akın eliş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
akın eliş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Haziran 2025 Cuma

ÇİÇEĞİN RÜYASI

 

 Akın Eliş

Irmaklar yorulmuştu, denizler, dağlar da. Kuşlar ürkerek uçmaktan yorulmuştu. Ağaçlar yorulmuştu, bulutlar ve insanlar da. Ölüm yorulmuştu dolaşmaktan yeryüzünde.

Kin ve kan kokusuna aldırmadan, yolun nereye çıkacağını bilmeden, gece gündüz demeden koşuyordu. Ansızın bir çiçek kesti yolunu, daha önce resmini bile görmediği bir çiçek. Ayakları yere çivilenmiş gibiydi. Çiçek fısıldadı:

 -Siz, çiçeklerin ve kuşların sesini duyarak cennet gibi bir dünyada kardeşçe yaşamak yerine dünyayı cehenneme çevirmeyi seçtiniz.

Bir çiçeğin rüyasında uyandığının farkında değildi.  

 

3. KÜÇÜREK ÖYKÜ YARIŞMASI 

TÜRKİYE İKİNCİSİ 

 


21 Şubat 2025 Cuma

KARMAŞIK DÜŞÜNCELER

Akın Eliş

 Her insanın iç ve dış dünyaları vardır. Toplumla beraber olduğu dünya, dış dünyadır. Dış dünyada insan, başka insanlarla iletişime geçmeyi, kendini düşünceleriyle yalnız bırakmayı tercih eder. Tamamen toplumdan bağımsız olduğu dünya ise iç dünyadır. İç dünyasında insan sadece düşünceleriyle beraberdir. Dış dünyadaki bütün etkileşimlerini iç dünyasında değerlendirir. Dış dünyada yaşadığı bir olay onu çok etkiler ve bu olay iç dünyasına da aynı etkiyi korumaya devam ederse o olay, anı olmaya adaydır. İnsanın iç dünyası çok karmaşıktır. Bazı insanlar, iç dünyalarındaki karmaşadan kaçar. Bu kaçma eğilimi korktuğundan değildir, iç dünyasındaki karmaşayı nasıl bir düzene koyacağını bilememesindendir. İç dünyasındaki karmaşayı kontrol altına alabilenler yani düşüncelerini yönetebilenler sanatçı olmaya ilk adımı atmış demektir. 
Birileriyle iletişim kurmak için dış dünya zorunlu gibi görünse de sanatçı olmak, düşüncelerini kontrol alabilmek iç dünyamızla da iletişim kurabileceğimiz anlamına geliyor. Bunun bir başka örneği ise insan iç dünyasındayken yani düşüncelerinde yalnızken bile düşüncelerini paylaştığı bir ortam vardır. O ortam, iç dünyasında taşıyan kişi tarafından şekillenir, anlamlandırılır. O kişinin düşünceleriyle o ortamda bulunan eşyalar birbiriyle özdeşleşir. Böyle bir ortama sonradan gelecek olan kişi, iç dünyasında yalnızken orada önceden yaşayan kişinin düşüncelerini hissedebilir. Yani her iki farklı iç dünya birbiriyle iletişime geçmiş olur böylece. İç dünyalar kesişmese de birbirinden etkilenebilir, birbiri hakkında izlenim edinebilir. Böyle bir ortama sonradan gelen kişinin hissettiği şeylerle orada daha önceden yaşayan kişinin hissettikleri benzerlik gösterebilir. Elbette farklılık da gösterebilir ve bunu sonradan gelen kişi rahatlıkla hissedebilir.  
Hepimiz insanız, her ne kadar farklılıklarımız olsa da biz aynı türün mensubuyuz. Bir yerlerde düşüncelerimiz birleşebilir ya da ayrılabilir.  Anılarımız da belki de böyle böyle oluşur. İç dünyalarımızdan dış dünyalarımıza kadar bizi etkisinde bırakan olaylar, ortamlar anıları bir ize dönüştürür. Burada dış dünyadan daha etkili olan iç dünyadır aslında.  Anı, insanın birbiriyle fiziksel etkileşiminin zihinsel boyuta aktarılmasıdır. 

