rukiye tokgöz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
rukiye tokgöz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Haziran 2025 Pazar

ESPRİ MESELESİ

Rukiye Tokgöz

Çok sıcak bir gündü ve okuldaydı. Karne haftası, hem de bu havada okula gelmesinin
tek sebebi babasının ısrarıydı. Karne haftası diye gitmemezlik yapılmaması gerektiğini,
sonuçta okulun açık olduğunu söyleyip duruyordu babası. Babasına karne haftasının etkinlik
haftası ilan edildiğini, ortaokulda olmasına rağmen hocaların saçma sapan oyunlar oynatıp
yetenek paylaşımı adı altında “Hiç mi yeteneğiniz yok?” diye kızdıklarını yüzlerce, binlerce
kez anlatsa da onu ikna edememişti bir türlü. Zaten yedinci sınıflardan okula gelen öğrenci
sayısı on birdi. Beşi ailesinin zoruyla geliyordu, üçü devamsızlığı çok olduğundan, geri kalanı
da haylazlık peşinde olduğundan. En azından karneye sadece iki gün kalmıştı. İki gün daha
etkinlik haftası adlı saçmalığa katlanacak, ondan sonra rahat edecekti. Zaten onun okulla
ilgili bir sorunu yoktu. Okulu seviyordu, dersleri de. Onun sevmediği şey etkinlik haftası
programları ve babasının onu bu günlerde okula göndermesiydi. Bu haftayla ilgili sevdiği tek
bir şey vardı, o da sadece bir kez olan soğuk espri yapma dersiydi. Espri yapmayı çok
severdi ve bu konuda bir hayli yetenekliydi. Okula gelen diğer on kişi de öyle. O yüzden bu
ders çok eğlenceli geçerdi.
Sonunda dört gözle beklediği o ders gelmişti. Herkes haftanın uyuşukluğunu
üzerinden atmış, en soğuk esprilerini hazırlamıştı. Sonunda hoca geldi ve espriler yapılmaya
başlandı. Herkes aklına gelen soğuk esprileri sıralıyordu. Sınıf gülme krizine girmişti.
-İngilizCEM yok.
-Neden?
-Çünkü tanıdığım bütün Cem’ler Türk.
Hatta hocanın bile esaslı bir soğuk esprisi vardı:
-Tebrikler KAZANdınız, şimdi tencere oldunuz!
Ardından bir öğrenci sınıfın diğer ucundan bağırıyordu:
-Geçen gün arkadaşlarla FIRINDA patates yiyorduk, fırın sıcak gelince balkona çıktık.
-Bu iyiliğiniz çok Makbule geçti, şimdi de Fatma geçiyor.
Soğuk espriler havada uçuşuyordu ama o hiçbir espri yapmıyor, kendini tutuyordu. Sonra,
dersin bitimine doğru hoca, onun hiçbir espri yapmadığını fark etti ve şaşırarak niye
yapmadığını sordu. O da,
-Bu sıcak havada soğuk espri yaparsam hasta olurum hocam, diye cevap verdi. O sırada
herkesin sesi kısılmıştı ve öksürüyorlardı. O sadece,
-Ben demiştim, dedi ve sınıftan çıktı.

RÜYA GİBİ GERÇEK

Rukiye Tokgöz


I. Bölüm
Sude için bu hayat işkence gibiydi, beş ağabeyi ve kurallara uyma meraklısı babasıyla. Maddi durumları pek iyi değildi, babası bir kaza sonrası sakatlandığı için çalışmıyordu. Annesi -kendisi böyle diyor- altı çocuğunu doyurabilmek için yedi yirmi dört temizliğe(?) gidiyordu. Aslında annesinin o kadar çok çalışmaya ihtiyacı yoktu ama annesi gezmeyi, dolaşmayı ve sohbet etmeyi çok severdi. Temizliğe gittiği hanımlarla sıkı fıkı olduğundan sürekli çalışmak isterdi. Bu durumda Sude, okula gitmediği zamanlarda ağabeyleri ve babasıyla baş başa kalıyordu.  
Babası, tüm kurallara harfi harfine uyulmasını isterdi. Yatması, kalkması, yemek yemesi için belli saatler vardı. Bu saatler bir dakika bile geçse yarım saat ile üç saat arsında süren nutuklar dinlemek zorunda kalırdı. Nutuklar bittikten sonra da tüm ev işleri üzerine yıkılırdı. Bu ceza bir hafta sürerdi ama Sude, cezalı olmadığı zamanlarda da tüm işleri yapıyordu. Aslında ağabeyleriyle ev işlerini paylaşmaları lazımdı fakat ağabeyleri tüm işi ona yaptırıyordu ve babası ya bunu bilmiyordu ya da umurunda değildi. Ne de olsa bu evde oligarşi vardı. Annesinin evde kalmak istememesinin sebeplerinden biri de buydu belki. Sude, ağabey terörü denen şeyi sonuna kadar yaşıyordu. Sanki duvarsız bir hapishaneydi burası. 
 
II. Bölüm 
Babasının kural koyma merakı ve ağabeyleri, okulda da Sude’ye sıkıntı çıkarıyordu. Babası asla ve asla kendisinin tanımadığı kişilerle arkadaşlık kurmamasını söylerdi. Okulda samimi olduğu bir-iki kız vardı ama evdeki durum gizli olduğu için asla arkadaş buluşmalarına katılamazdı. Bu yüzden doğal olarak biraz da olsa dışlanıyordu. 
    Ağabeyleri ise onu sınıfta rezil edecek ve/veya babasını kızdıracak şeyleri baş başa verip düşünür, ardından el birliğiyle bu işi gayet iyi becerirlerdi. Bütün ödevlerini karalar veya yırtar, yazılıya çalışacağı zaman ders notlarını yakarlardı. Onlar yüzünden babası, notları düşük olduğu gerekçesiyle de ceza veriyordu. Sınıfa ya ödevsiz ya da yırtık, buruşuk ödevlerle geldiğinde öğretmenleri de ceza veriyordu. Bir keresinde de ağabeyleri okul formasının arkasına “SIRACALI” yazmışlardı. Utançtan yerin dibine girmişti o gün. Yazı görünmesin diye hırkasını sırtından hiç çıkarmamıştı ama fark etmediği bir şey vardı, aynı yazı hırkasının arkasında da yazıyordu. O günden sonra okulda adı çıkmıştı, gelen geçen alay ediyordu. İlkokuldan beri -yani yedi yıldır- okulda asla rahat gezemiyordu. Okul, onun için en az ev kadar, hatta evden daha büyük bir işkence olmuştu. 
Beş ağabeyi ve babası, yani toplamda altısı birden ona çok çektiriyordu. Evde, okulda, hayatın her alanında. Birkaç kez annesine okulu bırakıp onunla temizliğe gitmeyi bile teklif etmişti. Lakin annesi katiyen böyle bir şey yapamayacağını söylemişti. Sude’ye göre annesi, kendini bu evden kurtardığı için artık Sude’yi önemsemiyordu. Zaten şu dünyada ona anlayışlı davranan, onu önemseyen hiçbir canlı yoktu. Ya da Sude öyle düşünüyordu.


III. Bölüm 
O gün, okula yeni bir beden eğitimi öğretmeni geldi. Tam da beden eğitimi dersinin olduğu gündü. Yani Sude’nin en ama en nefret ettiği gün. Çünkü tüm beden eğitimi derslerinde şansına(!) tüm toplar kafasına gelir, koşarken ayağı taşa takılır ve yere yapışırdı. 
Beden eğitimi dersinde hoca kendini tanıttı ve isteyenin voleybol, futbol ya da basketbol oynayabileceğini söyledi. Hocanın lafı biter bitmez hızla koşan arkadaşlarından biri Sude’yi yere düşürdü. Sude ayağa kalktığında onu düşüren çocuk, diş macunu reklamı yapıyor gibi sırıtıyordu. Ardından dil çıkarıp ortadan kayboldu. Sude için artık bu durum olağan hale gelmişti. Kapüşonunu başına geçirip hocanın yanına, soyunma odasına gitmek için izin almaya gitti. Tek dostu olan kitabı çantasındaydı ve onu almak için soyunma odasına gitmeliydi. Hocanın yanına gitti:
-Hocam, soyunma odasına gidebilir miyim? Çantamda bir şey unuttum da. 
-Elbette yavrum, neden olmasın?
Hevesli bir şekilde soyunma odasına doğru yürüdü. Sevinmişti çünkü önceki hocası bazen izin vermiyor, hemen sorguluyordu çünkü okuldaki öğrenciler, Sude’nin hakkında hocalara yalan yanlış şeyler söylüyorlardı. “Umarım bu hoca onları dinleyince bana yine böyle davranır.” diye geçirdi içinden. Odaya vardığında kitabını eline aldı. Bu sefer 1283 sayfalık bir kitap okuyordu. Ama sonlarına gelmişti, önümüzdeki iki derste biterdi büyük ihtimalle. Tam her zamanki köşesine gelmiş, kitapta kaldığı yeri açmıştı ki hoca birden seslendi:
-Kızım, bir gelir misin?
Hocanın kızmasından korkarak ürkek tavırlarla yanına gitti.
-Efendim hocam?
-Kızım gel rahatça otur. Hah, şöyle. Yavrum sen neden arkadaşlarınla oynamıyor, kitap okuyorsun?
-Hocam ben oyun oynamaktan pek zevk almıyorum. Hem kitaplar benim en iyi ve tek dostumdur. Merak etmeyin, ben böyle hiç ama hiç sıkılmıyorum. 
-Kızım bu kadarı da normal değil ama. Hem arkadaşın durup dururken neden çelme taktı sana bakayım? Çekinmene gerek yok, rahatça anlatabilirsin. 
Hocanın bu sözleri üzerine Sude, ilk kez kendisini dinleyen birini bulmanın heyecanıyla bir anda içini dökmeye başladı. Söze babasının ne kadar katı ve kuralcı olduğundan başladı. Kurallara uymadığında çektiği nutukları, verdiği cezaları anlattı. Beş ağabeyini ve onların yaşattıklarını anlattı. Tüm okulda adının çıktığını ve hocaların bile ona çok kötü davrandığını söyledi. Arkadaşının ona bu sebepten çelme taktığını, artık bunun olağan olduğunu da eklemeyi unutmadı tabii. Sonra annesini anlatmaya başladı. Sırf sohbeti, gezmeyi seviyor diye yedi yirmi dört temizliğe gittiğini de uzun uzun anlattı. Söyleyecekleri bittiğinde kendisini çok rahatlamış hissediyordu. Tam hoca bir şeyler söyleyecekti ki derslerin bittiğini ilan eden zil çaldı. Hoca, Sude giderken sordu:
-Adın Sude’ydi, değil mi güzel kızım?
Sude başıyla onayladı ve hızlı hızlı yürüyerek soyunma odasına doğru yola koyuldu. Eşyalarını aldı ve -neyse ki- bu sefer sadece biri ona dil çıkardı. Eve giderken iki ders boyunca bir harf bile olsun kitap okumadığını fark etti. Şaşırdı… 

IV. Bölüm 
Eve gittiğinde o kadar mutluydu ki olanları düşünürken yemeği biraz yaktı. Babası ve ağabeylerine yanmamış kısımları verdi, yanıkları da kendi tabağına koydu bu yüzden.  Babası onun tabağındaki yemeğin yanık olduğunu görüp yemeği yakmasına kızmasın diye hızlı bir şekilde yemeğini bitirmesi gerekti. Ama bu, artık onun için önemli değildi. Çünkü bugün, onun için hayatının en güzel günüydü. Ömründe ilk kez biri onu dinlemiş ve içinde bulunduğu durumu anlayışla karşılamıştı. İyi de hocanın adı neydi? Aslında kendini tanıtırken söylemişti ama Sude hatırlamıyordu. Yarın gidip hocanın adına odasının önündeki tabeladan bakmaya karar verdi. Bunları düşünürken birdenbire babasının ödev yapması için belirlediği sürenin on dakikasını harcadığını fark etti. Bugün hocalar çok ödev vermişti, o yüzden yetişmeme ihtimaline karşı her zamankinden hızlı olması gerekiyordu. Koşarak odasına, ödev yapmaya gitti ve hemen ödevine başladı. Ama ödevini bitirdiğinde belirlenen süreyi beş dakika aştığını fark ederek daha da telaşa kapıldı. Ayrıca ödevlerinin hatalarla dolu olduğunu biliyordu, hocalar bu hatalar yüzünden çok kızacaktı. Hayıflanacak vakti yoktu, ödevini masasına bıraktı ve koşarak dişini fırçalamaya gitti. Ağabeylerinin, onun süreyi aştığını bildiklerinden haberi yoktu. 
Dişini fırçalayıp odasına döndüğünde ödevi, tam ortasından korkunç bir şekilde yırtılmış halde çöpte duruyordu. Çöpte sadece kâğıtların olmasına şükretti, en azından ödevi ıslanmamıştı. Hemen onu çöpten çıkardı ve bantlamak için masasında bandın olması gereken yere uzandı. Ama tüm bant dolabının kapağını sıkıca kapatmak için kullanılmıştı, hem de okul malzemelerinin durduğu dolabın. Tam o sırada babası, en ufak bir hataya bile göz yummayacağını belli eden bir sesle içeriden seslendi. Belli ki ağabeyleri Sude’yi ödevini yırtmakla, dolabını bantlayıp tüm bandı harcamakla ve yapacağı tüm işleri geciktirmekle suçlamışlardı. Ayaklarını sürüyerek ne kadar hızlı gidebilirse babasının yanına o kadar hızlı gitti. Babası değil yarım saat, tam bir buçuk saatlik bir nutuk çekti. Sude onu dinledikçe yerin dibine girdi ama bir yandan da o kadar umursamadı bu lafları. Çünkü artık bunu anlatınca onu dinleyecek birinin olduğunu biliyordu. Hem de bu kişi bir hocaydı. Sırf bu kişiyi keşfetmesinden doğan mutluluk yüzünden fazladan ceza almıştı ama değdiğini düşünüyordu. Babasını dinlerken bile bunu düşünüp gülümsemesine engel olamamıştı ama babası bu durumunu bir şımarıklık emaresi olarak algıladığından aslında bir saat sürmesini planladığı nutuğunu yarım saat daha uzatmıştı. Tabii bunu Sude bilmiyordu. Bilse de bir önemi yoktu zaten. Sude’nin tek istediği yarının gelmesi ve okulda o hocayla konuşmaktı. Odasına gitti ve yatağına uzanır uzanmaz uykuya daldı.

