30 Kasım 2024 Cumartesi

BAŞKAN

NURGÜL ASYA  KILCI, ZEYNEP YURTTAŞ, KAAN ERDOĞAN, MEHMET ZAHİD ÖKTEN, MİRAÇ KAĞAN GÜLER, TAHA METİN YILDIRIM, SELİM KURT, TUNAHAN CEYLAN 



1. Bölüm: Metin de Metin

Büyük seçim gününe sadece birkaç gün kalmıştı. Başkan adayları birer ikişer adaylıktan çekiliyorlardı. Çekilmeyenleri de bir şekilde ikna etmeye çalışıyordum. Israrla adaylıktan çekilmeyen Selim ve Miraç’a da bir hafta boyunca kantin masraflarını karşılama vaadinde bulunarak onları da bu yarışta saf dışı bırakmıştım. Asya’ya bir kutu toka hediye etmiştim başkan adaylığından çekilmesi için. Tunahan’a dedemden kalan saati hediye etmiştim. Seçimlerin sonuçları aslında şimdiden belliydi çünkü tek aday bendim. Artık kocaman bir Başkan olacaktım. Hem de Sınıf Başkanı. Muhtarlıktan bile önemliydi sınıf başkanlığı sadece maaşım yoktu ama bir süre çalışır ve güzel işler yaparsam belki sınıfım beni maaşa da bağlardı. Zaten çok fazla masraf etmiştim tek başkan adayı olarak kalmak için. Bir şekilde bu zararımı telafi etmem gerekiyordu. 
Nihayet seçim günü gelmişti. O güne kadar giymediğim ayakkabılarımı giydim, yeni çantamı elime aldım, saçlarımı taradım ve okulun yolunu tuttum. Okulun her köşesini fotoğraflarımla donatmıştım. Diğer sınıflarda da vardı Başkan seçimi fakat bütün okulun gözü bizim sınıftaydı. Hatta Okul Müdürü bile bizim seçimleri gözlemlemek için 3. ders saatinde bizim sınıfa gelecekti. Herkes sessizdi. Sonucu belli olan bu seçim neden merak uyandırıyordu, bilmiyordum. 
Sınıfa büyük bir gururla girdim. Sınıfta farklı birini görmüştüm. Kimdi bu diye hatırlamaya çalıştım ama yabancıydı. Okulda bile daha önceden hiç görmediğim biriydi bu. Sınıf sessizdi ve herkes bana bakıyordu. 3. ders saati geldiğinde bu sessizliğin nedeni biraz kendini belli etmeye başlamıştı. Sınıfta oturan yabancı çocuğun adı Metin’di ve okulumuza yeni gelmişti. Fısıltıyla konuşulanlardan anladığım kadarıyla gerek notları gerek davranışları bakımından çok tanınmış bir çocukmuş. Hatta kendine ait sosyal medya hesapları binlerce kişi tarafından takip ediliyormuş. Buraya kadar bir sorun yoktu ancak Metin’in de gelir gelmez Sınıf Başkanlığı’na aday olduğunu öğrendiğimde kan beynime yürümüştü. Tanımadığım bu çocuğu adaylıktan vaz geçirmek için vaktim yoktu. Tek tesellim, kimsenin bu çocuğu tanımıyor oluşuydu. Tanımadığı birine kim oy verirdi ki? Biraz moralim düzelmişti. Bu esnada Metin’i süzüyordum uzaktan. Kendini beğenmiş bir tavrı vardı. Çokbilmiş duruyordu. Nedense huylanmıştım bir kere. Bu esnada sıramdaki hediye paketi dikkatimi çekti. Üzerinde adım yazıyordu. Paketi açtığımda dünyam başıma yıkılmıştı. Metin, kendisine ait kitapların yanı sıra çikolatalar, üzerinde ismi yazan kalemler, anahtarlıklar, takvimlerle doldurmuştu poşeti. Poşeti açtığımı gören Metin yanıma geldi ve:
-Adaylıktan çekilmeye ne dersin? Zaten bu seçimin galibi benim. Eski okulumdan buraya Sınıf Başkanı olmak için geldim. Kimse benden bu başkanlığı alamaz ama yine de istiyorsan çekilme ve boyunun ölçüsünü al. 
Rengim atmış, ter basmıştı beni. Arkadaşlarıma baktım. Hepsinin elinde aynı poşetlerden vardı ve Metin’i çoktan benimsemişlerdi bile. 
-Kimse oy vermeyecek olsa bile ben adaylıktan çekilmeyeceğim. Asıl sana şimdiden geçmiş olsun, nereye geldiğini, benim kim olduğumu keşke biraz araştırıp da aday olsaydın, dedim.
Metin gülümsüyordu. Tebessümünde bile iticilik vardı. 
Bütün öğretmenler ve idareciler sınıfımıza geldi. Oy kullanma işlemi bir ders sürecekti. Oy kullanan arkadaşlarım yüzüme bakıyor, tebessüm ediyor sonra başlarını öne eğiyorlardı. Bunun ne anlama geldiğini bilemiyordum ta ki oylar sayılıncaya kadar. 
Dersin sonunda oylar sayıldı. Yirmi beş kişilik sınıfta bana yalnızca beş oy çıkmıştı. Tuna, Selim, Miraç ve Asya’nın oyları olmalıydı bu oylar. Benim oyumla beş oy almıştım toplam. 
Sınıf arkadaşlarım kimi Başkan seçtiklerini bilmiyordu ama işin açığı ben de bilmiyordum. Sınıf öğretmenimiz bana Başkan Yardımcısı olduğumu söyledi ama ben itiraz ettim:
-Başkanı olmadığım sınıfın Başkan Yardımcısı olmak bana yakışmaz. Hele hele de bir saat içinde bana oy vermekten vaz geçip sınıfa yeni gelen birine oy veren bu arkadaşlara Başkan Yardımcısı olamam. 
Herkes şaşkındı. Bu sınıftan ayrılmak belki de iyi bir düşünceydi. Hatta sınıftan değil, okuldan bile gitmeyi düşünmeye başlamıştım. 