7 Şubat 2025 Cuma

MERDİVEN

Akın Eliş


1. Bölüm
Serin bir bahar gecesiydi. Yarın için okul çantasını hazırlıyordu. Zihninde bir durgunluk vardı, anlam veremediği bir durgunluk. Çantasını hazırladıktan sonra lambasını kapattı ve yatağına uzandı. Yavaşça gözlerini yumdu ve uyumak için kendini bir süre zorladı ama uyuyamadı. 
Zihnindeki durgunluk daha da büyümüştü. Bir eksiklik seziyordu hayatında, büyük bir boşluk. Bu eksikliği anlamlandırmaya çalıştı. Evet, mutlu olmamıştı kaç zamandır. Mutluluğu unutmuştu. Kahkaha atmayı, tebessüm etmeyi bile unutmuştu. Neden mutsuz olduğunu bilmiyordu. Hayatındaki eksikliği bulmuştu ama bir çözümü yoktu bu eksikliğin, tıpkı bir nedeni olmadığı gibi. 
Bu sorunu düşündükçe mutsuzluğunun daha da arttığını hissetti. Gecenin bir yarısında onu uyutmayan tek sebep mutsuzluğuydu. Düşündükçe hatırladı, bu eksiklik hissi, birazcık mutlu olabileceği anlarda bile gelip karşısına dikiliyor ve onun mutsuzluğuna mani oluyordu. Düşünmekten yorulmuştu. Her şeye rağmen uyudu. 
Uyandı, hazırlandı ve okula doğru yola çıktı. Her yerde mutsuzluğunun nedenini düşünüyordu. Mutlu olamayacağını düşünmek, onu daha da mutsuz ediyordu. Bu düşüncelerle günü tamamladı ve akşam olduğunda evinin yolunu tuttu. 
Bu eksiklik hissini unutabilse belki de biraz mutlu olabilirdi ama nasıl unutacaktı eksiklik hissini. Bu düşüncelerle ilerlerken bu yol üzerinde daha önceden hiç görmediği bir ara sokak gördü. Oysa defalarca evine gidip gelmişti bu yoldan fakat bu ara sokağı ilk kez görüyordu. Mutsuzluğunu unutmak için farklı bir yoldan evine gitmek iyi bir fikir olabilirdi. Belki görebileceği yeni şeyler karşısına çıkar ve kendisini neşelendirirdi. Daha fazla düşünmeden ara sokağa girdi. Küçük ve dar bir sokaktı burası. Etrafta kimseler görünmüyordu. Bir film setini andırıyordu. Yollar taş döşeliydi ve yol kenarlarında araç da yoktu. Zaten yol kenarında araç olsa buradan başka bir aracın geçmesi mümkün olmazdı. Evlere baktı, pencerelerine, balkonlarına baktı. Evlerin pencerelerinde bir hayat belirtisi bile yoktu. Sokağın diğer ucu, bu ucundan görünüyordu ve diğer ucunda ışıltılı bir kapı görünüyordu. Bu kapı sokağın en sonundaki apartmanın yangın merdivenine ait olmalıydı. Daha sokağa sapar sapmaz iyi gelmişti bu sokakta yürümek ona. Işıltılı kapıyı merak ediyor ve heyecanlanıyordu. Yaklaştıkça aydınlık sanki daha artıyordu. Sonunda kapının önüne gelmişti. Etrafta kimseler yoktu. Biraz endişe etti ama içinden bir ses ona kapıyı açmasını söylüyor gibiydi. Bilmediği bir sokakta, tanımadığı bir apartmanın yangın merdiveninin kapısını açmak, çok doğru bir şey değildi fakat ellerine hakim olamıyordu. Sanki başka biri tarafından eli havaya kaldırılmış ve ışıltılı kapının kolu üzerine bırakılmıştı. Kapıyı açtı. Kapıdaki ışıltının kapının ardındaki aydınlıktan geldiğini anladı. Kapının ardı çok aydınlıktı ve hemen önünde bir merdiven uzanıyordu. Bir yangın merdiveni için hayli lükstü basamaklar. Birkaç adım attı ve kafasındaki tüm olumsuz düşüncelerden ayrılarak merdivenleri birer birer çıkmaya başladı. Attığı her adımda sanki yükü hafifliyordu. Takati kesilinceye kadar hızla devam etti merdivenlerden çıkmaya fakat merdivenler bitmiyordu. Oysa uzaktan çok yüksek bir görünüşü yoktu burasının. Biraz dinlenmesi gerekiyordu. Dinlendikten sonra devam etmeyi düşünüyordu. Merdivene oturduğu anda geriye doğru baktı ve aslında hiç yol almamış olduğunu fark etti. Halen merdivenin ilk katındaydı ve çıkış kapısı görünüyordu. Şaşkındı fakat şaşkınlığı uzun sürmedi ve mutsuzluğa dönüştü. Merdivenden indi ve evine doğru yürümeye başladı. 
Ertesi gün yine geleceğinden emindi. Hava çoktan kararmıştı. Evdeki işlerini hallettikten sonra yatağına uzandı. Bu günden sonra artık iki sorunu vardı: Biri mutsuzluğu, diğeri de anlam veremediği bu yangın merdiveni. 

