yusuf kerem köse etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yusuf kerem köse etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Ocak 2024 Cumartesi

YALNIZLIK


Yusuf Kerem Köse
Burada ortam çok sessiz
Umutsuz
İnsansız
Dünyanın pencereleri kapalı
Havasız 
Dünya ve ben
Yalnızız

Karanlık bir dünyada
Yaşam için savaşan
Yarı cansız yarı yaşayan
Varla yok arası canlılarız
Hepimiz
Yalnızız 

30 Aralık 2023 Cumartesi

HAYATNAME

Yusuf Kerem Köse

Hayatnamenin ortasındayım
Tam bu yaşlarda
Okumak istemiyorum
Yaşlanıyorum her sayfa sayısında

İnsan hayatı bir gölet gibi
Yavaş yavaş azalıyor
Gözüküyor ara sıra dibi
Bir bulut küstüğünde insanlara

23 Aralık 2023 Cumartesi

ÖĞRETMENİM

                         
Yusuf Kerem Köse

                                Şenol Mustafa Aydoğan için...
Bana
En iyi öğretmen kim 
Derseniz
Bence en iyi öğretmen sizsiniz
Okuma, yazmayı, sayıları
Bize siz öğrettiniz

Okulu hiç sevmezdim
Sizi görene kadar
Okulu çok sevdim
Hem de sizin kadar

İlk tuttuğumda bir kalem
Yazacağımı bilmiyordum
Yüzlerce alem

İlk öğrendiğimde okumayı
Bilmiyordum dünyaları 
Okuyacağımı

Öğretmenler
Gelecek nesiller sizindir
Öğretmenim
Bu şiir sizin içindir

GERİ DÖNME

Yusuf Kerem Köse

Eğer
Günün birinde
Bir kapı çıkarsa önüne
Korkma
Gir içeriye
Asla bakma geriye
Senin işin önünle
Karanlık bir odanın
İçinde bulacaksın kendini
Yol ayrılacak ikiye
İlk yoldan gidersen karanlık dünyan yeşerecek
Yeşillendikçe büyüyecek
Eğer hiç düşünmezsen
Hayal etmezsen
Kapıdan çıkacak siyah bir canlı
Soracak sana
Son sözün ne
O zaman diyemeyeceğim sana
Geri 
Dönme 
Dönüşü olmayan bir yoldasın zaten

9 Aralık 2023 Cumartesi

BİR KAYBOLUŞ HİKAYESİ

     Metehan Darıcı, Yusuf Kerem Köse, Muhammet Onur ve Kadir Üstündağ
    
  Bölüm 1: Sessiz Veda

    Sıcak bir yaz günüydü. Şehirde serinlemek mümkün değildi. Biraz hava almak için şehrin kenarına ırmak kıyısına ailecek gitmeye karar vermişlerdi. Meyuko daha önceden ırmağı yakından görmemişti. Babasının dediğine göre bu ırmak çok uzundu ve denize kadar akıyordu. Üstelik sahili de vardı, içinde balıklar da yaşıyordu. Heyecanla yola çıktılar, kısa bir yolculuktan sonra serinleyecekleri yere ulaştılar. Bir süre suda oynadılar, karınları acıktığında kahvaltı yaptılar, salıncak kurdular, top oynadılar. Küçücük bir sahili vardı ırmağın ve etrafta kimse yoktu. Akşama doğru yorgun düşmüştü ancak Meyuko halen yorulmamıştı.
     Irmakta onu çağıran bir gizem vardı. Irmağın akışına baktı, baktı, baktı. Aile fertleri derin bir uykuya dalmıştı. Hafif ama sıcak bir rüzgâr esiyordu. Etrafta kuş sesi bile yoktu. İstemsizce ırmağa iyice yaklaştı. Suyun üzerindeki yakamoz ve suyun ahenkli akışı adeta onu büyülüyordu. Az ilerde sandığa benzeyen, tekne parçasından küçük ama sebze sandığından büyük tahtadan bir kutu duruyordu. Sepet miydi yoksa bu? Yine sanki zihni uyuşmuş gibi ona doğru yürüdü, iyice yaklaştığında bunun içine oturulabileceğini ve kayık gibi kullanılabileceğini düşündü. Zaten yaklaşınca banyo küvetine de benzediğini görmüştü. İçine oturdu, uzanmaya çalıştı ama sığmadı. Yarısı suyun içinde olan bu cisim bir süre sonra Meyuko’nun ağırlığı ile tamamen suya girdi. Meyuko endişe duymuyordu. Bir salıncakta ya da beşikte gibi mutluydu. Bir süre sonra akıntıya kapıldığının farkında bile değildi. Ailesi git gide uzakta kalıyordu. Hava serinliyor, sağda solda küçük tepeler ve cılız ağaçlardan başka bir şey görünmüyordu. İyice yorgun hissediyordu kendisini, gözlerini daha fazla açık tutamadı ve derin bir uykuya daldı. 
    Bu esnada Meyuko’nun ailesi uyanmış ve onun yokluğunun farkına varmış her yerde onu arıyorlardı ama nafile bir çabaydı bu. Şehre dönerek yetkililere durumu anlattılar, çocuklarını aramaları için yardım istediler. O akşam tüm haber kanallarında ırmakta kaybolan Meyuko’nun fotoğrafları vardı. Yakınlardaki evler, kulübeler, hayvan barınakları arandı. Irmağın her yerine dalgıçlar görevlendirildi ama nafile. 
    Gece ilerlemiş, Meyuko gözlerini silerek ve üşüyerek uyanmıştı. Biraz ıslanmıştı aynı zamanda. Yıldızlar çıkmış, hava çoktan kararmıştı.

