9 Aralık 2023 Cumartesi

GEYİK GİYİ

Ecrin Kılıç

    Bir varmış bir yokmuş. Uzak ormanlardan birinde yaşayan iki çok iyi arkadaş varmış. Bu iki arkadaştan birinin adı Giyi imiş diğerinin adı Sima. Bir gün küçük geyik Giyi annesine bakmış ve:
    -Anneciğim geceleri neden garip sesler duyuyorum, diye sormuş. 
    Annesi:
    -O garip sesler kurtların sesi. Kurtlar çok tehlikelidir demiş. 
    Minik Giyi o günden sonra kurtlardan hep korkmuş ama sadece kurtlardan değil "kurt" kelimesinden bile korkar olmuş. 
     Yine bir gün evinnden bir kitap alarak arkadaşına oynamaya gidecekmiş.  eve gidince bir kitap alacakmış. Kitaplığa bakınca en arkada Mavi Boncuk diye bir kitap görmüş. Onun yanıda da Huysuz Kurt Ebi adlı bir kitap duruyormuş. Kitaba göz atarken annesi seslenmiş. Arkadaşının yanına gideceği için acele etmesini söylemiş. Biraz daha zaman geçince Haydi diye bağırmış. Giyi Mavi Boncuk kitabını almak yerine huysuuz Kurt Ebi’yi çantasına atarak aceleyle dışarı çıkmış. Koşarak arkadaşı sincap Sima'nın evine gitmiş. Sima'nın evine gelince Sima:
    -Nerede kaldın, demiş. 
    Giyi:
    -Biraz geciktim, yanıma kitap aldım, birlikte okuruz, demiş. 
    Sima ben de bir kitap seçeyim kitaplığımdan diyerek kendisine kitap getirmiş. Odadaki yaprakların üzerine oturmuşlar. Mavi Boncuk'u okumayı düşünürken yanına Huysuz Kurt Ebi kitabını aldığını fark eden Giyi, Sima'ya eve gidip kitabını almak istediğini söylemiş. Sima ise arkadaşının boşuna yorulmasını istememiş ve şayet o kitabı istemiyorsa kendisinin kitap verebileceğini söylemiş. Giyi kısa bir süre düşünmüş, en iyisi bu kitaba başlayayım bugün diye düşünmüş. Kötü bir kitap olsa annesinin zaten kitaplıkta bırakmayacağını düşünüyormuş.
    Kitabı korkarak okumaya başlamış, geceyi, kurt seslerini düşünmüş önce. Sayfalar ilerledikçe kitap eğlenceli bir hal almaya başlamış. On iki dakika sonra Giyi’nin annesi aramış ve günün nasıl geçtiğini, arakadaşıyla neler yaptığını sormuş. Giyi, kitap okuduklarını ve arada sohbet ettiklerini söylemiş. 
Bir kaç saat sonra annesi yeniden Giyi'yi aramış ve akşam olmadan  eve gelmesini istemiş. Giyi eve dönmüş. Sadece kitabın adında "kurt" kelimesi geçiyor diye kitaba ön yargılı yaklaştığı için kendini biraz kötü hissetmiş. Yanlışlıkla o kitabı çantasına almasa belki de o kitabı hiç okuyamayacağını düşünmüş.

MUTSUZ AT

 


Elif Sude Göçer

    Günlerden bir gün dünyaya değişik bir at gelmişti. Dünyaya geldiği anda herkes, diğer atlar ona şaşkın gözlerle bakıyordu. Neden mi? Çünkü diğer atlar bu atın başında küçük bir çıkıntı görmüşlerdi. Ardından bu küçük çıkıntıdan küçük bir kıvılcım çıktı ve gövdesinin iki yanında küçük kanatlar belirdi. Zamanla o küçük çıkıntı ve kanatları uzamaya başlamıştı. Diğer atlar onun büyümesini şaşkınlıkla izliyordu. Anne at yavrusunu üzgün gördüğü her gün ağlamaklı bir sesle:
    -Benim yavrum herkesten özel, derdi. Kocaman at sürüsü içinde kanatları olan, boynuzu bulunan kaç tane var ki? Sadece benim yavrum böyle, derdi. Ama küçük at kendisini iyi hissetmiyordu. Diğer atlardan farklı olmak hoşuna gitmemişti. 
    Zamanla küçük atın okul çağı geldi. Okula başladığında da alnının ortasındaki çıkıntı ve kanatlarından dolayı hayli zorluk yaşadı. Benzemiyordu işte diğer atlara. Bu yalnızlık onu okumaya yöneltti. Kitap okuyordu sürekli. Bir gün okuduğu  bir masal kitabında kendisine benzeyen başka atların da olduğunu öğrendi. Kendisinin bir unicorn olduğunu artık biliyordu ve tek değildi. Mutluydu.


KARGA

 Semih Yılmaz

Bütün masallar 
Fabllar senden kötü bahsediyor
Senin sesin nedense
Çirkin olarak düşünülüyor

Simsiyah tüylerinle
Çirkin değil ama ilginç sesinle
Sen şehirlerin en güzel süsüsün
Bazen yolda kafama bir şeyler atsan da
Sabahları çatıda şamata etsen de
Sen güzel bir kuşsun karga kardeş
Sen de bir kuşsun

ÖRKÜMCEK

Ahmet Emir Koç

Senin kaç tane kolun var
Ya da ayağın
Kaç gözün var
Gözün var mı senin
Neden korkuyor senden
Kocaman insanlar
Örmeyi kimden öğrendin
Yoksa ninemi mi izledin
Çorap örerken

Aslında konuşabilsek seninle
Anlaşırız diye düşünüyorum
Yine de ürpertiyorsun
Ansızın görününce duvarda
Bir görünüp bir kayboluyorsun
Biz görmediğimiz zaman
Nerelerde geziyorsun
Soracağım çok şey var
Aslında seninle konuşabilsek
                                 Örkümcek

GELECEK ZAMAN KAHRAMANLARI

    Semih Yılmaz, Ahmet Emir Koç, Feyza İşbaşar


                                              Bölüm 1: Saklı Geçmiş

    Dünya beklenen sona ulaşmış, su ve yiyecek kıtlığı başlamıştı. Doğal insan nesli çoktan tükenmiş, mevcut insanlar teknolojik çabalarla üretilmiş deneysel yaratıklardı. Bunlar tamamen insani duygularını kaybetmemiş ancak iradelerini kaybetmeye başlamışlardı. Ancak dünyayı yöneten, dünyaya yön verenlerin farkında olmadığı bir doğal insan kalmıştı yeryüzünde. O da diğer türdeki insanları taklit ederek kendisini gizliyordu. Dünyaya geleli otuz yıl geçmişti ama annesini ve babasını hatırlamıyordu. Aslı hangi millettendi, hangi coğrafya ana vatanı idi bilmiyordu. Anadilini de bilmiyordu. Dünyada yaklaşık yüz yıldır kullanılan ortak dil, diğer bütün dilleri unutturmuştu. Bu dil yapay bir dildi. Zeki olduğu için bu dili kısa zamanda öğrenmişti.
    Yalnız kaldığı zamanlarda dünyanın geçmişine dair araştırmalar yapıyordu. Etrafındaki diğer insanlara göre kısaydı ve gözleri daha çekikti. Bu kendisini diğerlerinden ayıran en büyük özellikti. Ayrıca bir defasında düşmüş, dizi sıyrılmış ve kırmızı bir sıvı akmıştı dizinde ama etrafındaki diğer insanların herhangi bir hasar durumunda vücutlarından akan sıvı siyahtı. İlk kez farklı bir tür olduğunu o zaman anlamıştı. Bunu anlaması yıllar sürmüştü ama bundan yola çıkarak geçmişini araştırmaya başladı. Çekik gözlü insanların geçmişte daha çok Asya’da yaşadığını öğrendi. Kendisi de Asyalı olmalıydı ama Asya neresiydi? Dünyanın tamamı çöldü ve haritalar kaybolmuştu. 
    Diğer insanlar tablet şeklinde besinlerle günlük gıdalarını alıyorlardı fakat tabletlerde yeteri kadar karbonhidrat olmadığı için gereğinden daha fazla uykuya ihtiyaç duyuyorlardı. Yirmi dört saatin yirmisini uyuyarak geçiriyorlar kalan dört saatte de çok yorgun oluyorlardı. Bu insanların uzun süre uyuması Se-fe-ah’ın işine geliyordu. Se-fe-ah ismi kendisine verilen kıyafetlerin üzerinde yazılı gelmişti. Anlamını bilmiyordu. Bu insanların hepsinin bir ismi vardı ama kimsenin ismini ezberlemek gibi bir düşüncesi yoktu. Ayrıca herkes bu hayattan memnundu. Başka bir dünya, hayat, yaşam alanı özlemi duymuyorlardı. Zaman ilerledikçe insani duyguları azalıyor, bitmeye yaklaşıyordu. 
Se-fe-ah diğer insanlar uyurken aralarından kaçmak, dünyayı ve kendisini tanımak için planlar yapıyordu. Buradaki insanlar özgür olduklarını sanıyor, kaçmayı hiç düşünmüyorlardı. Se-fe-ah da nasıl olsa kendisini burada tutan bir güç olmadığı düşüncesiyle bir sabah erkenden uyandı, hazırlıklarını yaptı ve güneşin doğduğu yöne doğru ilerlemeye başladı. Se-fe-ah ilerliyordu ama etrafta hayat belirtisi yoktu. Ayrıca aklından çıkmayan bir düşünce vardı: Ya başına kötü bir şey gelirse, yeniden dönüşü nasıl olacaktı buraya?
    Yolculuğunun ikinci gününde Se-fe-ah zorlanmaya başladı. Keşke bir yol arkadaşı olsaydı her şey daha kolay olurdu. Bu düşüncelerle biraz dinlenmeye karar verdi. Biraz ilerde terk edilmiş bir şehir görünüyordu. Ürperdi. Yine de oraya gitmeliydi. Yarım saat sonra bu şehre ulaştı. Bir canlı izi yoktu ama dinlenmek için iyi bir mekândı. Belki yiyecek bir şeyler de bulabilirdi. Önce dinlenmeli, uyumalıydı. Kendisini güvende hissedecek bir yer buldu ve çabucak uyudu. Uyuduğunda hep başka bir dünyaya gidiyordu. Başka dağlar, gökler ve insanlar görüyordu. Bunları neden görüyordu anlamıyordu, kimseye de soramıyordu çünkü genetiği bozulmuş diğer insanlardan rüya ve hayal güçleri silinmişti. Bu kez rüyasında iki insan gördü. Kendisine benziyordu gördüğü insanlar. Biri annesi, diğeri babası olduğunu söyledi. Annesi olduğunu söyleyen kişi gözlerinin içine bakarak:
    -Se-fe-ah, sakın içinde bulunduğun topluluktan ayrılma. Ayrılırsan hayatta kalamazsın. Diğer türlere doğal insan olduğunu sakın sezdirme. Yakında buluşacağız, dedi. O esnada bir çıtırtı ile uyandı, korkuyla sağa sola baktı. Uyandığı anda gölge gibi bir şeyin saklandığını hissetti. Usulca yerinden doğruldu ve ürkerek gölgenin olduğu yere ilerledi. Gördüklerine inanamıyordu. Karşısında bir insan vardı ama bunun yapay mı, doğal mı olduğunu anlayamadı. Kendisinden biraz daha küçük yaşta bir kızdı bu. O da Se-fe-ah’tan korkuyordu. İyice yaklaşarak dikkatle baktığında kızın elinin üzerinde bir yara gördü ve bu yaranın üzerinde kırmızı bir sıvı vardı: tıpkı kendisinin düştüğünde, yaralandığında akan sıvı gibi… Bu, senelerdir görmediği, kendisi gibi doğal bir insandı. Kısa bir sessizliğin ardından Se-fe-ah:
    -Benden korkmana gerek yok, ben Se-fe-ah, yaşadığım koloniden kaçtım çünkü onlara benzemiyordum, senin de onlara benzemediğini elindeki sıvıdan anladım. Korkma, tanışalım, dedi. 
Kız ürkerek bakmaya devam etti:
    -Ben Azyef! Sana neden inanmalıyım, dedi. Ancak başka bir çaresinin de olmadığını biliyordu. 
Bu esnada koloninin güçlü şefi Temha, Se-fe-ah’ın yokluğunu fark etmiş yanına üç güçlü askeri Himes ve Fusuy, Nahetem’i alarak yola çıktı. Yola çıkarken yönetimi Runo’ya bıraktılar. Fakat Azyef ve Se-fe-ah uzun bir sohbete dalmışlardı ve bu durumdan haberleri yoktu. Arada iki günlük mesafe vardı ancak Temha ve ekibi araçlarla ilerliyorlar, radarlarla etrafta canlı olup olmadığını tarıyorlardı. Azyef ve Se-fe-ah birbirlerini tanımış ve arkadaş olmuşlardı. Yolun kalanını birlikte gitme kararı aldılar ve yola koyuldular. Azyef de Asyalı olduğuna inanmıştı ama Asya neresiydi? Dünyanın tamamı çöldü ve haritalar kaybolmuştu.
    Sekiz saat süren bir yolculuktan sonra iyice yorulmuşlardı. Yine bir terk edilmiş yerleşim yerine yaklaşmışlardı. Dinlenmek için ideal görünüyordu. Yaklaştıklarında buradan gelen seslerle irkildiler. Bu sesler tanıdık bir canlıya ait gibi değildi. Sessizce yaklaştılar, kaynağını anlamaya çalıştılar. Gördükleri manzara onları çok korkuttu. İnsanı anımsatan ama tamamen farklı on canlı vardı az ilerde. Bir süre izleyip karar vermeleri gerekiyordu ne yapacaklarına dair. Buradan sessizce ayrılacaklar mıydı yoksa kalıp bunlarla tanışacaklar mıydı? Korkunçtular ama belki de zararsızdılar. Yapay insanlara benzemiyorlardı. Bunları düşünürken arkalarından gelen ses tüm planlarını bozdu. Geriye döndüklerinde uçan araçların üzerinde Temha, Himes, Fusuy ve Nahetem’le göz göze geldiler. Koloninin sakinlerinden düşünceli ve diğerlerine uymayan ama yapay insan olan Ridak da Temha ve ekibini takip etmişti, olacakları izliyordu. 
    Temha ve ekibini Azyef ilk kez görüyordu. Ridak, Temha’nın onlara zarar vereceğini biliyor ve onları korumak için doğru anı kolluyordu. Ridak, aslında bir yazılım hatası taşıyordu, iradesini geliştirebilmişti. İnsani duyguları ağır basıyordu. Ridak’ın beklediği an yaklaştı. Temha, Azyef ve Se-Fe-ah’ı yakalayıp koloniye götürme ve inceledikten sonra yazılımını güncelleyip itaat etmelerini sağlamak istiyordu. Aracından inip ilk adımı atmışken Ridak büyük aracı ile Azyef ve Se-fe-ah’ı kollarından tutarak hızla kaçmaya başladı. Temha çok öfkelenmişti. Hızla aracına dönmüştü ki bölgedeki diğer canlılar gürültüyü duymuş olay yerine gelmişlerdi. Temha ve arkadaşları da bu canlıları görünce ürktüler. Canlılar ellerinde taşıdıkları zincir ağları araçlara fırlattılar ve havalanmasına engel oldular. Zaten yeterince ürken Temha ve arkadaşları koşarak kaçmaya başladılar. Bu sırada Azyef ve se-fe-ah geride bıraktıkları bölgede ne olduğunu anlamamış hızla Ridak’ın aracıyla ilerliyorlardı. Ridak’ın onları nereye götürdüğünü bilmiyorlardı. Acaba Ridak’da Temha ile mi çalışıyordu, koloniye mi götürüyordu onları? Bunları düşünmek için erkendi. Şimdi tek gerçek vardı o da Temha’dan kaçmayı başarmışlardı. En azından öyle düşünüyorlardı. 