2. Bölüm
Sabah uyandığında okula gitmek yerine önce yangın merdivenin olduğu binaya gitmeyi düşündü. Bunun için biraz erken çıkması gerekiyordu evden. Kahvaltısını bile bitirmeden yola çıktı. Bir süre yürüdü fakat dün akşam gördüğü ara sokağı bir türlü bulamadı. Oysa dün akşam nereden, hangi köşeden döndüğünü hatırlıyordu. Yolu birazcık değiştirmek amacıyla farklı bir sokağa girmişti fakat şimdi o sokak yoktu. Biraz daha dolaşacak olsa okula geç kalacaktı, bu yüzden okula gitmeye karar verdi. 
Gün boyu o sokağı neden göremediğini düşündü. Belki de ters yönden geldiği için zihni ona bir oyun oynamıştı. Okuldan evine giden yolda, orasını bulmak daha kolay olabilirdi. Bu yüzden gün boyu derslerin bitmesini bekledi. Üstelik bu kez merdivenlere işaret koymayı düşünüyordu. Böylelikle yaşadığı şeyleri biraz daha anlamlı hâle getirebilir ya da mantık düzeyine indirebilirdi. Mutsuzluğunun önüne geçmişti bu merdivenin esrarı. Bunu çözmeliydi. Bu durumu anlatabileceği bir arkadaşı olsaydı keşke, onunla beraber gitseydi yangın merdiveninin yanına fakat yoktu böyle bir arkadaşı. Hem olsa da belki alay ederdi yaşadıklarını ona anlatınca. 
İlk kez bir arkadaşın hayalini kuruyordu. Belki de mutsuzluğunun sebeplerinden biri buydu: arkadaşsızlık. Kocaman okulda bir tanecik bile olsun insanın arkadaşı olmaz mıydı? Yoktu işte…
Bu düşüncelerle okuldan ayrıldı ve dün akşam yolunu değiştirdiği yere kadar geldi. Yine aynı ara sokağı görmüştü. Sabah da bakmıştı buraya oysa fakat sabah bu sokağı görememişti. Biraz morali yerine gelmişti. Hızla yolun sonunda kendisini çağıran binaya doğru ilerledi. Artık bildiği bir sokaktı onun için burası ve binanın da yabancısı değildi. Bu kez ışıltılı kapıya yürürken içinde bir endişe yoktu. Kapının kolunu açarken de bir endişe hissetmedi. Zaten elleri, ayakları kendinden bağımsız hareket ediyor gibiydi. Kapıyı araladı, kapının ardında daha önceden de gördüğü aydınlıkla karşılaştı. Hemen önündeki merdivenden dün zaten çıkmıştı. Çıktığını zannediyordu. Çantasından renkli bir kalem çıkardı. Bu kez merdivenleri çıkmak için acele etmedi. Basamakları yavaş yavaş çıkıyordu ve çıktığı her basamağa bir sayı yazıyordu. Bir süre sonra rakam yazma işini daha da pratik hale getirmiş ve adımlarını hızlandırmıştı. Basamaklar hiç bitmeyecek sanıyordu. Kaleminin mürekkebi bitmeye yaklaşmıştı ki son basamağa 486 sayısını yazdı. Bitmişti artık basamaklar ve önünde parıltılı bir pencere gördü. Sanki güneşe yaklaşmıştı merdivenleri çıkarak. Pencereyi açmayı düşündü fakat pencerenin kolu yoktu. Biraz daha yaklaşarak aşağıya bakmaya çalıştı. Aşağıda bir şey görünmüyordu. Sadece buluta benzeyen bir sis tabakası vardı. Yukarıya bakmaya çalıştı fakat gözleri kamaştı. Kısık gözlerle bile yukarıya bakamıyordu. Merdivenin sırrını çözme çabasındayken yeni sorular geliyordu zihnine. Şimdi aşağıya doğru inmenin zamanıydı. Sayılara bakarak inmesi gerekiyordu. Yönünü aşağıya çevirdi. İlk basamakta oturdu. Bir süre dinlenip inmeyi düşünüyordu. Birdenbire aydınlığın daha da büyüdüğünü fark etti. Hiçbir şey görünmüyordu etrafta aydınlıktan. Gözlerini kapamak zorunda kaldı birkaç saniye. Gözlerini yeniden açtığında merdivenin ilk basamağındaydı ve çıkış kapısı karşısındaydı. Heyecanla dönüp geriye baktı, merdivenlere yazdığı sayıların hiçbiri görünmüyordu. Kaçmak, buradan çıkmak istiyordu. 
Hızla dışarıya çıktı. Buraya yeniden gelmek istiyor muydu, emin değildi. Mutsuzluğundan kurtulmak isterken bir belaya düşmekten endişe ediyordu. Zihin ve ruh hâlinin kötüye gitmesinden endişe ediyordu. Evine doğru ilerlerken iki gün önceki hayatının aslında ne kadar rahat ve güzel bir hayat olduğunu düşündü. Boşu boşuna kendine bir mutsuzluk icat etmişti. Mutlu olma, mutluluğu arama çabası onu büyük bir huzursuzluğa düşürmüştü. Yaşadıklarını belki de yazmalıydı. Günlük tutmak iyi bir fikirdi ama son iki günü geçerek başlayacaktı günlüğe. Bu düşünceler, içini biraz rahatlatmış ve zaten evinin önüne de gelmişti. 

SİZ, NASIL BİR OYUNCUSUNUZ?

Akın Eliş

Bizler; bir filmde, dizide rol yapan, kendisine verilen kişiliği canlandıran insanlara oyuncu diyoruz. Oysa insanların hepsi birer oyuncu. Hem de iyi oyuncu. 
Şimdi düşünün; kaç kez mutlu olmadığınız hâlde size nasıl olduğunuzu soran arkadaşlarınıza “iyiyim” diyerek tebessüm ettiniz ya da çok üzücü şeyler yaşadığınız halde ertesi gün arkadaşlarınızla buluştuğunuzda onları güler yüzle karşıladınız ve ruh durumunuzdan hiç bahsetmediniz, üzüntünüzü dışarıya sızdırmadınız? 
İşte bu yüzden hepiniz birer oyuncusunuz. 
Bu ve benzer olayları o kadar çok tekrarladınız ki siz bile ne zaman, ne kadar mutlu olduğunuzu bilemiyorsunuz. Kendinizi diğer insanlara olduğunuzdan daha iyi ve mutlu gösterme çabası içindesiniz daima. 
İnsanlar, olduklarından daha iyi olmak istiyor eğer bunu yapamıyorsa olduğundan daha iyi görünmek istiyor. Oysa elindekilerle yetinse belki daha mutlu olacak.
İnsan her şeye sahip olmak istiyor, her şeyi yaşamak istiyor ve sürekli mutlu olmak istiyor aslında. Bunu da başkalarına göstererek yapmak istiyor. Sonsuzluğu istiyor farkında olmadan. Bunlar gerçekleşemeyince ya da sınırlı kalınca başlıyor film ve insan bir oyuncuya dönüşüyor. Bu hisleri, düşünceleri gerçekleştirme yolunda insanın etrafının zarar görmesi de kaçınılmaz oluyor bazen. Bu durumda insanın bu sonsuz isteklerini yatıştırması gerekiyor ve orada başlıyor huzursuzluk, mutsuzluk ve film devam ediyor, oyun devam ediyor, roller değişse de oyun bitmiyor. 
Fakir, tez zamanda zengin; zengin de daha zengin olmak istiyor fakat bu hayatta sadece elindekilerle yetinen, daha iyisi için gerektiği kadar çabalayan ve daha iyi olmak için hırslanmayan kişiler gerçekten mutlu ve huzurlu yaşıyor.  
Hepimiz oynayarak yaşıyoruz bu dünyada. Kimimiz daha az kimimiz daha çok oynuyoruz. Çoğunlukla mutlu, huzurlu insan rolünü oynuyoruz. Her zaman, her insan bu oyunu sergilemese de herkesin hayatında mutlaka oyuncu rolüne büründüğü zamanlar oluyor.