V. Bölüm 
Sabah annesinin sesiyle uyandı. Annesi ona “Hadi tatlım, okul vakti.” diyordu. Uyku sersemi buradaki tuhaflığı fark etmedi ve her zamanki gibi banyoya, yüzünü yıkamaya gitti. Sonunda uykusu açılmıştı. O an buradaki tuhaflığı fark etti. Annesi evdeydi, üstüne üstlük bir de onu uyandırmaya gelmişti. Bu nasıl olabilirdi? Bir anlam veremedi çünkü bir mucize olup annesi evde kalsa bile asla ve asla onu uyandırmak için zahmete girmezdi. Böyle bir şey olması için dünyanın tersine dönmesi gerekirdi. Bunları düşünürken burnuna nefis bir koku geldi. Epeydir unuttuğu bir koku… Evet patates kızartması kokusu geliyordu mutfaktan. Kokuyu içine çekti, bir de şarkı sesi geliyordu. Annesinin en son ne zaman şarkı söylediğini veya dinlediğini hatırlamıyordu bile. O yüzden onu en çok şaşırtan bu olmuştu. Mutfağa gidip annesine sordu:
-Anne, bu ne?
-Ne olacak kızım, patates kızartması. Dünkü gibi sosis kızartacaktım da sosis bitmiş.
-Önemli değil anne, patates kızartması da güzel, dedi ve sofraya oturdu. Ardından içeri ağabeyleri girdi. En büyük ağabey yanına geldi ve:
-Canım kardeşim bugün nasılmış bakalım, diyerek saçını hafifçe okşadı. 
Sude şaşkınlıktan abisine cevap veremedi. Ardından diğer dört abisi de “Günaydın.” diyerek masaya oturdu. Hayatında bu kadar tuhaf bir şeyle karşılaşacağını kırk yıl düşünse tahmin edemezdi. Tüm ömrü boyunca muhtaç kaldığı, umduğu ama bulamadığı aile sıcaklığının umduğundan bile fazlasını görmüştü. Acaba her şey tersine dönmüştü de bir tek o mu aynı kalmıştı? Tam daha hiçbir şeye şaşıramayacağını düşünüyordu ki babası içeri girdi. Sude’ye ve ağabeylerine çok ama çok sevecen ve içten bir şekilde “Günaydın.” dedi ve gidip annesinin yanağına bir öpücük kondurdu. Bu kadar iyi davranmak yetmemiş gibi bir de annesine oturmasını söyleyip yemek işini kendisi devraldı. Kısa bir süre sonra Sude’nin servisinin kornası duyuldu. Evdekiler ona iyi şanslar dilediler ve Sude şaşkınlıkla evden ayrıldı. 
Gün boyunca hem serviste hem okulda herkes ona çok iyi davrandı. Her ne kadar şaşırmış olsa da artık alışmış sayılırdı bu duruma. Yeni beden hocasının yanına da gitti ama hoca ona dünyadaki en yaramaz öğrenciymiş gibi davrandı, hatta onu neredeyse odasından kovdu. Dünyada ona iyi davranan tek insandı oysa daha dün. Şimdi ise ona kötü davranan tek insandı. Dünya tersine döndüyse bu durum normal olmalıydı. Derken okul bitti, servise bindi. Servisten indiğinde hâlâ bu ters dünyayı düşünüyordu. Aslında bu dünya çok daha iyiydi diğerine göre. Rüya gibi bir yerdi. Eğer bu bir rüyaysa da asla uyanmak istemezdi. Bunları düşünerek kapıya doğru yürürken yerinden çıkmış kaldırım taşını görmedi ve yüzüstü yere düştü. Bunu gören büyüğün küçüğü olan ağabeyi koşarak yanına geldi, bir şeyi olup olmadığını sordu. İyi olduğundan emin olduktan sonra onu eve kadar götürdü. İçeri girerken annesinin ortanca abisine şunları söylediğini duydu:
-Sude dün gece sayıklıyordu. Önemsemedim ama bugün çok tuhaf davranmıyor muydu? Geceleyin bu kıza ne oldu anlamadım gitti.
Düşmenin acısını unuttu o anda Sude. Yüzünde bir tebessüm, gözlerinde bulutlanmalar oluştu. Gerçek sandığı dünyanın rüya, rüya sandığı dünyanın gerçek olduğunu anlamıştı. Mutlulukla ağabeyinin peşinden eve girdi. Bu esnada yanağından süzülen damlanın düşmenin acısıyla olduğunu düşünüyordu ailesi. Mutluydu, hem de çok mutlu. 
















5 Haziran 2025 Perşembe

İSİMSİZ

Rukiye  Tokgöz
 
 I. Bölüm
 Uzun yıllardır burada yaşıyordu. Nice öğrenci mezun etmişti, nice hocalar görmüştü cinnet geçiren. Bu sınıfın öğrencileri hep yaramaz olurdu zaten. Şimdiye kadar bu sınıfa gelen akıllı öğrenci sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi. Buna rağmen nasıl oluyorsa şimdiye kadar sınıfta kalan öğrenci sayısı da bir elin parmaklarını geçmezdi. Büyük ihtimalle hocalar, öğrencilerle bir yıl daha uğraşmamak için hepsini geçiriyordu. 
Sık sık “Keşke yan sınıfta olsaydım.” diye iç geçirirdi. Yan sınıfın öğrencileri o kadar akıllı, o kadar terbiyeli, o kadar efendiydi ki… Yıllardır hep akıllı öğrencileri yan sınıfa, yaramazları ise onun sınıfına koyarlardı. Tabii buna yaramazlık denirse! Sınıf Hababam Sınıfı gibiydi mübarek ama bir farkları vardı: Hababam Sınıfı sürekli sınıfta kalırdı, bu sınıftaki öğrencilerin neredeyse hiçbiri sınıfta kalmazdı. Birkaç kez kırılmıştı, birkaç kez içi cız etmişti, hatta kolu yerinden koparılmış, üzerine içecek dökülmüştü tekmelenmişti. Çok çekmişti birbirine, hocaya trip atan kızlardan. Kimin canı sıkılsa acısını ondan çıkarıyordu. Sınıfı kirli bulan temizlikçi, öğrencilere kızan öğretmen bazen sınıfa giren idareci bile… Bazen ona öyle bir çarpıyorlardı ki bir ay kendine gelemiyordu. Şu sınıfın kızları dövüş öğrenseler rakiplerini tekte yere sererlerdi. Öyle böyle değildi öfkeleri. Uzaktan görenler sevgi pıtırcığı zannetse de yeri geldiğinde Hulk kesilirlerdi. Bu sınıfta erkeklerin en çetin kavgası, kızların öfkesinin yanında hiç kalırdı. Bu, her sene böyleydi. Nasıl oluyorsa yeni gelen öğrenciler eskilerin hınk demiş burnundan düşmüş gibiydi. Şansı yoktu, şanssızdı… Hem de öyle böyle bir şanssızlık değildi bu. 

II. Bölüm
O gün -her zamanki gibi- sınıftaki çocuklar iyice coşmuştu. Bir şeyler olacağı belliydi sınıftaki gürültüden. Hiçbir şey yapamadan sessizce izliyordu etrafı. Bu esnada akıllı tahtanın tam yüzünün orta yerine voleybol topuyla iki, futbol topuyla üç, basketbol topuyla da beş şut çekmişti sınıftakiler. Tahtaya doğru çekilen son şutu görmemek için gözlerini kapatmıştı. Gözlerini açtığında etrafta zavallı tahtanın parçalarını gördü. Bir tahta için daha yolun sonu görünüyordu. İyileştirilemeyecek kadar perişandı. Atılan çığlıklardan sağır oluyordu neredeyse. Çocukların eğlencesi bittiğinde sanki üzerine bir dev oturmuş gibi hissetti kendini. Bu şahit olduğu kaçıncı olaydı? Kaç kez akıllı tahtanın yüzü gözü top izleriyle şekil değiştirmişti? Bazen kendisi de alıyordu bu eziyetten nasibini ama kendisi tahta kadar dayanıksız değildi.  Artık onun için olağan olmuştu yaşadığı şeyler. Sınıf sessizleşmişti. Herkes yerine oturmuştu. 
Maziyi düşünmeye başladı üzüntüsünden. Ne çok akıllı tahta yolcu etmiş ve ne çok yeni tahtaya “hoş geldin” demişti, sayısını bilmiyordu. Yan sınıfın kapısına ne oluyorsa bu durumu dert edinmişti kendisine. Seslerden, tıkırtılardan, sürekli açılıp kapanmasından rahatsız oluyormuş. Sürekli yabancılar gelip geçiyormuş önünden. Gürültü yapıyorlarmış, ıslık çalıp türkü söylüyorlarmış yabancı adamlar. “Anlayamazsın ki…” diyordu yan sınıfın kapısına. “Senin sınıfın her sene akıllı çocuklarla doluyor, anlayamazsın…”

III. Bölüm 
Aynı bezgin adam yine nefes nefese ve gürültüyle gelmiş ve onu kolundan tutarak sonuna kadar açmıştı. En az onun kadar bezgin iki arkadaşı da ellerinde yeni akıllı tahtayla içeri girdi. Artık alıştıkları için olsa gerek çabuk el hareketleriyle tahtayı monte edip çıktılar. Hemen sonra derslerin bittiğini ilan eden zil çaldı ve sınıf üç saniye içinde boşaldı. Gürültü, şamata bitmiş sessizlik başlamıştı. 
-Hoş geldin arkadaş, dedi tahtaya. Sen de bizdensin artık.
Tahta ne dediğini anlamamıştı.
-Ne dediğini anlamadım ama neyse. Sonra anlarım herhalde. Senin adın ne, dedi. 
Kapı, tahtanın acemiliğine acıdı ve bunun sesine yansımasına engel olamayarak:
-Ne zamandan beri kapılara isim veriliyor ki, dedi ve iç geçirdi. 
Afallamıştı tahta. İlk defa böyle bir şeyle karşılaşmıştı zavallıcık:
-Benim adım Fatih. Aylardır bir sınıfım olsun istiyordum, sonunda dileğim gerçekleşti. Peki nasıldır bu sınıfın öğrencileri, akıllı mı yoksa haylaz mı?” dedi. 
Bu sefer kendine hâkim olamayıp kahkahalarla güldü kapı. Sonra gülmesini zoraki bastırarak konuşmaya başladı: 
-Bunlar öyle böyle yaramaz değil kardeşim. Şansına dünya üzerindeki en yaramaz sınıfa denk gelmişsin, tabii buna yaramazlık denirse. Beni bile kaç kez tamire gönderdiler, tekrar tekrar taktılar. Birkaç kez değiştirmenin eşiğinden döndüler. Ne yazık ki hâlâ buradayım gördüğün gibi. Senden önceki akıllı tahtaya ne yaptılar biliyor musun? Voleybol topuyla iki, futbol topuyla üçü, basketbol topuyla da beş şut çektiler. Kızların hırsla attığı yumruk yüzünden kaç tahtaya veda ettim sayamadım. Öyle böyle fenalar yani. Şimdiden sana da geçmiş olsun kardeşim. Belki ilerleyen günlerde beni duyamaz olursun. Ben peşinen geçmiş olsun diyeyim. 
Bu sözleri duyan Fatih’in gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Duyduklarına inanamıyor, doğru olmamasını umuyordu. O kadar korkmuş, o kadar korkmuştu ki doğru düzgün konuşabilmesi için birkaç dakika derin derin nefesler alıp vermesi gerekti. Sonunda zoraki konuştuğunda söylediği ilk söz şu oldu:
-Nasıl yani? O kadar mı yaramazlar yani? Peki çok ses çıkarırlar mı teneffüste?
-Maalesef. Birkaç kez mahallelinin hatta yoldan geçenlerin şikâyete geldiği de oldu.
-İyi ama benim yüksek sese hassasiyetim var. Ben ne yapacağım?
Fatih ağlamak üzereydi. Kapı ona çok üzüldü. Onu teselli etmek kapının göreviydi. Bu sınıfın demirbaşıydı neticede. Sesine biraz şefkat ve merhamet ekleyerek konuştu:
-Zamanla alışırsın, merak etme. Hem belli mi olur, belki bir mucize olur da akıllanırlar. Ayrıca bir sıkıntın olursa ben buradayım, merak etme.
Fatih’in yüreğine biraz olsun su serpilmişti. Bu sınıfta en iyi dostunu bulduğunu o an anlamıştı. Kendi kendine gülümsedi:
-Umarım artık senin de kaderin değişir, akıllanır öğrenciler biraz.
Yan sınıfın kapısı, tahta ve kapının ne konuştuğunu duymaya çalışıyordu ama hiçbir cümlelerini anlayamamıştı. 

27 Mart 2025 Perşembe

MÜCELLA


Rukiye TOKGÖZ

1. Bölüm
Sürekli eleştiriliyordu yaptığı işler. Yatması, kalkması, konuşması… Komşunun kızı daha iyi yapıyor; şu Mücella var ya yan apartmandaki, o tek başına akşam yemeği hazırlıyormuş; Mücella şöyle Mücella böyle… Mücella ne alakaydı? Kendisi Mücella değildi ki hayatı onunki gibi olsun. Kendi hayatını değil, Mücella’nın hayatını mı yaşasındı? Mücella’nın yoğurt yiyişi farklı diye kendi yoğurt yiyişinden vaz mı geçecekti? Böyle düşünürken bir karar aldı. Mücella her kimse onunla konuşup bu soruna bir çözüm bulacaktı. Onunla konuşacaktı ki neden Mücella’yla kıyaslandığını öğrenebilsin. Ama Mücella’nın kim olduğunu bilmiyordu. En azından bir komşu olduğunu biliyordu. Annesine gidip sordu Mücella’nın nerede oturduğunu. Tuhaftır ki sürekli “Mücella, Mücella” deyip duran annesi “Mücella da kim?” diye sordu. Annesi bile Mücella’nın kim olduğunu bilmiyorken nerede oturduğunu nasıl bulacaktı ki? Sonra aklına bir fikir geldi. Belki de nerede oturduğunu bulmanın bir yolu vardı.
İçeriye gidip ödevlerini aldı ve annesinin yanına gidip yapmaya başladı. Annesi onu eleştirsin diye bilerek kötü yazıyordu. Annesi çok geçmeden başladı söylenmeye:
-Bu ne biçim yazı? Güzel yazmayı bir öğrenemedin gitti! Üst kattaki komşunun kızı Mücella çok güzel yazıyor, maşallah inci gibi. Ya seninki? Nerdeee…
İşe yaramıştı işte! Mücella’nın üst atlardaki komşulardan birinin kız olduğunu öğrenmişti. Gidip üst katlardaki bütün komşulara bakacak ve soracaktı. Koşarak montunu aldı. Tam kapıyı açacaktı ki annesinin sesini duydu:
-Yine bırakmışsın eşyalarını ortalıkta. Hep unutuyorsun zaten. Alt komşunun kızın Mücella var ya, o hep eşyalarını topluyormuş. Darısı başıma…
Eli kapının kulpunda donakaldı, annesi daha az önce Mücella’ya üst komşunun kızı dememiş miydi? Oysa şimdi alt komşunun kızı olduğunu söylüyordu. Sonra annesinin kafasının karışmış olabileceğini düşündü ve bir karar verdi. Önce üst kattaki komşuları gezecek, eğer Mücella’yı bulamazsa alt katlara bakacaktı. En üst katta Mücella diye biri yoktu, bir alt katta da, bir alt katta da… En alt kata kadar geldi ama kimsenin Mücella diye bir tanıdığı yoktu. Hayal kırıklığı içinde eve geri döndü. Belki annesinin kafası çok karışıktı, yanlış şeyler söylüyordu. Annesi matematik çalışmış olamaz mıydı? Böyle düşünerek kendini rahatlattı. Akşam olmasına rağmen hiç iştahı yoktu. Kendini yatağına fırlattı ve anında uykuya daldı-ki bu çok tuhaf bir şeydi, çünkü ne kadar uykusun olursa olsun en erken bir saat sonra uykuya dalardı normalde. Uykusunda matematik çözdüğünü ve herkese kendini Mücella olarak tanıttığını gördü.