                                                                Birinci Bölümün Sonu

BİR KAYBOLUŞ HİKAYESİ

     Metehan Darıcı, Yusuf Kerem Köse, Muhammet Onur ve Kadir Üstündağ
    
  Bölüm 1: Sessiz Veda

    Sıcak bir yaz günüydü. Şehirde serinlemek mümkün değildi. Biraz hava almak için şehrin kenarına ırmak kıyısına ailecek gitmeye karar vermişlerdi. Meyuko daha önceden ırmağı yakından görmemişti. Babasının dediğine göre bu ırmak çok uzundu ve denize kadar akıyordu. Üstelik sahili de vardı, içinde balıklar da yaşıyordu. Heyecanla yola çıktılar, kısa bir yolculuktan sonra serinleyecekleri yere ulaştılar. Bir süre suda oynadılar, karınları acıktığında kahvaltı yaptılar, salıncak kurdular, top oynadılar. Küçücük bir sahili vardı ırmağın ve etrafta kimse yoktu. Akşama doğru yorgun düşmüştü ancak Meyuko halen yorulmamıştı.
     Irmakta onu çağıran bir gizem vardı. Irmağın akışına baktı, baktı, baktı. Aile fertleri derin bir uykuya dalmıştı. Hafif ama sıcak bir rüzgâr esiyordu. Etrafta kuş sesi bile yoktu. İstemsizce ırmağa iyice yaklaştı. Suyun üzerindeki yakamoz ve suyun ahenkli akışı adeta onu büyülüyordu. Az ilerde sandığa benzeyen, tekne parçasından küçük ama sebze sandığından büyük tahtadan bir kutu duruyordu. Sepet miydi yoksa bu? Yine sanki zihni uyuşmuş gibi ona doğru yürüdü, iyice yaklaştığında bunun içine oturulabileceğini ve kayık gibi kullanılabileceğini düşündü. Zaten yaklaşınca banyo küvetine de benzediğini görmüştü. İçine oturdu, uzanmaya çalıştı ama sığmadı. Yarısı suyun içinde olan bu cisim bir süre sonra Meyuko’nun ağırlığı ile tamamen suya girdi. Meyuko endişe duymuyordu. Bir salıncakta ya da beşikte gibi mutluydu. Bir süre sonra akıntıya kapıldığının farkında bile değildi. Ailesi git gide uzakta kalıyordu. Hava serinliyor, sağda solda küçük tepeler ve cılız ağaçlardan başka bir şey görünmüyordu. İyice yorgun hissediyordu kendisini, gözlerini daha fazla açık tutamadı ve derin bir uykuya daldı. 
    Bu esnada Meyuko’nun ailesi uyanmış ve onun yokluğunun farkına varmış her yerde onu arıyorlardı ama nafile bir çabaydı bu. Şehre dönerek yetkililere durumu anlattılar, çocuklarını aramaları için yardım istediler. O akşam tüm haber kanallarında ırmakta kaybolan Meyuko’nun fotoğrafları vardı. Yakınlardaki evler, kulübeler, hayvan barınakları arandı. Irmağın her yerine dalgıçlar görevlendirildi ama nafile. 
    Gece ilerlemiş, Meyuko gözlerini silerek ve üşüyerek uyanmıştı. Biraz ıslanmıştı aynı zamanda. Yıldızlar çıkmış, hava çoktan kararmıştı.

Bölüm 2: Bitmeyen Yolculuk 

Meyuko, saatlerce yüzen cismin içinde iyice halsiz kalmış üstelik acıkmış ve susamıştı. Elini nehre daldırarak birkaç yudum su aldı. Tadı hoşuna gitmemişti, çamur ve yosun arası bir tadı vardı. Akvaryum gibi kokuyordu ama başka yiyeceği ve içeceği yoktu. Aç karnını suyla doldurmaya çalıştı ama midesi bulanıyordu içtikçe. Daha fazla içmekten vaz geçti. Üzerinde yüzdüğü cismin içinde ayağa kalkarak sağa sola bakmaya çalıştı az kalsın suyu boyluyordu. Oturmaktan, uzanmaktan başka çaresi yoktu ama bunu bile tam yapamıyordu zaten küçük bir sepetti bu. Gözleriyle bir ışık aradı, kulaklarıyla bir ses duymak istedi hepsi nafileydi. Çaresiz kendisini akıntıya bırakacaktı. Annesini özlüyordu, babasını özlüyordu. Bir rüyanın içinde gibiydi ama rüya değildi bu. Korkmaya bile cesaret edemeyecek kadar korkmuştu. 

Başının altına elini koydu, büzüldü ve akıntıya kendisini bıraktı. Tekrar uyandığında sabah olmak üzereydi. Nereye gidiyordu? Yolun sonunda ne vardı? Hangi ilçede ya da şehirdeydi? Kafasına sorular üşüştü. Ya ailesi şimdi onun olmadığının farkına çoktan varmışlardır ama neden gelip kendisini kurtarmıyorlardı. 

Bu düşüncelerle çaresiz ilerlerken biraz ötede küçük bir ada parçasına benzeyen bir yer gördü. Irmak epey genişlemişti. Irmak üzerinde ada olur mu, diye düşündü ama git gide yaklaşıyordu bu küçük kara parçasına. Nihayet içinde bulunduğu cisim adanın kenarına takıldı. Meyuko saatlerdir oturduğu yerden doğrulmak istedi, her tarafı tutulmuştu. Islaktı ve ayakları ağrıyordu. Güç bela adım atarak adaya çıktı ve minik sandalını kenara çekti. Saatler sonra ayakları ilk kez yere basıyordu. Birkaç adım sonra açıldı. Birkaç ağaç vardı burada, çalılar vardı. En büyük ağacın yanına gitti. Bu bir dut ağacıydı. Dalları yere kadar inmişti. Açlığın verdiği hisle ağaçtaki dutları koparıyor ha bire atıştırıyordu. Kendine gelecek kadar yedikten sonra ağacın arkasındaki küçük kayaya doğru gitti ve orada bir sürprizle karşılaştı. Küçücük kümes gibi bir kulübe vardı burada. Hevesle tahta kapıyı açtı. İçerde küçük bir yer yatağı ve sandık vardı. Yatağa uzandı. Tam bir gündür uzanarak yatmamıştı. Bir saat kadar daldı. Uyandığında hava ısınmıştı ve öğlen vaktiydi. Demek ki buralara gelen insanlar var diye düşündü ama burası hangi ilin sınırları içindeydi? Kalkarak sandığın içine baktı. Balık konservesi ve su şişeleri vardı yanında. Konservelerden birini açmaya çalıştı, başaramadı. Sandığın dibinde konserve açacağı, çakı, çakmak gibi araçlar bulunca sevindi. Artık karnı doyacaktı. Konserve açtı, su açtı kendisine ziyafet çekti. Akşam yaklaşıyordu. Etraftan topladığı çalı ve odun parçalarını ateş yakmak için kullanacaktı. Çakmak paslanmıştı kullanılmamaktan. Biraz uğraştı ve ateş yakmayı başardı. Normalde elinden hiç gelmezdi böyle şeyler. Zorluk, yaşam şartları insana neler yaptırıyordu? Yaktığı ateşin yanında epey kaldı. Aklı ailesindeydi. Keşke iyi olduğunu biliyor olsalar, diye düşündü. Buraya bu malzemeleri koyanlar elbette yarın uğrar, beni aileme götürür diye kendisini teselli ediyordu. Gece hayli ilerleyip ateş zayıflayınca kulübeye gitmek üzere ateşi söndürecekti ki birileri ateşi görür de gelir diye söndürmekten vaz geçti. Kulübesine gitti ve uyudu. Rüya bile göremeyecek kadar yorgundu ve bu yorgunlukla sabah etmişti. 