2. Bölüm: Erken Seçim

Bu sınıf beni anlamamıştı. Oysa onlar için kafamda ne projeler vardı. Mesela yazılıları kaldıracaktım, denemeleri iptal edecektim. Sınıftan sıraları kaldırıp minderler koyacaktım. Dersleri 10 dakika, teneffüsleri 40 dakika yapacaktım. Daha neler, neler yapacaktım ama sınıfım beni anlamamıştı. Şimdi ya sınıfımı değiştirmeliydim ya da ben değişmeliydim. 
Gece boyu uyumadım. Sınıfımın bana takındığı bu tavır bir ihanet değil de neydi? Sınıfa 3 ders önce gelmiş birini Sınıf Başkanı seçmek… Akıl alır gibi bir şey değildi. 
Sabaha doğru şöyle bir karar verdim. Sınıftan ayrılmamalı ve sınıfımın bana yaptığı ihaneti onlara hep varlığımla hatırlatmalıydım. 
Metin’in iyi bir Başkan olabileceği aklımdan bile geçmiyordu. Ertesi sabah okula, sınıfıma gittiğimde kimseye selam vermedim. Sadece bana oy veren dört kişiyle tebessüm ettik acı acı birbirimize. 
Derslere gelen öğretmenler Sınıf Başkanı kim, diye bile sormuyorlardı:
-Metin, gelmeyen var mı? Metin, tahtayı açar mısın? Metin, arkadaşlarına şu soruyu anlatır mısın? Metin, çayımı getirir misin? Metin şu metni okur musun?
Metin de Metin… Öğretmenler de Metin’in büyüsüne iyice kapılmıştı. 
Matematik Öğretmeni soru yazıyordu tahtaya:
Metin’in 10 dönüm tarlası var. Bu tarlanın etrafın telle çevirmek istiyor….
Ya da Türkçe Öğretmeni:
Başkanınız Metin hakkında uzun bir metin yazmanızı istiyorum. Metnin yazım ve noktalama kurallarına dikkat etmenizi istiyorum.
Ben ise içinde Metin geçen hiçbir soruya bakmıyordum, hiçbir metni yazmıyordum. Öğretmenlerim bu durumun farkında bile değildi. 
Metin, artık Sınıf Başkanı gibi değil sınıfın ağası gibi geziyordu. Yoklama almıyor, sınıfı susturmak için çalışmıyor hatta son zamanlarda derse bile girmiyordu. Video çekimleri, fotoğraf çekimleri, söyleşiler… Metin’in adı vardı ama kendisi yoktu. 
Birkaç kez öğretmenlerim yoklama alırken sınıfta gelmeyen var mı diye bana sordular. Cevap bile vermedim. Sınıf arkadaşlarım yavaş yavaş yaptıkları hatayı anlamaya başlamışlardı. 
Uzun aradan sonra sınıfa gelen Metin, sınıftaki arkadaşlarından çay, tost getirmelerini istemiş hatta birine ayakkabılarını silmesini söylemişti. 
Zamanla Metin yalnızca benim değil bütün sınıfın gözüne batan bir diken hâline gelmişti. Artık kıyıda köşede Metin hakkında olumsuz konuşmalar, gruplaşmalar başlamıştı. Sahi, bu çocuk bu okula neden gelmişti pat diye? Bu kadar yetenekli, becerikli bir öğrenciyi eski okulu neden göndersin ki?
Bu soru günlerce zihnimde dolaştı. Metin’in eski okulunu araştırdım ve buldum. Şimdi sıra eski okulunda yaşadığı şeyleri bulmaktaydı. Üşenmedim, eski okuluna kadar gittim ve nöbetçi öğrenciye Okul Müdürü ile görüşmek istediğimi söyledim. Okul Müdürü, benim gibi karizmatik bir öğrencinin bu talebini geri çevirmedi. Müdür’e durumu anlattım. Yaşadığım şeyleri söyledim. Müdür çok duygulandı. Metin’in bu okulda da benzer tavırlar sergilediğini ve devamsızlıktan kalmak üzere olduğunu söyledi. Okulla çok ilgisinin olmadığını da ilave etti. Hatta okuldan ayrılmasına öğretmenler de öğrenciler de çok sevinmişti. Oysa Metin, sadece Sınıf Başkanı olmak için bu okula geldiğini söylemişti. Artık Metin’in tüm hikâyesini biliyordum. 
Gün geçtikçe bana oy vermeyen arkadaşlarım birer ikişer gelerek özür dilemeye, pişman olduklarını söylemeye başladılar. Dönem sonu gelmeden sınıfta yeniden bir Başkan seçimi yapılması gerektiği konuşulmaya başlanmıştı. Erken seçimdi bu. Herkes benim başkanlığıma kesin gözüyle bakıyordu. Yeniden aday olacağımı zannediyorlardı. Ben, aday olmayacağımı belirtmeme rağmen arkadaşlarım, öğretmenlerim her yerde benim propagandamı yapıyorlardı. Renkli afişler hazırlanmıştı. Pazartesi seçim yapılacaktı. Bu kez kimseyi ikna etmek zorunda da kalmamıştım. Aday değildim ama Başkanlık kesin gibiydi. Pazartesi okula gittiğimde sınıfımızda yeni bir öğrenci gördüm. Masamda adım yazılı bir poşet vardı. Poşeti aldım, içinde hediyeler vardı. Yeni gelen çocuğun Başkan adayı olduğunu öğrendim. Bu olayları sanki bir yerlerden hatırlıyordum. Yeni çocuğun etrafı çok kalabalıktı. Seçimleri izlemek üzere başka sınıflardan öğrenciler ve okul idaresi de sınıfımıza gelmişti. Bir ders süren oylama sonucunda bana hiç oy çıkmamıştı çünkü ben de yeni gelen bu çocuğa oy vermiştim. Mutluydum. Artık Sınıf Başkanlığı gibi bir hayalim yoktu. Benim hedefim daha büyüktü çünkü.  

SIRADAN BİR OKUL


Elif Serra Yıldırım
Nehir Güver


Benim adım Mercan. Okula gidiyorum, sıradan bir okul işte. Duvarları yok, pencereleri var. Kapısı var. Tavanı yok, tabanı var. Sıradan bir okul işte. Dersler çok yoğun çünkü pazartesi, salı, çarşamba, perşembe ve cuma günleri okul tatil. Cumartesi ve pazar günleri derse gitmek çok yorucu. Üstelik teneffüsler kırk dakika, dersler beş dakika. Günde üç ders boyunca sınıfta oturmak ve hemen biten teneffüsten sonra yeniden sınıfa koşmak çok büyük bir eziyet benim için. Sadece benim için değil tüm okul için büyük bir eziyet ama öğretmenler bu durumdan çok mutlu. Sınıfım zemin katta ve sınıfıma yürüyüp geçmek bile büyük bir eziyet. 
Kasım aylarını sevmiyorum çünkü bir hafta boyunca okula gidiyorum. Aynı şekilde nisan ayında da bir hafta okul var. Şubatta iki hafta boyunca okul var ve bitmek bilmiyor fakat yazın iki ay boyunca okula gidip gelmek ayrı bir sorun. Üstelik arada bayramlar da oluyor ve bayramlarda da mutlaka okulda bulunmamız gerekiyor. 
Benim adım Mercan. Okula gidiyorum, sıradan bir okul işte ve çok yorucu benim hayatım.  

GAYET NORMAL BİR HAYAT



 Akşam uyanıyorum. Mutfaktaki musluğun karşısına geçip diş fırçasıyla parlak bir tencerenin içine bakarak saçlarımı tarıyorum. Gayet yakışıklıyım. Küpelerimi koluma, künyemi kulağıma takıyorum. Halhalım hep boynumda yani olması gerektiği yerde. Ardından işe gidiyorum. Hava çok soğuk olduğu için yazlık pantolonumu boynuma doluyorum. Rüzgar onu uçurmasın diye yüzme simidimi de üzerine geçiriyorum. Başım üşüyor biraz ama başıma geçirecek bir kum kovası var en azından. İnsanlar bana bakıyor bazen sanki yanlış bir şey yapıyormuşum gibi. Oysa en büyük yanlışı onlar yapıyor önlerine baka baka dümdüz yürüyerek. İnsan dümdüz yürür mü, geri geri yürümek varken? 
Ne iş yaptığımı merak ediyorsunuz şimdi. Ben havadan para kazanıyorum. Aslında hava benden para kazanıyor. İnsanların akın akın geldiği bir yerde onların ayağını yerden kesip göğe yükseltiyorum balonla. Kocaman bir balonun sahibiyim. Balonumun üzerinde sürüngen hayvanların resmi var. İnsanlara yaptıklarının anlamsız olduğunu, sürünmenin daha eğlenceli olacağını ima ediyorum ama anlamıyorlar. Yükselmek istiyorlar sürekli. Sonra da bağırıp çağırıyorlar. Sabaha kadar devam ediyor işim. Sabah işten ayrılıp yemeğe gidiyorum. Akşam yemeğimi genelde dışarda yiyorum. Dışarda yani yol kenarındaki ağaçların altında. İnsanlar açık havada yemek için şehrin uzaklarına gidiyor anlamsızca. Oysa ağaç her yerde var.
Bir şeylerin ters olduğunu düşünen insanlara şaşıyorum. Tersliği önce seçiyorlar sonra da işlerimiz ters gidiyor diye şikâyet ediyorlar. Benim böyle bir sorunum yok. 
Sabah olmak üzere. Evime gitmeli ve balkondaki yorganımın üzerine kıvrılmalıyım. Üzerime yatağımı çekmeliyim çünkü hava çok sıcak.  

OLAY, OLAYLAR

Nehir Güver

Merhaba, ben Olay. Ben dünyada gördüğünüz en normal insanım. O kadar normalim ki buz gibi havada dışarıda tişörtle gezebilirim ve üşümem. Çöl sıcaklarında kaban ve kazak giyerim ama terlemem çünkü ben çok normalim. 
Bugün çok sıcak, yarın yağmurlu olacak ve sadece tek bir pantolonum var. Bu yüzden pantolonumun bir bacağını kesip bugün giyeceğim diğer bacağını da yarın giyeceğim. Böylelikle bir parçası kuru kalmış olacak pantolonumun. 
Bir keresinde yaptığım bir şeyi sizlere anlatayım. Benim bir çift patenim vardı. İnsanlar neden pateni çift satarlar ki. Bir tanesi iş görüyor zaten. Ben de öyle yaptım. Tek patenimi bir ayağıma giydim, diğer ayağıma ayakkabımı taktım. Patenimi kaykay gibi kullandım. Zaten paten denilen şey de kaykayın kardeşi değil mi? Belki de amcası. O kadar normalim ki size anlatamam. 
Ben dünyada gördüğünüz en normal insanım ve bunu sizlere ilk defa söylüyorum. Ben, güneşli günlerde şemsiyeyle dolaşırım. Hem de yağmur şemsiyesi. Yoksa şemsiyenin aslında güneş için icat edildiğini ben de biliyorum. Ben normalim çünkü yollarda geri geri yürürüm. Bu benim olayımdır. Çünkü ben Olay’ım. Beni ilk kez görenler, yaptıklarıma şahit olanlar bunları olay olarak görüyor. Bu da normal çünkü ben Olay’ım. 

