadece bir çiçek o fakat benim için başka bir dünya, başka bir imge. Dili olmayan, kelimeleri bilmeyen fakat konuşan, fısıldayan, hüzünlenen bir canlı. 
Hani üzerinde güller açsa, çiçekler açsa ismini Dedeçiçeği koyacağım fakat çiçek de açmıyor garibim. Yalnızca hoş bir yeşillik. Hepsi o kadar. 
Babaannem artık fazlaca ilgilenemiyor çiçekle. Belki de ilgilenmek istemiyor.
Dedem onu bize bırakıp gitti. Şimdilerde o yok evinde fakat onun emaneti öylece duruyor ve her yanına gittiğimde sanki bana dedemle yaşadığı şeyleri anlatıyor. Sormasam da, konuşmasam da anlatıyor. 

20 Aralık 2024 Cuma

CEVAPSIZ SORULAR

Betül Seyhan


Dünyada ilk kez bir çiçeği karşısındaki kişiye kim uzattı? Uzatırken niyeti neydi? Uzatılan çiçeğin türü neydi? Nasıl kokuyordu bu çiçek ve uzatılan kişi çiçeği koklamayı biliyor muydu, kokladı mı? Uzatılan çiçeğin dikeni var mıydı? Acaba kökünden mi koparılmıştı çiçek yoksa dalından mı kırılmıştı?
Bu soruyu şöyle de değiştirebiliriz: İlk kez bahçesinde çiçek görmek isteyen kimdi? Sonra bahçesinden çiçeği evine, penceresinin önüne alan insan kimdi? 
Çiçek görmek, çiçek almak, çiçek büyütmek çoğumuzun zihninde adı konulmamış düşüncelerle yer alır. Bazen yalnızlığın paylaşıldığı bir dosttur çiçek bazen yalnızca odamızın kenarındaki bir süs. Bazen bir sevginin mecazı, sembolü ve anısıdır çiçek bazen uzak diyarların hatırlatıcısı, çağrışımı. Bazen bir geçmiş olsun mesajıdır çiçek bazen en yakın dostun, arkadaşın yadigârı. Bazen de en mutlu anların düğünlerin, nişanların renkli misafiri. Bazı insanlar çiçek gibidir bazı çiçekler de insan gibi. 
Neden kocaman alışveriş merkezlerinde, garlarda, havaalanlarında, okullarda, hastanelerde bile olmazsa olmazlardan sayılıyor çiçekler? 
İnsanın ruhunda, kalbinde çiçeğe bir aşinalık var ve çiçeğin olduğu yerde huzur duyuyor sanki. Bu yüzden çiçek görmediğimiz yerde boğuluyor ruhumuz. Bu yüzden çiçeklerle donatıyoruz kalabalık şehirlerde küçücük parkları bile. Hatta çiçek bulunduramadığımız yerlere çiçekli resimler koymamız da bu yüzden belki de. Çiçekli elbiseler, çiçekli takılar, çiçekli masalar, duvarlar da bu yüzden. Ağaçlar çiçek açtığında ruhumuzun havalanması belki de bu yüzden. 
Çiçekler insanın sessiz tercümanı bütün duyguların, özlemlerin, sevgilerin, hasretlerin.
Lale, papatya, sümbül, çiğdem, şakayık… Adı ne olursa olsun hepsiyle gizli bir sözleşmesi var gibi kalbimizin. 
Galiba çiçekler önce kalbin toprağında açıyor, sonra yeryüzünü süslüyor. 

14 Aralık 2024 Cumartesi

FİRARİ


Üner Taha Aydemir

Durmadan düşünüyorsun fırtınayı
Durmayan yağmuru düşünüyorsun 
Durmadan
Bitmemesinden korkuyorsun karanlığın
Usanıyorsun belki de bulutlardan
Fakat unutuyorsun bazı şeyleri
Mesela gökkuşağı çıkmaz
Yağmur yağmadan

Güvende olmak için
Kaçıyorsun dalgalardan
Okyanusun ortasından
Bir gemi kıyıda güvendedir her zaman
Fakat unutuyorsun bazı şeyleri
Gemiler limanlarda uyusun diye yapılmamıştır
Gemiler denizlerde özgürleşir kaptan

Yağmurun var, rüzgârın var, gemin var
Okyanuslarda doğan
Gökkuşağına inan

29 Kasım 2024 Cuma

TAHLİYE

Betül Seyhan

Bu karanlık zindanda
Hayalinin ışığına sığındım
Gerçekten uzaklaştığımın
Farkına bile varmadım

Beklentilerin esiri olmaktan
Gerçeğin ipini koparmıştım
Hayalinle yaşamaktan
Asıl seni anlayamamıştım

Parmaklıkların ardına geçtim
Gerçeklerle çarpıştım
İşte o an özgürleştim
Hiç olmadığını anladım