Sabah birilerinin kendisini bulacağı umuduyla uyandı. Dışarıya koştu ama in cin top oynuyordu. Birkaç kuş vardı ses çıkaran o kadar. Adayı baştan sona dolaşma ihtiyacı hissetti. Küçücük bir okul bahçesinden az büyük bir adaydı burası ama yine de nerede ne var, bilmeliydi. Biraz ileriye gidince farklı şeyler görünmeye başladı. Yaklaşınca büyük bir küvete benzeyen bir şey gördü. Yanına gitti. Kullanılmamaktan rengi iyice solmuş bir sandaldı bu. Kenarları tahrip olmuştu demek ki buraya uğrayan pek kimse yoktu. Canı sıkıldı. Oysa bu gün birilerinin geleceğini düşünüyordu. Sandalın birkaç yerinde çatlaklar gördü. Adada başka bir şey yoktu. Buraya hapsolmuş gibi hissediyordu kendisini. Kurtulmalı ve ailesine ulaşmalıydı.

Burada bir gece kalmıştı ve burada kendisini bulmaya gelen kimse olmayacaktı. Yeni kurtuluş yolu aramalıydı bu düşünceyle sandalı kendince onarıp yola çıkmaya karar verdi. Kulübesindeki sandığı sandalın yanına getirdi. Bu epey zaman almıştı. Sonra sandalın onarılması gereken yerlerini konserve kutuları ve bulduğu diğer malzemelerle onardı. 

Kalan konserve ve suları sandala çıkardı, sandalı güçlükle itekleyerek içine atladı ve yeniden ırmağın akışına kendisini bıraktı.  

Bölüm 3: Sandal Yolculuğu

Yola çıktığında akşam yaklaşmıştı. Bir yandan seviniyordu yola çıktığı için bir yandan da üzülüyordu belki de hata etmişti buradan ayrılmakla. Bu düşüncelerle sandal ilerliyordu. En azından artık sandalda uzanabiliyor, oturabiliyordu ve yiyeceği de vardı. Onardığı yerlerin su alıp almadığına baktı. İçeriye su girmemişti. Bir süre sağı solu izledi ama yine görünürde bir yaşam belirtisi yoktu. Sandalına uzandı. Kulübeden aldığı battaniyeyi üzerine çekti ve derin bir uykuya daldı. 
Sabah uyandığında artık kara parçası çok uzaktaydı ve ırmak hayli genişlemişti. Uzaklarda dağlar, kıyılar görünüyordu ama burası artık ırmak değildi anladığı kadarıyla. Irmağın denize vardığı yeri geride bırakmıştı. Kurtulmayı umarken daha büyük bir sorunla karşı karşıya kalmış, ırmaktan kaçarken denize ulaşmıştı. Önce karamsar düşüncelere saplandı sonra burasının deniz olduğunu, denizde balıkçıların olacağını düşündü. Kurtulmaya az kaldı, diye sevinmeye başladı. Ancak akıntı artık eskisi kadar güçlü değildi. Denizin ortasında bir o yana gidiyordu bir bu yana. Üstelik güneş de fena yakıyordu. Gece üşümüştü, şimdi ter içindeydi. 
Çaresiz biçimde kaç gün, kaç gece geride bırakmıştı denizin ortasında bilemiyordu. Suyu ve konservesi azalıyordu. Bir yandan da fırtına çıkarsa diye korkuyordu. Neyse ki geceleri hayli durgun oluyordu deniz. Artık yaptığı hiçbir şey yoktu. Rüyalarında ailesini görüyordu, kurtulduğunu görüyordu. Okulunu görüyordu. En sevmediği dersleri bile özlemişti. Annesinin yaptığı yemekleri özlemişti, sıcak yatağını özlemişti. Günlerdir üzerinde aynı elbiseler vardı ve kendisi de akvaryum gibi kokmaya başlamıştı. Artık kara görünmüyordu sağda solda. Kocaman maviliğin ortasındaydı. Yukarıya bakıyordu mavi, aşağıya bakıyordu mavi…
O gün hava biraz serin ve esintiliydi. Günlerdir aynı yerde dolaşan Meyuko denizin farklı yerlerine doğru sürüklendiğinin farkına vardı. Çok sürmedi fırtına hızlanmaya başladı. Yapacak bir şeyi yoktu. Sandalına uzandı ve fırtınanın dinmesini bekledi. Fırtına onu denizde akıntısı olan bir yere sürüklemişti. Tıpkı ırmak gibi burada bir akıntı vardı ve hızla ilerliyordu sandalı. Suyun rengi değişmişti. Isısı da değişmişti. Sandalında çok az yiyecek kalmıştı. Birkaç gün daha ya yeterdi ya yetmezdi yiyeceği.  
Meyuko kaybolalı on günü geçmişti. Ailesinin artık ümitleri tükenmek üzereydi. Onu sonsuza kadar göremeyecek olmanın acısı onları çok üzüyordu. Aramalar tamamlanmış, ırmak dibinde ya da yakınlarda her yere bakılmıştı ama Meyuko’ya hiçbir iz yoktu. Sanki yer yarılmıştı da içine girmişti Meyuko. Babası sürekli kendisini suçluyordu, ırmak kenarına gitmek neyse de niçin uyumuştu. Meyuko’nun kaybolduğu günden beri o da uyumuyordu. Birkaç kez gözleri dalacak oldu, rüyasında oğlunu görüp geri uyandı her defasında. Hatta bir keresinde Meyuko uyku ve uyanıklık arasında babasına:
-Yaşıyorum ben, beni merak etmeyin, eve döneceğim ama üç hafta ama üç ay ama üç yıl sonra, demişti gizemli bir ses tonuyla. 
Babası da öyle düşünüyordu ama artık resmi kurumlar aramanın sonlandırılması gerektiğini düşünüyorlardı. Nihayet Meyuko kayıtlara “kayıp” olarak işlendi ve aramalar durdu. Hayat bir yandan devam ediyordu. Babası ve annesi her gün Meyuko’nun kaybolduğu ırmağın kenarına gelip, bir süre vakit geçirip dönüyorlardı. 
Meyuko da aslında çok özlemişti annesini babasını… Yürümeyi özlemişti, toprağa ayak basmayı. Hatta düşmeyi, dizlerinin kanamasını bile özlemişti. Çaresizce sabrediyordu. Nereye kadar dayanacaktı, kendisini bulabilen birileri olacak mıydı? Düşünüyordu… Düşünüyordu… Yapabileceği başka bir şey yoktu kocaman maviliğin ortasında. 
Artık zaman anlayışını kaybetmişti çünkü suyu ve yiyeceği de bitmişti. Üstelik iyice sıcaktı deniz ve hava. Bitkindi. Gözlerini açacak hali bile yoktu. Birden ayağını bir şeylerin sarstığını hissetti. Önce ayağını salladı. Biraz sonra yine ayağı sarsılıyordu. Tek gözüyle baktı, bir kuştu ayağına konan. Hayal görüyorum, diye düşündü. Ancak kuş ha bire ayağını sarsıyor, gagalıyordu. Derken bir kuş, bir kuş daha, bir kuş daha… Kuşular çoğaldı. Meyuko güç bela doğrularak önce kuşlara sonra az ilerdeki sahile baktı. Sapsarı kumlarla ve yeşil ağaçlarla kaplı bir kara parçasıydı burası. Sandalının oraya doğru sürüklenmesini bekledi bir süre sonra sandalı karaya oturdu. Ayağa kalktı, yürümeyi unutmuş gibiydi. Sandalın dışına adım atmaya çalıştığı anda düştü ve kumlara yuvarlandı. 

Bölüm 4: Günler Sonra Yeniden Karaya Çıkmak

Güçlükle, sürünerek kumların ilerisine doğru ulaştı. Rengârenk bitkiler ve kocaman ağaçlar vardı. Kuş seslerini ilk kez duyuyordu günler sonra. Hoşuna gitmişti fakat aklına şu soru geliyordu: Öldüm ve cennete mi ulaştım? Açlıktan etrafta gözüne kestirdiği otlardan bazılarına uzanarak yemeye başladı. Kimi ekşi, kimi acıydı bu otların. Yine de epey ot tüketti ve uyudu. Uyandığında gece başlamıştı. Kendine gelmişti. Sandalına baktı, yerindeydi. Ayakları açılmaya başlamıştı. Sandalından çakmak ve işe yarayacağını düşündüğü bir iki şey alarak ağaçların arasından yürümeye başladı. Yorulunca gözlerinin görebildiği kadarıyla kuru ağaç parçaları, yapraklar topladı ve ateş yakmaya koyuldu. Aslında soğuk değildi hava ancak ateş ona güven veriyordu. Üstelik ağaçların arasından vahşi hayvanların kendisine baktığını düşünüyor, korkuyordu. Irmakta, denizde sürüklenirken duymadığı, bilmediği korkulardı bunlar. Ateşi büyüttü, daire biçimine getirdi. Ortasına uzandı ve uyuyakaldı. Rüyasında ailesini gördü. Annesi de babası da ona el sallıyor ve özlediklerini söylüyorlardı. Tam onlara uzanacaktı ki bir tıkırtıyla uyandı. Uyanır uyanmaz yanındaki tavşan zıpladı ve kayboldu. Bir süre hareketsiz kalınca tavşan yeniden ortaya çıktı. Ayaklarının arasında havuca benzeyen bir şey tutuyordu. Ürkütmeden tavşanı takip etti. Sonunda havuçların bulunduğu yere gelmişti. Heyecan ve iştahla o da havuca benzeyen bu şeylerden yemeye başladı. Tatlıydı bu sebzeler. Yanına birkaç tane daha aldı ve hiç bitmeyecek gibi görünen ormanda yürümeye devam etti. 
Artık beslenme sorunu kalmamıştı. Meyuko’ya havuca benzeyen sebzelerin yolunu gösteren tavşan yanından ayrılmıyordu. Artık bir de arkadaşı vardı. Ancak burasının bir ada parçası olmadığını kısa sürede anladı. Çünkü daha ilerde yüksek dağlar vardı. Her yer ağaçlarla kaplıydı. Ormanın içine girdikçe tehlike artıyordu kendisi için ancak birilerine ulaşması gerekiyordu. Üzerindeki elbisenin paçaları ve kolları artık çürümeye başlamıştı. 
Gündüz vakitleri yürüyor, gece vakitlerinde ise kendisine bir ateş yakarak dinleniyordu. Gece ormanın derinliklerinde çok korkutucuydu. Baykuş sesleri, arada çığlığa benzeyen başka sesler, homurtularla sabah çok zor oluyordu. Üstelik derinliklerine doğru ilerledikçe gece ormanda serin de oluyordu. Kaç gün, kaç gece yürüdü, saymadı. Orman bitecek gibi değildi. Belki de aynı yerde daire çiziyordu çünkü ağaçlar hep birbirine benziyordu. Farklı ağaçlar ve meyveler bulduğunda yanına birkaç gün yetecek kadar almayı da ihmal etmiyordu. 
Bir sabah uyandığında ağaçların seyrek olduğu bir yere rastladı. En azından aynı yerde dönmediğini düşündü, sevindi. İlerde ne olacağını, karşısına ne çıkacağını bilmiyordu. Ağaçlardan bir kısmının kökleri duruyordu. Eğildi, inceledi. Bu ağaçlar kesilmişti. Ağaçların kesilmiş olması demek, insanların yakın olduğu demekti. Sevindi. Ancak nasıl insanlarla karşılaşacağını bilmiyordu. Üstelik hangi şehirde ya da ülkede olduğuna dair bir fikri de yoktu. Tek bildiği kilometrelerce uzakta olduğuydu ailesinden. Bir süre daha yürüyünce ormanın içinde patikaya benzer bir yol olduğunu fark etti ve bu yolu takip etmeye başladı. Patikalar ya hayvan sürüleri tarafından oluşturulurdu ya da insanların aynı yolu kullanmasıyla doğal olarak ortaya çıkardı. Kesilmiş ağaçları da hesaba katarsa bu patika onu insanların bulunduğu bir yere götürecekti. Birazcık olsun umuda kapılmıştı günler sonra. Durup dinlenmeden yolu takip etti. Heyecanlanıyordu. Yanında yürüyen tavşan bir sağına geçiyordu bir soluna. Nihayet ağaçlar iyice azaldı ve karşısında küçük bir köy gördü. Yaşadığı yerdeki yapılara benzemiyordu bu evler. Üstelik etrafta da kimseler görünmüyordu. 