KARMAŞIK DÜŞÜNCELER

Nehir Güver

Günlerden cumartesi olunca
Bir telaş sarıyor beni usulca
Ne yazayım, ne düşüneyim
Ama gelmiyor aklıma hiçbir şey
Neden böyleyim

Kelimeler kaçışıyor birer birer
Şunu yazayım desem, bunu yazayım desem
Neyi yazayım desem olmuyor

Belki de oyunlar daha cazip benim için
Belki de sadece oynamak için varım

Bu kelimelerin benimle sorunu ne bilmiyorum
Herkes oturup yazarken tıkır tıkır bir şeyler
Ben kelimelerin peşinde yoruluyorum
Ben düşüncelerin peşinde tükeniyorum

ARKADAŞLARIM

BESTE KAYA

Sayamayacağım kadar çok arkadaşım var
Ama kimileri yakın, kimileri uzak
Onlar olmadan hayat biraz anlamsız
Ve sanki baharlar bile kurak

Okul arkadaşlarımın yeri başka
Mahalledekiler başka
Bir de akraba çocuklarından arkadaşlarım var
Hepsi ile iyi geçinerek çalışıyorum yaşamaya

Arkadaşlarım olmasaydı eğer
Günlerim sıkıcı olurdu biliyorum
Konuşacak birileri olduğunda etrafımda
Fark ediyorum, daha hızlı büyüyorum

Kaç arkadaşım var bilemem
Hangileri yakın derseniz, sayamam
Arkadaşlarım arasında ayrım yapamam
Ben onlara kıyamam, kıyamam, kıyamam

ÜÇ ARKADAŞ

  
Şeyma Ateş

Ben Gökçe. Üç arkadaşım Mine, Ayaz ve Emre ile gece geç saatte dışarıya çıkmıştık. Ailelerimiz, yakın arkadaştı ve evlerimiz birbirine yakındı. Epey yürümüştük, bir parkın bankında oturduk. Bu saatlerde etrafta sarhoş insanlar vardı. Çok oyalanmadan evlerimize dönmeye karar verdik. Biraz yürüdükten sonra garip bir sokağa denk geldik. Sanki bu sokak bize tanıdık gelmiyordu. Etraf karanlık olduğu için böyle olduğunu düşündük. Çöp konteynırlarının yanından geçerken Emre orada bir silüet gördüğünü söyledi. Adımlarımızı hızlandırdık. Evlerimize ulaşmıştık. O gece pek uykumu alamamıştım. Emre’nin böyle şeylere inanmadığını biliyordum. Böyle bir şey söylemesi beni ürpertmişti. Sabah uyandığımda annem Mine’nin bizi, evimizin yakınındaki ormana yürüyüş için çağırdığını söyledi. Hazırlanıp ormana doğru yola çıktım. Ormanın girişinde Enes, Emre ve Mine beni bekliyordu. Hem yürüyor hem de sohbet ediyorduk ama Mine garipti. Sanki Mine gibi görünen başka biriydi. Bu ormanda büyülü olduğu söylenen terk edilmiş bir ev vardı. Mine, oraya gitmemiz ve bu evi yakından görmemiz, sırrını anlamamız gerektiğini söyledi. Emre ve Ayaz, tamam dediği için ben de tamam dedim. Eve varmıştık. Bahçeye adım attığımız andan itibaren kötü kokular gelmeye başlamıştı. Evin içine girmiştik ama Mine ortalıkta görünmüyordu. Burada ne yapacaktık ki? Dışarıya çıkmak istediğimde kapının kilitli olduğunu gördüm. Kötü koku, çaresizlik, terk edilmiş bir eve hapsolmak… Hepsi üst üste gelince sinirden ağlamaya başlamıştım. Emre ve Ayaz beni sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Biraz da olsa sakinleşmiştim. En azından tek başıma değildim. Ayaz, kapıyı açmaya çalışırken çürük bir tahtaya bastı ve ayağı oraya sıkıştı. Yanına giderek ona yardımcı olmaya, ayağını çıkarmaya çalıştık. Ayaz’ın ayağında büyük bir kesik oluşmuştu. Tişörtünü yırttı ve ayak bileğine bağladı. Yaklaşık bir saattir bu evdeydik. Hiç beklemediğim bir anda bütün kapılar açıldı ve evdeki karanlık dağıldı. Her yer aydınlanmıştı. Kapıdan annem, babam ve Mine içeriye girdi. Ellerinde bir pasta vardı. Bugün doğum günüm olduğunu unutmuştum. Hiç unutamayacağım bir doğum günü kutlaması içinmiş bu yaşadıklarım. Emre, Ayaz ve Mine ile yaptığımız akşam yürüyüşü, Emre’nin söylediği şeyler meğer beni bir gün önceden bu atmosfere hazırlamak içinmiş. Bu yaşıma geldim ama halen o kutlamayı unutamadım. 

YİNE CAN SIKINTISI

FATMA BEREN KARATEPE
AGAH TAHA TEMİZKAN
ELA EYŞAN POLAT
AMIRHOSSEIN HAMEDISHAHRAKI
ELVİN RANA PELİT
ATAKAN KIVANÇ AĞCA
ZÜMRA ŞAHİN