2. Bölüm
Ertesi gün öğlene kadar uykulu uykulu gezdi. Ki bu da çok tuhaf bir şeydi çünkü ne kadar geç uyursa uyusun uyandığında o kadar enerjik olurdu ki zıplayarak gezerdi evde normalde. Ama bu normal bir durum değildi zaten, o yüzden normalde olmayan şeylerin olması tuhaf gelmedi ona. Annesi tüm gün Mücella’ya bir yan apartmandaki, bir alt mahalledeki komşunun kızı deyip durdu ama o kadar uykuluydu ki annesinin ne dediğini anlamıyordu; o yüzden yine Mücella’nın kesin bir konumu olmadığını fark etmedi. Zaten öğlen tuvaletten çıktığında aslında iki saat önce okuldan çıkmış olması gerektiğini fark etti ve ağzı bir karış açık kaldı. Annesi:
-Adını Mebrure koymasaydım keşke, her şeye şaşırıyorsun, dedi.
Artık uykusu iyice açıldığı için annesinin dediklerini algılayabiliyordu. Bu yüzden Mücella’nın evini arama çalışmalarını devam ettirdi. Çok geçmeden annesi yine söylenmeye başladı:
-Çok tabletle oynuyorsun. Yan apartmandaki Mücella çok akıllı, ayda bir kere tabletle oynuyor. Ya sen?
Olamaz, diye düşündü, hangi yan apartman acaba? Kuzeydeki mi güneydeki mi doğudaki mi batıdaki mi? Mecbur apartmanlarına komşu olan her apartmanı tek tek gezecekti. Ama bu günler sürerdi! Her gün bir apartmanı gezeyim, diye düşündü, daha kolay olur. Tam montunu alacakken annesi seslendi:
-Kızım; bir arkadaşıma gideceğiz, hazırlan.
Oflaya puflaya üzerini değiştirmeye gitti Mebrure. Daha güzel bir şey giymeliydi. Laf aramızda, annesinin arkadaşlarına gitmeyi de hiç sevmezdi.
Annesinin arkadaşı iki sokak ileride oturuyormuş meğer. Gittiklerinde arkadaşı mutlulukla içeri aldı annesini. Mebrure’ye döndü ve şöyle dedi:
-Kızım da senin yaşında. Arka odada oynayın siz.
Mebrure arka odaya gittiğinde çok sevimli bir kız gördü. O an içine doğdu ve kıza şöyle dedi:
-Sen annemin bana hep övdüğü Mücella olmalısın.
-Sen de annemin bana hep övdüğü Mebrure olmalısın.
-Nereden anladın?
-Çok şaşırmışsın da ondan.
Mücella’nın annesi de ona Mebrure’ye övüyorsa ona soracağı bir şey yok demekti. Mebrure sonunda arayışını tamamladığı için mutluydu. Mücella’ya baktı ve gülümsedi.


7 Mart 2025 Cuma

BİR BARDAK

ZEHRA YILDIRIM
ZEYNEP KARAMAN
MERYEM KATIRCI
RUKİYE TOKGÖZ

Böyle olacağını hiç düşünmemiştim. Nasıl olsa toplamda on üç saatti oruçla geçirilecek süre. On üç saat yemeden, içmeden durduğum çok olmuştu. Sabah kahvaltı yapmadan okula gidip akşam yemeğine kadar aç kaldığım da çok olmuştu. Böyle olacağını hiç düşünmemiştim.
Şimdi iftara son bir saat yirmi dakika kala, bu kadar sarsılabilir miydi insan susuzluktan. Susuzluktan mıydı yaşadıklarım yoksa uykusuzluktan mı? Belki de çok fazla yemediğimden ama böyle olacağını hiç düşünmemiştim. 
İftara bir saat on dakika vardı ve ben sahurda içemediğim o son bir bardak su yüzünden bir çölde iftarı bekleyen insanlardan farksızdım. 
O bir bardak suyu içseydim şimdi ne baş ağrısı olacaktı ne de acıkma. O bir bardak suyu içmiş olsaydım uykusuz da olmayacaktım bu kadar. O bir bardak suyu ezan okunmadan önce içmiş olsaydım şimdi yaşayan bir ölü gibi olmayacaktım. Bütün çeşmelere şelaleye bakar gibi bakmayacaktım. Durup durup o şarkı dilime dolanmayacaktı:
Yandım ama susuzluktan
İçmiyorum haram diye
İftara yaklaşık bir saat vardı ve yalnız ben değil, etrafımdaki arkadaşlarım da günlerce çölde susuz kalmış gibiydiler. Boşluğa bakıyor ve serap görüyorlardı. Oysa onlar sahurda son bir bardak su yerine bir litre su içmişlerdi. Üstelik iyi de yemek yemişlerdi ama şimdi benimle aynı hisler içindeydiler. 
İftar süresi mi uzamıştı yoksa sahur süresi mi kısalmıştı, anlayamamıştık. Belki de havaların ısınmasıydı bu kadar bizi perişan eden. Hepimizi uykusuz bırakan. Oysa mart ayındaydık ve yaz sıcakları gelmemişti bile henüz. Sadece yumuşak bir bahar havası vardı dışarda ve bu hava bizi susuz düşürmeye yetmişti. 
İftara yaklaşık elli dakika vardı ve etrafımda dolaşan şeytanın ayak seslerini duymaya başlamıştım. Bazen önüme bir yemek görüntüsü düşürüyordu bazen su şişelerini getirip önüme diziyordu ve diyordu ki:
-Senin daha yaşın küçük. Yarın oruç tutma, yarın oruç tutma. 
Bu fikir bana cazip gelmeye başlamıştı. Geceden başladığım bu şanlı mücadeleye devam etmeliydim ve iftar vaktine ulaşmalıydım. Bu esnada yine bir fısıltı duymaya başlamıştım:
-Kendine eziyet etmek günahtır. Acı çekiyorsun, git ve su iç. Böyle ibadet olmaz. Kendini kandırma, git ve su iç, su iç, su iç…
Böyle olacağını hiç düşünmemiştim. Oysa geçen yıl daha sıcak günlere denk gelmişti ramazan ayı ve ben üç gün hariç tüm oruçları tutmuştum. Hatta oruçlarımı dedeme satmıştım. Ona sattığım yetmemiş, amcama satmıştım. Belki de aynı orucu farklı kişilere sattığım için çekiyordum bu azabı. Belki de tekne oruçlarım yüzündendi bu azap ama benim günahım yoktu. Bana, gün ortasında bir yerlerde oruca ara verebileceğimi söylemişlerdi ve ben de yapmıştım bunu zaman zaman. 
Güneş nihayet batmaya başlamıştı ama baş ağrısı daha da artıyordu. Namaz tutup oruç kıldığımı düşünüyordum. Son yarım saat kalmıştı iftara ve hazırlıklara başlamalıydım. 
Önce beş litrelik soğuk su bulmalıydım ve bunu beş ayrı bardağa koymalıydım. Bardak yerine tasla içmek daha iyi bir fikirdi. Beş tane tas ayarladım kendime iftarda su içmek için. Yemeğe gerek yoktu. Üç beş hurma, nefsimi körlemeye yeterdi. Beş litrelik soğuk suyu bulmuştum ama tasları aramaya gidip geldiğimde su yerinde yoktu. Bu şakayı kaldıracak halim yoktu. Suyu kim götürmüştü bıraktığım yerden. Ben gün boyu onun hasretiyle beklemiştim güneşin batmasını. Suyumu yeniden buldum fakat bu kez de bardaklarım, taslarım kaybolmuştu. Saate bakıyordum fakat durmuştu. İlerlemiyordu. Batmaya yüz tutan güneşe bakıyordum fakat güneş olduğu yerde duruyor bir türlü batmıyordu. Ezan sesini bekliyordum fakat ezan da okunmuyordu. Sanki zaman durmuş gibiydi. 
İlerde, çok ilerde yemyeşil bir ışık görünüyordu. Galiba akşam karanlığı çökmüş, minarenin ışığıydı bu. Minareye doğru yöneldim. Yürümüyordum, uçuyordum sanki. 
Susuzluğum da gitmiş gibiydi. Birdenbire yüzümde, alnımda, dudaklarımda ıslaklık ile irkildim. Annem ve babam başucumda bekliyorlardı. Ellerinde beş litrelik su bidonu vardı:
-Açlıktan mı bayıldın, susuzluktan mı? Haydi, iftar vakti yavrucuğum. 
Böyle olacağını hiç düşünmemiştim.

2 Ocak 2025 Perşembe

ZAMANIN KARMAŞASI


Rukiye Tokgöz
Meryem Katırcı

1. Bölüm: Bela

Son günlerde telefonuyla başı beladaydı. Durup dururken telefonu kapanıyor, kapalıyken açılıyordu. Şarjı bazen yüzde yüz dolu iken birdenbire bitiyordu. Bu da yetmiyormuş gibi bazı uygulamaların kendiliğinden açıldığını görüyordu. Artık bu telefonu değişmenin zamanı geldi, diye düşünüyordu ama bu telefonu alalı henüz birkaç ay olmuştu. 
Telefonunu sıfırladı, uygulamaları sildi, hatta telefondan, yazılımdan anladığını düşündüğü arkadaşlarına gösterdi fakat onlar telefonu eline aldığında her şey normale dönüyordu. Telefon, onun için artık hayatı kolaylaştıran değil zorlaştıran bir araca dönmüştü. En iyisi evde olduğu zamanlar telefonunu kapalı tutmak, dışarıya çıkınca açmaktı. 
Evdeydi ve telefonunu kapattı. Bir süre sonra gözü telefonuna ilişti, telefon kendiliğinden açılmıştı. Kapatmaya üşendi. Çözmesi gereken sorular, yapması gereken ödevler vardı. Bir süre sonra ekran ışığı yeniden dikkatini çekti. Üstelik bir de bildirim sesi gelmişti. Belki de arkadaşı yarın yapılacak sınav hakkında bir şeyler soruyordu. İstemsizce telefona uzandı. Telefonuna bir mesaj gelmişti ama gönderen kişi görünmüyordu. Bu tarz mesajlara tıklanmaması gerektiğini biliyordu. Yeniden derslere döndü fakat bir kez daha bildirim sesiyle dikkati dağıldı. Bu kez doğrudan doğruya mesajlar düğmesini tıklayarak okumaya başladı. Bu bir bilgilendirme mesajına benziyordu: 
Yarın, 2 Ekim 2068 tarihinde kuvvetli rüzgâr ve şiddetli meteor yağışı beklenmektedir. Tedbirli olmanız ve sığınaklardan çıkmamanız önemle rica olunur. 
Bunun mesajın gereksiz bir şaka olduğunu düşünerek ders çalışmaya yöneldi fakat diğer mesaj da aklındaydı. Henüz onu okumamıştı. Yine istemsizce diğer mesaja göz ucuyla baktı:
Dün, 2 Ocak 2032 tarihinde yaşanan depremden dolayı hasar tespit çalışmaları için en kısa zamanda kurumumuza müracaat etmeniz gerekiyor. 
Her iki mesajın da gönderen kısmında bir isim yoktu. Bu bir şaka olmalıydı. Aynı kişinin gönderdiği saçma sapan bir mesajdı. Zaten mesajları okuduktan sonra telefon kapanmıştı. Açmaya çalıştı fakat telefon açılmıyordu. Ders çalışmalıydı. Böyle garipliklerle uğraşacak zamanı yoktu. Hem iyi notlar alırsa belki de ailesi yeni bir telefon almak için gönüllü olabilirdi. Gecenin geç saatlerine kadar ders çalıştı. Artık sınava hazırdı. 
Ertesi gün sabah telefonunu açmaya çalıştı ancak telefonu yine açılmıyordu. Belki de servise göndermeliydi. Halen garantisi devam ediyordu. Sınava girdi, çıktı. Telefonsuz hayat da aslında fena değildi. Kimse aramıyordu, kimseyi de arama ihtiyacı hissetmiyordu. Artık birileriyle irtibatı kesmek için bir bahanesi de vardı: Telefonum bozuk. 
Gün bitip eve döndüğünde ertesi günün sınavına çalışmak için masasına oturdu. Telefonunu da yine yanına koydu. Artık açmaya bile lüzum yoktu. Tam ders çalışmaya başlamıştı ki telefon yine kendiliğinden açıldı. Telefonu umursamıyordu artık fakat yine bir bildirim sesi geldi. İçinden, yine başlıyoruz saçma mesajlara, diye geçirdi. Göz ucuyla telefona baktı. Gelen bir video mesajdı. Açıp açmamakta tereddüt yaşadı. Sonunda videoya tıkladı. Bir öğrenci, bir okul çıkışında merdivenlerin önünde açıklama yapıyordu. Mikrofonlar tutulmuştu öğrenciye. Öğrenci şöyle diyordu:
Sınava çok çalıştım ancak bu kadar iyi bir başarı elde edeceğimi ben de bilmiyordum. Hayalimdeki üniversiteye kayıt yaptırmak benim için harika bir duygu. 
Bu sesi bir yerden tanıyordu ama nereden? Bu yüzün sahibini bir yerden tanıyordu ama nereden? Birkaç kez daha aynı videoyu izledi. Bu esnada telefon kapandı ve siyah ekranda kendi yüzünü gördü. Videoda konuşan kişi kendisine çok benziyordu. Üstelik sesi de aynı kendi sesi gibiydi. Çok mu uykusuz kalmıştı, çok mu besinsiz kalmıştı? Bu yaşadıkları, zihninden geçenler… Hepsi saçma sapan şeylerdi. Belki de dün mesaj filan da gelmemişti. 
Telefonu yeniden açmaya çalıştı. Bir süre uğraştı ve sonunda başardı. Hemen mesajları açtı, gerçekten de düne dair herhangi bir mesaj yoktu. Az önce gördüğü ya da gördüğünü sandığı video da yoktu. Telefonu yeniden kapattı ve sonraki günün sınavına çalışmaya devam etti. 
Bu dönemin son sınavını da geride bırakmıştı. Sınavların bittiği gün telefonu normale dönmüştü. Artık açmak istediği zaman telefon açılıyor, kapatmak istediği zaman kapanıyordu. Uygulamalardan da kendi kendisine çalışan yok gibiydi. Her şey normal görünüyordu ta ki bir hafta sonrasına kadar. 

Bir hafta sonra ara tatil başlamıştı. Tatil boyunca nasıl vakit geçireceğine henüz karar vermemişti. Tatilin ilk sabahı telefonunun yine kendiliğinden açıldığını gördü ve bildirim sesiyle biraz canı sıkıldı. Yatağından kalkmadan telefonuna uzandı. Yine bir mesaj gelmişti. Belki de virüs girmişti telefonuna. Tüm bu yaşadıklarının başka açıklaması olamazdı. Telefonu bu hafta garantiye göndermeli ve tatil sonrasına daha huzurlu başlamalıydı. Mesajlara baktığında daha önce göremediği iki yazılı ve bir video mesaj yerinde duruyordu. Bu üçüncü mesaj da yazılı olarak gelmişti. Okudu mesajı fakat anlam veremedi. Mesaj şöyleydi:

Galiba şaşkınsın hem de çok üzgün
Elinde telefon hayattan bezgin
Lavaboya git ve uyan hemencik
Evde olanlara söyleme bir şeycik
Cevap bekliyorum senden kaç gündür
Endişe etmeden yazsaydın bana
Kendimi söylerdim belki de sana

Zihnin çok karışık ama panik yok
Artık senin işin zor mu hem de çok
Mesajları atan benim aslında
Anlamak istersen ilk harflere bak
Nasıl da şaşırdın küçük yavrucak