Bölüm 2: Bitmeyen Yolculuk 

Meyuko, saatlerce yüzen cismin içinde iyice halsiz kalmış üstelik acıkmış ve susamıştı. Elini nehre daldırarak birkaç yudum su aldı. Tadı hoşuna gitmemişti, çamur ve yosun arası bir tadı vardı. Akvaryum gibi kokuyordu ama başka yiyeceği ve içeceği yoktu. Aç karnını suyla doldurmaya çalıştı ama midesi bulanıyordu içtikçe. Daha fazla içmekten vaz geçti. Üzerinde yüzdüğü cismin içinde ayağa kalkarak sağa sola bakmaya çalıştı az kalsın suyu boyluyordu. Oturmaktan, uzanmaktan başka çaresi yoktu ama bunu bile tam yapamıyordu zaten küçük bir sepetti bu. Gözleriyle bir ışık aradı, kulaklarıyla bir ses duymak istedi hepsi nafileydi. Çaresiz kendisini akıntıya bırakacaktı. Annesini özlüyordu, babasını özlüyordu. Bir rüyanın içinde gibiydi ama rüya değildi bu. Korkmaya bile cesaret edemeyecek kadar korkmuştu. 

Başının altına elini koydu, büzüldü ve akıntıya kendisini bıraktı. Tekrar uyandığında sabah olmak üzereydi. Nereye gidiyordu? Yolun sonunda ne vardı? Hangi ilçede ya da şehirdeydi? Kafasına sorular üşüştü. Ya ailesi şimdi onun olmadığının farkına çoktan varmışlardır ama neden gelip kendisini kurtarmıyorlardı. 

Bu düşüncelerle çaresiz ilerlerken biraz ötede küçük bir ada parçasına benzeyen bir yer gördü. Irmak epey genişlemişti. Irmak üzerinde ada olur mu, diye düşündü ama git gide yaklaşıyordu bu küçük kara parçasına. Nihayet içinde bulunduğu cisim adanın kenarına takıldı. Meyuko saatlerdir oturduğu yerden doğrulmak istedi, her tarafı tutulmuştu. Islaktı ve ayakları ağrıyordu. Güç bela adım atarak adaya çıktı ve minik sandalını kenara çekti. Saatler sonra ayakları ilk kez yere basıyordu. Birkaç adım sonra açıldı. Birkaç ağaç vardı burada, çalılar vardı. En büyük ağacın yanına gitti. Bu bir dut ağacıydı. Dalları yere kadar inmişti. Açlığın verdiği hisle ağaçtaki dutları koparıyor ha bire atıştırıyordu. Kendine gelecek kadar yedikten sonra ağacın arkasındaki küçük kayaya doğru gitti ve orada bir sürprizle karşılaştı. Küçücük kümes gibi bir kulübe vardı burada. Hevesle tahta kapıyı açtı. İçerde küçük bir yer yatağı ve sandık vardı. Yatağa uzandı. Tam bir gündür uzanarak yatmamıştı. Bir saat kadar daldı. Uyandığında hava ısınmıştı ve öğlen vaktiydi. Demek ki buralara gelen insanlar var diye düşündü ama burası hangi ilin sınırları içindeydi? Kalkarak sandığın içine baktı. Balık konservesi ve su şişeleri vardı yanında. Konservelerden birini açmaya çalıştı, başaramadı. Sandığın dibinde konserve açacağı, çakı, çakmak gibi araçlar bulunca sevindi. Artık karnı doyacaktı. Konserve açtı, su açtı kendisine ziyafet çekti. Akşam yaklaşıyordu. Etraftan topladığı çalı ve odun parçalarını ateş yakmak için kullanacaktı. Çakmak paslanmıştı kullanılmamaktan. Biraz uğraştı ve ateş yakmayı başardı. Normalde elinden hiç gelmezdi böyle şeyler. Zorluk, yaşam şartları insana neler yaptırıyordu? Yaktığı ateşin yanında epey kaldı. Aklı ailesindeydi. Keşke iyi olduğunu biliyor olsalar, diye düşündü. Buraya bu malzemeleri koyanlar elbette yarın uğrar, beni aileme götürür diye kendisini teselli ediyordu. Gece hayli ilerleyip ateş zayıflayınca kulübeye gitmek üzere ateşi söndürecekti ki birileri ateşi görür de gelir diye söndürmekten vaz geçti. Kulübesine gitti ve uyudu. Rüya bile göremeyecek kadar yorgundu ve bu yorgunlukla sabah etmişti. 

Sabah birilerinin kendisini bulacağı umuduyla uyandı. Dışarıya koştu ama in cin top oynuyordu. Birkaç kuş vardı ses çıkaran o kadar. Adayı baştan sona dolaşma ihtiyacı hissetti. Küçücük bir okul bahçesinden az büyük bir adaydı burası ama yine de nerede ne var, bilmeliydi. Biraz ileriye gidince farklı şeyler görünmeye başladı. Yaklaşınca büyük bir küvete benzeyen bir şey gördü. Yanına gitti. Kullanılmamaktan rengi iyice solmuş bir sandaldı bu. Kenarları tahrip olmuştu demek ki buraya uğrayan pek kimse yoktu. Canı sıkıldı. Oysa bu gün birilerinin geleceğini düşünüyordu. Sandalın birkaç yerinde çatlaklar gördü. Adada başka bir şey yoktu. Buraya hapsolmuş gibi hissediyordu kendisini. Kurtulmalı ve ailesine ulaşmalıydı.

Burada bir gece kalmıştı ve burada kendisini bulmaya gelen kimse olmayacaktı. Yeni kurtuluş yolu aramalıydı bu düşünceyle sandalı kendince onarıp yola çıkmaya karar verdi. Kulübesindeki sandığı sandalın yanına getirdi. Bu epey zaman almıştı. Sonra sandalın onarılması gereken yerlerini konserve kutuları ve bulduğu diğer malzemelerle onardı. 

Kalan konserve ve suları sandala çıkardı, sandalı güçlükle itekleyerek içine atladı ve yeniden ırmağın akışına kendisini bıraktı.  