Yıllardır kar yağıyor ama ardından hemen eriyordu. Büyükler sürekli diz boyu yağan kardan bahsediyordu ancak ben hiç böyle bir kar yağışı görmemiştim. Anlattıkları bana masal gibi geliyordu. Güya diz boyunu hatta zaman zaman evlerin çatısını bile aşan kar yağarmış eskiden ve günlerce insanlar evlerinde mahsur kalırmış. Anlattıkları sanki başka bir dünya ya da başka bir ülke gibi geliyordu. Yine bir kış mevsimi yaklaşıyordu ve ben bilmem kaç defa dinlediğim eski kış maceralarını biraz da inanmadan dinleyecektim. 
Henüz kasım ayıydı ve meteoroloji yoğun kar yağışından bahsediyordu. Daha önce de bu tarz haberler vermişler ama kar kalınlığı üç beş santimetreyi geçmemişti. Nihayet kar yağmaya başladı. Nasıl olsa sabaha bir şey kalmaz diye düşündüm fakat kar durmuyor ve yerlerde yükseliyordu. Akşam oldu, kar halen yağıyordu. Ertesi sabah uyandım, kar yine yağıyordu. Her yer bembeyaz olmuştu. Pazartesi gününe kadar devam etti kar yağışı ve yine yağmaya devam ediyordu. Kaç zamandır hasret olduğum kar tatili haberini aldığımda önce çok sevindim. Okullar, bir haftalığına tatil olmuştu çünkü kar yağışının durmaya niyeti yoktu. Tatili fırsat bilerek dışarıya çıktım. Adım atmaya kalkıştığımda biraz zorlandığımı fark ettim. Evet, kar yüksekliği dizlerimi aşıyordu. Demek ki yaşlılar haklıymış, diz boyu kar yağabiliyormuş diye düşündüm. Artık ilerleyen yıllarda benim de çocuklara anlatacağım bir hikayem vardı. Kar, diz boyu yağardı o zamanlar, diye başlayacaktım hikayeye. Nerde o eski kışlar, diye devam edecektim. Yürünecek gibi değildi dışarısı. Biraz çaba sarf ettim. Hatta nasıl olsa kimse görmüyor diye karların üzerinde biraz yuvarlandım ve eve döndüm. Dışarısı soğuktu. Ayaklarım, ellerim, burnum, kulaklarım donmuş gibiydi. İçerde oturmak bir yere kadar keyifliydi, sonrasında insan sıkılıyordu. 
Kar, durmadan yağıyordu. Sanki gökyüzünde bir yerler delinmiş gibiydi. Gün geçtikçe iyice sıkıcı olmaya başlamıştı kar tatili. Bir hafta sonra yollar açılır ve yeniden okula devam ederiz diye düşünüyordum fakat bu umudum boşa çıktı çünkü okullar bir hafta daha tatil olmuştu. Çok sevindirici bir haberdi bu fakat yapacak bir şeyler bulmam gerekiyordu. Belki de yaşadıklarımı yazmam gerekir diyerek boş bir defter buldum kendime ve günü gününe yaşadıklarımı yazmaya başladım.
25 Kasım
Gün boyu kar yağdı ve pencereden izledim.
26 Kasım
Yine kar yağdı yine izledim.
27 Kasım
Dışarıya çıktım fakat yürüyemedim, eve döndüm. Yine kar yağdı.
28 Kasım
Bu kar yağışının biteceğini düşünmüyorum. Galiba kıyamete doğru gidiyoruz. 
Günlüklerim de sıkıcı bir hal almıştı. Belki de hikâye yazmalıydım. 
Tam, iyice sıkıldığımı düşünmeye başlamıştım ki pencereden dışarıya baktığımda beyazlıkların içinde kımıldayan bir şeyler olduğunu fark ettim. Belki de beyaz bir kedi veya kedicikler vardı kar içerisinde. Dikkatle bakmaya çalıştım fakat net olarak bir şey görünmüyordu. En azından kendime bir uğraş bulmuş gibiydim. Gelip gidip pencereden kar birikintisine bakıyordum ve her seferinde bir hareketlilik görüyordum. Belki de kar altında birileri kalmıştı, donmak üzereydi. Bu düşüncemi anneme söylediğimde kahkaha ile güldü. Uzun süre kara baktığımdan böyle şeyler gördüğümü söylüyordu fakat ona inanmıyordum. 
Gün boyu boş boş oturduğum için gece uykum gelmemişti. Perdeyi aralayarak yeniden baktım hareketliliğin olduğu yere. Evet, şimdi daha iyi görebiliyordum ve bu kar yığını hareket ediyordu. Üstelik gündüz gördüğümden daha da yüksekti burası. Dışarıya çıkmak istiyordum lakin gecenin bu saati bu fikir iyi değildi. Oyalanacak bir şeyler bulmalıydım. Kar canavarı olabilir miydi bu birikintinin altında hareket eden? Araştırmaya başlamıştım bile. Böyle bir şeyin olmadığını fark ettim araştırmalarım sonunda. Son kez birikintiye bakıp uyumaya karar verdim. 
Ertesi sabah uyandığımda yerlerdeki karın daha da yükseldiğini gördüm. Normalde ikinci kattaki evimiz sanki birinci kata inmiş gibiydi. Uzaklara baktım, müstakil evlerin yalnızca çatısı görünüyordu. Kar, artık kabusa dönüşmüştü. Şimdi erimeye başlasa aylar sürerdi bu karın bitmesi. Galiba dünyanın değilse de yaşadığım yerin sonu yakındı. Böyle şeyler sadece filmlerde, hikayelerde olur zannediyordum. Telaşlanan yalnızca bendim. Büyüklerim, durumdan memnundu. Eski zamanlar, demeyi bırakmışlardı. Sanki gençliklerine dönmüş gibilerdi. Böyle devam ederse ekmek, su, yiyecek ihtiyaçları baş gösterebilirdi. Okulumu özlediğimi hissediyordum. En azından kafamda değişik korkular olmuyordu. Bu esnada günlerdir sınıf arkadaşlarımla hiç görüşmediğimi hatırladım. Birkaç arkadaşımı aradım fakat ulaşamadım. Git gide kocaman dünya, kocaman şehir, kocaman hayat sadece evden ibaret olmuştu. Hayatımın sonuna kadar evden çıkamamaktan korkmaya başlamıştım. Artık gücümün kalmadığını hissediyordum. Benim dışımda herkes yaşananların normal olduğunu düşünüyordu. 
Ertesi gün yataktan hiç çıkmadım. Çıkmaya da niyetim yoktu. Artık pencereden dışarıyı izlemeyi de bırakmıştım. Kuş sesleri kaybolalı çok olmuştu. Belki de serçeler donmuştu yuvalarında. Bütün olumsuzluklar üst üste yığılmış ve bir çıkış noktası kalmamıştı. 
Bu hikâyeyi ben de böyle bitirmek istemezdim fakat hikâyem burada bitmişti. Zaten kar durmuş, yollar açılmıştı. Yarın okula gidecektim ve hâlen yapmadığım ödevlerim vardı. 

29 Kasım 2024 Cuma

TAHLİYE

Betül Seyhan

Bu karanlık zindanda
Hayalinin ışığına sığındım
Gerçekten uzaklaştığımın
Farkına bile varmadım

Beklentilerin esiri olmaktan
Gerçeğin ipini koparmıştım
Hayalinle yaşamaktan
Asıl seni anlayamamıştım

Parmaklıkların ardına geçtim
Gerçeklerle çarpıştım
İşte o an özgürleştim
Hiç olmadığını anladım

USANÇ

Akın Eliş

O güne kadar bir şeyler yazılmıştı üzerime
Çoğu eksik ya da hatalıydı
Zaten yazılanlar da kalmıyordu ertesi güne
Su üstüne yazılmış gibi satırlardı

Bana yazılanları taşımak çoğu zaman
Ağır geliyor beyazlığıma
Neyse ki sürekli değişiyor harfler, cümleler, hikâyeler
Bakmayın siz sürekli ayakta durduğuma

Bir dost yetiyor yenilemek için her şeyi
Bir dostun dokunması sessizce bana
Yüklenmeyin, yüklenmeyin artık
Her derste farklı şeyler öğrenmiş
Bu yaşlı sınıf tahtasına

AYIRT ETME

Ezgi Budak


Doğru ve yanlış gerçekten var mı? İkisi de illüzyondan ibaret olamaz mı? 
Doğru ve yanlışı ayırt edebilmek yalnızca yetişkinlere mi özgü? Çok gördükleri için mi? Çok görmek mi yoksa farklı görmek mi bizi olgun yapar? Yaş, yalnızca bir geri sayım mıdır? Olgunluk her yaşta kazanılabilir. Peki ya olgunluk bize ayırt etme yetisi verir mi? Belki verir ama ayırt etme yetisi ihtiyaç değildir. Beşeri erdemler ihtiyaç mıdır ki? Olmayan şeyleri ayırt edemeyiz. Doğru, yanlış ya da onların arasında bir kavram vardır. Bu yüzden ayırt etmeye ihtiyacımız yoktur. Olgunluk, yaş, doğru ve yanlış alakasızdır. Bunları birbirine bağlamak için kullanılmış ipler, bir doğru ya da yanlış oluşturmaz. 
Doğrunun ve yanlışın var olabilmesi için bakış açıları gerekir. Salt doğru, toplum tarafından kabul edilmiş olandır -bilim-. Salt yanlış ise bunun tam zıddıdır. Bu ikisi arasında kalan kısım, bizlerin bakış açısına bırakılmıştır. 
Salt doğru ve salt yanlış vardır. Doğru ve yanlış yoktur. Bu durumda bile salt doğru ve yanlış sorgulanabilir. O zaman neden insanlar kanıtlanabilirliği olmayan bu konu üzerine bu kadar tartışıyor? Kimin doğru, kimin yanlış olduğunu asla bulamayacaklar. 
Bir başka insanın üzerinde kendi doğruların zorla taht kurarsa bu onu doğru olmaktan çıkarmaz mı? Doğru ve yanlış üzerine verilen bu savaş asla bir son bulmayacaktır ve diğer tüm savaşlar gibi bu da ölüm getirecektir. Doğru veya yanlış fark etmeksizin. 


KARANLIKTAKİ PEMBE

İdil Karaman

Elimde balonum var
Yürüyorum sokakta
Sabah akşam demeden 
Gece gündüz demeden

Balonumun rengi pembe
Issız sokağın tek rengi
Geniş yolda tek başımayım
Hep olduğu gibi

Balonum süzülüyor yukarda
Rüzgâr vuruyor yüzüme
Soluyorum ferah havayı
Yine giderken evinin önüne 

NORMALLEŞME

İdil Karaman

Oturuyorum pencere kenarında yine
Her zaman olduğu gibi
Soran yok hâlimi, hatırımı
Her zaman olduğu gibi

Dışarda dökülüyor kar taneleri
Ürkütücü bir beyaza boyuyor manzarayı
Gözyaşlarım da böyle özgürce süzülse
Rahatlayacak gibiyim

Ama atıyorum içime işte
Her zaman olduğu gibi
Garip gelmez kimseye bu durgunluğum
Her zaman olduğu için

SEBEB-İ TELİF

Ezgi Budak

Kimse gelip de bana “Neden yazıyorsun?” diye sormasın. Yazmak benim ihtiyacım olduğundan bir sebebi yok. Aslında bu soruya kendiniz de cevap bulabilirsiniz. Kendinize “Neden nefes alıyorum?” diye sorun. Bulduğunuz cevap, hepimizin cevabı olacaktır. 