2. Bölüm 
zeynep karaman, zehra yıldırım, rukiye tokgöz, meryem katırcı

Gelen mesajı bir kez daha, bir kez daha okudu, farklı anlamlar bulmaya çalıştı fakat sondan bir önceki dizede “ilk harflere bak” ifadesine gözü takıldı. Mesajların ilk harflerini birleştirdiğinde “Gelecek Zaman” kelimelerini gördü. Gerçekten de gelen mesajlardaki tarihler on yıllar sonrasına aitti. Artık bu şakanın tadı kaçmıştı. Muhtemelen bilgisayar ve telefon işlerinden iyi anlayan bir arkadaşı yapıyordu bu şakayı fakat telefonundaki anormalliğin sebebi neydi? Belki de virüs girmişti telefonuna. Bu cihazı garantiye göndermeliydi ve yazılımının yenilenmesini talep etmeliydi. Tatilini bu saçmalıklarla geçirmeye niyeti yoktu. 
Olan biten her şeyi başından sonuna düşündü ve ailesine anlatmaya, telefonu garantiye göndermeye karar verdi. 
Durumu paylaştığı babası ve annesi telefonu görmek istediklerini söylediler ve olanlara pek anlam vermediler. Telefonu annesine ve babasına uzattı. Büyük bir dikkatle telefonu inceleyen babası anormal bir durumla karşılaşmadı. Mesajlara baktı, silinen mesajlara baktı, dosyalara baktı fakat hiçbir anormallik görünmüyordu. Telefonu annesi eline aldı ve bir süre de o kurcaladı. Kendisine mesaj attı, kendi telefonunu aradı. Kendi telefonundan mesaj attı. Telefonu defalarca kapattı, açtı fakat hiçbir sorun görünmüyordu. Ailesi bu hikâyeye inanmamıştı anlaşılan. Telefonu garantiye göndermek yerine, kendi telefonuyla değişmeyi teklif etti babası. Bunu kabul edemezdi. Ailesinin gözünde artık telefon değil de kendisi anormal görünüyordu. Bunu, sessizlikten ve birbiriyle işaret diliyle anlaşan anne babasının tavırlarından anlıyordu. 
Telefonu hiç açmayacaktı. Hatta internet bağlantısını kesecek, kartını çıkaracaktı. Yeni mesaj geldiğinde ise açmadan annesine, babasına gösterecekti. Telefon, onun için büyük bir gizemdi. Anlam veremediği bir gizem. 
Anne ve babası bu esnada psikolog arayışına girmişlerdi bile. Çocuklarının durumunu hiç iyi görmüyorlardı. Oysa birkaç hafta öncesine kadar bu tarz bir davranış hiç göstermemişti. 
Belki de ailesi haklıydı. Çok uykusuz kalmış ve son zamanlarda arkadaşları da çevresinden iyice uzaklaşmıştı. Bu yaşadıkları belki de sanrıydı. Uyumalı, dinlenmeli ve kendini toparlamalıydı. Düzensiz bir hayat, bu tarz şeylere neden olabilirdi. İnsanın hastalığını kabul etmesi ile başlar iyileşme süreci, diye düşündü. Ailesini daha fazla üzmeden psikoloğa gitmeyi kendisi teklif edecekti. Şimdi yeniden telefonla uğraşmak istemedi. Bilgisayarını açtı ve psikolog aramaya başladı. En azından ailesine, gitmek istediği psikoloğu kendisi söylemeliydi. İnternet tarayıcısını açtığında garip haberler gözüne çarptı. Normalde haberlere hiç dikkat etmezdi fakat bütün haberlerdeki kişilerin kıyafetleri çok garipti. Haberlerin hepsine birer birer bakmaya başladı ve o anda yine morali bozuldu. Açtığı ilk haberin başlığı şöyleydi: “İstanbul’a Uçuş Fiyatları Mars’a Uçuş Fiyatlarını Geçti.” Bir sonraki habere baktı: “Ay’da Bulunan Tüm Otellerde Uzay Böcekleri Yayılıyor.” Hızlıca tüm haberlere baktı. Bunlar da bir şaka olamazdı. Bilgisayarının tarihine baktı 2 Haziran 2072’yi gösteriyordu. Bilgisayarını kapatacaktı ki masaüstünde Windows 33 logosunu gördü. Bilgisayarını kapatmaktan vazgeçti. Ailesine bilgisayarı götürmeyi ve haberleri göstermeyi düşündü. Bilgisayarını masadan aldı ve ailesine götürüyordu ki ekranın karardığını gördü. Tuşlara bastı ama nafileydi. Bilgisayar açılmıyordu. Bu esnada babasını gördü ve bilgisayarın açılmadığını söyledi. Bilgisayarı eline alan babası tek dokunuşla bilgisayarı açtı. Her şey normal görünüyordu. Neyse ki babasına az önce gördüğü şeyleri söylememişti. Sorun kesinlikle kendisindeydi. 
Biraz oyalanmak için televizyon izlemek, iyi bir fikirdi. Salona geçti. Televizyonu açtı. Neyse ki her şey normaldi. Arka Sokaklar, dizisini epeydir izlemiyordu ve özet bölümü geçiyordu. Özet bölümünde kaçırdığı ne kadar çok şey olduğunu düşündü. Bir süre sonra nihayet özet bölümü bitti ve yeni bölüm yazısını gördü. 5602. Bölüm yazısını görünce başı dönmeye başladı. Diziyi izlemeye devam etmeliydi fakat mekânlar, oyuncular değişmişti. Bu esnada annesinin yanına geldiğini fark etti. Annesi odaya girdiğinde televizyona baktı, her şey normal görünüyordu. Az önce gördüğü mekânlar, oyuncular değişmişti. Odasına dönüp uyumalıydı ve düşünmemeliydi. 
Odasına döndü ve uzandı. Kaç dakika, kaç saat uyuduğunun farkında bile değildi ki bir bildirim sesiyle uyandı. Telefonu kapalıydı. İnternetini kesmişti, kartı çıkarmıştı ve şimdi bu telefondan bildirim sesi geliyordu. Eliyle telefona uzandı ve yine bir mesaj geldiğini gördü. Mesajı okudu:
Telefonu kapatmanın çözüm olmadığını gördün. 
Bağlantıları kesmenin çözüm olmadığını da gördün. 
Bilgisayarını gördün. 
Televizyonu gördün.
Gördüklerini başkalarına anlatmanın bir çözüm sağlamayacağını da gördün. 
Artık kabullenmelisin. 
Sen, gelecek zaman içinde gezinebilen birisin.
Hayatını buna göre şekillendirmelisin.
Sen, anormal değilsin. 
Sen, seçilensin.  
Son cümle tüm öfkesini yatıştırmaya yetmişti. “Sen seçilensin.”
Kim seçmişti onu? Neden ve ne için seçmişti? Görevi ne olacaktı? Zihninde bu sorular dolaşırken aklına ilk kez bir şey geldi: Cevap yazmak… Gelen mesaja bir cevap yazmalıydı. Düşünmeden yazmaya başlamıştı bile:
Beni seçen kim? Sen kimsin? Gelecek zamanın bir sınırı var mı? Gelecekteki hangi zamana kadar gidebilirim? Geçmiş zamana da gidebilir miyim? 
Cevap gecikmedi:
Benim kim olduğum önemli değil ama bu telefon senin kaderin. Kaderinden kaçamazsın. Seni kimin ne için seçtiğinin de önemi yok. Sadece kabullen. Geçmişe gitmen mümkün değil. 


26 Aralık 2024 Perşembe

VESVESE

 

1. BÖLÜM

ZEHRA YILDIRIM
ZEYNEP KARAMAN
MERYEM KATIRCI
RUKİYE TOKGÖZ
HÜLYA DOĞANCIK

Yine olmuştu işte. Aniden oluyordu bu. Günün ortasında bir yerlerde, hiç ummadığı bir zamanda önce başı ağrıyor sonra pıt pıt pıt burnundan kan damlaları düşüyordu önüne. Ne yaparsa yapsın burnunun kanamasını durduramıyordu. Bir süre sonra kendiliğinden burun kanaması geçiyordu. Doktorlara gitmişti bu yüzden. Hastane hastane dolaşmıştı fakat muayene sonrası kesin teşhis konulamamıştı. Hayatının en güzel günleri hastane koridorlarında geçmişti. Artık teşhis konulacağından umudu kesmişti, kendisi de ailesi de. 
Yine olmuştu işte. Artık alışmıştı bu duruma. Öğlen yemeği vaktiydi ve henüz birkaç lokma yiyebilmişti. Zaten yemek yemeyi de çok sevmezdi. İştahı kaçmıştı. Sessizce yanındaki peçeteye uzandı. Derin bir nefes aldı. Etraftaki insanlardan bazıları ona bakıyordu. Hatta biri gelerek:
-Yardıma ihtiyacın var mı, iyi misin, diye sordu. 
Başıyla ve elleriyle iyi olduğunu ima etti ve suskunluğa büründü. Nasıl olsa biraz sonra duracaktı burnunun kanaması. Öyle de oldu. Kantinden kalkıp sınıfının bulunduğu kata doğru yöneldi. Öncesinde bir ayna bularak yüzünü, burnunu kontrol etti.  Kan izi kalmadığını fark edince sınıfına geçmeye karar verdi. 
Tam sınıfına yaklaşmıştı ki kapıda bir kalabalık gördü ve içerden gelen çığlıkları duydu. Adı Mebrure değildi ama şaşırmıştı. Şimdi bu manzara karşısında Mebrure de nerden çıkmıştı? Zihni karışıktı. Oysa her zaman yaşadığı gibi bir burun kanamasıydı yaşadığı sadece kan biraz daha sıcak ve fazlaydı. 
Kalabalığın arasından ilerlemeye ne olduğunu anlamaya çalıştı. Sınıf arkadaşlarından biri yerde yatıyordu. Önce bayılmıştır, diye düşündü fakat diğer arkadaşları nefes alıp vermediğini söylüyorlardı. Nihayet sağlık ekipleri geldi. Bir kenarda olup bitenleri seyrediyordu. Sağlık ekipleri yerde yatan arkadaşının kalbinin durduğunu söylediler ve müdahale için onu bir sedye ile alıp götürdüler. 
O gün dersler iptal olmuştu. 
İlk kez, burnunun kanamasından bir şeyler çıkarma çabasına girmişti o gün. Ertesi gün arkadaşının ölüm haberini alınca kendini çok kötü hissetti. Bu duyguya nereden saplanmıştı? Bir açıklaması yoktu bu düşüncelerin. Saçma geliyordu bu bağlantı ona. Arkadaşının ölümüne üzüleceği yerde zihninde kurduğu şeylerden utandı. Zaten kalp krizi demişlerdi arkadaşının ölümü için. Hem yıllardır burnu kanıyordu ve bu tarz bir düşünce aklının ucundan bile geçmemişti. Düşündü, düşündü… Tam kendisini bu düşüncelerden uzaklaştırmıştı ki üç sene önce kedisinin öldüğü gün de burnunun şiddetle kanadığını hatırladı. 
Bu düşünce bağından kaçmak istedikçe aklına yeni yeni şeyler geliyordu. Dedesi rahmetli olduğu gün de burnu kanamıştı ama o zamanlar ailesi bunun stresten kaynaklandığını söylemişti. Öğrenciliğin çetin geçtiği yıllarda olmuştu bu olay. Sonra büyük depremi hatırladı. Depremin yaşandığı bölgeden çok uzaktalardı fakat gece uyandığında burnunun kanamasından yastığının kıpkırmızı olduğunu görmüştü. 
Zihninden bunlar geçerken dudağının üstünde bir ılıklık hissetti ve yine başladı: pıt, pıt, pıt… Bu sefer farklı hissediyordu kendini. Etrafa baktı, yanından gelip geçen insanlara baktı. Bir felaket haberi bekledi. Çok kısa sürmüştü burnunun kanaması. 
Beklediği kötü haberin gelmeyişi onu biraz rahatlatmıştı. Yüzünü, burnunu temizledi. Dışarıya çıkıp hava almak iyi gelir, diye düşündü ve apar topar bir yürüyüşe çıktı. Tam birkaç adım atmıştı ki önündeki kalabalığı gördü. Bir trafik kazası yaşanmıştı ve manzara çok kötüydü. Geri döndü. Yaşadıklarının bir kâbus olduğuna kendini inandırmaya çalıştı bir süre. Sonra yüzünü yıkamaya karar verdi. Olabildiğince soğuk suyla yüzünü yıkadı, yıkadı. Hırsını alamadı başını soğuk su musluğunun altında tuttu bir süre. Başının, beyninin soğuktan sızladığını hissedinceye kadar öylece kaldı. 
Başını kaldırdığında aynada kendi yüzünü gördü. İlk kez gördüğü bir yüz gibiydi. Burnuna dokundu, yüzüne, kaşlarına dokundu. Bu düşünceden sıyrılmanın bir yolu olmalıydı çünkü mantıklı bir tarafı yoktu bu düşüncenin. Birinin burnunun kanaması ve yeryüzünde bir canlının o esnada ölmesi… Bu düşüncesini ailesine anlatsa ihtimal yine hastane süreci başlardı fakat bu kez psikiyatri. Kendine bir kurtuluş yolu arıyordu. Karıncalar, sinekler geldi aklına. Hatta böcekler… Madem böyle bir bağlantı var, burnumun kanının hiç durmaması gerek, diye içinden geçirdi. Her saniye bir yerlerde böcekler, sinekler, karıncalar ölüyordu. Vahşi doğada büyük hayvanlar küçükleri öldürüyordu, denizlerde büyük balıklar küçükleri yutuyordu. Hatta sokak hayvanları da ölüyordu etrafında. Neredeyse birkaç ayda bir mutlaka ezilmiş bir kedi, köpek cesedi görüyordu sağda solda. 
Kendine bir çıkış yolu bulmuş olmanın verdiği rahatlıkla uzanmayı, dinlenmeyi düşündü. Burnunun kanadığı bir gerçekti. Henüz bunun nedeninin bulunmadığı da bir gerçekti. Geriye kalan her şey onun kurgusuydu. 
Uzandı, rahatlamış hissediyordu kendini. Kaç vakittir beynini kemiren düşüncelerden uzaklaşmıştı. Huzurluydu. Hayat, bunları düşünecek kadar uzun değildi. Bir an önce okulunu bitirmeliydi, başka ülkeler görmeliydi. Belki de yurt dışında burun kanamasına teşhis koyabilecek doktorlar da vardı. Uyudu…

2. BÖLÜM

Ertesi sabah uyandığında yeniden doğmuş gibiydi. Beynini kemiren düşüncelerden uzaklaşmıştı. Burnunun kanamasına zaten alışkındı. Önünde uzayıp giden hayata dahil olmalıydı. Gelecek hayalleri kurmalıydı. Öğrenciliği gereği gibi yaşamalıydı. Yaşıtı olan gençler gibi düşünmeli, hayata onlar gibi bakmalıydı. Müzik dinlemeli, film izlemeli, pikniklere katılmalıydı. Doğum günü yakındı. Güzel bir doğum günü partisi vermeliydi. Hazırlıklara başlaması gerektiğini düşündü ve başladı. Bir hafta sonrası için bütün arkadaşlarını doğum gününe davet etti. Pastalar, balonlar aldı. Normalde doğum günlerini kutlamayı sevmezdi. Davetlere de gitmezdi. Bu doğum günü aynı zamanda sembolik bir değer taşıyordu. Onun yeniden doğduğu gün olmalıydı. Hayata yeni bir gözle bakmaya başladığı günlerin içinden geçiyordu. Normalde arkadaşları ona hediye almalıydı fakat o, şimdiye kadar hediye almadığı, doğum gününe gitmediği arkadaşları için de özenle hediyeler aldı. Bu günü ölümsüzleştirmek için yeni bir fotoğraf makinesi bile aldı. Odasının her yanını süsledi. 
Nihayet doğum günü gelmişti ve doğum gününe kadar da burnu hiç kanamamıştı. Belki bu sorunu da aşıyordu. Yeni biri olmuştu. Mutluydu, hayatı seviyordu. Hayata derin anlamlar yüklemiyordu artık. Soruları, sorguları, şüpheleri, vesveseleri geride kalmıştı. Evet, yaşadığı her şey vesveseydi. Keşke söylenişi kadar güzel bir kelime olsaydı bu. Vesvese, vesvese… Birkaç kez tekrar etti bu kelimeyi ve saate baktı, aynı anda kapı çaldı. Kutlama saati gelmişti. Arkadaşları birer ikişer gelmeye başlamıştı. Sonunda doğum günü pastası masaya konulmuştu. Mumlar yakıldı. Müzik aleti çalmayı bilen arkadaşları yanında çalgılarını da getirmişlerdi. Mumlara üflemek için yaklaştı, bir değil birkaç dilek tutmuştu içinden. Daha önce kutlamadığı doğum günlerinin dileklerini de dilemenin zamanıydı. Buna hakkının olduğunu düşünüyordu. Arkadaşları bir yandan şarkılar çalmaya, söylemeye başlamışlardı. Gözlerini kapatıp mumlara üfleyeceği anda yanaklarında ılık bir ıslaklık hissetti. Gözlerini kapattığında bu ıslaklık daha da artmıştı. Kalp atışı hızlanmış, elleri titremeye başlamıştı. Gözlerini açmak istiyor fakat açamıyordu. Mumlara arkadaşlarının alkışları arasında üfledi. Gözlerini açtı, annesini yanı başında gördü. İstemsizce yanaklarına götürdü parmaklarını. Elinin tersiyle de gözlerinin altını sildi. Ellerinin üzerindeki kırmızılığı gördüğünde annesine endişeyle baktı. Herkes sessizdi. Herkesin yüzünden düşen bin parçaydı. Burnu kanamamış ama bu kez de gözlerinden kanlı damlalar gelmeye başlamıştı. Hâlen annesine bakıyordu. Kendisinden bir cevap beklendiğini gören annesi:
-Hiç zamanı değil biliyorum ama bir an önce kutlamayı bitirelim. Üzücü bir haberim var, dedi. 
Zihninde yeni bir senaryo, vesvesenin gücüne yaslanmış dolaşıyordu. Vesvese, sanki beyninde halay çekmeye başlamıştı. Annesine döndü:
-Söyle anne. Söyle… Dinliyorum.
Annesi elini uzattı ve ellerinden tuttu, gözlerinin içine bakarak fısıldadı:
-Benzine müthiş bir zam gelmiş hem de yirmi beş kuruş. 