Bölüm 3: Sandal Yolculuğu

Yola çıktığında akşam yaklaşmıştı. Bir yandan seviniyordu yola çıktığı için bir yandan da üzülüyordu belki de hata etmişti buradan ayrılmakla. Bu düşüncelerle sandal ilerliyordu. En azından artık sandalda uzanabiliyor, oturabiliyordu ve yiyeceği de vardı. Onardığı yerlerin su alıp almadığına baktı. İçeriye su girmemişti. Bir süre sağı solu izledi ama yine görünürde bir yaşam belirtisi yoktu. Sandalına uzandı. Kulübeden aldığı battaniyeyi üzerine çekti ve derin bir uykuya daldı. 
Sabah uyandığında artık kara parçası çok uzaktaydı ve ırmak hayli genişlemişti. Uzaklarda dağlar, kıyılar görünüyordu ama burası artık ırmak değildi anladığı kadarıyla. Irmağın denize vardığı yeri geride bırakmıştı. Kurtulmayı umarken daha büyük bir sorunla karşı karşıya kalmış, ırmaktan kaçarken denize ulaşmıştı. Önce karamsar düşüncelere saplandı sonra burasının deniz olduğunu, denizde balıkçıların olacağını düşündü. Kurtulmaya az kaldı, diye sevinmeye başladı. Ancak akıntı artık eskisi kadar güçlü değildi. Denizin ortasında bir o yana gidiyordu bir bu yana. Üstelik güneş de fena yakıyordu. Gece üşümüştü, şimdi ter içindeydi. 
Çaresiz biçimde kaç gün, kaç gece geride bırakmıştı denizin ortasında bilemiyordu. Suyu ve konservesi azalıyordu. Bir yandan da fırtına çıkarsa diye korkuyordu. Neyse ki geceleri hayli durgun oluyordu deniz. Artık yaptığı hiçbir şey yoktu. Rüyalarında ailesini görüyordu, kurtulduğunu görüyordu. Okulunu görüyordu. En sevmediği dersleri bile özlemişti. Annesinin yaptığı yemekleri özlemişti, sıcak yatağını özlemişti. Günlerdir üzerinde aynı elbiseler vardı ve kendisi de akvaryum gibi kokmaya başlamıştı. Artık kara görünmüyordu sağda solda. Kocaman maviliğin ortasındaydı. Yukarıya bakıyordu mavi, aşağıya bakıyordu mavi…
O gün hava biraz serin ve esintiliydi. Günlerdir aynı yerde dolaşan Meyuko denizin farklı yerlerine doğru sürüklendiğinin farkına vardı. Çok sürmedi fırtına hızlanmaya başladı. Yapacak bir şeyi yoktu. Sandalına uzandı ve fırtınanın dinmesini bekledi. Fırtına onu denizde akıntısı olan bir yere sürüklemişti. Tıpkı ırmak gibi burada bir akıntı vardı ve hızla ilerliyordu sandalı. Suyun rengi değişmişti. Isısı da değişmişti. Sandalında çok az yiyecek kalmıştı. Birkaç gün daha ya yeterdi ya yetmezdi yiyeceği.  
Meyuko kaybolalı on günü geçmişti. Ailesinin artık ümitleri tükenmek üzereydi. Onu sonsuza kadar göremeyecek olmanın acısı onları çok üzüyordu. Aramalar tamamlanmış, ırmak dibinde ya da yakınlarda her yere bakılmıştı ama Meyuko’ya hiçbir iz yoktu. Sanki yer yarılmıştı da içine girmişti Meyuko. Babası sürekli kendisini suçluyordu, ırmak kenarına gitmek neyse de niçin uyumuştu. Meyuko’nun kaybolduğu günden beri o da uyumuyordu. Birkaç kez gözleri dalacak oldu, rüyasında oğlunu görüp geri uyandı her defasında. Hatta bir keresinde Meyuko uyku ve uyanıklık arasında babasına:
-Yaşıyorum ben, beni merak etmeyin, eve döneceğim ama üç hafta ama üç ay ama üç yıl sonra, demişti gizemli bir ses tonuyla. 
Babası da öyle düşünüyordu ama artık resmi kurumlar aramanın sonlandırılması gerektiğini düşünüyorlardı. Nihayet Meyuko kayıtlara “kayıp” olarak işlendi ve aramalar durdu. Hayat bir yandan devam ediyordu. Babası ve annesi her gün Meyuko’nun kaybolduğu ırmağın kenarına gelip, bir süre vakit geçirip dönüyorlardı. 
Meyuko da aslında çok özlemişti annesini babasını… Yürümeyi özlemişti, toprağa ayak basmayı. Hatta düşmeyi, dizlerinin kanamasını bile özlemişti. Çaresizce sabrediyordu. Nereye kadar dayanacaktı, kendisini bulabilen birileri olacak mıydı? Düşünüyordu… Düşünüyordu… Yapabileceği başka bir şey yoktu kocaman maviliğin ortasında. 
Artık zaman anlayışını kaybetmişti çünkü suyu ve yiyeceği de bitmişti. Üstelik iyice sıcaktı deniz ve hava. Bitkindi. Gözlerini açacak hali bile yoktu. Birden ayağını bir şeylerin sarstığını hissetti. Önce ayağını salladı. Biraz sonra yine ayağı sarsılıyordu. Tek gözüyle baktı, bir kuştu ayağına konan. Hayal görüyorum, diye düşündü. Ancak kuş ha bire ayağını sarsıyor, gagalıyordu. Derken bir kuş, bir kuş daha, bir kuş daha… Kuşular çoğaldı. Meyuko güç bela doğrularak önce kuşlara sonra az ilerdeki sahile baktı. Sapsarı kumlarla ve yeşil ağaçlarla kaplı bir kara parçasıydı burası. Sandalının oraya doğru sürüklenmesini bekledi bir süre sonra sandalı karaya oturdu. Ayağa kalktı, yürümeyi unutmuş gibiydi. Sandalın dışına adım atmaya çalıştığı anda düştü ve kumlara yuvarlandı. 