VAROLUŞ SEBEBİM

Akın Eliş

O güne kadar neler silmiştim hatırlamıyordum. Sürekli bir şeyler siliyordum. Bazen bir sınavda cevapları, bazen alınmış önemli kararları. Yanımda olan biri vardı, arkadaşım sayılır mıydı, bilmiyordum ama sürekli yanımdaydı. O da sürekli yazıyordu. O ne kadar yazarsa ben de o kadar siliyordum ama bir şeyler eksik gibi hissediyordum. 
Hep siliyordum, belki de devrim yaratacak fikirleri siliyordum. Bu mizacım bana kötü biri olduğum duygusunu aşılıyordu. Yoksa ben, kötü biri miydim? Eğer ben kötüysem arkadaşım iyi biri miydi? Zaten ben sürekli hor görülüyordum. İnsanlar yalnızca hata yaptıklarında, işleri bana düştüğünde benden bir şeyler bekliyorlardı. Kullanılmış gibi hissediyordum kendimi ve her kullanılışımda küçük parçalara ayrılıyordum, tükeniyordum sanki.  Sürekli kendisini parçalıyorlar ve parçalarını çöpe atıyorlardı. Arkadaşım da kullanılıyordu ama benim kadar hızlı tükenmiyordu. Ondan kopan parçacık olmuyordu. Hatta onun yanlışlarıydı belki de beni bitiren. Tıpkı insanlar gibi o da bana borçluydu çoğu şeyi.  O güne kadar neler silmiştim, hatırlamıyordum. Belki bu yazı yazılırken bile önemli cümleleri, fikirler silmişti
Sürekli yazıyordu arkadaşım. Belki de ona göre yazmaktır tek önemli olan şey. Yazmak, onun varlık sebebidir belki ama benim için silmek o kadar önemli bir şey değil. O fikirleri, duyguları yazıyordu ben ise onun yazdıklarından yanlış olanları temizliyordum. İz bırakmıyordum geriye. İz bıraktığımda insanların bana olan güveni sarsılıyordu. Öyle olmak istemiyordum. Beni bu hayata tutunduracak bir dal parçasına el uzatıp o dalın bulunduğu ağacın tepesinde hayatı kendim için anlamlı kılmak istiyordum. Bu isteğimde başarılı olduğumu düşünmüyordum.
Bir süre ortadan kaybolursam belki de onun bana ne kadar ihtiyacının olduğunu gözlemleyebilirdim. Bu düşünceyle köşeye, en uç noktaya sakladım kendimi. Zaten insanlar ihtiyaç hissetmediği sürece yokluğumun farkına varmıyordu. Bakalım, arkadaşım benim yokluğumu hissedecek miydi? Saklandığım yerde kaç saat, kaç gün kaldım bilmiyorum. Kendime gelmiştim; yıpranmamış, ufanmamıştım. Tatil dedikleri belki de böyle bir şeydi. Tam yeni hayatıma alışıyordum ki bir gürültü hissettim saklandığım yerde. Beni arıyorlardı. Arkadaşım üzgündü. Bir kenarda upuzun yatıyordu. Daha fazla saklanmanın anlamı yoktu. Dinlenmiş ve kendime güvenen bir eda ile başımı usulca uzattım. Başımı uzatır uzatmaz hatalarla karşı karşıya geldim. Bu hataları yok etmem gerekiyordu. Bu görev kutsaldı. Varlık sebebimdi. Yine harcanacaktım ama boşuna değildi bu. Tam işimi tamamlıyordum ki daha önce hiç görmediğim birini daha gördüm. Beni sevdiği, gözlerinden anlaşılıyordu. Sildiğim hatalardan sonra bana teşekkür eder gibi bakıyordu. Galiba yazan arkadaşımdan ziyade onun için önemliydim. Hatta belki de hayatını bana borçluydu. Çöpe gitmekten onu kurtaran bendim, benim küçük parçalarımdı. 
Arkadaşım yazmazsa ne yapacaktım. Benim varlığım, onun varlığına kelepçeli miydi? Bir amaca bağlayamadığım görevimi bile kaybedecektim o olmadığı zamanlarda. Bir oyuncak kadar bile değerim yoktu onsuz. Anladım ki o olmazsa ben pek işe yarayacak gibi değildim. O zaman onunla hareket etmeliydim. Onunla ortak bir amaç belirlemeli ve o amaca doğru yürümeliydim. Peki, o benim hakkımda ne düşünüyordu? İyi birisi olmalıydı çünkü insanlar benden çok onu tutuyordu el üstünde. Hatta insanların kalbinin üzerinde yerinin olduğunu biliyordum, görüyordum. Ona bu düşüncelerimi açmalı mıydım? Beni anlar mıydı? Aynı dili konuştuğumuz söylenemezdi. Onun sesi daha ince ve ahenkliydi. Benim sesim ise tekdüze ve sert. Kimi zaman bu sertlik yüzünden işleri heba ettiğim oluyordu. Madem benim varlığım onun varlığına bağlıydı, bir şekilde onunla konuşmalıydım. Onun varlığı benim varlığıma bağlı değildi ama yanında beni görmek ona huzur veriyor ve onun rahat hareket etmesini sağlıyordu, biliyordum. Konuşsam, söylesem, anlatsam beni küçümser miydi?
Silemeyecekti, beğenmediği görevini yapamayacaktı ve daha da önemsiz olacaktı. 
Gerçi arkadaşı da küçülüyor, yıpranıyordu ama el üstünde tutuluyordu her zaman. Hatta kalbin üzerindeki ceplerde yeri vardı.
Ne kadar ömrüm kaldığını bilmiyordum ama mutluydum. Varlık sebebimi artık biliyordum. 

28 Kasım 2024 Perşembe

AKŞAM SANRISI

ZEHRA YILDIRIM, MERYEM KATIRCI


Akşama kalan dersleri oldum olası sevemedim. Bir yandan karnım acıkmış oluyor bir yandan da yorulmuş oluyordum fakat haftanın iki günü dersler uzadıkça uzuyordu. Herkesin evinde yemeğini yediği saatte ben halen sınıfımda derste oluyordum. Tek başıma değil elbette. Benimle aynı durumu paylaşan bir avuç kaderdaşım vardı neyse ki. Akşam derslerine de bir yere kadar dayanabilirdim fakat bu ders matematikse… Katlanılmaz bir azaba dönüşüyordu haftanın bu iki günü.  
Matematik dersi başlamıştı ama ben başlayamamıştım. Öğretmen soruları yazmıştı ama ben soruları göremiyordum. Öğretmen soruları çözmüştü, ben onları da göremiyordum. Zaman zaman önüme bir yemek tabağı geliyordu, içinde dolmalar olan, mantı bulunan, yaprak sarmaları olan…  Sonra öğretmenin sesiyle o tabak uzaklaşıp gidiyordu. Bazen bir çay bardağı düşünüyordum masada, elimi uzatınca pet şişeye dönüşüyordu. Akşam dersleri böyle bir havada ilerliyordu. Matematik dersi başlamıştı ve bitmek üzereydi. Ben çoktan bitmiştim. 
İkinci dersin tam ortasında sınıfın kapısı vurulmadan açıldı. Nefes nefese bir adam girdi içeriye. Bu adamı ilk kez görüyordum.  Hiçbir şey söylemedi ve sanki benden başka kimse de görmüyordu. Göz göze geldik fakat o ani bir hareketle duvardaki düğmeye bastı ve lambaları söndürdü. Ardından hızla kapıyı çarpıp gitti. Sınıf karanlığa gömülmüştü. Kimse bir şey söylemiyordu. Öğretmenimiz yerinden kalkarak lambayı yeniden açtı. Bu esnada sınıfın kapısını açarak az önce lambayı söndüren kişiye baktı. Kimse görünmüyordu. Sınıf kapısını kapattı ve kaldığı yerden sorular yazmaya, çözmeye devam ediyordu ki kapı yeniden açıldı. Yine kapı vurulmamıştı ve gelen yine aynı kişiydi. Kendi kendine:
-Perili sınıf mıdır nedir? Az önce söndürdüm buranın lambasını yine açılmış, diyerek lambayı söndürdü. 
Öğretmenimiz bir şeyler söylemeye çalışıyordu ama adam duymuyordu bile. Yeniden sınıfı karanlığa boğarak uzaklaştı adam. 
Öğretmenimiz şaşkındı. Benim de yemek hayallerim çoktan uçuşmuştu. Hatta bu hareketlilik yorgunluğumu da almıştı. Öğretmenimiz yeniden lambaları açtı. Bu kez tahtaya bir şey yazmadı. Bize de bir şey söylemedi. Sınıfın kapısını açtı ve beklemeye başladı. 
Çok geçmeden aynı adam nefes nefese sınıfa yine girdi. Sınıfa girerken besmele çekiyor ve söyleniyordu:
-Ya benim kafam çok karışık ya da bu sınıfta bir şeyler var. Adım gibi biliyorum, iki kez kapattım bu sınıfın lambasını. 
Bu esnada öğretmenimiz adama bir şeyler anlatmaya çalıştı fakat adam sınıf boşmuş gibi davranıyordu. Bizler de bir şeyler söylemeye çalıştık. Adam görmüyor, duymuyordu. Yeniden lambaları söndürdü ama bu kez çıkmadı dışarıya. 
Öğretmenimiz lamba düğmesinin yanına gitti yeniden ve lambayı açtı. Adam, bembeyaz olmuş, hareketsiz kalmıştı. Titrek parmağı ile düğmeye yeniden bastı ve kapattı lambayı. Öğretmenimiz bu kez lamba düğmesine üst üste basmaya başladı. Lamba, bir yanıyor bir sönüyordu. Bu esnada çığlık çığlığa adam koşmaya başladı koridorda. Dışarıya çıktığında halen bağırıyor, bir şeyler söylüyordu. Neyse ki ders bitmişti. Çantamı toparladım. Değişik bir gün olmuştu. Acaba evde akşam yemeğinde ne vardı? Belki dolma, belki sarma, belki mantı. Belki de dünden kalan mercimek çorbası. Hayır hayır, yeni ve sıcak bir şeyler olsun.  
Akşama kalan dersleri oldum olası sevemedim dedim ya. Artık bir şey de anlamıyorum bu derslerden ve derslerde garip şeyler oluyor. İyi miyim? İyiyim iyiyim. 