17 Ocak 2025 Cuma

MERDİVENLİ HAYAT

Akın Eliş

Dünyaya bir baksanıza, dünyada yaşayan insanlara. Özellikle Batı’da yaşayan insanlara. Batı’da her şey adaletli, demokratik, diyoruz. Peki ya ne kadar adaletli ve demokratikler? Kendilerini bütün dünyaya böyle tanıtmışlar, kendilerinin reklamını dünyaya pazarlamışlar ve bunu yaparken en iyi biçimde yapmış olmalılar ki neredeyse hepimiz onları bu özellikleri ile tanıyoruz. Oysa bu dünyanın neresinde olursa olsun insan, değil dünyada, evrende en acımasız canlıdır. Ülkeler, kıtalar, farklı kültürler insanın acımasız yönünü ortadan kaldırmamıştır hiçbir çağda. İnsan, çoğunlukla kendisinden başkasını düşünmez hatta kendisiyle aynı düzeydeki bir insanı ezip onun üstüne çıkmak ister. Bu insanlığın kanunu olmuştur. O yüzden eşitlik, demokratiklik, adalet gibi kavramlar hiçbir zaman, hiçbir çağda tamamıyla dünyada uygulanamamıştır. 
Her zaman insanlar arasında bir sınıflandırma vardır. Bir merdiven vardır ve o merdivende herkesin oturabileceği basamak bellidir. Orda herkes yerini bilir ama hiçbir zaman yerinden memnun olmaz. Kimi bu basamakların altındadır kimi üstündedir, bu merdivende bulunanların tek ortak noktaları amaçlarıdır. Amaç ise aynıdır: En üst basmakta olmak. Bu merdivenin basamaklarını çıkmak için ise bulunduğunuz basamağın bir üstündeki insanlarla iyi geçinmeniz ve onlarla iyi anlaşmanız en geçerli kuraldır. Ya da basamakların üst kısmında tanıdığınız birilerinin olması gerekir. Bu amacı gerçekleştirirken de kendinizi bir üst basamakta bulunan insanlara iyi tanıtmanız gerekir, yani onların sizi olumlu yönlerinizle tanıması lazımdır ama insan acımasız bir canlıdır. Sizin bir basamak üstünüzdekiler çoğunlukla sizin iyi yaptığınız şeyleri ufak bir tebrikle geçiştirirken küçük bir hatanızda sizi silerler, unuturlar, görmek istemezler. Hatta ellerinden geliyorsa bulunduğunuz yerden bir alt basamağa iteklerler. 
Siz, kendinizi bir basamak üsttekilere ne kadar iyi tanıtırsanız tanıtın ve ne kadar üst basamağa layık olursanız olun; onlar, kendilerinden alt basamaktakileri her zaman eksiklikleriyle, üst basamaktakileri ise en olumlu yönleriyle görürler çünkü kendilerinin de üst basamağa çıkması bu bakış açısına bağlıdır. Bu bakış açısına sahip olmayanlar aynı basamakta beklemeye mahkûmdur. 
Bu basamakları tırmanırken eğer merhametli yani sizi ezip kendisi üst basamaklara çıkmak istemeyen biriyle karşılaşırsanız onun kıymetini bilin. Eğer siz de onun gibiyseniz bu merdivenli hayata 1-0 önde başlarsınız ve bir yol arkadaşınız olur. Zorluklar, zorbalıklar da yine olur ancak sizi anlayan, sizinle aynı düşünen birisiyle yol yürümek bu zorluklara göğüs germenize katkıda bulunur ve size güç, inanç, azim verir. 