Bölüm 4: Günler Sonra Yeniden Karaya Çıkmak

Güçlükle, sürünerek kumların ilerisine doğru ulaştı. Rengârenk bitkiler ve kocaman ağaçlar vardı. Kuş seslerini ilk kez duyuyordu günler sonra. Hoşuna gitmişti fakat aklına şu soru geliyordu: Öldüm ve cennete mi ulaştım? Açlıktan etrafta gözüne kestirdiği otlardan bazılarına uzanarak yemeye başladı. Kimi ekşi, kimi acıydı bu otların. Yine de epey ot tüketti ve uyudu. Uyandığında gece başlamıştı. Kendine gelmişti. Sandalına baktı, yerindeydi. Ayakları açılmaya başlamıştı. Sandalından çakmak ve işe yarayacağını düşündüğü bir iki şey alarak ağaçların arasından yürümeye başladı. Yorulunca gözlerinin görebildiği kadarıyla kuru ağaç parçaları, yapraklar topladı ve ateş yakmaya koyuldu. Aslında soğuk değildi hava ancak ateş ona güven veriyordu. Üstelik ağaçların arasından vahşi hayvanların kendisine baktığını düşünüyor, korkuyordu. Irmakta, denizde sürüklenirken duymadığı, bilmediği korkulardı bunlar. Ateşi büyüttü, daire biçimine getirdi. Ortasına uzandı ve uyuyakaldı. Rüyasında ailesini gördü. Annesi de babası da ona el sallıyor ve özlediklerini söylüyorlardı. Tam onlara uzanacaktı ki bir tıkırtıyla uyandı. Uyanır uyanmaz yanındaki tavşan zıpladı ve kayboldu. Bir süre hareketsiz kalınca tavşan yeniden ortaya çıktı. Ayaklarının arasında havuca benzeyen bir şey tutuyordu. Ürkütmeden tavşanı takip etti. Sonunda havuçların bulunduğu yere gelmişti. Heyecan ve iştahla o da havuca benzeyen bu şeylerden yemeye başladı. Tatlıydı bu sebzeler. Yanına birkaç tane daha aldı ve hiç bitmeyecek gibi görünen ormanda yürümeye devam etti. 
Artık beslenme sorunu kalmamıştı. Meyuko’ya havuca benzeyen sebzelerin yolunu gösteren tavşan yanından ayrılmıyordu. Artık bir de arkadaşı vardı. Ancak burasının bir ada parçası olmadığını kısa sürede anladı. Çünkü daha ilerde yüksek dağlar vardı. Her yer ağaçlarla kaplıydı. Ormanın içine girdikçe tehlike artıyordu kendisi için ancak birilerine ulaşması gerekiyordu. Üzerindeki elbisenin paçaları ve kolları artık çürümeye başlamıştı. 
Gündüz vakitleri yürüyor, gece vakitlerinde ise kendisine bir ateş yakarak dinleniyordu. Gece ormanın derinliklerinde çok korkutucuydu. Baykuş sesleri, arada çığlığa benzeyen başka sesler, homurtularla sabah çok zor oluyordu. Üstelik derinliklerine doğru ilerledikçe gece ormanda serin de oluyordu. Kaç gün, kaç gece yürüdü, saymadı. Orman bitecek gibi değildi. Belki de aynı yerde daire çiziyordu çünkü ağaçlar hep birbirine benziyordu. Farklı ağaçlar ve meyveler bulduğunda yanına birkaç gün yetecek kadar almayı da ihmal etmiyordu. 
Bir sabah uyandığında ağaçların seyrek olduğu bir yere rastladı. En azından aynı yerde dönmediğini düşündü, sevindi. İlerde ne olacağını, karşısına ne çıkacağını bilmiyordu. Ağaçlardan bir kısmının kökleri duruyordu. Eğildi, inceledi. Bu ağaçlar kesilmişti. Ağaçların kesilmiş olması demek, insanların yakın olduğu demekti. Sevindi. Ancak nasıl insanlarla karşılaşacağını bilmiyordu. Üstelik hangi şehirde ya da ülkede olduğuna dair bir fikri de yoktu. Tek bildiği kilometrelerce uzakta olduğuydu ailesinden. Bir süre daha yürüyünce ormanın içinde patikaya benzer bir yol olduğunu fark etti ve bu yolu takip etmeye başladı. Patikalar ya hayvan sürüleri tarafından oluşturulurdu ya da insanların aynı yolu kullanmasıyla doğal olarak ortaya çıkardı. Kesilmiş ağaçları da hesaba katarsa bu patika onu insanların bulunduğu bir yere götürecekti. Birazcık olsun umuda kapılmıştı günler sonra. Durup dinlenmeden yolu takip etti. Heyecanlanıyordu. Yanında yürüyen tavşan bir sağına geçiyordu bir soluna. Nihayet ağaçlar iyice azaldı ve karşısında küçük bir köy gördü. Yaşadığı yerdeki yapılara benzemiyordu bu evler. Üstelik etrafta da kimseler görünmüyordu. 