Bölüm 5: Yabancılar Arasında İki Hafta

Sessizlikten endişe duyan Meyuko, bir kenara çekildi ve sessizce etrafı izlemeye devam etti. Küçük tavşan korkusuz bir şekilde köyün içine doğru ilerliyor, dönüp Meyuko’ya bakıyor adeta korkacak bir şey olmadığını ona anlatmaya çalışıyor gibiydi. Meyuko endişeyle sağa sola bakıyor yerinden oynamıyordu. Ağaçlardan yapılmış evlerden birinin önünde durdu, penceresine zıpladı, tekrar kapıya indi o esnada kapı açıldı ve Meyuko ile aynı yaşlarda bir çocuk göründü kapının önünde. Tavşan ve bu çocuğun birbirlerini tanıdıkları belliydi. Çocuk tavşana uzandı, onu sevdi ama tavşan bir şeyler göstermek ister gibi çocuğu köyün dışına doğru çekmeyi başardı. Nihayet küçük tavşan ve yanındaki çocuk Meyuko’nun yanına geldiler. Meyuko çocuğa baktı, çocuk da Meyuko’ya. Sonra Meyuko’ya bilmediği bir dilde bir şeyler sordu çocuk. Meyuko’nun anlamadığını fark edince işaret dili ile anlaşmaya çalıştılar. Meyuko, eline bir çöp parçası alarak macerasını resimlerle çocuğa anlatmaya çalıştı. Sevmişlerdi birbirlerini. Meyuko kendisini işaret ederek: 
-Meyuko, dedi. Bunun üzerine diğer çocuk:
-Düko, dedi. Artık birbirlerine adlarıyla hitap ediyorlardı. Tavşan da ha bire sağdan soldan bulduklarını kemiriyordu. Düko ile Meyuko iyice kaynaştıktan sonra Düko, onu evine işaret dili ile davet etti. Korkmaması gerektiğini de ima etti. Köyde kimse yoktu çünkü büyük insanlar ormanda avlanma ve ağaç kesme işiyle meşguldü. 
Haftalar sonra ilk kez bir eve giriyordu Meyuko. Kendi evini hatırladı, ağlamaklı oldu. İstemsiz bir biçimde Düko’ya sarıldı. Düko da ona sarıldı. Kendi evlerine benzemiyordu, dillerini bilmediği insanların köyündeydi. Nerede olduğunu da bilemiyordu ama yine de mutluydu ilk kez. İnsan görmekten mutluydu. Kurtuluş umudu yeşerdiği için mutluydu. 
Akşam olduğunda Düko’nun ailesi oğullarının yanında Meyuko’yu görünce önce şaşırdılar. Düko, anladığı kadarıyla Meyuko’nun hikayesini anlattı uzun uzun. Bunun üzerine Düko’nun ailesi köylülere haber verdi. Saatlerce Meyuko’ya gelip bakmak isteyen insanlar oldu. Meyuko, onlar kadar esmer değildi. Üstelik çelimsizdi onlara göre. Bu da Meyuko’yu gizemli kılıyordu onlar için. Birkaç gün boyunca gelip çocuklar, yaşlılar Meyuko’ya bakıp dokunuyor, garip şeyler söylüyorlardı ama korkutucu insanlar değildi hiç biri. Meyuko, Düko’ya memleketini özlediğini, anne babasının yanına gitmek istediğini ve buna yardımcı olması gerektiğini anlatıyordu her gün. Düko da ailesine, köylülere bu durumu anlattı durdu. Aradan iki hafta geçmişti. Bir sabah uyandıklarında çocuklarla beraber büyüklerin de köyde olduğunu anladı Meyuko. Düko, Meyuko’ya yılın bu gününde şehirden gelen bir yabancının kendilerine av malzemesi ve kıyafet getirdiğini anlatmaya çalıştı. 
Vakit geçmeden köyün ortasındaki kalabalık büyüdü ve ağaçların arasından bir araç köye yaklaştı. Bu gelen bir arazi aracıydı ve arkası tamamen yüklüydü. Gelen kişi, buranın insanlarına benzemiyordu. Daha açık tenliydi. Herkes yanına gidince Meyuko’da bu yabancının yanına gitti. Yabancı, görür görmez Meyuko’nun bu köyden olmadığını anlamıştı. Boş bulundu ve birden:
-Adın ne, sen ne zaman geldin buraya, diye sordu. Meyuko şaşkındı. Kendisiyle aynı dili konuşan birine rastlamıştı. Telaşla:
Ben Meyuko… Dedikten sonra gözyaşlarıyla hikâyesini anlattı. Yabancı, geceyi Dükoların evinde geçirmeye karar verdi. Ertesi sabah erkenden yola çıkacaklardı ve Meyuko’nun ülkesine dönmesi için yardımcı olacaktı. Konuşmalardan anlamıştı ki kendi ülkesinden çok uzaklara sürüklenmiş, ırmaktan denize oradan okyanusa ulaşmış ve bambaşka bir ülkenin en kıyısında bir köye ulaşmıştı. Artık dönüş ümidi daha da artmıştı. Sabaha kadar uyuyamadı. Sabah, Düko ve ailesi olmak üzere bu küçük köydeki herkesle vedalaştı. Tavşanla da vedalaşıyordu ama tavşan bir türlü peşini bırakmıyordu Meyuko’nun. Sonunda Meyuko araca binince tavşan da araca atlamıştı. Galiba onu terk etmek istemiyordu. Tavşan, yabancı ve Meyuko yola çıktılar. 

Bölüm 6. Dönüş Ümidi
Yabancı satıcı ve Meyuko yolda uzun uzun konuştular. Satıcı Meyuko’ya teşekkür etti yolculuğuna eşlik ettiği için ve onu ailesine ulaştıracağına söz verdi. Araçla üç günlük yolları vardı ve mola vererek gitmeleri gerekiyordu. Meyuko haftalar sonra yeniden damak zevkine uygun yiyecek, içecek bulduğu için mutluydu. Tavşan da halen yanından ayrılmamıştı. Yabancı satıcı, kendisinin yedek elbiselerinden Meyuko’ya bir şeyler uydurmaya çalıştı. Büyük de olsa bu kıyafetler hoşuna gitmişti Meyuko’nun. 
İlk molanın ardından yeniden yola çıktıklarında nihayet asfalt yol görünmüştü. Meyuko heyecanlanıyordu. Bir süre daha gittikten sonra başka başka araçlar görmeye başladılar. Tabelalar vardı yol üzerinde ama Meyuko ne yazdığını anlamıyordu. Bu kez molayı bir benzin istasyonunda vereceklerdi. Meyuko heyecan ve neşe ile araçtan indi. Tavşanını da yanına aldı. Birlikte önce karınlarını doyurdular ardından yabancı satıcı Meyuko’ya yeni kıyafetler aldı. Haftalar sonra yeniden modern bir dünyaya ulaşmak dünyaya geri dönmek gibiydi. Meyuko bu dinlenme yerindeki otel odasında saatlerce temizlendi, duş aldı. Aynada kendisini gördüğünde şaşırdı. Neredeyse tanınamayacak hale gelmişti. Saçları uzamış, yüzü esmerleşmiş, epey zayıflamıştı. Olsun, dedi içinden. Hayattayım ve aileme dönüyorum. 
Üçüncü gün artık yabancı satıcı yolculuğun sona erdiğini söyledi ve ülkesine dönmesi için görevlilerle irtibata geçmeleri gerektiğini dile getirdi. Birlikte kocaman binalara girdiler. Anlamadığı dilde çok şey konuşuldu etrafında. Tavşanı hep yanındaydı bu sırada. Akşama kadar ordan oraya dolaşıp durdular. Akşam olduğunda artık dönüş bileti alınmıştı Meyuko’nun ailesiyle irtibat kurulması kalmıştı geriye sadece. Meyuko ailesinin bilgilerini görevlilere verdi ve beklemeye başladılar. 

Bölüm 7: Eve Dönüş Yolunda
Meyuko’nun anne ve babası artık ondan ümidi kesmişti. Sadece hayatta olup olmadığını bilmek istiyorlardı. Resmi görevliler araştırmaları bırakmıştı ve Meyuko artık kayıp ilanlarında bile görünmüyordu. O gece Meyuko’nun annesi ve babası garip bir rüya görmüşler uyandıklarında birbirlerine anlatmışlar ve üzülmüşlerdi. Her ikisi de Meyuko’nun döndüğünü görmüşlerdi rüyalarında. Hem sağlıklı ve dinç bir halde. Tam rüyalarını birbirlerine anlattıkları sırada telefonları çaldı. Arayan çok uzaktaki bir ülkenin konsolosluğu idi. Meyuko’nun babası “yanlış numara” deyip kapatacaktı ki kendisini arayanlardan Meyuko ile ilgili görüşeceklerini öğrenince az kaldı bayılacaktı telefon elinde. Meyuko yaşıyordu ve aylar geçmişti kayboluşunun üzerinden. Çok uzak uzak bir ülkede nasıl ortaya çıkmıştı. Kaçırılmış mıydı, nasıl gitmişti? Bir sürü soru vardı anne ve babasının kafasında. Bunların dolandırıcı olabileceğini bile düşündü bir vakit babası. Sonunda Meyuko bulunmuştu.
Öte yandan Meyuko, tavşanı ile beraber ülkesine dönüş için son aşamadaydı. Yanında tavşanından başka hiçbir şeyi yoktu. Sadece anlatacağı hikâyeler vardı ülkesine götüreceği. Kendisine yardım eden satıcıya teşekkür etti. Sarıldı ve ülkesine dönüş uçağına bindi. Havaalanında ailesinin kendisini karşılayacağını biliyordu. 