10 Ocak 2025 Cuma

BİRİCİK GERÇEK

Akın Eliş

Dünyadayken kalbimiz attığında, vücutta yaşamsal faaliyetler gerçekleştiğinde hayattayız, diyoruz. Peki, ne kadar hayattayız? İnsanlar ölmekten korkar, ölünce yakınları üzülür. Peki ya ölünce gerçek hayatı gerçekten yaşayacaksak? Ya da hiçbir zaman ölmüyoruz, biz sadece öldüğümüzü zannediyoruz. Yaşamın normal bir parçası belki de ölüm, biz onu abartıyoruz. Ne zaman öleceğimizi de bilmiyoruz. Ölümün zamanını bilmek, ölümden korkanlar için zor olsa gerek. İnsanların geleceği bilme arzusu da galiba bu yüzden, yani ölecekleri zamanı görme çabasından kaynaklanıyor ancak insanlar farklı bahanelerle bu gerçek niyeti gizliyorlar. Aynı şekilde geçmişe gitme arzusu da özünde ölüm endişesinden kaynaklanıyor. Geçmişte yaptıkları ve pişman oldukları hataları geriye dönerek düzeltme çabası taşıyor bu niyetleri de. İşte yaşamın tek gerçeği ölümdür. Bir dine inanan ya da inanmayan herkes öleceğinin farkındadır. Peki ya şu an yaşadıklarımıza ne oluyor, anlık yaşanıp bitiyor mu her şey? Kayıp mı oluyor yaşananlar? Yoksa hâlen yaşandıkları yerde duruyorlar mı? Eğer yaşadıklarımı, yaşanan anda hâlen duruyorsa öldüğümüz an da hep orada ölüm anında kalacak ve yaşayacak. Ölüm işte böyle garip bir gerçek. 
Aslında insanın dünyaya gelmesinin en büyük nedeni bir gün ölecek olmasıdır. Adına hayat dediğimiz şey, ölüm bizi buluncaya kadar ya da biz ona varıncaya kadar geçen süreden başka nedir ki? Kimi bu süreyi on yıllarla doldurur kimi ise üç beş yılla. Ölümün yaşı yoktur, zamanı ve yeri de yoktur. İnsanların en büyük çaresizliği de aslında bu yüzden ölüm karşısında. 
Ölüm geldiğinde daha önceden kıymetli sayılan her şey değerini yitirir. Uğruna ömür harcanan her şey bir yalana dönüşür. Hatta sevgiler, akrabalık bağları bile ölümün önünde geçerliliğini yitirir. Belki de bu yüzden söylemiş yazar: Ölümün var olduğu bir dünyada hiçbir şey ciddiye alınamaz. 

27 Aralık 2024 Cuma

NE İŞ?


Akın Eliş


Bunlar benim becerebileceğim işler değildi. Merdivenleri koşarak indim. Dışarıya çıktığımda gökyüzüne baktım ve derin bir nefes aldım. Bir nefes daha, bir nefes daha. Hava soğuktu ve yüzüme sert bir rüzgâr değiyordu. Şikâyetçi olabileceğim bir şey değildi havanın soğukluğu. Bu soğukluğa ihtiyacım vardı. Beni uyandırıyordu ve bana huzur veriyordu. Bunlar benim becerebileceğim işler değildi. Kaç kez söylemiştim oysa bu iş bana uygun değil diye. Kişiliğime uymuyordu bir kere. Hiç tanımadığım insanların kapısına varmak, zillerini çalmak… Ben kendi evimin bile ziline basarken çoğu zaman kuşkulanan, kendini kötü hisseden biriydim. Beni hiç tanımayan bir insan kapıyı açtığında neler düşünürdü kim bilir? Ürkütücü bir duruşum vardı. Yolda yürürken insanlar kenara çekiliyor ve bana yol veriyordu çoğu zaman. Montumun yakası hep yukarda ve ellerim hep ceplerimde. Beni gören çocukların ağlamaya başladığına çok şahit oldum markette, parkta. Şimdi bana verdikleri işe bak. Üstelik bu iş çok riskliydi. Bu kadar insanın arasında kimseyi ürkütmeden ve dikkat çekmeden dolaşacaksın. Gün bitmeden teslim etmen gereken her şeyi teslim edeceksin, üstelik sana sorulan sorulara cevap vereceksin. Evde olmayanlara tekrar uğrayacaksın. Üstelik çoğu evin giriş ve çıkışında kameralar var…
Bu işi yaparken yalnız değildim. Arkadaşlarımdan bu işi yaparken çok mutlu olanlar vardı. Bana da onlar önermişti aslında fakat bu kadar endişe verici olabileceği aklıma hiç gelmemişti. Bir kez “evet” demiştim. Uzaktan bakıldığında hiçbir zorluğu yoktu bu işin. Hatta on yaşındaki bir çocuk bile bu işi tereyağından kıl çeker gibi yapabilirdi ama benim kişiliğime tersti.
Gidip artık bu işten ayrılacağımı söylemenin vakti gelmişti. Hiçbir güç bu işi daha fazla sürdürmemi isteyemezdi benden. İş yerime geldiğimde kapıda bisikletler, motosikletler, küçük araçlar diziliydi. Bir ton iş vardı yapılacak. Derin bir nefes aldım ve patronun kapısını çaldım. Patronun önünde bilgisayar açıktı. Bir yandan bilgisayarda bir şeyler yapıyor bir yandan da telefonda yüksek sesle konuşuyordu. Beni gördüğü hâlde ben yokmuşum gibi devam ediyordu meşgul olduğu şeylerle. Bir süre bekledim. Belki de hiçbir şey söylemeden ayrılmalıydım. Tam dönüp çıkacaktım ki seslendi:
-Taha Bey, bir sorun mu var?
-Yok, dedim. Halledildi galiba sorun.
Dışarıya çıktım ve yeniden kapıdaki araçları gördüm. Herkes bu işi sorunsuz yapıyordu. Sorgulamadan yapıyordu. Kalan paketleri dağıtmak için yeniden yola çıktım. Bir kargo çalışanı olmak, belki de kötü bir şey değildi. Bu iş bana göre değildi ama değişebilirdim.  