Bölüm 5: Yabancılar Arasında İki Hafta

Sessizlikten endişe duyan Meyuko, bir kenara çekildi ve sessizce etrafı izlemeye devam etti. Küçük tavşan korkusuz bir şekilde köyün içine doğru ilerliyor, dönüp Meyuko’ya bakıyor adeta korkacak bir şey olmadığını ona anlatmaya çalışıyor gibiydi. Meyuko endişeyle sağa sola bakıyor yerinden oynamıyordu. Ağaçlardan yapılmış evlerden birinin önünde durdu, penceresine zıpladı, tekrar kapıya indi o esnada kapı açıldı ve Meyuko ile aynı yaşlarda bir çocuk göründü kapının önünde. Tavşan ve bu çocuğun birbirlerini tanıdıkları belliydi. Çocuk tavşana uzandı, onu sevdi ama tavşan bir şeyler göstermek ister gibi çocuğu köyün dışına doğru çekmeyi başardı. Nihayet küçük tavşan ve yanındaki çocuk Meyuko’nun yanına geldiler. Meyuko çocuğa baktı, çocuk da Meyuko’ya. Sonra Meyuko’ya bilmediği bir dilde bir şeyler sordu çocuk. Meyuko’nun anlamadığını fark edince işaret dili ile anlaşmaya çalıştılar. Meyuko, eline bir çöp parçası alarak macerasını resimlerle çocuğa anlatmaya çalıştı. Sevmişlerdi birbirlerini. Meyuko kendisini işaret ederek: 
-Meyuko, dedi. Bunun üzerine diğer çocuk:
-Düko, dedi. Artık birbirlerine adlarıyla hitap ediyorlardı. Tavşan da ha bire sağdan soldan bulduklarını kemiriyordu. Düko ile Meyuko iyice kaynaştıktan sonra Düko, onu evine işaret dili ile davet etti. Korkmaması gerektiğini de ima etti. Köyde kimse yoktu çünkü büyük insanlar ormanda avlanma ve ağaç kesme işiyle meşguldü. 
Haftalar sonra ilk kez bir eve giriyordu Meyuko. Kendi evini hatırladı, ağlamaklı oldu. İstemsiz bir biçimde Düko’ya sarıldı. Düko da ona sarıldı. Kendi evlerine benzemiyordu, dillerini bilmediği insanların köyündeydi. Nerede olduğunu da bilemiyordu ama yine de mutluydu ilk kez. İnsan görmekten mutluydu. Kurtuluş umudu yeşerdiği için mutluydu. 
Akşam olduğunda Düko’nun ailesi oğullarının yanında Meyuko’yu görünce önce şaşırdılar. Düko, anladığı kadarıyla Meyuko’nun hikayesini anlattı uzun uzun. Bunun üzerine Düko’nun ailesi köylülere haber verdi. Saatlerce Meyuko’ya gelip bakmak isteyen insanlar oldu. Meyuko, onlar kadar esmer değildi. Üstelik çelimsizdi onlara göre. Bu da Meyuko’yu gizemli kılıyordu onlar için. Birkaç gün boyunca gelip çocuklar, yaşlılar Meyuko’ya bakıp dokunuyor, garip şeyler söylüyorlardı ama korkutucu insanlar değildi hiç biri. Meyuko, Düko’ya memleketini özlediğini, anne babasının yanına gitmek istediğini ve buna yardımcı olması gerektiğini anlatıyordu her gün. Düko da ailesine, köylülere bu durumu anlattı durdu. Aradan iki hafta geçmişti. Bir sabah uyandıklarında çocuklarla beraber büyüklerin de köyde olduğunu anladı Meyuko. Düko, Meyuko’ya yılın bu gününde şehirden gelen bir yabancının kendilerine av malzemesi ve kıyafet getirdiğini anlatmaya çalıştı. 
Vakit geçmeden köyün ortasındaki kalabalık büyüdü ve ağaçların arasından bir araç köye yaklaştı. Bu gelen bir arazi aracıydı ve arkası tamamen yüklüydü. Gelen kişi, buranın insanlarına benzemiyordu. Daha açık tenliydi. Herkes yanına gidince Meyuko’da bu yabancının yanına gitti. Yabancı, görür görmez Meyuko’nun bu köyden olmadığını anlamıştı. Boş bulundu ve birden:
-Adın ne, sen ne zaman geldin buraya, diye sordu. Meyuko şaşkındı. Kendisiyle aynı dili konuşan birine rastlamıştı. Telaşla:
Ben Meyuko… Dedikten sonra gözyaşlarıyla hikâyesini anlattı. Yabancı, geceyi Dükoların evinde geçirmeye karar verdi. Ertesi sabah erkenden yola çıkacaklardı ve Meyuko’nun ülkesine dönmesi için yardımcı olacaktı. Konuşmalardan anlamıştı ki kendi ülkesinden çok uzaklara sürüklenmiş, ırmaktan denize oradan okyanusa ulaşmış ve bambaşka bir ülkenin en kıyısında bir köye ulaşmıştı. Artık dönüş ümidi daha da artmıştı. Sabaha kadar uyuyamadı. Sabah, Düko ve ailesi olmak üzere bu küçük köydeki herkesle vedalaştı. Tavşanla da vedalaşıyordu ama tavşan bir türlü peşini bırakmıyordu Meyuko’nun. Sonunda Meyuko araca binince tavşan da araca atlamıştı. Galiba onu terk etmek istemiyordu. Tavşan, yabancı ve Meyuko yola çıktılar. 