12 Aralık 2024 Perşembe

ŞAŞIRMAYAN MEBRURE

HÜLYA DOĞANCIK
RUKİYE TOKGÖZ


Yetmiş yıldır aynı şehirde, mahallede, evde yaşıyordu. Bayramlar geçmişti bu evde, ramazanlar, doğum günleri, cenazeler, yılbaşı kutlamaları, baharlar, kışlar yaşamıştı. Şaşırmayı unutmuştu artık. Hiçbir şey onu şaşırtmıyordu. Yetmiş yılda bir insanın başına gelebilecek her şeyi görmüş, duymuş bazılarını da yaşamıştı. Depremler yaşamıştı, trafik kazaları geçirmişti, hastanelerde kalmıştı bir süre. Bir kez hacca on kez de umreye gitmişti. Bunların hepsini hayat arkadaşı Abdurrezzak ile birlikte yaşamıştı. 
On çocukları dünyaya gelmişti ama ikisi yurt dışındaydı, biri uzay yolculuğuna çıkmış fakat dönmemişti. Geriye kalan yedi çocuk da hayırsız evlat çıkmıştı. Babalarına çekmişlerdi belki de. Aynı evde yaşamalarına rağmen bir kez olsun hâlini sormuyordu Abdurrezzak. Sessizdi, konuşmuyordu. Şimdi bir Köroğlu, bir Ayvaz kalmışlardı evde. Yani eşiyle kendisi. Haftada bir bina temizliği için gelenler dışında kapılarını çalan kimse yoktu. Reklam için arayanlar dışında telefonlarını arayan kimse de yoktu. Son zamanlarda bu aramalar da kesilmişti. 
Bir Köroğlu, bir Ayvaz kalmışlardı kalmasına ama geçimsizlik zirvedeydi. Bu yaştan sonra boşanmak akıldan geçebilecek bir kelime bile değildi ama artık birlikte yaşayamıyorlardı. Birbirlerinin yemek yemesinden tutun, horlamasına kadar hepsi sorundu. Aslında horlayan da yemek yerken gürültü çıkaran da Abdurrezzak amcaydı. 
Mebrure teyze yaklaşık on sene önce Abdurrezzak amcayı salona şutlamış, odasında yalnız yaşıyordu. Yalnızca yemek vakitleri aynı mekânda bulunuyorlardı. Aslında Mebrure teyze, boşanmak için çok uğraşmıştı fakat Abdurrezzak amca:
-Bu yaştan sonra beni âleme rezil etme kadın, zaten şurada üç günlük ömrümüz kalmış. Ya sen gideceksin tahtalıköye ya ben. İhtimal ben gideceğim çünkü ömrümü yedin, demişti. 
Bu üç gün, on yıldır bitmemişti ve Mebrure teyze de odayı ayırmakta bulmuştu çareyi. Sevgiye ihtiyacı vardı. Hem de çok ihtiyacı vardı. Odasını önce çiçeklerle donatmıştı ve bir süre onlarla konuşmuştu fakat sevdiği kadar sevilmediğini hissetmişti çünkü çiçekler bir süre sonra ölüyordu. 
Daha sonra bir kedi sahiplendi Mebrure teyze. Kedi, çiçeklere göre daha iyi gelmişti ona fakat o da bir mart ayı sabahında balkonun açık kapısından kaçmış, bir daha da dönmemişti. Belki de Abdurrezzak kovmuştu onu. Kim bilir, kıskanmıştı bir kediye gösterilen özeni, yakınlığı, sevgiyi.
Abdurrezzak amca başlarda böyle değildi. Kibar, anlayışlı biriydi. Hiç değilse ayda bir mutlaka Mebrure teyzeye çiçek alırdı, hediyeler alırdı fakat elli yaşından sonra bambaşka biri olmuştu. Aksi, huysuz, aniden öfkelenen, kıyafetlerini ayda bir değişen, düşüncesiz biri. Onun için Abdurrezzak o gün ölmüştü. Yalnız odasını değil dünyasını değişmişti belki de. Başka dünyalarda yaşıyorlardı. 
Belki de göreceği, yaşayacağı her şeyi yaşadığı için Mebrure teyze oldukça sağlıklıydı. Hastanenin yolunu bile unutmuştu. Abdurrezzak amca dışında tek sorunu vardı, şaşırmamak. Şaşırmayı unutmuştu Mebrure teyze. Duyduğu hiçbir haber onu şaşırtmıyor, son derece sakin karşılıyordu her şeyi. Belki de bunun sorumlusu da Abdurrezzak amcaydı. Hayır, sadece o değil, ona benzeyen yedi hayırsız evladın da katkısı vardı bunda. 
Şaşırabilse belki de hayat eskisi gibi neşeli gelmeye başlayabilirdi onun için. Yaşamak, bir eziyete hatta işkenceye dönüşmüştü. Sevgi kalmamıştı Mebrure teyzenin kalbinde. Abdurrezzak amcaya gelince, onun zaten kalbi yoktu ki. Yirmi senedir bir insan kalbi olmadan nasıl yaşar? Abdurrezzak yaşıyordu işte. 
Normalde Mebrure teyze yatsı namazından sonra uyur, sabah ezanına kadar hiç uyanmazdı ama o gece nedense uyku tutmamıştı. Hatta bir ara salonun kapısının önüne kadar gitmiş, Abdurrezzak amcanın horultusunu duyunca yeniden odasına dönmüştü. Kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Bir haber gelecek ve şaşıracak, birini görecek ve hayatı eskisine dönecek gibiydi. Oysa bunların hiçbiri mümkün görünmüyordu. Yatağına uzandı, Ayetelkürsi okudu. Dışarda hava garip görünüyordu. Perdeyi araladı ve gökyüzüne baktı, daha önce hiç görmediği kadar parlak bir yıldız vardı ve hareket ediyor gibiydi. Dilek tutsam mı, diye düşündü. Hatta Abdurrezzak’tan kurtulmak iyi bir dilek olabilir diye aklından geçiyordu ki estağfurullah, dedi. Yıldız zannettiği cisim hareket ediyor, sanki dünyaya doğru yaklaşıyordu. Yatağından kalktı, balkona çıktı. Hava oldukça güzeldi. Gecenin bu saatlerinde uyanık kalmayalı yıllar geçmişti. Oysa eskiden Abdurrezzak amcayla birlikte geceleri balkonda yıldızları seyrederlerdi. Çok eskiden tabii. On yıllar önce. Zihninden bunlar geçerken ışıklı cismin büyüdüğünü ve iyice yaklaştığını gördü Mebrure teyze. Gözlerini sildi, yeniden yeniden baktı. Cisim, balkona doğru yaklaşıyordu. Belki de uykusuzluğun etkisiyle oluyordu bunlar. Yerinden kalktı ve abdest alarak yeniden döndü. Işıklı cisim daha da büyümüştü fakat artık uyku zamanıydı. Zaten şaşıracak bir şey de değildi gördüğü. Son yıllarda uydular, roketler, dronelar… Gökyüzü eskisi kadar sakin olmamalı, diyerek yatağına uzandı. Tam uykuya dalıyordu ki balkon kapısını açık bıraktığını hatırladı. Balkon kapısına yöneldiğinde dışarıdaki aydınlık dikkatini çekti. Cisim, balkonuna inmişti. Etraf gündüz gibi aydınlanmıştı. Binalar, sokaklar, yollar görünmüyordu aydınlıktan. Bu esnada cisimden hareketli iki canlı indi. Biri çok yabancı gelmedi kendine. Dikkatlice bakınca bunun yıllar önce uzaya giden oğlu olduğunu fark etti. İlk kez şaşırıyordu. Yıllardır unuttuğu bu his, varlığını hatırlatmıştı. Şaşkındı. Nasıl da büyümüş, delikanlı olmuştu oğlu. Adını hatırlamaya çalıştı oğlunun fakat unutmuştu bile. Aslında o unutmazdı, oğlu unutturmuştu adını. Şaşkınlık içerisinde öylece beklerken yanına yaklaştı ışıklı cisimden çıkan iki kişi. Oğlunu iyice süzdükten sonra yanındaki kişiye baktı. İnsana benzemiyordu. Masallarda duyduğu perilere benziyordu oğlunun yanındaki kişi. Bir masal perisiydi belki de. Şaşkın, çok şaşkındı. Bu esnada oğlu:
-Anne, sonunda kavuştuk işte. Bu nişanlım Masal. Seninle tanıştırmak için geldim. Babam niye yok yanında, dedi. 
Mebrure teyze şaşkınlıktan bir süre konuşamadı. Oğluna çekinerek dokundu. Yüzünde, saçlarında elini gezdirdi. Masal’a da dokunmaya çalıştı fakat eli boşta kalıyordu. Şaşkınlık üstüne şaşkınlık yaşıyordu. Bu esnada oğlunun sorusunu hatırladı ve cevap verdi:
-Baban içerde horluyor. İçeri girin, sizlere bir şeyler hazırlayayım. Gelin kızımız ne yer ne içer? Biraz değişik görünüyor da…
Önde Mebrure, arkada oğlu ve müstakbel gelin mutfağa doğru yürümeye başladılar. Mutfağın kapısını araladıklarında etraftaki ışık daha da büyüdü. Önünde incecik bir yol vardı sadece. Etrafı göremediği için dikkatli adım atıyordu. Dönüp geriye baktığında oğlunu ve gelinini göremedi. Karşısında büyük, göz kamaştıran bir aydınlık vardı sadece. Uzakta biri duruyordu. Dikkatlice baktığında bunun Abdurrezzak olduğunu fark etti. Tıpkı elli yaşından önceki gibi genç ve kibar duruyordu Abdurrezzak. Elinde bir buket gül vardı ve gülümsüyordu. 
Üç gün sonra Mebrure teyzeden ses gelmediği için kapısını açan komşular, onu balkonda buldular. Bir eli kalbindeydi, diğer eli boşluğa uzanmış gibiydi. Gözleri açıktı ve bakışları şaşkın bir o kadar da mutlu görünüyordu. 


28 Kasım 2024 Perşembe

O KELİME

Rukiye Tokgöz

Dört harften oluşan, iki heceli bir kelime aslında o fakat yalnızca yazılışı ve söylenişi kolay. Bir insan ömründeki yerine baktığımızda çok uzun. Neyden mi bahsediyorum, elbette okuldan. Şu an yedinci sınıftayım ve daha ilerde kaç sınıfım olacak bilmiyorum. Geriye baktığımda okuldan önceki hayatıma dair hiçbir şey hatırlamıyorum. 
Ne zaman yürüdüm?
Ne zaman konuştum?
Ne zaman koşmaya başladım?
Ne zaman kendi yemeğimi kendim yemeye başladım?
Ekmek almaya kendi başıma ilk ne zaman gittim?
Bu soruların hiçbirinin cevabı yok bende ama ne zaman okumaya başladığımı, ne zaman yazmaya başladığımı biliyorum. Ödevlerim ne zaman boyunu aştı, biliyorum. Kaç kez iyi not aldım ya da kaç kez sınavım iyi geçmedi, hepsini hatırlıyorum. 
Şimdiden hayatımı sadece okulla anlamlı kılmışım gibi geliyor. Yedinci sınıftayım. Yani yedi senedir yaz tatiller hariç zamanım hep okulda geçmiş. Günlerimin önemli bir bölümünü okulda geçirmişim. Annemden, babamdan çok arkadaşlarımı, öğretmenlerimi görmüşüm. Peki kazancım ne oldu? Bitmek bilmeyen ödevler, bittikçe yenisi verilen ödevler. Okuldan kalan zamanım bile okul için çalışarak geçmiş.
Şikayetçi miyim bu durumdan? Okul olmasa hayatım daha mı güzel olurdu? Herkesin bir okulu olmak zorunda mı?
Bence hayata dair şeyler okul olmadan da öğrenilebilir. İnsan, okullarda ömrünü harcamadan da bir meslek sahibi olabilir mutlaka fakat okulun eğitim dışında başka görevleri de var sanki. Mesela arkadaşlık. Okul, güvenli ve devamlı arkadaşlıklar için güzel bir imkân sağlıyor aslında. Beden eğitimi, resim, müzik gibi dersler keşke ders olmasa, not kaygısı olmasa her insanın mutlaka ilgilenmesi gereken alanlar bence. 
Türkçe, matematik, fen bilgisi, sosyal bilgiler… onlarca ders var ve yüzlerce konu var fakat bu dersler insanın kendi kendisini keşfetmesine imkan sağlamıyorsa bir anlamı yok hiçbirinin. İnsanın benliğini, özünü, hayata dair sorularını yakalamıyorsa boşlukta kalıyor dersler de. Hatta ilkokul senelerimde düşünmüştüm, hayat bilgisi adında bir ders var ama hayata dair hiçbir şey öğrenemiyoruz o dersten. 
Hayalimde şöyle bir okul var: Çocukların zorlanmadığı, ödevlerin yığılmadığı, çalışanların başarılı olduğu, notların adaletle verildiği, öğrencilerin koşarak gittiği ve tatil olduğunda üzüldüğü bir okul… Öyle bir okul olmalı ki evimden daha çok orayı özlemeliyim. Parklardan daha çok oranın bahçesinde huzur bulmalıyım. Öyle bir okul olmalı ki en azından ortaokuldan sonra hangi mesleği seçeceğimi bilmeliyim ve yalnız o meslekle ilgili dersleri almalıyım. Bu dersleri zorla değil gönüllü ve keyifli olarak almalıyım. Öyle bir okul olmalı ki sınav olmamalı, öğretmenlerin keyfi not uygulamaları da olmamalı. Eğitim, zillerle başlayıp bitmemeli. Yorulunca derse ara verilmeli, dinlenince yeniden devam etmeli. Öyle bir okul olmalı ki dersler sınıflarda değil bazen bahçede, bazen müzede, bazen bir ırmak kenarında hatta başka başka şehirlerde işlenmeli. Kim bilir, belki bir gün…
Okul; dört harften oluşan, iki heceli bir kelime aslında o fakat yalnızca yazılışı ve söylenişi kolay.

BİRLEŞEN YOLLAR


ZEHRA YILDIRIM
ZEYNEP KARAMAN
MERYEM KATIRCI
RUKİYE TOKGÖZ

I.
Ne zamandır burada olduğunu bilmiyordu. Yıllarca karanlıkta kaldıktan sonra gözlerini bir gün burada açmıştı. Burada, göz kamaştırıcı ışıkların altında. Burada kalabalıkların arasında. Burada yani bu soğuk beton binada.
Etrafında başkaları da vardı. İlk zamanlar onunla hiç konuşmamışlardı. Kendi aralarında her türlü dedikoduyu yaparken onu yok saymışlardı. Hatta bir gece kendi aralarında onun dedikodusunu bile yapmışlardı hem de sabaha kadar. Onun ne kadar anlamsız, suratsız ve boş olduğuna dair birçok cümle kurmuşlardı. Hatta onun yerinin burası olmadığını bile söylemişlerdi. Onlar için önceleri çok değersiz birisiydi. Yalnızca onlar için mi? Hayır… Buraya ziyarete gelen insanlar da diğerleriyle dakikalarca zaman geçiriyor fakat sıra ona gelince göz ucuyla bakıp geçiyorlardı. Güvenlik görevlisi ile bazen göz göze geliyor, güvenlik görevlisi ellerini arkasında bağlayıp şöyle diyordu:
-Bunun nasıl bir değeri olabilir ki? Saçma sapan bir şey bu.
Burayı sevmiyordu ama gidecek başka yeri de yoktu. Burada en azından kendisine ayrılmış bir bölüm vardı. Gece gündüz korunaklıydı. Bazen kendisi de düşünüyordu anlamsızlığını. Neredeyse kendisinin de anlamsız olduğuna ikna olacak gibiydi. Yine de buradaydı. Burayı sevmese de buradaydı. 
Hayatının geriye kalanını burada tamamlamak zorundaydı. 