Bölüm 8: Büyük Buluşma
Birkaç saat sonra Meyuko ülkesinde olacaktı. Ailesi de heyecanlıydı, kendisi de heyecanlıydı. Bir filmin içinde gibilerdi hepsi. Yalnızca tavşan olan bitenden habersiz gibiydi ve mutluydu çünkü Meyuko’nun yanındaydı. 
Sonunda yolculuk bitti. Meyuko uçaktan inerken anne ve babası önce onu tanıyamadılar. Esmerleşmiş, zayıflamış, saçları uzamış ve garip elbiseler içindeydi Meyuko. Galiba biraz da büyümüştü. Anne babasını görünce onlara doğru koştu. Tavşanı da kucağındaydı. Anne babası da ona doğru koştu. Bu esnada olayı haber alan gazeteciler, resmi yetkililer de havaalanına gelmişti. Flaşlar patlıyor, mikrofonlar uzatılıyor, televizyonlarda Meyuko ile ilgili haberler yer alıyordu. “Mucize Kurtuluş, Efsane Dönüş” gibi haber başlıkları vardı her yerde. Meyuko, anne babasına sarıldı, tavşan da kucaklarındaydı. Ertesi günün bütün gazetelerinde bu mutluluk pozu vardı. Meyuko’nun artık ömür boyu anlatacağı hikâyeleri vardı. İnsanlar belki de inanmayacaktı kendisine ama o yaşamıştı. 
Her şeyi yaşamıştı…



TERS YAZILAR

Emir Celal Çat

    Sonbaharın soğuk, yağmurlu günleriydi. Küçük bir kasabada beyaz tenli, sarı saçlı gözleri elaya benzeyen bir küçük kız vardı. Adı Merve’ydi. Merve’nin garip bir özelliği vardı: Yazma işini tersinden yapmak. Mesela kitap yazacağı yere "patik" yazardı.
    Merve'nin annesi çok önce ölmüştü. Annesinden kalma hırkasını her gün sırtına giyer ve işe giderdi. Herkesin bir annesi vardı ama onun sadece babası vardı. Bunu düşünüp üzülürdü. Merve, annesizliğin de verdiği hüzünle okula gitmeyip bir şeyler satıyordu ailesine destek olmak, para kazanmak için. Satış yaptığı yerdeki insanlar da anlayışsız, kibar olmayan insanlardı. O gün Merve onların tavırlarına üzülmüştü. Merve hem üzgün hem de kızgındı. 
    Akşam olmuştu, eve gitmek içinden gelmiyordu Merve'nin. Merve nedense bir banka oturup ağlıyordu usulca. Duyguları karmaşıktı. Ne yapacağını bilemiyordu artık. Yavaş adımlarla Merve eve gitti. Babası telaşlanmıştı Merve gecikince. Merve, babasına sarıldı ve odasına geçti. 
    Babası Merve'nin üzgünlüğüne bir son vermek gerek diye düşündü. Bir saman balyası buldu evin bir köşesinden ve önce ondan kağıtlar yaptı, sonra kalın sayfaları olan bir defter çıkardı ortaya. Deftere de güzel şeyler yazarak masaya bıraktı sabaha doğru. 
    Merve, hırkasıyla tam çıkacakken sabah vakti masada biçimsiz bir defter gördü, okumaya başladı. Babası da Merve gibi ters yazmıştı kelimeleri. Duygulanıp babasının yanına vardı ve ona sarıldı. Mutluluktan ağlıyordu usulca. Merve babasına sarıldı, babası da Merve'ye sarıldı. İkisi de mutluydu. 
    Artık son bir iş kalmıştı o da gökyüzünü izleyip annesinin kalbinde yaşadığını bilmekti. 

BENİM DERDİM

 Sude Gökçe Çelen


Bir sürü oyun
Say say bitmezler
Çocuklar çok severler

Her türü var oyunların
Saklambaç 
Bezirganbaşı 
Körebe
Oyna oyna bitmezler

Çeşitleri var oyunların
Bir sürü oyun
Benim derdimse hangisini
Ne zaman oynayacağım

SIKICI HAYAT


Hanzade Eligüzel

Sıkıcı bir hayat
Nasıl olurdu acaba
Galiba
İnsanlar sürekli 
Sıkıntıdan boğulurdu
Eğlencesiz olurdu

Kimi etrafta dolaşır
Eğlenceli bir şeyler arardı
Kimi ise sıkıntıdan
Kendisini yorardı


ÖĞRENCİLER

Muhammet Aziz Toptaş

Okula giden çocuklar
Her gün çarpar gözüme
Onlar 
        yüzler    
                binlerce

Çantasını alır ve evden çıkar
Genç
    Çocuk 
        Yetişkin

Hepsi giderler
Evden 
        Okula 
Okuldan 
        Eve
Okul cennet 
Öğrenci de melektir



BULUTLAR NEYE BENZER

 

Elvin Su Topçu

Bulutlar
Bembeyaz pamuk şekeri gibi
Havada uçuşuyorlar
Görünce onları
Canım pamuk şeker çekiyor
Uzanıp uzanıp
Yiyesim geliyor
 
Onlara bakıp 
Hayaller kurarım
Bazıları eve bazıları dağa 
Bazıları benziyor hayvana
Gökyüzüne renk katıyorlar
Bulutlar
Ah
Güzel bulutlar

AYBÜKE ÖĞRETMEN

Alp Mete Akbaş

Yirmi iki yaşımda
Kozluk’ta 
Bir okul çıkışında
Şehit oldum ben

Adım Aybüke benim
Öğretmeyi severdim
Eğer ölmeseydim
Müzik öğretirdim

İnsanlar için
Ülkem için çabalardım
Kozluk’ta çalışırdım
Yirmi iki yaşımda
Şehit oldum ben

GÖKYÜZÜ NİÇİN

 
Emir Celal Çat

Çimene yeşil 
Güneşe sarı
Neden gökyüzüne
Mavi yakışıyor

Sanki mavi
Gökyüzüyle birleşiyor
Yine de aklım almıyor
Neden mavi gökyüzü
Neden mavi

BABAM

Muhammet Aziz Toptaş


Canım babam benim
Hayal gibisin
Hep doğru ol dersin
Hayatımı süslersin

Canım babam benim
Evimizin meleği
Doğruluğun direği
Canım 
Canım babam benim


KELEBEK

 Aysel Zümra Yuvacı

Kırlarda ne güzel uçuyor
Onu herkes çok seviyor
İnsanlar ona bayılıyor
Kendi rengiyle
Sevginin üstüne sevgi katıyor

Ben
Onun bilinmez doğasıyım
Saklı zamanın altında yer altıyım

Bilmece sordun 
Bilemedim
Ah 
Saklambaçta yine ben yenildim

Rüyalarıma geliyorsun hep ama hep tek
Seviyorum seni 
Çok seviyorum kelebek






ESKİ KULÜBE

 Ayça Yıldız
    Yaklaşık yirmi otuz yıldır terk edilmiş kulübenin içindeki masanın üzerinde bir kekik çayı duruyordu. Kırık camlardan giren rüzgar sanki tüm bitkilerin kokusunu kulübeye yaymıştı. Kulübenin karşısındaki dağda her türlü bitki yetişiyordu. Dışardan serçelerin cıvıltıları duyuluyordu. Durmuş büyük duvar saatinin altında bir sandık vardı. Sandığın içinde köstekli saatler, eskimiş kıyafetler, albümler, gaz lambası, dağ fotoğrafları ve bir kavanoz bal duruyordu. Balın tadı halen tazeydi. Evin dışında minik bir kedi evi bulunuyordu. Arada sırada dışardaki hayvanlar bu kulübeyi kullanıyordu. Dışardaki elma ağacında da bir yuva vardı. Yuvanın içinde ise henüz gelişmekte olan yumurtalar vardı. 
    Hava kararmıştı. 
    Serçeler elma ağacındaki yuvalarına kedi ve köpekler de dışardaki küçük evlerine dönmüşlerdi. Saat tam olarak 10'u gösteriyordu. 

DAĞ SERÇESİ

Zeynep Göktaş

Bir gün bir serçe yuvasında uyanmış ama annesini görememiş. Serçe:
-Annecim neredesin, diye bağırmış. Annesi:
-Buradayım yavrum, mutfaktayım, demiş. Sana güzel bir kahvaltı hazırlıyorum.
Küçük serçe şehirde yaşıyormuş ama aslında bir dağ serçesiymiş. Annesine uzak dağlardan kekik getirmek isteğini söylemiş. Oysa daha küçükmüş, henüz yedi yaşındaymış. Annesi:
-Yavrum, sen daha çok küçüksün, rüzgar seni uçurup götürür, demiş. Aradan tam on dokuz sene geçmiş. 
Sonunda küçük serçe büyümüş. Kanatları güçlenmiş. O zaman hemen yola koyulup dağlara doğru uçmuş. Oradan annesine bağırmış:
-Anne, artık ben bir dağ serçesiyim!

ALİ'NİN YOLCULUĞU

 

Umut Pekyiğit

Ali doğa yürüyüşlerini çok seviyordu. Bir gün babasıyla birlikte bir yürüyüşe çıktılar. Ali uzakta bir dağ görmüştü. Dağın ters tarafından bir rüzgar esti ve mis kokan kekik kokularını onlara kadar getirdi. Ali bu kekik kokuları arasında uçamayan bir serçe gördü. Hemen babasından yardım istedi. Serçe, yuvasından düşmüştü ve annesi telaşlıydı. Serçeyi yuvasına koydular ve yollarına devam ettiler. Ali yolda göreceği başka şeyleri düşünüyor, heyecanlanıyordu…

KAPLUMBAĞA

 Ahmet Sait  Yurttaş
    Bir gün dışarı çıktım. Yolda yürürken bir kaplumbağa gördüm. Çok tatlıydı. Onu kenara çektim yoksa yolda ezilecekti. Babam bana aferin, dedi. Çok sevindim aferin aldığıma. 
    Sonra arabaya bindim ve arabayla giderken yine bir kaplumbağa gördüm. O da çok tatlıydı ama galiba hastaydı. Hareketsiz duruyordu. Babamla inip onu aldık ve veterinere götürdük. Veteriner hasta olduğunu söyledi hayvancağızın. Kendince bazı işlemler yaptı, ilaç verdi ona.  Kaplumbağanın veterinerden gelirken hastalığı geçmişti. Çok mutlu oldum. Onu bulduğumuz yere yeniden bıraktık.  

KEKİK KOKUSU

 Yiğit İbrahim Karain

    Bir dağın yakınlarında ailesiyle yaşayan bir çocuk varmış. Dağın etrafından hep kekik kokuları geliyormuş. Bu koku hasta olduğunda kendisine çok iyi geliyormuş. Hem de kekik çayı yapıp içiyormuş.     Bir gün şehre taşınmayı düşünmüş ailesi. Bunu duyan çocuk çok üzülmüş. Bir daha kekik kokusunu alamayacağını düşünmüş ve gözleri dolmuş. O sırada çocuk camdan tak tak diye bir ses işitmiş ve cama bakmış. Küçük bir serçe onunla oyun oynamak istiyormuş bir süre oynamışlar ve kısa süre sonra şehre taşınmışlar. 
    Aylar, seneler yıllar çabucak geçmiş. Çocuk büyümüş, ortaokul, lise sonrası üniversite sınavını kazanmış. Şehir hayatına alışmış. Üniversite öğrenimi de bitince staja başlamış. 
    Bir gün staj yaptığı yerin penceresinin önüne bir serçe gelmiş. Cama tık tık vurmuş. Bu çocukken yaşadığı yerde gördüğü serçeymiş. Yıllar sonra o küçük serçeyi gördüğünde çok mutlu olmuş, adeta çocukluğuna dönmüş. Kekik kokularını ne kadar özlediğini hissetmiş.  