Bölüm 6. Dönüş Ümidi
Yabancı satıcı ve Meyuko yolda uzun uzun konuştular. Satıcı Meyuko’ya teşekkür etti yolculuğuna eşlik ettiği için ve onu ailesine ulaştıracağına söz verdi. Araçla üç günlük yolları vardı ve mola vererek gitmeleri gerekiyordu. Meyuko haftalar sonra yeniden damak zevkine uygun yiyecek, içecek bulduğu için mutluydu. Tavşan da halen yanından ayrılmamıştı. Yabancı satıcı, kendisinin yedek elbiselerinden Meyuko’ya bir şeyler uydurmaya çalıştı. Büyük de olsa bu kıyafetler hoşuna gitmişti Meyuko’nun. 
İlk molanın ardından yeniden yola çıktıklarında nihayet asfalt yol görünmüştü. Meyuko heyecanlanıyordu. Bir süre daha gittikten sonra başka başka araçlar görmeye başladılar. Tabelalar vardı yol üzerinde ama Meyuko ne yazdığını anlamıyordu. Bu kez molayı bir benzin istasyonunda vereceklerdi. Meyuko heyecan ve neşe ile araçtan indi. Tavşanını da yanına aldı. Birlikte önce karınlarını doyurdular ardından yabancı satıcı Meyuko’ya yeni kıyafetler aldı. Haftalar sonra yeniden modern bir dünyaya ulaşmak dünyaya geri dönmek gibiydi. Meyuko bu dinlenme yerindeki otel odasında saatlerce temizlendi, duş aldı. Aynada kendisini gördüğünde şaşırdı. Neredeyse tanınamayacak hale gelmişti. Saçları uzamış, yüzü esmerleşmiş, epey zayıflamıştı. Olsun, dedi içinden. Hayattayım ve aileme dönüyorum. 
Üçüncü gün artık yabancı satıcı yolculuğun sona erdiğini söyledi ve ülkesine dönmesi için görevlilerle irtibata geçmeleri gerektiğini dile getirdi. Birlikte kocaman binalara girdiler. Anlamadığı dilde çok şey konuşuldu etrafında. Tavşanı hep yanındaydı bu sırada. Akşama kadar ordan oraya dolaşıp durdular. Akşam olduğunda artık dönüş bileti alınmıştı Meyuko’nun ailesiyle irtibat kurulması kalmıştı geriye sadece. Meyuko ailesinin bilgilerini görevlilere verdi ve beklemeye başladılar. 

Bölüm 7: Eve Dönüş Yolunda
Meyuko’nun anne ve babası artık ondan ümidi kesmişti. Sadece hayatta olup olmadığını bilmek istiyorlardı. Resmi görevliler araştırmaları bırakmıştı ve Meyuko artık kayıp ilanlarında bile görünmüyordu. O gece Meyuko’nun annesi ve babası garip bir rüya görmüşler uyandıklarında birbirlerine anlatmışlar ve üzülmüşlerdi. Her ikisi de Meyuko’nun döndüğünü görmüşlerdi rüyalarında. Hem sağlıklı ve dinç bir halde. Tam rüyalarını birbirlerine anlattıkları sırada telefonları çaldı. Arayan çok uzaktaki bir ülkenin konsolosluğu idi. Meyuko’nun babası “yanlış numara” deyip kapatacaktı ki kendisini arayanlardan Meyuko ile ilgili görüşeceklerini öğrenince az kaldı bayılacaktı telefon elinde. Meyuko yaşıyordu ve aylar geçmişti kayboluşunun üzerinden. Çok uzak uzak bir ülkede nasıl ortaya çıkmıştı. Kaçırılmış mıydı, nasıl gitmişti? Bir sürü soru vardı anne ve babasının kafasında. Bunların dolandırıcı olabileceğini bile düşündü bir vakit babası. Sonunda Meyuko bulunmuştu.
Öte yandan Meyuko, tavşanı ile beraber ülkesine dönüş için son aşamadaydı. Yanında tavşanından başka hiçbir şeyi yoktu. Sadece anlatacağı hikâyeler vardı ülkesine götüreceği. Kendisine yardım eden satıcıya teşekkür etti. Sarıldı ve ülkesine dönüş uçağına bindi. Havaalanında ailesinin kendisini karşılayacağını biliyordu. 

Bölüm 8: Büyük Buluşma
Birkaç saat sonra Meyuko ülkesinde olacaktı. Ailesi de heyecanlıydı, kendisi de heyecanlıydı. Bir filmin içinde gibilerdi hepsi. Yalnızca tavşan olan bitenden habersiz gibiydi ve mutluydu çünkü Meyuko’nun yanındaydı. 
Sonunda yolculuk bitti. Meyuko uçaktan inerken anne ve babası önce onu tanıyamadılar. Esmerleşmiş, zayıflamış, saçları uzamış ve garip elbiseler içindeydi Meyuko. Galiba biraz da büyümüştü. Anne babasını görünce onlara doğru koştu. Tavşanı da kucağındaydı. Anne babası da ona doğru koştu. Bu esnada olayı haber alan gazeteciler, resmi yetkililer de havaalanına gelmişti. Flaşlar patlıyor, mikrofonlar uzatılıyor, televizyonlarda Meyuko ile ilgili haberler yer alıyordu. “Mucize Kurtuluş, Efsane Dönüş” gibi haber başlıkları vardı her yerde. Meyuko, anne babasına sarıldı, tavşan da kucaklarındaydı. Ertesi günün bütün gazetelerinde bu mutluluk pozu vardı. Meyuko’nun artık ömür boyu anlatacağı hikâyeleri vardı. İnsanlar belki de inanmayacaktı kendisine ama o yaşamıştı. 
Her şeyi yaşamıştı…



3 Aralık 2023 Pazar

YOLSUZ

 Yusuf Kerem Köse

 

ben ve boşluk
odamda bir başımıza
yolumuz yokuşluk
bakmadılar gözyaşımıza

sadece bir sözcük
yetiyor terk edilmek için
duydum yokuşta bir ses
gidin gidin 
diyor gibiydi herkes

artık yeni günler
başlıyor benim için
dökülürdü tüm sözler
eskiden dediğimde niçin

değişiyordu sözcükler
derlerdi bana sorumsuz
yukarda tüm gözler
benim adımdır yolsuz


SİYAH ŞEMSİYE

Yusuf Kerem Köse

siyah
en sevdiğim renktir
yolda gördüğümde sahipsiz bir şemsiye
aldım onu yerden
elime
götürdüm onu evime
boyadım 
siyah renge
artık olmuştu o
siyah bir şemsiye

uzun yıllar geçti
yaşlandım
duvarda hala
asılı duruyor
öylece

eğer yataktan bir gün kalkabilirsem
çıkacağım onunla gezmeye
güneşli bir gün olsa bile