O SES

Akın Eliş


Bir şeyleri sürekli erteleme ihtiyacı duyuyoruz. Bunu o kadar çok yapıyoruz ki artık bir refleks haline gelmiş. Eğer yapmamız gereken işi sevmediğimiz bir şeyse erteleyemeyeceğimiz kadar önemli olsa bile bir yolunu bularak ertelemek istiyoruz. Öyle bir duruma geliyoruz ki artık yapmamız gereken iş bize zevk verse bile onu ertelemek istiyoruz. İçimizden gelen bir ses, bizi buna itiyor ve biz de her seferinde bu sesin buyruğuna boyun eğiyoruz. Artık bu sese dur dememiz, bu sesi kesmemiz gerek çünkü bu ses hayatımızı ele geçirmiş durumda, hayatımıza o yön veriyor. O ses ne isterse onu yapıyoruz yani kontrol ediliyoruz ama kendi tarafımızdan. O sese yenik düşüyoruz çünkü onun istediği gibi yaşamak bizim de işimize geliyor zamanla. O sesin dediğini yapmak kolayımıza geliyor ve insan her durumda kolay olana yönelmekte ustadır. Herkes istediği şeyin gerçekleşmesini istiyor. Dünyamızdaki kargaşanın, kaosun, karmaşanın, çatışmaların asıl sebebi de bu. Her insan o sesin dediğine inanıyor, inanmasa bile bunu bir emir olarak benimsiyor ve yapıyor. Herkes kendi istediğini gerçekleştirmek istiyor ve bu isteklerini yerine getirirken kimseyi umursamıyor. Karşısındakini bir rakip olarak görüyor ve ezmek istiyor. Kim fiziksel ve maddi imkânlar yönünden daha önde ise bu mücadelenin kazananı da o oluyor. Artık dünyanın kanunu bu değil mi?  Dünyaya güç sahiplerinin, güçlülerin dünyası demek daha doğru değil mi? İşte bakın, o derinlerden gelen ses, dünyamızı onların dünyalarına çevirdi ve bizi yani diğerlerinden güçsüz olanları şimdiden bir kolay yol aramaya yöneltti. Bu satırları düşünüp yazarken bile o ses devreye girdi ve güçlülerin galip geleceğine dair bir şeyler fısıldadı.
Bunu anlamak, o sesi bilmek ve onun niyetini tanımak bile bir kazanç diye düşünüyorum. Bir gün o sesi tümüyle keseceğimi biliyorum. 

20 Aralık 2024 Cuma

VİRAJLI YOLLAR

Akın Eliş

Değişim, halk arasında bir mekanın veya eşyaların yerini değiştirmek gibi algılansa da değişim, hayatın ta kendisidir. Değişim, hayatımızı sürekli değiştirir. Bugünkü duygularımız veya fikirlerimiz yarına kalmayabiliyor ya da yaşanmış bir olaya bakış açımız her gün aynı olmuyor. Her şey sürekli değişiyor, biz de sürekli değişiyoruz farkında olmadan. Kendimizi hayata ve değişimin akışına bırakıyoruz. Bu akışın içinde kendimizi, fikirlerimizi, duygularımızı kaybediyoruz ve bu değişen hayattan artık zevk almıyoruz. Oysa bu değişen hayatımızda istediğimiz değişimleri kendimiz gerçekleştirebilsek gerçekten hayattan zevk alabiliriz. Bunun için de değişimin farkına varmalı, onu gördükten sonra da ondan ürkmemeli, kaçmamalıyız. Değişimi benimsemeliyiz.  Değişimin bize kazandırdığı şeylere daha çok önem verirsek hayatı istediğimiz gibi yaşayabiliriz. Hayat, sürekli bir ilerlemedir ya da gerilemedir. Bu da beraberinde değişimi zorunlu kılar.
Ya değişimin hiç olmadığı bir dünyada yaşasaydık ve hayatımız da hiç değişmeseydi? Dümdüz bir hayat olurdu bu. Dümdüz ve sıkıcı. Düşünsenize hayat boyu aynı fikirleri savunan insanlar, aynı hisleri yaşayan insanlar. Bu, gereksiz bir hayat olurdu. Yaşadığımızın farkına bile varamazdık çünkü yaşamak değişmektir aslında. Bunu şöyle bir olaya benzetebiliriz: Otobanda sabit hızda giden bir araçta olduğunuzu düşünün. Yolun başı da belirli sonu da belirlidir. Hızınız yavaşlasa da yolun sonunu görebiliyorsunuz ancak virajlı yollarda bazen hızlı bazen yavaş gideriz. Virajlardan dönerken bazen acaba kaza mı yapacağım, diye düşünürsünüz ve anlık kararlar alırsınız. Bu sayede yol, araca yön verir. Yani yolun sonunu göremezsiniz. Değişimler de tıpkı bu virajlar gibidir. Hayatımıza yön verir. Gerçek hayatta da virajlarımız vardır ve işte bu virajlardaki değişimlerdir bizi biz yapan. 
Her şeye rağmen zaman zaman virajlar can sıkıcı olabilir ama onları dikkatle geride bırakırsak bizi sevindiren diğer virajlar hayatımızda daha çok etki eder ve yolun sonuna kadar mutlu gideriz. Bu da kendi hayatımızda yapmak istediğimiz değişimlere benzeyen bir durumdur. 
Hayat, değişimden ibarettir. Bu değişimin iyi ya da kötü yönde olması, bizim elimizdedir. Yeter ki değişimin farkına varmaya başlayalım ve değişimin halk arasındaki karşılığından uzaklaşalım. 

BEYAZ MENDİL

Akın Eliş

Dışarı çıktı, herkes barışı kutluyordu. O da cebinden beyaz mendilini çıkardı, havaya attı ve mendil altın kafesten yeni çıkan kuş gibi beyaz güvercine dönüşüp gökyüzünde özgürce kanat çırptı. 