KAYBOLAN ÇOCUK

Reyyan Sibel Teke, Ömer Ali Çamcı, Mustafa Aktaş
    Evvel zaman içinde uzak ülkelerden birinde yaşayan bir dev varmış. Dev, insanları hiç sevmez sürekli onları gördüğünde korkutur, onlara kötülükler yaparmış. Özellikle çocukları üzmekten, onların burunlarını, kulaklarını ısırmaktan çok mutluluk duyarmış. Dev çok güçlü olduğu için çocukların anne babaları da ona bir şey yapamazmış. Devin evi ormanda, büyük ağaçların arasında kocaman bir sığınakmış. Boş zamanlarında kocaman ağaçlar keser burada evini genişletirmiş. İnsanlar ormana yaklaşamazlar ama yeşilliklerin azaldığını her geçen gün uzaktan görürlermiş. 
    İnsanlar, hem kendilerini rahatsız eden hem de ormanı yok eden bu dev karşısında çaresizlermiş. Konuşmak istiyorlarmış onunla ancak korktukları için kimse yanına gidemiyormuş. 
    Günün birinde köydeki çocuklardan biri böğürtlen toplarken köyünden uzaklaşmış, uzaklaşmış, uzaklaşmış. Vaktin nasıl geçtiğini fark etmemiş. Bir de bakmış ki hava kararmak üzere. Tam çaresizce düşünürken gök gürlemeye ve yağmur da yağmaya başlamış. Telaşla sağa sola koşmuş ama kaybolduğunu fark edince çaresiz oturmuş ıslanmayacağı bir yere. Üç beş dakika etrafı seyretmiş. O sırada uzakta bir ışık görmüş. Burada yaşayan birileri varsa beni evime, köyüme götürür düşüncesiyle ışığa doğru koşmuş. İyice yaklaşınca kocaman, ağaçtan yapılmış bir sığınakla karşılaşmış. Sığınağın kapısını cılız bir biçimde tıklatmış ve bir süre sonra gürültü ve homurtuyla kapı açılmış. Karşısında herkesin korktuğu devi görünce çocuk bir an korkmuş ve dev’e demiş ki:
    -Çok yorgunum ve kayboldum. Sana bir zararım olmaz, senin de bana zarar vermeyeceğini düşünüyorum. Beni köyüme götürür müsün? 
    Dev, önce gülmüş, kahkahalar atmış:
    -Zavallı bir insanoğlu kapıma kadar gelmiş, bu ne cesaret! Başına neler geleceğini bilmiyor musun sen? Defol git yoksa sonun iyi olmaz, demiş. 
    Küçük çocuk korkuyormuş ama yapacak bir şey de yokmuş:
    -Ne yaparsan yap, ben buradayım ve geceyi burada geçireceğim şayet beni köyüme götürmezsen, demiş. 
    Dev, kapıyı kapatarak içeri girmiş, çoluk çocukla uğraşacak zamanım yok, demiş içeri girerken. Çocuk bu duruma daha da üzülmüş. Köyüne dönmeye çalışsa ormanda yırtıcı hayvanlara yem olabilirmiş. Sığınağın kapısı önüne büzülmüş ve orada uyumuş. Uykusunun en derin yerinde dev kapıyı açmış, çocuğu halen orada görünce sinirlenmiş. Çocuğun ensesinden tutarak koşar adımlarla onu ormanın uzak bir yerine bırakmış, dönmüş. Ormanda çaresiz ve uykulu bir şekilde beklerken çocuk birden yanında bir peri görmüş. Peri ona:
    -Üzülme küçük çocuk. Şanslı günündesin. Ben bu ormanın perisiyim. Devle benim de aram hiç iyi değil. Onu değiştirecek bir iksir yaptım ama bir türlü içmeye ikna edemedim. Şimdi seninle bir plan yapalım ve bu iksiri ona içirelim, demiş. 
    Plan şöyleymiş. Peri, çocuğu yeniden sığınağın önüne koyacakmış. Bu kez sana güzel bir içecek verirsem geceyi burada geçirebilir miyim, diyecekmiş. Zaten iksiri içen dev, artık zararsız hale gelecekmiş. 
    Planı uygulamışlar. Çocuk, devin kapısını çalmış. Dev daha öfkeli ve gür sesle:
    -Senden kurtuluş yok mu? En iyisi seni sonsuza kadar susturmak, diye bağırmış. Çocuk:
    -Eğer geceyi burada geçirirsem sana güzel bir içecek verebilirim, diyerek elindeki şişeyi uzatmış. Çok güzel ve faydalı bir şuruptur bu. Köyümüzde herkes bunu severek içer, demiş. Dev şişeyi alır ve çocuğu yeniden atarım bir yerlere diye düşünmüş. Şişeyi alıp içtiği anda birden yüzü önce sararmış, sonra gözleri dönmüş, başında yıldızlar dolaşmaya başlamış ve yere devrilmiş. Bayılmış. Olayları izleyen peri, korkacak bir şey olmadığını söylemiş. Çocuk yine de endişeleniyormuş. Devin yüzüne, ellerine su serpmek için içeri girmiş. Dev’in bardak olarak kullandığı kapları kova büyüklüğündeymiş. Bu kaplarla devin yüzüne ellerine su serpmiş çocuk. Dev uyandığında yüzünde küçük bir tebessüm varmış. 
    -Haydi küçük çocuk, seni köyüne götürelim, demiş. Birlikte yola koyulmuşlar. Dev artık sevecen, iyi kalpli biriymiş. Küçük çocuğa yol boyu devlerden, perilerden bahseden güzel masallar anlatmış. Köye vardıklarında çocuğun ailesi önce korkmuş ama Dev'i değişmiş buldukları için onunla sohbet etmeye başlamışlar. Dev, köyden ayrılırken artık ağır işlerinde insanlara yardım edeceğini ve doğayı koruyacağını da söylemiş. Orman Perisi, çocuk, köylüler ve Dev çok mutluymuş. 

KEKİK ÇAYI

 
Elif Erva Öztürk 
    Havalar iyice soğumuştu. Boğazında hafif bir yanma hissediyor, hasta olacağından endişe ediyordu. Annesi Ayşe’ye nane limon kaynatıyordu. Nane, limon çayı güzeldi ama sürekli içilecek bir şey değildi. Annesi Ayşe’ye bir akşam farklı bir çay ikram etti. Çayı daha yudumlamadan kokusunu hissetti Ayşe. Kekik, dedi. Anne bunda kekik kokusu var. Annesi:
    -Evet Ayşe, dedi. Kekik çayı da faydalıdır, vücut direncini artırır, dedi. Ayşe keyifle kekik kokusunu içine çekerek çayını yudumladı. Ertesi gün daha iyi hissediyordu kendisini. Ama aklında şöyle bir soru vardı:
    Bu kekik acaba hangi dağlardan, hangi coğrafyadan toplanarak gelmiş, kendilerine içecek olmuştu?

GÜNEŞE YAKIN KEKİLER

 Aysel Zümra Yuvacı 

Kekiği çok seven Fatma nine, her yaptığı çorbaya kekik koyuyordu. Bunun nedenini bilmeyen torunu Ayşe, Fatma ninenin çorbalarını içtikten sonra ninesinin neden kekiği çok sevdiğini anlıyordu. 
Fatma nine yaz mevsiminde Ali amca ile köye gider o mis kokulu kekiklerinden toplardı. Fatma nine kekik toplamaya gidecekti. Bu kez Ayşe’yi de götürecekti. Hava rüzgarlıydı. Ayşe o taraftan bu tarafa savrulup duruyordu. Serçeler eşliğinde yola çıktılar. Kekikler o kadar güzel kokuyordu ki daha dağlara çıkmadan kokuları geliyordu. Ayşe en yakındaki kekiklerden toplayıp çorbalar yapacaktı. Kekik topladılar çokça. Hava kararmaya yakın Ali dede traktörle gelerek Fatma nine ve Ayşe’yi eve getirdi. 
Ayşe’nin günü o kadar güzel geçti ki yattığı minderde yorgunluktan uyuyakalmıştı. 
Sonraki günlerde kekikleri kuruttular ve kavanozlara koydular. Bir sonraki kış mevsiminde çorbalara katılacak kekiklerde artık Ayşe’nin de emeği vardı. 

DAĞCI OLMAK İSTEYEN KIZ

 Elif Yüsra Yaralı

Bir zamanlar küçük bir kız varmış. Hep dağcı olmayı düşünüyormuş. Bir gün babasına demiş:
-Baba, ben dağcı olmak istiyorum. 
Babası:
-Rüzgar esince olursun, demiş.
Kız:
-Nasıl yani baba?
Babası:
-Büyüyünce olursun, demiş. 
Kız içinden:
-Neyse, on yaşıma kaç gün kaldı ki?
Cama dönüp düşünmüş. Ben ne zaman büyüyüp serçe gibi uçacağım. Zamanlar aradan uçup gitmiş. Artık kız yirmi yaşına gelmiş. Dağa çıkınca demiş ki:
-Baba artık dağcıyım, burnuma kekik kokuları geliyor. 

8 Aralık 2023 Cuma

RÜZGÂR

    Elif Erva Candan

    Esiyordu, esiyordu rüzgar. İçimi ferahlatan o güzel serinlik geçiyordu bir hafiflikle sokaklardan. İlkbahar rüzgarıydı bu insanın kalbini okşayan. 

    O gün çok güzel başlamıştı. Okula gitmek İlk defa hoşuma gitmişti. Okula vardığımda ise o dört duvar beni sıkıntıya boğmuştu her zamanki gibi. Uzaktan göründüğü kadar hoş değildi duvarların ardı. Okula ilk ben gelmiştim. Bu sessizlikti belki de beni rahatsız eden. Okulda tek sevdiğim şey arkadaşlarım, arkadaşlarımla zaman geçirmekti. Resim dersini bekliyordum mutlu olmak için. Resim çizmek beni mutlu eden bir şeydi ama o gün resim dersi de yoktu.  

    Bu sessizliğin içinde yuvarlanırken birden öğretmenim sınıfa geldi. Çok seviyordum onu. O da şaşkındı çünkü benden başka öğrenci halen yoktu sınıfta. Sessizlik ve şaşkınlık kısa sürdü. Sınıfım birinci kattaydı ve penceresi açıktı. Birden bire içeriye pencereden bir kedi girdi. Çok sevimli bir kediydi bu ancak garipti. Derken olan oldu. Meğer ağzında bir fare varmış kedinin. Fareyi öğretmenimizin ayaklarının dibine bıraktı kedicik. Öğretmenim neye uğradığını şaşırdı, ben o esnada bastım çığlığı. Fare bir iki debelendikten sonra kaçıp gitmişti bile. İkimiz de kediye bakakaldık. Siyah gözlü, beyaz tüylüydü kedi. Biz ona bakarken bir arslan gibi kükreyiverdi. Çok korkmuştum bu sesten. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum ki her yer kapkaranlık oldu ve bunun bir rüya olduğunu ancak uyanınca anladım. Kendi kendime düşündüm: Her şey rüya ise rüzgar neden o kadar gerçekçiydi?

    Ah, okula geç kalmışım, gitmem gerekiyor şimdi.  