28 Kasım 2023 Salı

BENİM ATIM

 
Yusuf Kerem Köse

Ahırın kapısını açınca
Duruyor orda yaşlı bir at
Onun gücüne eşit bir karınca
Yaşlanmış bir ayağı sakat

Dolaşırdık sonsuza
Ben çok gençken
Derdim eve gidelim
Derdi sanki daha erken

Artık bir avuç yem
Yetiyor onun için
Eskiler gelince gözüme
Ağlarım için için

İkimiz iyi bir takım
Yaşlansak bile
Derim işte benim atım
Benden ayrılsan da yine

EN GÜZEL ŞİİR

Yusuf Kerem Köse
yürürken baktım yola
hayvanlara doğaya
dedim içimden ilk defa
en güzel şiiri yazamadım daha

dizeleri ekle yan yana
dörtlük, beyit olur sana
yazmak güzeldir ama
en güzel şiiri yazamadım daha

satırlar yüklü yara
anlatma yaz oraya
sayfalardan kuşlar uçsa da
en güzel şiiri yazamadım daha

doğa yaz dedi bana 
yoruldum yaza yaza
dedim doğa anaya
en güzel şiiri yazamadım daha

8 Kasım 2023 Çarşamba

NİCE YÜZYILLARA

 Yusuf Kerem Köse 
Tam yüz yıl önce
Ulu Önder’in izinde
Şehitlerimizin kanıyla
Kazandık bu milleti
 
Dile kolay yaşamak zor
Urfa, Antep, Adana
Bir hilal uğruna
Korkmadan savaştılar
 
Çanakkale geçilmez
Türk milleti bölünmez
Bizimle savaşmadan
Vatan kimseye verilmez
 
Seyit Onbaşı, Elazığlı Hasan
Onların son nefesi
Bayrağımızın özgürlüğü
Ne mutlu Türküm diyene
 


DÜNYANIN GARİPLİĞİ

Yusuf Kerem Köse

Dünya her haliyle garip
Lavken de su iken de
İnsansız da garip
İnsanlı da
Renksiz de renkli de
Kötüler acımasız, iyiler vicdanlı
Dinozorlar büyük atomlar küçük
Hayvanlar dilsiz insanlar konuşkan
İşte her şey burada karışıyor
Güçlüler de var güçsüzler de
Hızlı yavaşlar
Herkes garip
Her şey değişik

 

 

SULARIMIZ

 
Yusuf Kerem Köse
Dünyanın dörtte üçü
Ülkemizin üç tarafı
Şehrimizin Kızılırmak’ı
Ne güzel sular ırmaklar
 
Yer altında bekliyor
Bizi tatlı sular
İçmek çok güzel
Sıcak veya soğuklar
 
Şelaleler, göller
Ne güzel o sesler
İçlerinde yaşarlar
Canlılar bitkiler
 
Tatlıları da var tuzluları da
Derinlikleri çok fazla
Denizaltları içinde
Dolaşıyorlar özgürce

7 Kasım 2023 Salı

ÇOCUKLUĞUM


Yusuf Kerem Köse

Bahçeme bakınca aklıma
Çocukluğum geliyor
Bazen gülen bazen üzülen
O çocuk bana gülüyor
 
Ellerimden kaydı
Soğuk kartopları
Gözlerim yaşarıyor hatırlayınca
Diyorum onlar benim anılarım
 
Hayatın keyfi
Asıl o zamanlarda çıkarmış
İnsan büyüyünce
Renkleri solarmış
 
Sadece bir gün daha
Yeterdi benim için
Neden gittin çocukluğum
Sana kal diyemedim

21 Ekim 2023 Cumartesi

AKROSTİŞ

 Yusuf Kerem Köse
Paraların değeri ne ki
Aslında kâğıttan değersiz
Resim çizmişler kâğıtlara
Ak saçlı o kötü adamlar

BEN KİMİM

Yusuf Kerem Köse
Büyüyünce ne olacaksın, diye sorduklarında
Aklımdan geçiyor tüm meslekler
Bazıları bana uygun
Bazıları değil
Hangisini seçsem
Aslında hepsi olabilir
 
Bazen evler yapmak istiyorum
Bazen deneyler
Koşup zıplayıp
Uçaklarla uçmak istiyorum
 
Dünyayı gezmek istiyorum
Fabrikalarda müdür olmak
İnternette gezinip
Siteler kurmak istiyorum
 
Aslında biliyorum
Ne olmak istediğimi
Ben en iyisi
Kendim olmalıyım

14 Ekim 2023 Cumartesi

GÜNLÜK PARÇASI

Yusuf Kerem Köse

Evet, bugün de her zaman olduğu gibi annem ve babam çay içip televizyon izliyordu. Kardeşim de oyuncaklarıyla anlamadığım bazı şeyler yapıyordu. Ben ise boş boş oturup kafa dağıtmaya çalışıyordum çünkü kafam o kadar dolu ki bir şeyler daha girse çatlayacak gibi oluyor. Aslında bunun birden çok nedeni var. Biraz sınav stresine kapıldım galiba. Derslerimle sorunum yok, notlarım iyi ama beni çok yoruyor onlarla meşgul olmak. Ayrıca annem ve babam beni bir türlü anlamıyorlar. Dertleşeceğim ya da içimi dökeceğim kimsem yok. Bir tek sana yazabiliyorum sevgili günlüğüm. Herkes bana bir garip davranıyor, nedenini anlamıyorum. Zaten anlasam her şey çözülecek ama…

UZAK DAĞ

Yusuf Kerem Köse
Bazen küçük penceremden
Bakıyorum dışarıya
Karışımızdaki küçücük dağa
Soruyorum babama
Neden küçük bu dağ
 
O sana küçük geliyor, der
Ona her sorduğumda
Benim de aklımı karıştırıyor
Neden bu dağ uzaktan bakınca
Bu kadar küçük duruyor orada
 