II.
Yıllardır burada, bu eski ahşap konakta yaşıyordu. Tek başına yaşıyordu. Çocuklarından yıllardır haber alamıyordu eşi ise sonsuzluk alemine gideli yirmi yılı geçmişti. Yirmi yıldır bu evin tavanlarını, duvarlarını seyrediyordu. Yalnız değildi aslında çünkü pencerenin önündeki Nazmiye hanım ile konuşuyordu her gün. Nazmiye, onun evinin neşesiydi. Evinin en konuşkan bireyiydi. Nazmiye, bir nilüfer çiçeğiydi. Kendisiyle konuşuldukça yaprakları büyüyen, çiçekleri açan bir çiçekti Nazmiye. Zaman zaman çocuklarının hatta rahmetli eşinin bile dedikodusunu yapıyordu Nazmiye ile. Nazmiye böyle zamanlarda:
-Ölünün ardından konuşmayalım, diyordu. 
Nazmiye de olmasa iyice bunalıma girecekti. Aslında duvarın bir kenarında duran Fadik de vardı ama suskundu o. Hiç konuşmaz üstelik kendisiyle biraz ilgilenince mutlaka iğnelerdi. Fadik, Nazmiye’ye göre içine kapalı ve depresif biriydi. Bulunduğu köşede yıllardır sessiz sedasız büyüyen bir kaktüstü Fadik. Su bile istemiyordu. 
Evin diğer sakinlerinden biri olan Dudu, herkese tepeden bakıyordu ve kafasına estikçe ses veriyordu. Evin en eski sakinlerinden biriydi o. Normalde saat başı çıkarak “guguk” yapması gerekirken galiba yaşlılıktan kafasına göre takılıyordu. Bazen dışarı çıkmayı bazen içeri girmeyi unutuyordu. Bazen sadece “gu” diyor, birkaç saat sonra “guk” ekliyordu. Bazen de dakikalarca ötüyordu: 
-Guguk, guguk. 
Yıllardır burada, bu eski ahşap konakta yaşıyordu ve ilk kez sokağa, çarşıya çıkma ihtiyacı hissediyordu. Ev sakinlerinin hepsine sordu:
-Nazmiye hanım, benimle birlikte dışarıya gelir misin?
Nazmiye cevap vermediği gibi bir de surat yapmış, tek dalını yere düşürmüştü. 
Bir süre sonra Fadik’e sordu aynı soruyu fakat cevap alamadı. 
Dudu ise zaten ortalıkta yoktu. İhtimal kulakları da duymaz olmuştur, diye düşünerek ona sormadan evden ayrıldı. Hava güneşliydi ama yanına şemsiyesini aldı. Yağmur varsa yağmurdan, güneş varsa güneşten korurdu onu bu şemsiye. Üstelik eşinden yadigardı. Eşinin elini tutuyor gibi sarıldı şemsiyenin koluna. Nereye gideceğini bilmiyordu. Ne alacağını da bilmiyordu. Mahalleden uzağa gitmeye ilk kez niyetlenmişti. Arada bir yiyecek, içecek için hemen evlerinin yanındaki markete gidip geldiği oluyordu ama marketin ötesine ilk kez geçiyordu. 
Yürüyordu, sağa sola bakmadan. 
Yürüyordu, nereye gittiğini bilmeden.
Yürüyordu; Fadik, Dudu ve Nazmiye’yi düşünmeden.
Caddeler gürültülü ve kalabalıktı fakat onun kulakları duyma yeteneğini çoktan kaybetmişti. Gözleri ise zaten sadece yakını görebiliyordu. Evden uzaklaşmış olmanın endişesi biraz içine düşmüştü ki ayaklarına sürünen bir kedi ile irkildi. Kedi, kendisini sevdirmek istiyor gibiydi. Kediye doğru eğildiğinde kedi zıplayarak yürümeye başladı. Galiba onu bir yerlere götürmek istiyordu. Kedi bazen duruyor, onun yetişmesini bekliyor sonra aniden hızlanıyordu. Kedinin peşinde yürümekten nefes nefese kalmıştı. Biraz dinlensem iyi olur, diye aklından geçiyordu ki kedinin büyük bir kapıdan içeriye girdiğini fark etti. Belki de dinleneceği yer burasıydı.
Kedinin ardından içeriye adım attığında ışıktan gözleri kamaştı. Kedi onu nereye getirmişti, bilmiyordu. Etrafından insanlar geçiyordu. Kedi de kaybolmuştu gözden. Oturacak bir yer buldu kendine. Bir süre dinlendikten sonra etrafı incelemeye başladı. Burası bir müze olmalıydı. Belki de resim sergisiydi fakat resimden başka objeler de vardı etrafta. Bir müzeye gitmeyeli yıllar olmuştu. Evini ve evdeki arkadaşlarını unutmuştu. 
Duvarlardaki resimlerin hepsi anlamsız gelmişti ona. Vazolar, biblolar da saçma sapan şeylerdi. Bu düşüncelerle dolaşırken gözlüklerinin buğulandığını fark etti. Gözlüğünü sildiği anda hemen önünde durduğu tablo dikkatini çekti. İnsanlar bu tablonun önünde bile durmadan geçiyorlardı fakat tabloda bir şey vardı onu çeken. Gözlüklerini bir daha sildi, bir daha sildi ve tablonun önünde öylece kalakaldı.

III.

İlk defa biri onun önünde bu kadar uzun süre beklemişti. İlgiyle bakıyordu yüzüne, gözlerine. Sanki konuşacak gibiydi kendisiyle. Tam ağzını açmış, bir şeyler söyleyecekti ki karışışındaki yaşlı kadın dişlerinin yerinden oynadığını fark etti. Kadın, dişlerini yerleştirdikten sonra:
-Hayatımda hiç bu kadar anlamlı bir resim görmedim, dedi.
Bu cümle onda büyük bir heyecan ve sevgi oluşturmuştu. İlk kez biri onun önünde duruyor, üstelik onunla ilgili güzel şeyler söylüyordu. Kendinden geçmişti bu mutlulukla. Hafif yana doğru kaydığını güvenlik görevlisi fark etti uzaktan ve koşarak yere düşmekten onu kurtardı. Bayılmıştı. Güvenlik Görevlisi yaşlı kadına:
-Bu tablo ilk kez birinin dikkatini çekti. Ben bile yıllardır buradayım, buraya ait olmayan tek şey bence bu. Şayet dilerseniz bu tablonun size hediye edilmesini sağlayabilirim, dedi.
Böylelikle bu tablodan kurtulmuş olacaktı güya. Kadın, önce kendisiyle dalga geçildiğini zannetti fakat görevli ciddiydi. 
-Bu tabloyu çok istiyorum, fiyatı neyse ödemeye de hazırım, dedi. 
-Siz yeter ki bunu başımızdan alın, üste para bile vermeye razıyız teyzeciğim, dedi görevli. Şaka yapılmadığını anlayan kadın:
-Bana vereceğiniz parayla sokak kedilerine mama alın o halde, dedi.
Tablo, gözlerini açtığında bambaşka bir yerdeydi. Biraz yorgun ve gevşemiş hissediyordu kendini ama ilk kez huzur vardı içinde. Sağa sola bakarken teyzenin sesini duydu:
-Yeni evin hayırlı olsun. Burada Nazmiye, Fadik ve Dudu’yla birlikte yaşıyoruz. Sana da bir isim bulmamız lazım. 
Duyduklarına inanamıyordu. Bu esnada teyze devam etti:
-Eski mekanındaki herkes sana tipsiz, diyordu anladığım kadarıyla. Senin adın Tipitip olsun. Tipin de tip yani, diye ilave etti. 

IV.
Artık bu eski konakta beş kişiydiler. Ne kadar yaşayacaklardı, zamana ne kadar direneceklerdi, önce kim ayrılacaktı aralarından, belirsizdi. Artık resmin bir parçası daha Tipitip’le tamamlanmıştı. Nazmiye, Fadik, Dudu, Tipitip ve teyze bir eski zaman masalı gibi kimsenin bilmediği bir hayatı kocaman şehrin tenha bir mahallesinde yaşamaya devam ediyordu.
Tablonun, duvar saatinin, kaktüsün, nilüferin bile adı vardı fakat teyze kendi adını unuttuğunun farkında değildi. Sadece “teyze” denildiğinde bakıyordu sesin geldiği yere. 


7 Kasım 2024 Perşembe

HİKAYESİNİ YAZAN KALEM


İlk Karşılaşma

RUKİYE  TOKGÖZ


Kaç zamandır bir kalem arıyordum. Hiç bitmeyen bir kalem. Hayır, tükenmezkalem değil, bitmeyen bir kalem. Sırdaşım olacaktı bu kalem, sınırsız hayallerimi yazacaktım onunla. Gittiğim her kırtasiyede aradım onu. Bir gün bulacaktım fakat böyle bulacağımı düşünmüyordum. 
Dalgın dalgın okuldan eve yürüdüğüm bir gündü. Sadece yere bakıyordum. Zaten ben yürürken ya yere bakarım ya göğe. Sağa sola bakmam. Hele de karşıdan gelen insanlara hiç bakmam. Tanıdık birileri ile karşılaşmak ve ayaküstü onunla dakikalarca konuşmak istemem. Dalgın dalgın okuldan eve yürüdüğüm bir gündü. Yere bakıyordum. Bir şey bulmak ya da görmek için değil, sadece yere bakıyordum. Hızla yanımdan bir araba geçti. Başımı çevirip arabaya bakmadım bile sadece önüme fırlayan, birkaç takla attıktan sonra ayakkabımın yanına düşen kalemi gördüm. Bir süre bekledim hareketsizce. Kalemin belki bir sahibi vardır ve çantasından düşmüştür ya da hızla geçen arabadan fırlamıştır ve araç yeniden döner diye. Kimsecikler durmuyordu, etrafımdan yürüyüp geçiyorlardı. Ben hareketsiz kaldığım sürece insanlar bana çarpıyor, yoluna devam ediyordu. Eğilip aldım kalemi yerden. Bir süre elimde taşıdım. Çantama ya da cebime koyamazdım yolda bulduğum bir kalemi. Yürüyordum ve elimde bir emanet kalem taşıyordum, insanların göreceği biçimde taşıyordum. Hatta bana bakanlara kalemi uzatıyordum. Dikkatle bakanlara kalemi işaret ediyor:
-Yolda buldum da acaba sizin olabilir mi, diye sormaya çalışıyordum.
Yabancı bir şehre düşmüş gibiydim çünkü ben ya göğe bakardım ya yere yürürken. İnsanlar çıldırmış gibi koşuyordu sağa sola ve beni de ihtimal normal bir insan gibi görmüyorlardı. En iyisi onlara bakmamak, yere ya da göğe bakmaktı. Çaresizce kalemi cebime koydum. Yollardaki taşları, işaretleri ezberlemiştim. Eve yaklaştığımı hissettim. Başımı kaldırdığımda evimin önündeydim. Her zamanki gibi görünmüyordu evim. Bir farklılık vardı ama zaten evim, her gün farklı gelirdi bana. Her gün farklı gelmeyen bir evde nasıl yaşanır ki? Sadece evim değil, her gün odam da değişik gelir bana. Odamın içindeki eşyalar da. Her gün farklı gelmeyen bir odada nasıl yaşanır ki? Her gün aynı eşyalarla nasıl yaşanır ki?
Çantam zaten kalemlerle doluydu. Yolda önüme düşen kalemin hangisi olduğunu seçmem bir hayli zordu. Masanın üzerine kalemleri döktüm. Diğer kalemleri de tanımıyordum çünkü onlar da her gün yenileniyordu. Her gün aynı kalemlerle nasıl dolaşılır ki? Kalemlerde büyülü bir şeyler vardı ya da bende bir çekim gücü. Kalemler bana doğru geliyordu ya da ben kalemlere doğru gidiyordum. Neden böyle oluyordu? Galiba aradığım kalem yüzünden oluyordu bunlar. Tüm kalemleri masaya dizdim. Diğer kalemleri de ilk kez görüyor olmama rağmen yolda bulduğum kalemi fark ettim. Kapağını çıkardım ve boş bir kâğıda çizgiler atmaya başladım. Kalem yazmıyordu. Defalarca denememe rağmen tek bir nokta bile bırakmadı kâğıtta. Belki de özellikle atılmış bir kalemdi. Yazmadığı için birileri fırlatmıştı. Kâğıdın yanına kalemi bıraktım. Uzaktan kâğıdı ve kalemi izlerken birdenbire aklıma belki de aradığım kalemin bu olduğu geldi. Yazmayan bir kalemdi bu fakat belki de kaç zamandır aradığım kalemdi. 
Gözlerimi kapattım ve hayal kurmaya başladım. 
Bu kalem şayet o kalemse hayallerimin resmini çizebilir. 
Bu kalem şayet o kalemse 
Daha önce yazılmamış cümleler kurabilir. 
Bu kalem şayet o kalemse
Bana yepyeni bir kader yazabilir.
Bu kalem şayet o kalemse
Sınırsız sayfaları olan bir defter gerekebilir
Bu kalem
O kalem miydi?
Ne kadar gözlerim kapalı düşündüm bilmiyorum. Belki birkaç dakika belki birkaç saat. Belki de uyumuş uyanmıştım. Bir klik sesiyle uyanmıştım. Kalem kapağı kapanıyor ya da açılıyor gibi bir ses. Gözlerimi açtığımda masada duran diğer tüm kalemlerin değiştiğini gördüm fakat bulduğum kalem aynıydı. Ses belki de bu kalemden gelmişti. Hemen onun yanındaki kâğıda baktığımda heyecandan öylece kaldım. Kâğıtta bir şeyler yazıyordu. Kâğıdı elime aldığımda bu yazının bana ait olduğunu fark ettim. K,l,m harflerim hayli kendime özeldi ve bu harflere özellikle baktım. Evet, bu yazı bana aitti. Okumalıydım fakat heyecandan ellerim titriyor, nefesim daralıyordu. 