14 Aralık 2024 Cumartesi

UÇURUMUN KENARI

 
AKIN ELİŞ

Sonsuzluğa açılan bir kapı gibi uçurumlar, sadece dik yamaçlardan ibaret değildir. O kapının ardında çoğu zaman bilinmezlikler, karanlıklar ya da aydınlıklar saklıdır. Uçurum, insanın içindeki sonsuzluk duygusunu temsil eder aslında, yalnızca doğaya has bir durum değildir. İnsanın içinde de dağlar, ırmaklar, ağaçlar, vadiler olduğu gibi uçurumlar saklıdır. Başkalarının göremediği, bilmediği, bakarken bile başının dönebileceği uçurumlar. 
Uçurum, dibinde ne olduğu bilinmeyen bir yamaç. Uçurum, bir gizem. Uçurum, büyülü bir boşluk. Merak duygusu işte tam burada devreye girer. 
Eğer insan hayata olumlu bakıyorsa olumsuz şeyler yaşıyor olsa bile sonunda iyi bir şey olacağını düşünür ve mutluluk duygusu kendiliğinden uyanır. Eğer insan hayata olumsuz bakıyorsa olumlu şeyler yaşıyor olsa bile mutsuzluk duygusunun pençelerinde kendisini mahveder. Aslında bir uçurumun önünde olmak hâlidir bu. Uçurum onda tedirginlik, korku, endişe gibi duygular ortaya çıkarır. Bence de uçurumlar, insanın korku duygusunu daha çok tetikler. 
Bir paragrafın, bir cümlenin, bir dizenin sonuna konulmuş soru işareti gibidir uçurum. Cevabı beklenmeyen bir sorunun işareti.  İşte hayat da tam böyledir. Bir belirsizliğin önünde durup sonunu asla kestiremeyeceğin şeylere dair kararlar alman gerekir. Bu kararlar da hep soru işaretleri gibidir. Sonunu bilemezsin, hep içinde bir tedirginlik ve bir endişe olur. 
Dış dünyamızdaki uçurumlardan yuvarlanmak kadar iç dünyamızdaki uçurumlardan yuvarlanmak da tehlikelidir. Üstelik dış dünyada bir uçurumdan yuvarlandığımızda belki bir yerlere tutunma ya da kurtulma ihtimalimiz vardır fakat iç dünyamızdaki uçurumlarda yalnızız ve biz bizeyiz. 
Yine de uçurumlar korkulacak yerler değildir aslında. Uçurumların olmadığı bir dünya ne kadar düz ve sıkıcı ise iç dünyamızda uçurumların olmaması da hayatı o kadar sıkıcı kılar. Uçurumlar, hayatımıza şekil ve düzen verir. 

29 Kasım 2024 Cuma

USANÇ

Akın Eliş

O güne kadar bir şeyler yazılmıştı üzerime
Çoğu eksik ya da hatalıydı
Zaten yazılanlar da kalmıyordu ertesi güne
Su üstüne yazılmış gibi satırlardı

Bana yazılanları taşımak çoğu zaman
Ağır geliyor beyazlığıma
Neyse ki sürekli değişiyor harfler, cümleler, hikâyeler
Bakmayın siz sürekli ayakta durduğuma

Bir dost yetiyor yenilemek için her şeyi
Bir dostun dokunması sessizce bana
Yüklenmeyin, yüklenmeyin artık
Her derste farklı şeyler öğrenmiş
Bu yaşlı sınıf tahtasına