KİTAPLARIM

Zeynep Kılıç
 
Benim güzel kitaplarım
Benim can arkadaşlarım
Hepinizi seviyorum
Benim can arkadaşlarım

Sizi her yerde överim
Sizle hayale giderim
Sizsiniz benim her şeyim
Benim can arkadaşlarım

ANLADIM

Zeynep Üstündağ
 
Hep düşünüyordum büyüyünce
Ne olacağım diye
Şiir yazmaya başladım birden bire
İnanıyordum bir gün ben de bir şeyler başaracağım
Fark ettim ki 
Şair olacağım
 
Kalemi kağıdı aldım elime
Gerçek bir şiir yazmaya başladım ben de
Artık son derece kararlıyım
Ben şair olacağım

7 Aralık 2023 Perşembe

ÇİÇEK

Meryem Er


Üç yapraklı bir çiçek olmak isterdim
Yemyeşil çimenler içinde
Üç yaprağımın rengi de başka olsun isterdim
Sarı, mor, pembe

İnsanların bilmediği
Uzak çok uzak bir dağda 
Üç yapraklı bir çiçek olmak isterdim
Özgürce yaşamak için yukarılarda

CANATAN'IN SERÜVENLERİ

Atıf Kaan Salar, Umut Bulut, Akın Eliş

    1. Esrarengiz Kutu

    Uzak ülkelerin birinde, bilinmeyen bir zamanda henüz devler ve ejderhalar dünyada yaşıyorken Canatan adında bir çocuk dev varmış. Canatan, emsallerinden küçük olduğu için çoğu zaman alay konusu olurmuş. On bir yaşındaymış ancak normal bir insandan birazcık uzunmuş. Hatta ilk zamanlar onu ailesi sıradan bir insan zannederek bir köyün yakınına bırakmayı düşünmüşler ancak annesi buna müsaade etmemiş. 
    Canatan, aslında güler yüzlü, iyi kalpli, sevecen ve söz dinleyen bir devmiş. Diğer devlere minareye bakar gibi bakarmış. Arkadaşları ona Junior Canatan derlermiş boyundan dolayı. Canatan’ın bir özelliği de kafiyeli konuşmayı sevmesiymiş. Kendisine sorulan sorulara ya tekerleme ya da mani gibi cevap verirmiş. Kendisiyle alay edenlere:
    Demeyin Junior bana
    Ahırda olur dana
    Beni küçük görüp de
    Atmayın siz yabana, dermiş. 
    Arkadaşlarıyla pek oynamadığı için dağda, bayırda gezer, mağaralarda resim çizer ve içine atladığı gölü taşırarak balık tutarmış. Bir gün balık tutmak için gittiği küçük gölün kenarında kumlar arasında eski bir kutu bulmuş. Kutunun sağlam bir kilidi varmış. Kilidi kurcalamış ama açılmamış. Kutuyu önüne almış ve başlamış yine söylenmeye:
    Kutusun tamam bildim
    Seni ben burda buldum
    Açacağım diyerek
    Saatlerce yoruldum, demiş. O sırada kutunun altında bir not görmüş. Notta şöyle yazıyormuş:
    Arıyorsan anahtar
    Onu bulmakta ne var
    Döndür başını bir bak
    Etrafında neler var.
Heceleye heceleye bu sözleri okuyan Canatan, etrafına bakmış, yanında birdenbire bir duvar belirmiş. Duvarın arkasına bakmak istemiş ama boyu yetişmemiş. Bu sözlerin şifreli olduğunu, kutuyu açmak için buralarda bir çözüm bulması gerektiğini düşünmüş. Bir süre duvara tırmanmaya çalışmış, sonra yerine oturup nota bir daha bakmış. Dizelerdeki harfleri saymaya başlamış. Önce sadece ünlü harfleri saymış. Tüm dizeler 7 ünlü harften oluşuyormuş. Sonra bunun bir anlamı olmadığını düşünerek tüm harfleri saymış. İlk üç dize on altışar harften son dize 17 harften oluşuyormuş. Dizeleri toplamış 65 sayısını bulmuş. Eline bir çubuk alarak kumlara 65 yazmış beklemiş. Canı sıkılmış. Hemen altına ünlü harflerin toplam sayısını yazmış: 28. Canı daha da sıkılmış. Bir süre beklemiş. 65’ten 28’i çıkarmaya çalışmış ama matematiği zaten iyi değilmiş. 65 taş toplayarak içinden 28 tanesini seçmiş, geriye kalanları sayınca 37 sayısını bulmuş. Bu sayıyı bulur bulmaz duvardan bir ses gelmiş ve bir kapı belirmiş. Kutuyu da alarak kapıya uzanmış. Kapıyı araladığında önce korkmuş sonra heyecandan kalbi duracak gibi çarpmaya başlamış. 
                                                        1. Bölümün Sonu


SAHANDA MUTLULUK

Metehan Ersoy

Yumurta olmasaydı dünyada
Yumurtalar olmasa
Anlamsız olurdu benim için
Sabahlar ve akşamlar
Çoğu zaman yetiyor mutlu olmama
Küçücük bir yumurta
Hele de sahanda

ACELE

İnsan ben yaşlarda ise
Büyümek istiyor çabucak
Kavuşmak istiyor hayallerine
Takılmadan derslere
Ve takvimlere

İnsan ben yaşlarda ise
İyi olsun istiyor her şey
İyiye gitsin dünya
İyiliklerle donansın yeryüzü
Çünkü mutluluk yakışıyor insanlara
Doğaya

İnsan ben yaşlarda ise
Hayal kuruyor boş zamanlarında 
Bir hayalden diğerine geçiyor dakikalar içinde
Huzur, güzellik, saadet var hepsinin içinde

İnsan ben yaşlarda ise
Büyümek istiyor çabucak
Çıkmak istiyor merdivenleri
Kaybetmeden içindeki
Umudu cevheri

ÖNEMSİZ BİR HABER

    Metehan Ersoy

    Sıcak bir yaz günüydü. Gökyüzünde tek bir bulut görünmüyordu. Akşama kadar güneşin ısı ve ışığından yapraklar bitkin düşmüştü. Solmuştu. Her zaman çığırtkanlık yapan kuşlar bile yuvalarından çıkmamıştı. Sokaklar da tenhaydı gün boyu. Güneş batmaya doğru uzaklaşınca önce kuşlar, sonra çocuklar sonra da insanlar evlerinden çıkmaya başladılar. Çıkan sadece onlar değildi, ay ve yıldızlar da çıkmaya başlamış, berrak gökyüzünü cılız ışıklarıyla aydınlatıyorlardı. 
    Gün boyu o da evde yatmış, internette haberlere bakmış, arada arkadaşlarıyla sohbet etmişti. Arkadaşlarıyla akşam buluşması için sözleşmişlerdi. Gece yarısına kadar gezecekler, gündüz dolaşamamanın acısını çıkaracaklardı. Canı istemese de bir şeyler atıştırdı. Önünde uzun bir gece ve bol muhabbet, yürüyüş vardı. Önce buluşup biraz gezecekler sonra bir çayevi bulup oturup sohbet edeceklerdi. Hava biraz olsun serinlemişti. Yürüyerek çarşıya inmeyi tercih etti. Gün boyu tembellik etmişti, açılırım diye düşündü. 
    Gündüz okuduğu haberlerden biri zihnini meşgul ediyordu. Haber şöyleydi:
Bu gece atmosfere girecek meteor, kısa süre içinde arkasında iz bırakarak Dünya’ya düşecek. Meteor çok büyük olmadığı için büyük kayıplara neden olmayacak.
Haber böyleydi ve yaşadığı ilden meteorun görülebileceği de belirtilmişti haberde. Gökyüzüne baktı, gözleri hareket eden ışıklı bir cisim aradı fakat yıldızlar ve Ay’dan başka bir şey yoktu gökyüzünde. Her gün onlarcasını kapattığı uydurma haberlerden biri olduğunu düşündü bunun. Bu düşüncelerle ilerlerken buluşma noktasına varmıştı bile. Arkadaşları da gün boyu kendisi gibi tembellik yapmışlardı. Yaz, yorucu ve ağır geçiyordu. Sonbaharı hatta kışı özlemişlerdi. Havadan, sudan, oradan, buradan dakikalarca konuştular. Bir ara küçük bir sessizlik oldu ve tam o esnada:
    -Bugün meteor düşecekmiş, haberiniz var mı, dedi. Arkadaşları sessizliği bozan bu cümleye kahkaha ile cevap verdi ve sataştılar:
    -Biz de sabah beri neyi düşündüğünü merak ediyorduk, demek derdin bu ha! Meteoru düşünüyorsun.     Biz de önemli bir derdin var zannettik…
    Diğer arkadaşı gülerek devam etti:
    -Öyle demeyin, belki de evine düşer meteor Hayrettin’in. 
Kahkahalar arttıkça Hayrettin’in önce canı sıkıldı ama baktı ki arkadaşlarının umurunda değil o da umursamadı. 
    Gece zaman çabuk geçti. Arkadaşlarıyla çarşıda son bir tur attıktan sonra herkes evine gidecekti. Yürümeye başladılar. Bir süre yürüdükten sonra Hayrettin gökyüzünde hareket eden bir cisim gördü. Önce umursamadı ama tekrar baktığında cisim büyüyor ve halen hareket ediyordu. Telaşlandı, arkadaşlarına parmağı ile gökyüzünü gösterdi. Arkadaşları oldukları yere çivilenmiş gibiydi. Diğer insanlar da durumdan haberdar olmuşlardı, herkes durmuş gökyüzüne bakıyordu. Çıplak gözle ilk kez meteor görüyordu insanlar. Büyük değildi ama sesi duyuluyordu ve hızlıydı üstelik yakındı. Hayrettin gözlerini kırpmadan meteoru takip etti, mahallesinin tam üzerindeydi ve küçük bir patlama sesinden sonra meteorun düştüğünü herkes anladı. Nereye düşmüştü? Hangi semte? Acaba boş araziye mi yoksa yerleşim alanı üzerine mi? Neticede düşmüştü artık, kafa yormanın anlamı yoktu. 
    Hayrettin artık bir hikâyenin, endişenin sonuna gelmişçesine arkadaşlarından ayrıldı ve evine doğru gitmek üzere metroya bindi. On dakika sonra kendi semtlerindeydi. Metrodan indi, dalgın dalgın evinin bahçesine doğru yürüdü. Bahçe kapısını açmaya çalıştı ama kapı sıcaktı, az kaldı eline yapışacaktı demir kapı. Alçak bahçe duvarından atlayarak içeri girdiğinde önünde hâlâ soğumamış bir taş vardı. Kitap büyüklüğündeydi ve tam kapının arkasında duruyordu. Zihninde o cümle birden canlandı:
    -Öyle demeyin, belki de evine düşer meteor Hayrettin’in.

6 Aralık 2023 Çarşamba

GÖK GÜRÜLTÜSÜ

Meva Vural

Çoğu insan ürker senin sesini duymaktan
Özellikle geceyse
Yalnızsa
Sessiz bir yerdeyse
Bir de yağmur bulutları yaklaşmışsa
Yeryüzüne
Senin sesini duymak
Korkutucu bir şeyler fısıldar insanlara

Oysa sen
Rahmetin habercisi
Bereketin müjdecisi
Oysa sen
Az sonra başlayacak temizliğin
Temsilcisi
Gök gürültüsü
Kimseler sevmese de seni
Benim sevgim sana yetmez mi