Bir İsim Koyma Töreni

EMİR ARAS İMİRHAN
MERVE HOŞGİZ
RUKİYE  TOKGÖZ
YUSUF ÇAĞRI EKİCİ


Derin bir nefes aldım. Gözlerimi kapatmaya korkuyordum, tekrar gözlerimi açtığımda kâğıdı boş görmekten. Kâğıdı iyice gözlerime yaklaştırdım ve okumaya başladım: 
Kayalıklardan iniyorsun durmadan. İnmiyor, yuvarlanıyorsun. Ayakların, ellerin parçalanmış durumda. Sağından solundan yılanlar akıyor aşağı doğru. Yılanlar, kırmızı gözlü. Yılanlar, kırmızı dilli. Yılanlar da kırmızı.
Tepende bir güneş var kavuruyor. Gündüz vakti yıldızları saymaya kalkıyorsun. Zamanın kenarına atılmış bir düğüm gibi kalbin. Parmaklarının gücü yok, tırnakların kan. Ayakların tutmuyor, dilin dönmüyor. Nereye düştüğünü bilmiyorsun, bundan sonra olacakları da…
Yazının hepsi bu kadardı. Sarsılmıştım. Bu kalem, o kalemdi. Emindim bundan fakat bu ürperti, bu anlamsız korku niçin beni bulmuştu, bilemiyordum. Yıllardır aradığım kalem, beni bulmuştu. Önceleri onu bulduğumu düşünüyordum ama meğer o beni bulmuş. Şimdi ise ne yapacağımın endişesindeydim.
Bu kalem yazacak ve ben okuyacak mıydım, yoksa kalemin yazdıklarını ben yazdım, diye mi sunacaktım insanlara. Kalem, benim söylediğim, düşündüğüm şeyleri mi yazacaktı yoksa az önceki gibi garip şeyler mi yazacaktı? 
Kalem sadece yazıyor muydu? Belki düşünüyordu da… Belki görüyordu. Benim yazımı taklit ettiğine göre -aslında taklit de denilemez birebir aynısı- bu bilinci olan bir kalemdi. Evde evcil hayvan beslemek bile daha güvenliydi. Evet, belki de evcil kalemdi bu. Gezmeye götürebilirdim onu. Onunla pikniğe gidebilir, müzik dinleyebilirdim. Üstelik onu beslemek zorunda da değildim. Kumu da yoktu. 
Bunları düşünürken zihnimdeki korku dağıldı. Korkunç şeyler düşünmemeliydim. Evcil kalemime bir isim bulmayı düşündüm. Evcil kelimesi pencil kelimesi ile örtüşüyordu. Pencil kelimesi ise pencereyi çağrıştırmıştı bana. Pencere, tencereyi; tencere, tavayı… Oturmuş kalemime bir isim arıyordum. Bunu anlatsam birilerine mutlaka benim tedaviye ihtiyacım olduğunu söylerdi. Var mıydı tedaviye ihtiyacım? Belki de… 
Tava bir kalem için iyi bir isimdi ama teflon muydu bu tava, çelik mi? Belki de teflon daha iyiydi. Tavadan vaz geçemiyordum fakat teflon da kendisini hatırlatıp duruyordu. Dede Korkut kitabına göre bir kahramanlık gösterilmeden isim konulmazdı. Kalemimin belki de bir kahramanlık göstermesini beklemeliydim ona isim vermek için. Düşündüm, göstermişti kahramanlığını. Benim yazımı başarıyla taklit etmiş ve bir metin ortaya çıkarmıştı. Bir kahramandı kalemim ve ismi hak ediyordu.  Sonunda kimsenin aklına gelmeyecek ismi bulmuştum: Tefkalta. Teflonun tef’i, kalemin kal’ı, tavanın ta’sı. Kalemime baktım ve seslendim:
-Tefkalta.
Bu kadar aksiyon yeter, diye düşündüm. Yorulmuştum. Artık kelimeler kafamda uçuşuyor, yan yana gelerek cümle oluşturmuyorlardı. Belki de Tefkalta onlara hükmediyordu ve cümle kurmama mani oluyordu. Belki de Tefkalta daha çok şeye hükmedecekti. Mesela hayatıma.
Uyandığımda tüm kemiklerim ağrıyordu. Masanın başında öylece kalakalmıştım gece boyu. Olsun, Tefkalta artık hayatımdaydı ya. Biraz kemiklerim ağrısa ne olur? Tefkalta’ya baktım. Biraz üzüntülü gibiydi. Diğer kalemlere baktım, onların görünüşlerinde hiçbir olumsuzluk yoktu. Onlar sadece kalemdi. Ruhu olmayan nesneler. Belki de onlar kalem değil, kalem cesediydi ve onları gömmek gerekliydi. Tefkalta’nın hüznü bundan kaynaklanıyor olmalıydı. 
Bütün kalemleri topladım ve evdeki büyük saksılara gömmeye başladım. Kalemleri gömdükten sonra Tefkalta’nın hüznü dağılmıştı. Çiçekler de sanki mutluydu zira topraklarında kalem gibi önemli bir nesneyi barındırmak görevini üstlenmişlerdi. Belki de kalemlerin rengi, onların çiçeklerine yansıyacaktı. 
Tefkalta’yı gezmeye çıkarmam gerekliydi. Dün, o da yorulmuş olmalıydı hayli. Hayatımdaki büyük bir eksiklik tamamlanmış gibiydi. Tefkalta’yı cebime aldım. Çanta filan almadım yanıma ve yürüyüşe çıktım. Onu parklara götürdüm, ağaçları gösterdim ona. Çiçekleri gösterdim. Bulutları, güneşi gösterdim.  Tefkalta, çiçeklerin yanından uzaklaşmak istemiyor gibiydi. Özellikle sararmış çiçeklerin yanındayken ayaklarım çivilenmiş gibi hissettim. Tefkalta ile dokunduğum çiçekler canlandı, renklendi. Bu, sadece bir kalem değildi. Bunu artık tümüyle anlamıştım. Oysa benim ihtiyacım olan tek şey kalemdi. Hiç bitmeyen bir kalem. Hayır, tükenmezkalem değil, bitmeyen bir kalem. Sırdaşım olabilecek bir kalem.  Sınırsız hayallerimi yazacaktım onunla fakat gezmeye çıkarmıştım onu. 
Eve dönüş vakti gelmişti. Kalemin gezmesi gereken yer boş kağıttı. Boş defterdi. Bitmeyen bir defterdi. Telaşla eve döndüm. Odama girdiğimde masamın üzeri kalemle doluydu. Bu kalemleri tanıyordum. Saksıların dibine gömdüğüm kalemler, hiçbir şey olmamış gibi masamın üzerinde keyifle bana bakıyordu. Dün akşam Tefkalta’nın yazdığı kâğıda gözüm ilişti. Kâğıt boştu. Kâğıdın arka yüzüne baktım, boştu. Gözlerimi kapattım. Tefkalta’yı kâğıdın yanına bıraktım. Gözlerimi araladığımda gördüğüm şeye inanamadım. Tefkalta bu kez bir resim çiziyordu. Bir ev resmiydi çizdiği. Evin içine çizdiği kişi ise bendim. Saçlarım darmadağındı. Elimde bir kâğıt vardı ve kağıtta bir metin. Bir şeyler konuşuyordum. Gözlerimi açmadan kâğıda yaklaştım, duyduğum ses bana aitti:
-Tefkalta! Teflonun tef’i, kalemin kal’ı, tavanın ta’sı.
Ellerimi saçlarıma doğru götürdüğümde saçlarımın hayli dağınık olduğunu fark ettim. 


Esrarengiz Yazılar

EMİR ARAS İMİRHAN

MERVE HOŞGİZ

HAZAL MİNA ÇAKMAK

RUKİYE  TOKGÖZ

EMİR SUBAŞI


Tefkalta’nın hayatımı değiştirdiği bir gerçekti fakat bu değişiklik nereye kadar gidecekti bilemiyordum. Onun çizdiği resimde kendimi görmek birdenbire aklıma onun yazdığı metni getirdi. Belki o metinde de ben vardım. Yazıya tekrar baktım. Anlamsız cümleler gibiydi ama son cümle çok netti: Nereye düştüğünü bilmiyorsun, bundan sonra olacakları da…
Eğer bu yazı doğrudan bana yazılmışsa başıma bir şeylerin geleceği belliydi. Korkmaya başlamıştım. Tefkalta dostum muydu yoksa düşmanım mı? O bir bela mıydı yoksa umut mu? Beni iyi bir yola mı götürecekti yoksa kötü bir yola mı? Son cümle korkutucuydu. Göz ucuyla yeniden kalemime baktım. Sevimli görünüyordu ama aynı zamanda ilk kez bir tehlikeyi de gördüm onun yüzünde. 
En iyisi bir süre Tefkalta’yı bir çekmeceye bırakmaktı. Bir süre kendimi dinlemeliydim. Daha sonra onunla ne yapacağıma karar vermeliydim. Bunları düşünürken yine bir ses duymuştum. Göz ucuyla baktım, Tefkalta yine bir resim çiziyordu. Resimde yine bir ev görünüyordu. Evin içinde bir çocuk masabaşındaydı. Duvarda bir saat vardı ve saat 19.10’u gösteriyordu. Ayrıca evin dış kapısı açıktı. Duvardaki saate baktım 19.09’du. Usulca yerimden kalktım ve evimin kapısına baktım. Kapı açıktı. Orada donup kalmıştım. Kapıyı kilitlediğimi çok iyi hatırlıyordum çünkü. Kendimi toparladım ve Tefkalta’ya doğru yöneldim. Artık kalemin bana hükmettiğini hissediyordum. Beynim ele geçirilmiş gibiydi. Son gücümle Tefkalta’yı elime aldım. Oysa hafifti, sıradan bir kalem ağırlığındaydı. Hızla en yakın çekmeceye yerleştirdim ve çekmeceyi kilitledim. Ardıma döndüğümde büyük bir iş başarmışım hissi vardı. Artık bu hikaye burada bitmeliydi. Çok uzamıştı. Masaya döndüğümde Tefkalta’yı yeniden masada gördüm. Buna inanamıyordum. Bir kağıt üzerinde dolaşıp duruyor, yazıyordu. Az önce onu çekmeceye kilitlememiş miydim? Çekmeceye baktım, kalem oradaydı. Masaya geldim, kalem yoktu. Kağıdın her iki yüzü de yazıyla doluydu. Biraz korkarak okumaya başladım:
Kaç zamandır bir kalem arıyordum. Hiç bitmeyen bir kalem. Hayır, tükenmezkalem değil, bitmeyen bir kalem. Sırdaşım olacaktı bu kalem, sınırsız hayallerimi yazacaktım onunla. Gittiğim her kırtasiyede aradım onu. Bir gün bulacaktım fakat böyle bulacağımı düşünmüyordum…





 


19 Eylül 2024 Perşembe

YALNIZLIK

 Rukiye Tokgöz

Bazen kendimi çok yalnız hissediyorum
Bilhassa güneş batarken
Vakit ikindi olduğunda
Uzayan bir gölge gibi
Gelip yanıma duruyor yalnızlık

Neyse ki bazen geliyor yalnızlık
Hayatımın diğer zamanlarında
Mutluluk veren bir kalabalık
Hep yanımda

GERÇEĞİN AYNASI

Emir Aras İmirhan, Emir Subaşı, Hazal Göksu, Merve Hoşgiz, Rukiye Tokgöz, Hülya Doğancık

1. Bölüm: Gıcık 

Serin bir yaz günüydü ve vakit öğleye yakındı. Kasaba her günküne göre oldukça sakindi ve bu sakinlik uzaktan bakanlar için ürperticiydi. Yaz gelmişti gelmesine fakat halen bahar mevsiminin tazeliği seziliyordu her yerde. Ağaçların bir kısmı çiçek açmayı unutmuş gibi yeni yeni çiçeğe duruyordu. Uzak dağların etekleri de yeni yeşermeye başlamıştı. Ceyengül liseyi bitirdikten sonra tekrar kasabasına dönmüş, istediği üniversiteyi kazanmak için bir süre çalışmayı denemiş fakat sonunda pes etmişti. Bu kasaba onun kaderiydi. Bu kasabada doğmuştu ve bu kasabada ömrünü tamamlayacak gibiydi. Her geçen gün daha da gıcıklaşan ağabeyi dışında aslında hayatından memnundu. Kendisini bu kasabaya ait hissediyordu. Ağabeyi, hiçbir sorumluluğa yaklaşmadığı gibi kendi işlerini de Ceyengül’e yaptırıyordu. Ceyengül her sabah ahırdaki işleri yapıyor, tavukları yemliyor, bahçede yapılacak işleri bitiriyor ardından da duvar ustası babasının yanına giderek kendisine iş olup olmadığını soruyordu. Şayet babası ona ek bir iş vermezse eve dönüyor ve bir genç kız olduğunu hatırlayarak kendisine çeyiz hazırlıyordu. Yastık, yorgan kenarları işlemişti daha önceden. Akrabalara verilmek üzere seccadeler işlemişti. Lif, çorap, hırka örmüştü. Aslında bu işlerden çok zevk almıyordu fakat annesinin zoruyla başlamıştı bir defa bu işlere. Oysa evlenmeyi düşünmüyordu Ceyengül. Sürekli çalışmasının sebebi aslında düşünmekten kaçınmaktı. Düşündüğü zaman içinden çıkamadığı sorunları vardı. Yaşamak istediği hayat ile kasabadaki hayat arasında dağlar kadar fark vardı. 
Vakit öğleydi ve Ceyengül’ün o gün yapacak hiçbir işi yoktu. Çeyizi ile uğraşmayı da canı istemiyordu. Kaç zamandır uğramadığı kasaba çarşısına doğru yola çıktı. Belki bir şeyler alır, birileriyle ayaküstü sohbet ederim, diye düşünüyordu. Yol boyu binbir düşünce zihnine geldi, gitti. Bir anda yolun kenarında yaralı bir yavru köpek dikkatini çekti. Köpeğin gözleri, ağzı yaralar içindeydi ve üzerine sinekler konup kalkıyordu. Önce görmezden gelip yürümeyi düşündü. Hatta birkaç adım da attı fakat ardından gelen yavru köpeğin sesini duyunca geriye döndü ve köpeği almak istedi. Köpek çok kirli ve hastalıklı görünüyordu. Yine de ince kalbi daha fazla dayanamadı ve köpeği yanına alarak yürüdü. Niyeti, onu kasabanın tek veterinerine göstermekti. Bir süre sonra köpeği taşımaya ve üzerindeki yaralara bakmaya alışmıştı. Köpek can çekişiyordu. Adımlarını hızlandırdı ve veterinerin kapısından içeri girdi. Durumu gören veteriner temiz bir bez üzerine köpeği yatırarak dakikalarca pansuman yaptı, dikiş attı. Bir saatin sonunda köpek artık birazcık kendini toparlamıştı. Ceyengül bir yandan borçlanacak olmanın verdiği huzursuzluğu yaşıyordu ki veteriner:
-Bu sevimli köpeğin tedavisi için senden ücret almayacağım çünkü bu köpekten kasabamızda hiç yok. Daha önce bu cins bir köpeği de tedavi etmemiştim, benim için de bir tecrübe oldu. Üstelik sana bazı ilaçlar da vereceğim fakat bir şartım var: Ayda bir köpeği bana onu sevmem için getireceksin, dedi. 
Bu sözleri duyan Ceyengül rahatladı ve bir süre sonra köpeği alarak çarşıda dolaşmadan evin yolunu tuttu. Köpeği evinde besleyemezdi fakat evin hemen yanındaki küçük depo onu beslemek, iyileştirmek için çok uygundu. Depoda köpeği için güzel bir yatak hazırladı. Ağabeyi ve annesi bu duruma pek sevinmemişlerdi.  Bir isim vermek gerekiyordu bu köpeğe. Ağabeyi köpeğin ismini Ceyengül koymayı önerdi fakat bu öneri kabul edilmedi. Annesi bu tekliften dolayı sinirlenmişti. Ceyengül ağabeyine:
-Gıcıklığın lüzumu yok, dedi ve ardından buldum, diye bağırdı. Köpeğimin adı Gıcık olsun. 
Günler çabuk geçti çünkü tüm ailenin artık Gıcık bir meşgalesi vardı. Evin neredeyse tek konusu artık Gıcık’tı. Gıcık da bu sürede hayli toparlanmış artık evin bahçesinde koşmaya, etrafı tanımaya başlamıştı. Gıcık, iyice kendisini toparladığında artık onu Ceyengül gezmeye de çıkarmaya başlamıştı. Kasabanın kenarına, orman tarafına ya da ırmağa doğru Gıcık’la yürüyüşler yapıyorlardı. Yine bu tarz yürüyüşlerden birinde Gıcık farklı bir yöne doğru ısrarla gitmeye başladı ve Ceyengül’ü de o tarafa doğru gitmeye zorluyordu. Ceyengül önceleri anlamadı fakat bir süre sonra Gıcık’ın kendisini bir yere götürmek istediğini farketti. Önde Gıcık, arkada Ceyengül yarım saat kadar koşar adım yürüdüler. Ceyengül artık nerede olduklarını bilmiyordu. Kasabanın bu tarafına hiç gelmemişti. Sanki başka bir dünyaya adım atmış gibiydi. Etrafta kocaman ağaçlar ve kayalıklar vardı. Hava bulutlanmış hatta vakit öğlen olduğu halde kararmaya yaklaşmıştı. Üstelik bir de rüzgar başlamıştı. Bir masalın ortasına düşmüş gibiydi. Okuduğu kitaplar geldi aklına. Bir süre sonra önlerinde eski, yıkık bir kulübe gördü. Okuduğu kitaplarda bu tarz evler pek tekin olmuyordu. İçinde periler bulunabiliyordu ya da ilginç paranormal olaylar yaşanabiliyordu. Zaten havanın birden kararması, aniden bastıran rüzgar da iyice onu ürkütmeye yetmişti. Bu esnada Gıcık’a baktı. Gıcık da onun kadar tedirgin görünüyordu fakat onu kulübenin içine çekmeye çalışıyordu. Bir süre durdu, geriye dönmek istedi fakat hiç bilmediği bir yerdeydi. Buraya onu Gıcık getirmişti, buradan onu kurtaracak olan da oydu. Günlerdir ilk kez Gıcık’tan az da olsa gıcık kapmıştı. İyi mi yapmıştı bu köpeği sahiplenerek kötü mü? Bunları düşünürken kulübenin kapısının önünde buldu kendisini. Kapı kendiliğinden ve büyük bir gıcırtıyla aralandı. Bu durum Ceyengül’ü daha da tedirgin etti fakat Gıcık ondan önce içeriye girmişti bile. Gıcık içerden küçük küçük havlıyor ve Ceyengül’ü çağırıyordu. Nihayet Ceyengül de içeriye adım attı. Adım attığı tahtalar gıcırdıyordu ve her yer örümcek ağlarıyla, tozlarla doluydu. Hatta birkaç iri örümcek telaşla önünden kaçtı. Kulübenin tam ortasına geldiğinde bir kapak gördü. Kapağın önünde Gıcık yine bir şeyler yapıyordu. Kapağın tozlu kulpunu tutarak kaldırdı ve aşağıya doğru inen bir ahşap merdiven gördü. İçerisi karanlıktı fakat basamaklar temiz görünüyordu. Gıcık yine atlayarak basamaklardan aşağıya indi. Gıcık aşağı iner inmez içerisi aydınlandı. Gördüklerine inanamadı. Gözlerini silerek yeniden baktı. Aşağısı pırıl pırıl ve rengarenkti. Artık korkusu dağılmıştı. Hızla basamaklardan indi. Burada yöresine ait temiz kıyafetler, süslü sandıklar vardı. Elbiseleri dokunarak inceledi. Bu tarz elbiseleri ancak kitaplarda görmüştü. Sandıkların içini de merak etmeye başladı. Gıcık yerde keyifle yuvarlanıyor ve sevgi gösterisinde bulunuyordu. Arada bir kuyruğunu da hareket ettiriyordu. Bir rüya mıydı bu yoksa hayal aleminde miydi? Belki de Gıcık’la yürürken bir yerlerde düşmüş ve bayılmıştı. Rüyada olup olmadığını anlamak için bir kenara oturdu. Oturduğu koltuk bir tahta benziyordu. Bunun bir rüya olmadığını anladığında yeni yeni sorular zihnine üşüştü. Bu elbiseler, bu kulübe, bu sandıklar kimindi? Gıcık, onu buraya getirmişti ama mutlaka bir sahibi vardır diye düşündü. Oysa çok ön yargılı davranmıştı. Okuduğu kitaplarda bu tür yerlerde hiç hoş şeyler yaşanmıyordu. Sandıkları açmaya karar vermişti ki Gıcık’ın bir yere yattığını gördü. Papatya ekmek şeklinde bir köpek yatağıydı burası. Demek ki Gıcık buraya aitti ya da burasını daha önceden biliyordu. Hemen elinin altında duran küçük bir sandığa uzandı. Kapağını araladığında bir kez daha şaşırdı. İçinde onlarca altın para vardı. Bu paraların gerçek altın olup olmadığını anlamak için kenarını hafifçe ısırmıştı ki içinde çikolata olduğunu fark etti. Birdenbire büyü bozulmuş gibiydi. Gıcık havlamaya başladı. Artık dönüş saatinin geldiğini fark ediyordu Ceyengül fakat buraya bir daha nasıl gelecekti çünkü geldiği yolu bilmiyordu. Ceplerine altın kaplamalı çikolatalardan doldurdu. Dönüş yoluna bunlardan serpecekti. Bunu da bir masalda okumuştu. Merdivenlerden çıktı. Gıcık’ı çağırdı. Gıcık merdivenlerden yukarıya çıktığı anda aşağısı yeniden karanlığa büründü. Artık kulübeden çıkmanın zamanı gelmişti. Dışarısı çok soğumuş üstelik kar başlamıştı. Oysa mevsim yazdı. Gıcık’ın peşine takıldı ve yürümeye başladı. Yürüdükçe arada bir geriye altın kaplamalı çikolatalardan bırakıyordu. Bir süre sonra hava önce aydınlandı, ardından ısındı. Kasaba uzaktan görünmüştü. Yaşadıklarını, gördüklerini düşündü. Bunları ailesine anlatmalı mıydı? İnanırlar mıydı? Özellikle ağabeyi bu yaşadıklarını duyduğunda ona ne derdi? Düşüncelerle eve ulaştı. Yorgundu. Bahçeye girdiklerinde Gıcık kendi mekanına doğru yürüdü. Hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Yaşadıklarının verdiği yorgunlukla hemen uyudu. 
 