Aslında küçük değil
Biraz uzak gibi
Ama ölçsek mesafeyi
Kısacık bir ip gibi
Uzaklığı onu gizemli kılıyor
O küçücük dağa
Ulaşmak çok zor
Yakından görmek istesem
Dürbünle bile olmuyor

7 Ekim 2023 Cumartesi

BİR BAŞARI ÖYKÜSÜ

    Yusuf Kerem Köse 
    Ben o sene üniversite okumak için Amerika’ya gitmek zorunda kalmıştım. Aslında orda okumak istemiyordum ama iyi bir eğitim almam gerekiyordu. Çünkü Aziz Sancar gibi milletime yararlı bir insan olmak istiyordum.
    Bavulumu hazırlarken ellerim tir tir titriyordu zira vatanımdan hiçbir zaman uzak kalmamıştım. Uçakta yolculuğumuz on saat kadar sürmüştü. Oraya vardığımızda akşam saat beş buçuktu. Orada en yakın otele yerleştim.
    Sabah olduğunda ise okulumun yolunu tuttum. Okulda neredeyse birçok kişi Amerikalıydı ve hiç Türk yoktu. Genelde beni küçük görüyorlardı Türk olduğumu öğrenince. Ben ise onlarla tartışmaya bile girmeden sakince oturuyor ve derslerimi dinliyordum. Gün bittiğinde kendimi mutsuz hissediyordum.
    Bir süre sonra kendime bir ev buldum ve orada yaşamaya başladım. Bir gün eve gittiğimde Amerika ile ilgili araştırma yapmaya karar verdim. Japonya’ya Amerika tarafından 1945 yılında atılan bombayı araştırdım. Bunu sınıfta beni hor görenlere karşı malzeme olarak kullanabilirdim fakat tez zamanda bu düşünceden vaz geçtim. Onlara benzemek istemiyordum. Okulda başarılı olmak ve herkesin övgüsünü kazanmak daha mantıklı bir iş olacaktı.
    Üç yıl sonra girdiğim meslek sınavında derece yaptım ve istediğim mesleği yapmaya başladım. Beni hor gören arkadaşlarım ise sınavda çok düşük aldılar ve şu an sevmedikleri bir işte çalışıyorlar. Eğer ben de onlara uysam, onlar gibi yapsaydım şu an ben de onlardan farksız olurdum. Bu yüzden hayatta en önemli şeyin çalışmak ve kötü insanlardan uzak durmak olduğunu anladım.



23 Eylül 2023 Cumartesi

BULUTTAN ŞATO

 

Yusuf Kerem Köse

Bulutlar neden gökyüzünde
Yerde olsalardı keşke
Binerdik üstlerine
Gezerdik gökyüzünde
 
Acıkınca bir parça koparıp yerdik
Gökyüzünde bulutlar
Olsunlar
Her zaman
Bazen düşünüyorum
Dünyayı bulutlar taşısaydı
Gezseydik evrende
Tanışsaydık uzaylılarla
 
Bazen kafam doluyor
Böyle düşüncelerle
Bir bulutum olsaydı
Örtecek üstüme
 
İnsan düşünüyor
Keşke olsa diye
Olmayacağını bilsem de
Düşünüyorum düşünüyorum
Buluttan şatomu



ISPANAKLI BÖREK

Metehan Darıcı, Yusuf Kerem Köse, Muhammet Onur ve Kadir Üstündağ'ın  ortak çalışmasıdır 

        (5 sınıf)


B
en ıspanaklı böreği çok severim dedi Mavi Kaplumbağa, etrafındaki diğer kaplumbağalara. Diğer kaplumbağalar umursamadı. Kısa bir sessizlikten sonra başka bir kaplumbağa çıkarak:

-Ben de seviyorum ıspanaklı böreği hatta ıspanaklı börek kırmızıçizgimdir, geçilemez dedi.  O sırada toprağın altından kendi tünelinde dolaşan karnı aç Yeşil Köstebek yukardaki konuşmaları duydu ve toprağı kazarak yukarı çıktı:

-Pırasalı börek, pırasalı böreeeek, ah olsa da yesek diye bağırdı. Diğer kaplumbağalar yine umursamadı. O sırada annesi Metehan’a:

- Metehan, okul zamanı geldi diye seslendi. Metehan uyanır uyanmaz sağa sola baktı. Ne kaplumbağa vardı ne de köstebek. Kıyafetlerini giydi, yüzünü yıkadı ve okul yoluna düştü. Okulu yakındı ve her sabah yürüyerek gidiyordu. Baktığı her yerde ya yeşil köstebeği arıyordu ya da mavi kaplumbağayı. İlk derslerden Metehan hiçbir şey anlamadı. Dalgın dalgın teneffüse çıktı. Futbol oynamayı seven Metehan’ın bu hali uzaktan iyi görünmüyordu. Yusuf, ayağının hemen ucundaki topu Metehan’a atmak için geriye doğru gitti ve koşarak gelip son gücüyle topa ayağıyla vurdu ancak Metehan kendisine doğru gelen topun farkında bile değildi. Şiddetle Metehan’ın kafasına düşen top, Metehan’ı bayıltmaya yetti. Metehan’ın düştüğünü gören Kadir ve Muhammet onun yanına koştular. Yusuf da koştu geldi. Nöbetçi öğretmen büyük bir telaşla olay yerine koştu. Görünürde Metehan’ın hiçbir şeyi yoktu. Bir süre öylece yerde kaldı. Öğretmen ve arkadaşları Metehan’ı ayıltmaya çalışıyor, yüzüne su döküyordu. Metehan ise sabah yarım kalan rüyaya yeniden dalmış yeşil köstebek ve mavi kaplumbağa ile yine karşılaşmıştı.

Öğretmeninin sarsmalarına ve yüzünden aktarılan suya daha fazla dayanamayan Metehan birdenbire ayağa kalkarak bağırdı:

-Ispanaklı böreeeeekk!