BULUŞMA

   Semih Karataş

    Sabahın ilk serinliği yavaş yavaş geride kalıyordu. Sokaklar hareketlenmeye başlamış, insanlar uykularından uyanmış, günlük telaşın peşine düşmüşlerdi. Hava yaz günlerine has bir hızla öğleye doğru ilerledikçe ısınıyordu. O, alışkındı erken uyanmaya ama yollar boş olduğu için dışarıya erken çıkmıyordu. Şimdi kahvaltısını yapmış, çıkmak için hazırlanıyordu. Senelerdir dizlerinin, gözlerinin, belinin ağrısı bitmeyen eşi ona eşlik edemezdi. Tek başına dışarıya çıkıyor, birkaç tur atıyor mahallede sonra öğlen namazını büyük bir camide kılmaya özen gösteriyor, akşam yemeği için ekmek alıyor ve dönüyordu. Üç çocuğu vardı ve üçü de çalışıyordu, üstelik çocuklarının eşleri de çalışıyordu. Torunları olmasa çoktan silmişti onları dünyasından. Torun başkaydı… O istiyordu ki torunları hep yanında olsun, en azından her hafta onları görebilsin, onlarla parka gitsin, onlara kendi gençliğini anlatsın… Oysa onlar ayda en fazla bir kez gelebiliyordu ziyarete. O da çabucak biten bir ziyaret. 
    Hayat nasıl da hızla geçmişti. Çocukluk, gençlik yıllarında bir gün yaşlanacağı ve evde yalnız kalacağı aklının ucundan bile geçmiyordu. Hele dede olacağını düşünmemişti hiç. Şimdi dedeydi ve onu hayata bağlayan tek şey torunlarıydı. Bu düşüncelerle ilerlerken başının ağrıdığını hissetti. Zaten arada yokluyordu bu ağrı. Birazdan geçer, diye düşündü ve yine geçmişin aydınlık sokaklarında hayali gezintiye devam etti. Birkaç adım daha attı ama ağrı azalmıyor, artıyordu. Nefes almakta da güçlük çekmeye başladı. Çaresiz bir yere oturmak zorundaydı. Birkaç adım ötede bir ağaç gölgesi gözüne kestirdi ve kendisini oraya zor attı. Nefesi iyice sıklaşmış, göğsü daralmaya başlamıştı. Baş ağrısı dayanılmaz hale gelmişti. Ağacın altına istemsizce oturdu ve uzandı. Yoldan geçenler ihtiyar adama sadece bakıyor, kimsecikler durup da yardımcı olmak gibi bir niyet taşımıyordu. Yoldan geçen gençlerden biri hızla yanına koştu ve sordu:
    -Amcacığım iyi misin, neyin var? İhtiyarın gözleri kapalıydı ve derin nefes almaya çalışıyor ama alamıyordu. Genç sağa sola baktı, gelip geçenlerden yardım istedi:
    -Lütfen bana yardım edin. Ambulans çağırın! 
    Birkaç dakika sonra ağacın etrafında küçük bir kalabalık oluştu. İnsanların elinde cep telefonu kimileri bir yerleri arıyor, kimileri video çekiyor, kimileri de kolonya, su gibi şeyler olup olmadığını soruyordu etraftakilere. Bir süre sonra çığlığı andıran sesiyle ambulans geldi. İhtiyara ilk müdahale yapıldı. Tansiyonu ve nabzı yüksekti. Kalp krizi riski taşıyordu. Sedye ile hastaneye götürülmesi gerekiyordu. Kalabalıktan ihtiyarı tanıyan birinin olup olmadığı soruldu. Kimse tanımıyordu. Ambulans ihtiyarı da alarak uzaklaştı. 
    İhtiyar uyandığında hastanedeydi. Vücuduna bağlı cihazların sesleri kulak tırmalıyordu. Ne olmuş, nasıl olmuş, buraya nasıl gelmişti? Eşi aklına geldi. Haberi var mıydı olanlardan? Panikledi. Onun uyandığını gören görevliler yaklaşarak:
    -Ebubekir amca, geçmiş olsun. Kalp krizi atlattın ama şimdi iyisin, dediler. 
İhtiyar, bir şeyler soracak, söyleyecek oldu, görevlilerden bir diğeri:
    -Üzerindeki kimlikten adını ve yakınlarını tespit ettik. Endişe etme, her şey geçti ve şimdi gayet iyisin, dedi. Bilinci yerine geldiğinde kapının önünde bir kalabalık gördü. Eşi, çocukları ve torunlarının birkaçı da oradaydı. Tebessüm etti. Eşine doğru bakarak:
    -Sen evden dışarıya çıkabiliyor muydun? Nasıl geldin buralara kadar, diye sordu. Eşi, Ebubekir amcanın sesini duyduğuna sevinmişti. Çok endişe ettiği hatta ağladığı yüzünden belliydi kadıncağızın. Sadece titrek bir sesle:
    -Çocuklar getirdiler, dedi ve içeriye adım attı. Yandaki boş yatağa güç bela oturuverdi. 
    Onun ardından çocuklar ve torunlar da içeriye geldi. Çocuklarıyla göz göze gelmemek için direk torunlarına uzattı elini. Özellikle beş yaşındaki Selim’i çok severdi. Onu kolundaki kabloları kenara çekerek yakınına aldı. Semih:
    -Dedeciğim, seni çok özledim. İyi misin şimdi, diye sordu. Yaşlı adam iyi görünüyordu. 
    -İyiyim yavrucuğum, sizleri gördüm hiçbir şeyim kalmadı, dedi. Ardından çocuklarına küskün bir bakış attı:
    -Burada mı görüşecektik sizinle, torunlarımı burada mı görecektim, dedi. Çocuklar hatalarını anlamış olmanın utancıyla bakışlarını yere diktiler. 

5 Aralık 2023 Salı

YEŞİL

     Zeynep Karaman
    Sonbahar gelmişti. Kapalı havaları oldum olası sevmezdi. İçine derin bir hüzün çöker, hareket etmek, bir şeyler yapmak istemezdi çünkü küçücük yaşına rağmen sonbahar ona hep üzüntüyle gelmişti, kötü olaylar yaşamasına neden olmuştu. Mesela annesini üç yıl önce kaybettiğinde de sonbahardı. Annesini kaybettikten sonra babasıyla yaşamaya başlamıştı. Başkaca kardeşi yoktu. Babası ise işlerinin yoğunluğundan dolayı ancak gece yarısı eve geliyordu. Bazen görüyordu bazen sabahları ancak görebiliyordu. Babası sabahları da erken gitmek zorundaydı. 
    Yaşadıkları küçücük bir köydü. Zaten babasının işe erken gidip geç dönmesinin sebebi de köyde yaşıyor olmalarıydı. Şehre göçmeyi babası düşünmüyordu. Geçen yıla kadar ninesi kendisiyle kalıyordu ve annesini neredeyse aratmayacak kadar ev işlerine, yemeğe yardımcı oluyordu ancak ninesini de geçen sonbahar uğurlamışlardı sonsuzluğa, annesinin yanına…
    Akrabaları, amcası, dayısı da aynı köydeydi ve babası işe gittiğinde Hülya’nın en azından yakınında birilerinin olduğunu düşünerek rahat hareket ediyordu. Oysa rahmetli ninesinin arada söylediği bir söz vardı: Damdan dama ışık düşmez. Gerçekten de öyleydi. Etrafındaki akraba evlerinden kendilerine çok bir fayda yok gibiydi. Hülya’nın büyüdüğünü, ev işlerine artık yetişebileceğini düşünüyorlardı galiba oysa henüz dokuz yaşındaydı. 
    Hülya o sabah babasının yüzünü görmeden uyandı. Kahvaltısını tek başına yaptıktan sonra cumartesi günü olduğunu hatırladı ve haftalık Pazar alışverişini yapmak üzere köyün meydanına kurulan pazara doğru yürüdü. 
    Pazardaki insanlar Hülya’ya garip bakıyordu bu sefer. O, pazara girdiği anda büyük bir sessizlik başlamıştı pazarın içinde. Bağıran, satış yapan insanlar bile sessizdi. Birkaç tezgâhın önünde durdu. Peynir alırken peynir satan kişi Hülya’ya hüzünle bakarak:
    -Baban nasıl, epeydir göremiyorum, dedi. Hülya hiç beklemediği bu soruya biraz endişe ile cevap verdi:
    -Ben de arada görüyorum zaten. İşe gidip geliyor…
Adam devam etti:
    -Zor olmuyor mu her sabah şehre, fabrikaya gidip gelmek? Senin için de zor olmuyor mu tek başına yaşamak? 
    Hülya sadece yarım bir sesle:
    -Zor, dedi ve uzaklaştı. Biraz ilerledi, elma tezgâhının önünde de benzer sorularla karşılaşınca içini bir ürperti kapladı. Neden herkes benzer soruları soruyordu?
    Küçük bir rüzgâr ayaklarının dibine sarı yaprakları getirdi ve bıraktı. Ona bir şeyler demek ister gibiydi yapraklar. O anda yine sonbahar olduğunu hatırladı. Üşüdü… Yalnızlığı iliklerine kadar hissetti. Kötü bir şeyler olmasından korkuyordu. Elindeki elmaları da bırakarak evine koştu. 
    Akşam, olmak bilmiyordu. Kafasında hep kötü hikâyeler dolaşıyordu. Sonbahar neden gelmişti ki yine. Akrabalarına uğramayı düşündü vakit geçirmek için, sonra vazgeçti. Ödevlerine baktı, biraz kitap okumaya çalıştı. Başını kitaptan kaldırdığında saatin on ikiye yaklaştığını gördü ve tedirginliği daha da arttı. Neden herkes suskundu pazarda ve neden babasını soruyordu? Zaten onu görmeyeli birkaç gün olmuştu. Aklına babasının odasına gitmek geldi. Sabah terk edilmiş gibi değildi yatak. Yoksa birkaç gündür hiç eve gelmemiş miydi? Başı ağrımaya başladı. 
    O sırada kapıdan gelen tıkırtılarla heyecanlandı. Gelen babasıydı. Kapıya koştu. Babasının başında sargı vardı, elinde de kâğıtlar vardı. Hülya ağlamaya başladı onu bu halde görünce. 
Babası içeri girdi ve olanları anlattı. İki gün önce çalıştığı fabrikada büyük bir patlama olmuştu. Babası bu patlamadan kurtulan şanslı kişilerdendi. Fabrika sahibi yüklü bir tazminat karşılığı babasına süresiz izin de vermişti. Artık Hülya babasını her gün görebilecekti. Belki babasının çalışmaya ihtiyacı bile kalmayacaktı. 
    Ertesi gün uyandığında Hülya dışarıya baktı pencereden. Ağaçları seyretti uzun uzun. Bu sonbahar farklıydı çünkü hep sarı olan yapraklar arasında hâlâ yeşil kalmış olanlar da vardı. 

HİÇBİR ŞEY

Emir Baran İpek

Hiç olmadığım kadar iyiyim
Çünkü hiç
        İyi olmadım

Hiç olmadığım kadar rahatım
Çünkü hiç
        Rahatı tatmadım

Var, demek hiç olmadı
Hiçlik hep çoğaldı
        Düzen
Parça parça ayrıldı
        Hiçliğin
            Ortasında 

Olmak hem de olmamaktır
İşte her mesele bu
Bundan çıkaracağın şu
        Hiç
            Bir 
                Şey 





3 Aralık 2023 Pazar

YOLSUZ

 Yusuf Kerem Köse

 

ben ve boşluk
odamda bir başımıza
yolumuz yokuşluk
bakmadılar gözyaşımıza

sadece bir sözcük
yetiyor terk edilmek için
duydum yokuşta bir ses
gidin gidin 
diyor gibiydi herkes

artık yeni günler
başlıyor benim için
dökülürdü tüm sözler
eskiden dediğimde niçin

değişiyordu sözcükler
derlerdi bana sorumsuz
yukarda tüm gözler
benim adımdır yolsuz


GÖZLÜK

Hanzade Eligüzel

Gözlük ne garip bir şey
Kimi renkli kimi şeffaf
Kiminde hoş duruyor
Kiminde tuhaf

Camlar pencerede de var
Ama onlardan bakan düzgün göremiyor
Gözlükler sanki küçük pencereler
İçinde gerçeği gizliyor

Gözler de aslında garip
Kimi mavi kimi yeşil
Kimi kahverengi
Sanırsınız zeytin


SİYAH ŞEMSİYE

Yusuf Kerem Köse

siyah
en sevdiğim renktir
yolda gördüğümde sahipsiz bir şemsiye
aldım onu yerden
elime
götürdüm onu evime
boyadım 
siyah renge
artık olmuştu o
siyah bir şemsiye

uzun yıllar geçti
yaşlandım
duvarda hala
asılı duruyor
öylece

eğer yataktan bir gün kalkabilirsem
çıkacağım onunla gezmeye
güneşli bir gün olsa bile


DÜŞÜNEYİM AZCIK

Kadir Üstündağ

Canın karpuz ister mi
     cık
Canın içecek ister mi
      cık
Canın cips ister mi 
     cık
Canın gezmek istiyor mu
      cık
Telefonla oynamak ister misin
      cık
Canım sadece istiyor cacık
    ama yine de düşüneyim
               az
                      cık

HAYALLERİM

Feyza İşbaşar

Geleceğim için
yeni ve mutlu günlerim için
kimsenin inanmadığı
hayallerim var kendim kendim için

hayallerim için umudum var
umutsuzluğa kapıldığım anlarım da var
hayallerimin peşinden gideceğim
umudum bittikçe tazeleyeceğim