Bölüm 2: Sırlı Elbise
Merve Hoşgiz, Hazal Mina Çakmak, Yusuf Çağrı Ekici, Hazal Göksu,  Rukiye Tokgöz

Ertesi gün Gıcık uyandırdı onu. Hiç böyle yapmazdı. Gıcık içeri girmiş ve ısrarla Ceyengül’ü uyandırmaya çalışıyordu. Üstelik ağzında bir de elbise getirmişti. Bu elbiseyi hatırlıyordu. Gıcık’ın götürdüğü harabe evdeki elbiselerden biriydi. Ne zaman getirmişti bu elbiseyi, ne vakit gitmişti tekrar oraya, bunları düşünecek halde değildi. Yatağından doğruldu ve elbiseyi giydi. Elbise tam onun için yapılmış gibiydi. Fakat elbiseyi giyer giymez kendisinde bazı farklılıklar hissetmeye başladı. Sanki ayakları yerden kesilmiş gibiydi. Yürümesine gerek kalmadan hareket edebiliyordu. Pencereye doğru giderken Gıcık peşinden seslendi:
-Cihangül, insan önce teşekkür etmez mi?
Gıcık konuşuyordu. Hiç şaşırmadı bu duruma fakat sordu:
-Cihangül kim? Benim adım Ceyengül, biliyorsun. 
Gıcık devam etti:
-Senin adın Cihangül.
Aralarında bu konuşma geçerken birdenbire mekan değişti ve harabe evin alt katında buldular kendilerini. Bu duruma da şaşırmadı Ceyengül. Ceyengül’ü hiçbir şey şaşırtmıyordu. En azından hemen önünde beliren ihtiyar kadını görünceye kadar. Nur yüzlü  yaşlı bir kadın belirmişti önlerinde. Gıcık, onun yanına giderek kucağına zıplamaya çalışıyordu. İhtiyar kadın da onu elleriyle seviyordu. Belli ki birbirlerini tanıyorlardı. Ceyengül Gıcık’a:
-Tanıyor musun bu teyzeyi? Kimdir, neden burada?
Gıcık garip mutluluk sesleri çıkarıyor, Ceyengül’ü duymuyordu bile. Gıcık az önce konuşmuştu oysa. Şimdi sıradan bir köpek gibi davranıyordu. Bu durum onu şaşırtmıştı. Ceyengül’ün soruları cevapsız kalmıştı ki yaşlı kadın konuşmaya başladı:
-Köpeğimle ne zaman tanıştınız? 
Bu soru karşısında Ceyengül olup biteni anlamıştı. Üzerindeki elbise onu rahatsız etmeye başlamıştı. Bulunduğu mekândan da sıkılmıştı. Boğulacak gibi hissetti kendisini. O anda uyandı.
Her şeyin bir rüya olduğuna önce inanmak istemedi lakin odasındaydı ve etrafta Gıcık da nur yüzlü nine de yoktu. Uyumak onu dinlendirmek yerine daha da yormuştu. Gıcık’ı merak etti ve yanına gitmeye karar verdi. 

Bölüm 3: Arkadaş
Emir Aras İmirhan, Emir Subaşı, Hazal Göksu, Rukiye Tokgöz, Yusuf Çağrı Ekici
Ceyengül, Gıcık’ın kapısını açtığında bu kez gördüklerinin rüya olmasını çok istedi fakat kendisini büyük bir gerçeğin ortasında çaresiz olarak buldu. Gıcık, yoktu. Sağa sola baktı, seslendi, ailesine sordu fakat sonuç değişmedi: Gıcık yoktu. 
Kısa bir süre üzüldükten sonra rüyası aklına geldi ve dün uğradıkları kulübeye gitmeye karar verdi. Eline küçük bir değnek alarak yola çıktı. Değneği bir asa gibi kullanıyordu. Kahvaltı da yapmamıştı. Dün dönüş yolunda yola bıraktığı çikolataları takip ederek kulübeye ulaşmayı düşünüyordu. Bir süre sonra çikolataların ilkine rastladı. Zaten aç olduğu için bulduğu çikolatayı yedi. Biraz bayat gibiydi ama olsun, dedi içinden. Sonra başka bir çikolata, bir çikolata daha… Derken yine birdenbire zaman değişti, iklim değişti. Bu değişimler kulübeye yaklaştığının belirtisi olmalıydı. Tam bunu düşünürken kulübeyi karşısında gördü. Bu kez yalnız olduğu için biraz daha fazla korkmuştu. Sanki dün girdiği kulübe değildi bu. Çok ıssız ve ürkütücü görünüyordu. Hava hafif kararmıştı, rüzgar esiyor ve kuşlar değişik sesler çıkarıyordu. Kapının önünde durduğunda kapı yine kendiliğinden gıcırtıyla açıldı. İçeriye ürkerek adım attı. Evet, bu dün gördüğü kulübe değildi fakat alt kata indikleri kapak yerindeydi. Kulübe daha temiz ve bakımlıydı düne göre. Kapağı kaldırdı, aşağısı aydınlıktı. Demek ki Gıcık buraya gelmişti. Birkaç adım attıktan sonra Gıcık’ı karşısında gördü fakat yanında yaşlı bir kadın vardı. Rüyasında gördüğü yaşlı kadındı bu. Yine bir rüya gördüğünü düşündü. Belki de yol boyu yediği çikolatalar onu zehirlemişti ve bu etkiyle garip şeyler görüyordu. Merdivenlerden tamamen indi. Gıcık, Ceyengül’e çok yabancı davranıyordu. Yanındaki ihtiyar kadın da sanki kendisini görmüyor gibiydi. Evet, bu bir rüya olmalıydı. Yoksa Gıcık çoktan yanına gelir ya da ihtiyar kadın bir şeyler söylerdi. Dün oturduğu koltuk yine boştu. Koltuğa sessizce oturdu. Gıcık da ihtiyar kadın da hâlen sessizdi. Bu rüya olmalıydı yine. Belki de biraz sonra uyanacaktı ve Gıcık’ın yanına gidecekti. Uyanmaya çalıştı fakat bunun bir rüya olmadığı belliydi. Kendini toparladı ve tam bir şeyler sormaya hazırlandı ki ihtiyar kadın sordu:
-Köpeğimle ne zaman tanıştınız?
 Ceyengül, sustu. Çünkü bu soruyu rüyasından hatırlamıştı. Ceyengül gözlerini kapadı, bildiği bütün duaları okudu. Özellikle Felak ve Nas surelerini okudu. Gözlerini usulca açtı. Etrafta kimse yoktu. Gıcık yoktu. İhtiyar kadın yoktu. Her yer aydınlıktı yine de. Dua okuyarak merdivenlerden çıkmaya yeltendi. 
Gariplikler bitmek bilmiyordu. Merdivenlerin olmadığını fark etti. Başı ağrıyordu. Gözlerini yeniden kapattı ancak bu kez hemen açmadı. Bir süre bekledikten sonra gözlerini açtığında ormandaydı. Az önce gördüğü şeylerin hepsi kaybolmuştu. Olağanüstü bir durum yoktu görünürde yalnız eve nasıl gideceğini kestiremiyordu. Bir süre sağa sola bakıp kendisine bir yön tayin etmeye çalıştı. Ağaçların yosunlu olan tarafına sırtını döndü. Köylerinin güneyde olacağını düşündü. Yürümeye başladı yine. Kendini çok yalnız hissediyordu. Gıcık’a ne kadar alıştığını fark etti. Gıcık, onun hayatına girdiğinden beri ne çok şey yaşamıştı, hayatı ne kadar değişmişti. Ya Gıcık bir daha hiç dönmezse diye aklından geçiyordu ki karşısında Gıcık’ı gördü. Gıcık, sevgi gösterilerinde bulunuyor ve Ceyengül’ün önünden yürüyordu. Belliydi, ona kasabanın yolunu göstermeye çalışıyordu. Bazen koşarak bazen de hızlı adımlarla sonunda kasabaya vardılar. 
Ceyengül evine döndüğünde bütün kasaba halkını bahçelerinde gördü. Bu kalabalığın nedenini anlayamıyordu. Gıcık da bu kalabalıktan ürkmüş, korkmuştu. Gıcık’ı kucağına aldı. Annesi biraz da üzgün Ceyengül’e bakarak konuşmaya başladı:
-Kaç zamandır bizi endişelendiriyorsun ama bugün çok daha büyük endişeler yaşadık. Gece gündüz demeden evden çıkıyor tuhaf davranışlar sergiliyorsun. Sabahın köründe yastık kılıfını elbise diye üzerine giyiyorsun. Her şey şu peluş köpeği kucağında getirdiğin gün başladı. Ondan önce bir sorun yoktu ama Allah aşkına sabahın erken saatinde peluş köpek kucağında nerelere gittin, nerelerden geldin?
Ceyengül konuşmak istedi fakat bütün kelimeleri unutmuş gibiydi. Bir film setinin ortasına düşmüş gibiydi. Ne söylemesi gerektiğini bilmiyordu. İnsan önceden bir metin vermez miydi eline ezberlemesi için? Gözlerini kapadı. Uzun süre açmadı. Gözlerini açtığında dört duvarı beyaz boyalı bir odadaydı. Tepesindeki lamba da beyazdı. Etrafındaki insanlar konuşuyordu:
-Fırat buraya yeni geldi. Ceyengül adında bir hayali arkadaşı var. Kırgız olduğunu söylüyor Ceyengül’ün. Ceyengül’ün bir de köpeği varmış hem de adı çok ilginç: Gıcık. 
Bu cümlelerden sonra bir başkası konuşmaya başladı:
-Aslında çok iyi birine benziyor. Tahsili nedir, ne iş yaparmış Fırat?
-Fırat, veterinermiş aslında. Ancak mesleğini yapmak için yanlış bir kasaba tercih etmiş. Kendi kasabasında başlamış bu işe. Elbette çok fazla ziyaretçisi de olmamış. Zaten Ceyengül’ü de orda tanıdığını iddia ediyor. Gıcık’ı Fırat’a getirmiş Ceyengül. 
Ceyengül etrafında sohbet eden insanların yüzlerini seçmeye çalışıyordu. Yaşlı kadın ne kadar da benziyordu Cihangül teyzeye. Bu esnada Gıcık’ın kapıdan girdiğini gördü. Doğrulacak gücü yoktu. Kapının tam yanındaki aynaya baktı. Yatakta yatan birini gördü. Fırat dedikleri galiba bu kişiydi.