O KELİME

Rukiye Tokgöz

Dört harften oluşan, iki heceli bir kelime aslında o fakat yalnızca yazılışı ve söylenişi kolay. Bir insan ömründeki yerine baktığımızda çok uzun. Neyden mi bahsediyorum, elbette okuldan. Şu an yedinci sınıftayım ve daha ilerde kaç sınıfım olacak bilmiyorum. Geriye baktığımda okuldan önceki hayatıma dair hiçbir şey hatırlamıyorum. 
Ne zaman yürüdüm?
Ne zaman konuştum?
Ne zaman koşmaya başladım?
Ne zaman kendi yemeğimi kendim yemeye başladım?
Ekmek almaya kendi başıma ilk ne zaman gittim?
Bu soruların hiçbirinin cevabı yok bende ama ne zaman okumaya başladığımı, ne zaman yazmaya başladığımı biliyorum. Ödevlerim ne zaman boyunu aştı, biliyorum. Kaç kez iyi not aldım ya da kaç kez sınavım iyi geçmedi, hepsini hatırlıyorum. 
Şimdiden hayatımı sadece okulla anlamlı kılmışım gibi geliyor. Yedinci sınıftayım. Yani yedi senedir yaz tatiller hariç zamanım hep okulda geçmiş. Günlerimin önemli bir bölümünü okulda geçirmişim. Annemden, babamdan çok arkadaşlarımı, öğretmenlerimi görmüşüm. Peki kazancım ne oldu? Bitmek bilmeyen ödevler, bittikçe yenisi verilen ödevler. Okuldan kalan zamanım bile okul için çalışarak geçmiş.
Şikayetçi miyim bu durumdan? Okul olmasa hayatım daha mı güzel olurdu? Herkesin bir okulu olmak zorunda mı?
Bence hayata dair şeyler okul olmadan da öğrenilebilir. İnsan, okullarda ömrünü harcamadan da bir meslek sahibi olabilir mutlaka fakat okulun eğitim dışında başka görevleri de var sanki. Mesela arkadaşlık. Okul, güvenli ve devamlı arkadaşlıklar için güzel bir imkân sağlıyor aslında. Beden eğitimi, resim, müzik gibi dersler keşke ders olmasa, not kaygısı olmasa her insanın mutlaka ilgilenmesi gereken alanlar bence. 
Türkçe, matematik, fen bilgisi, sosyal bilgiler… onlarca ders var ve yüzlerce konu var fakat bu dersler insanın kendi kendisini keşfetmesine imkan sağlamıyorsa bir anlamı yok hiçbirinin. İnsanın benliğini, özünü, hayata dair sorularını yakalamıyorsa boşlukta kalıyor dersler de. Hatta ilkokul senelerimde düşünmüştüm, hayat bilgisi adında bir ders var ama hayata dair hiçbir şey öğrenemiyoruz o dersten. 
Hayalimde şöyle bir okul var: Çocukların zorlanmadığı, ödevlerin yığılmadığı, çalışanların başarılı olduğu, notların adaletle verildiği, öğrencilerin koşarak gittiği ve tatil olduğunda üzüldüğü bir okul… Öyle bir okul olmalı ki evimden daha çok orayı özlemeliyim. Parklardan daha çok oranın bahçesinde huzur bulmalıyım. Öyle bir okul olmalı ki en azından ortaokuldan sonra hangi mesleği seçeceğimi bilmeliyim ve yalnız o meslekle ilgili dersleri almalıyım. Bu dersleri zorla değil gönüllü ve keyifli olarak almalıyım. Öyle bir okul olmalı ki sınav olmamalı, öğretmenlerin keyfi not uygulamaları da olmamalı. Eğitim, zillerle başlayıp bitmemeli. Yorulunca derse ara verilmeli, dinlenince yeniden devam etmeli. Öyle bir okul olmalı ki dersler sınıflarda değil bazen bahçede, bazen müzede, bazen bir ırmak kenarında hatta başka başka şehirlerde işlenmeli. Kim bilir, belki bir gün…
Okul; dört harften oluşan, iki heceli bir kelime aslında o fakat yalnızca yazılışı ve söylenişi kolay.

BİRLEŞEN YOLLAR


ZEHRA YILDIRIM
ZEYNEP KARAMAN
MERYEM KATIRCI
RUKİYE TOKGÖZ

I.
Ne zamandır burada olduğunu bilmiyordu. Yıllarca karanlıkta kaldıktan sonra gözlerini bir gün burada açmıştı. Burada, göz kamaştırıcı ışıkların altında. Burada kalabalıkların arasında. Burada yani bu soğuk beton binada.
Etrafında başkaları da vardı. İlk zamanlar onunla hiç konuşmamışlardı. Kendi aralarında her türlü dedikoduyu yaparken onu yok saymışlardı. Hatta bir gece kendi aralarında onun dedikodusunu bile yapmışlardı hem de sabaha kadar. Onun ne kadar anlamsız, suratsız ve boş olduğuna dair birçok cümle kurmuşlardı. Hatta onun yerinin burası olmadığını bile söylemişlerdi. Onlar için önceleri çok değersiz birisiydi. Yalnızca onlar için mi? Hayır… Buraya ziyarete gelen insanlar da diğerleriyle dakikalarca zaman geçiriyor fakat sıra ona gelince göz ucuyla bakıp geçiyorlardı. Güvenlik görevlisi ile bazen göz göze geliyor, güvenlik görevlisi ellerini arkasında bağlayıp şöyle diyordu:
-Bunun nasıl bir değeri olabilir ki? Saçma sapan bir şey bu.
Burayı sevmiyordu ama gidecek başka yeri de yoktu. Burada en azından kendisine ayrılmış bir bölüm vardı. Gece gündüz korunaklıydı. Bazen kendisi de düşünüyordu anlamsızlığını. Neredeyse kendisinin de anlamsız olduğuna ikna olacak gibiydi. Yine de buradaydı. Burayı sevmese de buradaydı. 
Hayatının geriye kalanını burada tamamlamak zorundaydı. 

II.
Yıllardır burada, bu eski ahşap konakta yaşıyordu. Tek başına yaşıyordu. Çocuklarından yıllardır haber alamıyordu eşi ise sonsuzluk alemine gideli yirmi yılı geçmişti. Yirmi yıldır bu evin tavanlarını, duvarlarını seyrediyordu. Yalnız değildi aslında çünkü pencerenin önündeki Nazmiye hanım ile konuşuyordu her gün. Nazmiye, onun evinin neşesiydi. Evinin en konuşkan bireyiydi. Nazmiye, bir nilüfer çiçeğiydi. Kendisiyle konuşuldukça yaprakları büyüyen, çiçekleri açan bir çiçekti Nazmiye. Zaman zaman çocuklarının hatta rahmetli eşinin bile dedikodusunu yapıyordu Nazmiye ile. Nazmiye böyle zamanlarda:
-Ölünün ardından konuşmayalım, diyordu. 
Nazmiye de olmasa iyice bunalıma girecekti. Aslında duvarın bir kenarında duran Fadik de vardı ama suskundu o. Hiç konuşmaz üstelik kendisiyle biraz ilgilenince mutlaka iğnelerdi. Fadik, Nazmiye’ye göre içine kapalı ve depresif biriydi. Bulunduğu köşede yıllardır sessiz sedasız büyüyen bir kaktüstü Fadik. Su bile istemiyordu. 
Evin diğer sakinlerinden biri olan Dudu, herkese tepeden bakıyordu ve kafasına estikçe ses veriyordu. Evin en eski sakinlerinden biriydi o. Normalde saat başı çıkarak “guguk” yapması gerekirken galiba yaşlılıktan kafasına göre takılıyordu. Bazen dışarı çıkmayı bazen içeri girmeyi unutuyordu. Bazen sadece “gu” diyor, birkaç saat sonra “guk” ekliyordu. Bazen de dakikalarca ötüyordu: 
-Guguk, guguk. 
Yıllardır burada, bu eski ahşap konakta yaşıyordu ve ilk kez sokağa, çarşıya çıkma ihtiyacı hissediyordu. Ev sakinlerinin hepsine sordu:
-Nazmiye hanım, benimle birlikte dışarıya gelir misin?
Nazmiye cevap vermediği gibi bir de surat yapmış, tek dalını yere düşürmüştü. 
Bir süre sonra Fadik’e sordu aynı soruyu fakat cevap alamadı. 
Dudu ise zaten ortalıkta yoktu. İhtimal kulakları da duymaz olmuştur, diye düşünerek ona sormadan evden ayrıldı. Hava güneşliydi ama yanına şemsiyesini aldı. Yağmur varsa yağmurdan, güneş varsa güneşten korurdu onu bu şemsiye. Üstelik eşinden yadigardı. Eşinin elini tutuyor gibi sarıldı şemsiyenin koluna. Nereye gideceğini bilmiyordu. Ne alacağını da bilmiyordu. Mahalleden uzağa gitmeye ilk kez niyetlenmişti. Arada bir yiyecek, içecek için hemen evlerinin yanındaki markete gidip geldiği oluyordu ama marketin ötesine ilk kez geçiyordu. 
Yürüyordu, sağa sola bakmadan. 
Yürüyordu, nereye gittiğini bilmeden.
Yürüyordu; Fadik, Dudu ve Nazmiye’yi düşünmeden.
Caddeler gürültülü ve kalabalıktı fakat onun kulakları duyma yeteneğini çoktan kaybetmişti. Gözleri ise zaten sadece yakını görebiliyordu. Evden uzaklaşmış olmanın endişesi biraz içine düşmüştü ki ayaklarına sürünen bir kedi ile irkildi. Kedi, kendisini sevdirmek istiyor gibiydi. Kediye doğru eğildiğinde kedi zıplayarak yürümeye başladı. Galiba onu bir yerlere götürmek istiyordu. Kedi bazen duruyor, onun yetişmesini bekliyor sonra aniden hızlanıyordu. Kedinin peşinde yürümekten nefes nefese kalmıştı. Biraz dinlensem iyi olur, diye aklından geçiyordu ki kedinin büyük bir kapıdan içeriye girdiğini fark etti. Belki de dinleneceği yer burasıydı.
Kedinin ardından içeriye adım attığında ışıktan gözleri kamaştı. Kedi onu nereye getirmişti, bilmiyordu. Etrafından insanlar geçiyordu. Kedi de kaybolmuştu gözden. Oturacak bir yer buldu kendine. Bir süre dinlendikten sonra etrafı incelemeye başladı. Burası bir müze olmalıydı. Belki de resim sergisiydi fakat resimden başka objeler de vardı etrafta. Bir müzeye gitmeyeli yıllar olmuştu. Evini ve evdeki arkadaşlarını unutmuştu. 
Duvarlardaki resimlerin hepsi anlamsız gelmişti ona. Vazolar, biblolar da saçma sapan şeylerdi. Bu düşüncelerle dolaşırken gözlüklerinin buğulandığını fark etti. Gözlüğünü sildiği anda hemen önünde durduğu tablo dikkatini çekti. İnsanlar bu tablonun önünde bile durmadan geçiyorlardı fakat tabloda bir şey vardı onu çeken. Gözlüklerini bir daha sildi, bir daha sildi ve tablonun önünde öylece kalakaldı.

III.

İlk defa biri onun önünde bu kadar uzun süre beklemişti. İlgiyle bakıyordu yüzüne, gözlerine. Sanki konuşacak gibiydi kendisiyle. Tam ağzını açmış, bir şeyler söyleyecekti ki karışışındaki yaşlı kadın dişlerinin yerinden oynadığını fark etti. Kadın, dişlerini yerleştirdikten sonra:
-Hayatımda hiç bu kadar anlamlı bir resim görmedim, dedi.
Bu cümle onda büyük bir heyecan ve sevgi oluşturmuştu. İlk kez biri onun önünde duruyor, üstelik onunla ilgili güzel şeyler söylüyordu. Kendinden geçmişti bu mutlulukla. Hafif yana doğru kaydığını güvenlik görevlisi fark etti uzaktan ve koşarak yere düşmekten onu kurtardı. Bayılmıştı. Güvenlik Görevlisi yaşlı kadına:
-Bu tablo ilk kez birinin dikkatini çekti. Ben bile yıllardır buradayım, buraya ait olmayan tek şey bence bu. Şayet dilerseniz bu tablonun size hediye edilmesini sağlayabilirim, dedi.
Böylelikle bu tablodan kurtulmuş olacaktı güya. Kadın, önce kendisiyle dalga geçildiğini zannetti fakat görevli ciddiydi. 
-Bu tabloyu çok istiyorum, fiyatı neyse ödemeye de hazırım, dedi. 
-Siz yeter ki bunu başımızdan alın, üste para bile vermeye razıyız teyzeciğim, dedi görevli. Şaka yapılmadığını anlayan kadın:
-Bana vereceğiniz parayla sokak kedilerine mama alın o halde, dedi.
Tablo, gözlerini açtığında bambaşka bir yerdeydi. Biraz yorgun ve gevşemiş hissediyordu kendini ama ilk kez huzur vardı içinde. Sağa sola bakarken teyzenin sesini duydu:
-Yeni evin hayırlı olsun. Burada Nazmiye, Fadik ve Dudu’yla birlikte yaşıyoruz. Sana da bir isim bulmamız lazım. 
Duyduklarına inanamıyordu. Bu esnada teyze devam etti:
-Eski mekanındaki herkes sana tipsiz, diyordu anladığım kadarıyla. Senin adın Tipitip olsun. Tipin de tip yani, diye ilave etti. 

IV.
Artık bu eski konakta beş kişiydiler. Ne kadar yaşayacaklardı, zamana ne kadar direneceklerdi, önce kim ayrılacaktı aralarından, belirsizdi. Artık resmin bir parçası daha Tipitip’le tamamlanmıştı. Nazmiye, Fadik, Dudu, Tipitip ve teyze bir eski zaman masalı gibi kimsenin bilmediği bir hayatı kocaman şehrin tenha bir mahallesinde yaşamaya devam ediyordu.
Tablonun, duvar saatinin, kaktüsün, nilüferin bile adı vardı fakat teyze kendi adını unuttuğunun farkında değildi. Sadece “teyze” denildiğinde bakıyordu sesin geldiği yere. 


FARK


Zeynep Karaman

Hayaller ve hayatlar
İmkansızlar ve zorlar
Herkese göre göre kolay olan
Bazılarına göre zordur
Herkesin imkansızı aynı değildir
Herkesin hayalleri aynı değildir

PERŞEMBE

 

Hazal Göksu

Ne yazmam gerektiğini bilmemek
Büyük bir dert
Bu dert beni buluyor çoğu zaman
Ama özellikle perşembe günleri
Halim çok yaman

Nedendir bilmem
Zihnim çok dağınık 
Aslında azcık düşünsem
Yazacak ne çok şeyim var biliyorum

Yine de yazacağım her şey
Kaçıyor akşam olunca
Hele de 
Perşembe gelince

EN SEVDİĞİM ZAMAN

Merve Hoşgiz

En çok sevdiğin zaman hangisi deseler
Dersler bittiğinde 
Eve dönüş yolunda olduğum zaman derim
Hele bir de eve ulaştığımda
Galatasaray’ın maçı varsa
Ertesi günün dersleri de tam kıvamındaysa
Üstelik ödevler yığılmamışsa
Değmeyin keyfime

ASLINDA


Hazal Göksu

Akşamın ilk saatlerinde
Sağıma bakıyorum, soluma
Neredeyim diye düşünüyorum
Bir anlam arıyorum 
Bulunduğum mekana

Herkes farklı bir dünyada
Kimileri bitmeyen oyunlarda
Kimileri neşeli, sürekli kahkahada
Ben birkaç saat sonrasını düşünüyorum
Belki de birkaç asır öncesini

Aslında böyle değildim eskiden
Diyordum ki tam
Hayır hayır hep böyleydim ben

B/EN

Yusuf Çağrı Ekici


Bazen Yusuf oluyorum yaşarken
Bazen Çağrı, diye çağırıyor insanlar
Birini duysam birini duymuyorum seslenenlerin
Beni adımla çağırıyorlar
Bazen garibime gidiyor 
Bazen Yusuf denildiğinde
Bir kuyuda hissediyorum kendimi
Bana Çağrı denildiğinde
Bir filmin içindeyim gibi hissediyorum
Birden bitiyor film
Ben Çağrı mıyım cevapsız 
Ben Yusuf muyum sahipsiz
Ben Yusuf Çağrı’yım 
Birlikteyim Yusuf ve Çağrı ile
Bir de şu Ekici olmasa

HASRET



Hazal Göksu
Merve Hoşgiz

Mina, Merve ve Hazal günlerdir bir araya gelememişlerdi. Son yıllarda kış aylarının yağışsız geçmesine alışmış, okula kabansız gidip geliyorlardı ki o hafta olanlar olmuştu. Ansızın gelen soğuk, beraberinde kar yağışını da getirmişti. Üç arkadaş güç bela evlerine ulaşmıştı fakat yollar bir günde kapanmıştı. Bir şekilde pazartesi günü görüşebilmeyi umuyorlardı fakat pazartesi günü de okullar tatil olmuştu. En azından Salı günü görüşürüz, diye düşündüler fakat Salı günü de tatil olmuştu. Kar tatili daha fazla uzamaz diye düşünüyorlardı fakat Çarşamba günü de tatil olmuştu. Artık unuttukları yalnızca okul değildi, birbirlerinin yüzünü de unutmaya başlamışlardı. Sadece kar yağsa neyse, dışarıya çıkar oyun oynar, kardan adam yaparlardı fakat dışarısı çıkılacak gibi değildi. Haberlere bakıyorlardı, donan çobanlar, ölen koyunlar, yollarda kalanlar, kazalar, ormanda kaybolanlar…
Büyük bir kasvet çökmüştü üçünün de içine. Bir şekilde bir araya gelmelilerdi ama nasıl? Merve, bir araya gelememekten en çok üzüntü duyan kişiydi. Mina ve Hazal kendilerine uğraş buluyorlardı ama onlar da sıkılmıştı. Mina, Merve’ye:
-Bu hasret artık bitmeli. Ben daha fazla sizleri görmeden yaşayamayacağım. Müsaitseniz Hazal’ı da alarak size geleceğim, dedi. 
Merve, zaten tek başına geçen günlerden çok yorulmuştu:
-Bir saat içinde bekliyorum, dedi. 
Hazal, önce biraz nazlandı fakat o da bu plana dahil oldu. Bir saat içinde nihayet hasret bitmişti. Merve, arkadaşlarını kapıda karşıladı ve şaşkın şaşkın:
-Beş günde insan bu kadar büyür mü? Büyümüşsünüz görmeyeli, dedi. 
Hazal ve Mina biraz sonra bir daha bak diyerek ayaklarından botları çıkardılar. Hazal ve Mina’nın boylarının aynı olduğunu gören Merve, içten içe sevindi. 
Günlerce süren hasret bitmişti. Üstelik ödev de yoktu. Çaylar içildi, kekler yenildi. Sıra ayrılık vaktine gelmişti ki dışarda kar fırtınasının daha da arttığını gördüler. Merve:
-Ailelerinizi haberdar etsek ve bugün bizde kalsanız, dedi. Bu fikir Hazal ve Mina’ya da cazip gelmişti fakat ailelere sormak gerekiyordu. Hazal ve Mina’nın aileleri Merve’nin de araya girmesi ile bu teklifi kabul ettiler. 
Üç arkadaş ilk kez birlikte kalacaklardı. Gece uzundu. Ev sıcaktı. 
Bir süre kitap okudular, film izlediler. Sınıflarına dair sohbet ettiler, dedikodu yaptılar ancak zaman geçmiyordu. Kış geceleri uzundu, hele de ödev yoksa. Saat daha 10 olmamıştı ki Merve esnemeye başladı. Hazal ve Mina’nın uykusu yoktu ama Merve her geçen dakika biraz daha esniyor hatta ara ara gözleri kapanıyordu. En son gözleri kapandığında uzun süre yeniden açılmadı. Hazal ve Mina bu esnada fotoğraf çekiniyordu. 
Dışarda kar durmuştu. Hava yumuşamış, insanlar sokaklara çıkmaya başlamıştı. Merve derin bir uykudaydı. Kar durmuş, sözü uykudaki Merve’yi uyandırdı ve Merve:
-Durmuş, evet bizim okulda, diyerek gözlerini kapattı yeniden. 
Gecenin ilerleyen saatlerinde yine Merve ara sıra uyandı, bur cümle kurdu ve uyudu. Sonunda Hazal ve Mina da yorgunluğa teslim olmuştu. Etraf gündüz gibi aydınlık ve hava yumuşaktı.
Ertesi gün erkenden uyandı üç arkadaş. Halen heyecanlı ve mutluydular çünkü okullar tatildi yine. Merve’nin babası bu mutluluğa mutluluk katmak için çalıştığı yere birlikte gitmeyi teklif etti. Merve’nin babası Sivasspor Kulübünde çalışıyordu. Kar topu oynamak, kardan adam yapmak için çok güzel bir ortam vardı çalıştığı yerde. Kahvaltıdan sonra üç arkadaş ve Merve’nin babası yola koyuldu. Yollar, açılmamıştı. Kar birikintilerine bata çıka nihayet kulübe vardılar. Bir süre oynadılar, üşüdükçe içeri girdiler sonra yine oynadılar. Tam oyunları bitmek üzereydi ki Merve uzaktan gelen iki kişiyi gördü. Yüzleri atkı ile kapalı olsa da bu gelenler tanıdıktı. Mina ve Hazal’a seslendi:
-Kızlar yorulduk mu? Karşıdan gelenleri kar topuna tutmaya ne dersiniz?
Hazal ve Mina karşıya baktı. Gelenler Aras ve Yusuf’tu. Aras, elinde telefonla ilerliyor, Yusuf onun koluna girmiş düşmemesi için yardım ediyordu. Az sonra başlarına geleceklerden habersiz başlarını kaldırmadan ilerliyorlardı. Bu esnada Hazal, Mina ve Merve onlarca kartopu hazırlamış onların iyice yaklaşmasını bekliyordu. 
Nihayet hedef tam görüş alanındaydı. Artık ıskalamak mümkün değildi. Üç kartopu birden Aras ve Yusuf’a isabet etti fakat onlar halen ellerindeki telefona bakıyor, kar yağmaya başladı zannediyorlardı. Az önce hazırladıkları bütün kartopunu birer birer Yusuf ve Aras’a fırlattı üç arkadaş fakat bir türlü bu kartopunun nereden geldiğini merak etmiyordu Yusuf ve Aras. Hazır kartopları bitmişti. Merve ani bir hareketle bir kar parçasını yerde yuvarlamaya başladı. Boyu kadar olmuştu bu kar kütlesi. Hazal ve Mina’nın da desteği ile kocaman, boylarından daha büyük kar kütlesini Yusuf ve Aras’a doğru yuvarladılar. Yusuf ve Aras halen telefona bakıyordu. Yuvarlanan kar kütlesi ikisinin üzerinden geçti. Bu esnada üç arkadaş acaba kötü bir şey mi yaptık, diye birbirlerine bakıyorlardı. Kar kütlesi Yusuf ve Aras’ın üzerinden geçtikten sonra ikisi birden yerden doğruldu. Ellerindeki telefona bakmaya devam ediyorlardı. Aras, biraz sinirlenmişti. Telefonun ekranı kar parçalarıyla kaplanmıştı. Yusuf, telefonun ekranının temizlemeye çalışıyordu. Halen kendilerine bu kar kütlesini yuvarlayanların kim olduğuna bakmak akıllarında yoktu. Hazal, Mina ve Merve koşarak Yusuf ve Aras’ın yanına geldiler. 
Hazal, Mina’yı uyandırmıştı. Merve’ye bakıyorlardı. Merve, yastığı fırlatıyor, yorganı yuvarlıyor bir o yana bir bu yana dönüp duruyordu. Dışarda kar durmuş, yumuşak bir hava vardı. Artık ayrılık zamanıydı. Yeniden hasret başlayacaktı.