VAROLUŞ SEBEBİM

Akın Eliş

O güne kadar neler silmiştim hatırlamıyordum. Sürekli bir şeyler siliyordum. Bazen bir sınavda cevapları, bazen alınmış önemli kararları. Yanımda olan biri vardı, arkadaşım sayılır mıydı, bilmiyordum ama sürekli yanımdaydı. O da sürekli yazıyordu. O ne kadar yazarsa ben de o kadar siliyordum ama bir şeyler eksik gibi hissediyordum. 
Hep siliyordum, belki de devrim yaratacak fikirleri siliyordum. Bu mizacım bana kötü biri olduğum duygusunu aşılıyordu. Yoksa ben, kötü biri miydim? Eğer ben kötüysem arkadaşım iyi biri miydi? Zaten ben sürekli hor görülüyordum. İnsanlar yalnızca hata yaptıklarında, işleri bana düştüğünde benden bir şeyler bekliyorlardı. Kullanılmış gibi hissediyordum kendimi ve her kullanılışımda küçük parçalara ayrılıyordum, tükeniyordum sanki.  Sürekli kendisini parçalıyorlar ve parçalarını çöpe atıyorlardı. Arkadaşım da kullanılıyordu ama benim kadar hızlı tükenmiyordu. Ondan kopan parçacık olmuyordu. Hatta onun yanlışlarıydı belki de beni bitiren. Tıpkı insanlar gibi o da bana borçluydu çoğu şeyi.  O güne kadar neler silmiştim, hatırlamıyordum. Belki bu yazı yazılırken bile önemli cümleleri, fikirler silmişti
Sürekli yazıyordu arkadaşım. Belki de ona göre yazmaktır tek önemli olan şey. Yazmak, onun varlık sebebidir belki ama benim için silmek o kadar önemli bir şey değil. O fikirleri, duyguları yazıyordu ben ise onun yazdıklarından yanlış olanları temizliyordum. İz bırakmıyordum geriye. İz bıraktığımda insanların bana olan güveni sarsılıyordu. Öyle olmak istemiyordum. Beni bu hayata tutunduracak bir dal parçasına el uzatıp o dalın bulunduğu ağacın tepesinde hayatı kendim için anlamlı kılmak istiyordum. Bu isteğimde başarılı olduğumu düşünmüyordum.
Bir süre ortadan kaybolursam belki de onun bana ne kadar ihtiyacının olduğunu gözlemleyebilirdim. Bu düşünceyle köşeye, en uç noktaya sakladım kendimi. Zaten insanlar ihtiyaç hissetmediği sürece yokluğumun farkına varmıyordu. Bakalım, arkadaşım benim yokluğumu hissedecek miydi? Saklandığım yerde kaç saat, kaç gün kaldım bilmiyorum. Kendime gelmiştim; yıpranmamış, ufanmamıştım. Tatil dedikleri belki de böyle bir şeydi. Tam yeni hayatıma alışıyordum ki bir gürültü hissettim saklandığım yerde. Beni arıyorlardı. Arkadaşım üzgündü. Bir kenarda upuzun yatıyordu. Daha fazla saklanmanın anlamı yoktu. Dinlenmiş ve kendime güvenen bir eda ile başımı usulca uzattım. Başımı uzatır uzatmaz hatalarla karşı karşıya geldim. Bu hataları yok etmem gerekiyordu. Bu görev kutsaldı. Varlık sebebimdi. Yine harcanacaktım ama boşuna değildi bu. Tam işimi tamamlıyordum ki daha önce hiç görmediğim birini daha gördüm. Beni sevdiği, gözlerinden anlaşılıyordu. Sildiğim hatalardan sonra bana teşekkür eder gibi bakıyordu. Galiba yazan arkadaşımdan ziyade onun için önemliydim. Hatta belki de hayatını bana borçluydu. Çöpe gitmekten onu kurtaran bendim, benim küçük parçalarımdı. 
Arkadaşım yazmazsa ne yapacaktım. Benim varlığım, onun varlığına kelepçeli miydi? Bir amaca bağlayamadığım görevimi bile kaybedecektim o olmadığı zamanlarda. Bir oyuncak kadar bile değerim yoktu onsuz. Anladım ki o olmazsa ben pek işe yarayacak gibi değildim. O zaman onunla hareket etmeliydim. Onunla ortak bir amaç belirlemeli ve o amaca doğru yürümeliydim. Peki, o benim hakkımda ne düşünüyordu? İyi birisi olmalıydı çünkü insanlar benden çok onu tutuyordu el üstünde. Hatta insanların kalbinin üzerinde yerinin olduğunu biliyordum, görüyordum. Ona bu düşüncelerimi açmalı mıydım? Beni anlar mıydı? Aynı dili konuştuğumuz söylenemezdi. Onun sesi daha ince ve ahenkliydi. Benim sesim ise tekdüze ve sert. Kimi zaman bu sertlik yüzünden işleri heba ettiğim oluyordu. Madem benim varlığım onun varlığına bağlıydı, bir şekilde onunla konuşmalıydım. Onun varlığı benim varlığıma bağlı değildi ama yanında beni görmek ona huzur veriyor ve onun rahat hareket etmesini sağlıyordu, biliyordum. Konuşsam, söylesem, anlatsam beni küçümser miydi?
Silemeyecekti, beğenmediği görevini yapamayacaktı ve daha da önemsiz olacaktı. 
Gerçi arkadaşı da küçülüyor, yıpranıyordu ama el üstünde tutuluyordu her zaman. Hatta kalbin üzerindeki ceplerde yeri vardı.
Ne kadar ömrüm kaldığını bilmiyordum ama mutluydum. Varlık sebebimi artık biliyordum. 

23 Kasım 2024 Cumartesi

YAZGI

Akın Eliş

Yıllardır aynı yerde bekliyordum. Bulunduğum yere ilk gelen bendim. Buradaki herkes, benden sonra gelmişti ve herkesin hikayesini biliyordum. Onlar benim hikâyemi bilmiyordu. Benim hikâyemi aslında kimse bilmiyordu. İşte bu yüzden benim hikayem onlardan farklıydı. Buna rağmen bu farkı, fark edebilen olmadı hiç. Onlar, birbirleriyle dost oldular. Başkalarıyla dost oldular. Başka başka mekanlara gittiler fakat ben yıllarca aynı yerde bekledim. Tozlanarak bekledim. Hava almadan bekledim. Eskiyerek, sararak bekledim. Yıprandım. 
Onları değerli kılan neydi? Farklı kılan yalnızca görünüşleri miydi? Onlarda olup da bende olmayan neydi, bilmiyordum. Bazıları benden daha çelimsizdi, bazıları benden daha küçüktü fakat onlar değerliydi sanki insanların gözünde. Onlardan farklı olmamın bir üstünlük olduğunu düşünüyordum fakat değilmiş, bunu çok geç anladım. Yıllar sonra anladım. Bu gerçeği anladığımda ben de varlığımı hissettirmeye çalıştım etrafımdan gelip geçenlere fakat kimsenin fark etmeye niyeti olmadı hiç. 
Belki de beni tanıyacak, anlayacak birileri daha yaşlı insanlardır, diye düşündüm ve çocuklardan, gençlerden ziyade onlardan bir medet umdum. Onlar da gelmedi. Kimse gelmedi.
Belki de böyle olmalıydım. Belki de benim yazgım buydu. Yazgım buydu evet. Kimsenin okumadığı bir yazgı. Okuyamadığı ya da dikkatini çekmediği bir yazgı. 
Bu yazgıya razı olmuştum. Kendimi uykuya vermiştim artık. Bulunduğum yerden biraz her geçen gün biraz daha arkaya doğru çektim kendimi ve yalnızca günün bazı saatlerinde uyandım, diğer zamanlarda kendi hayallerimi kendime anlattım. Kendi rüyalarımı kendime anlattım. Kendi hikayelerimi yeniden okudum satır satır. Kimsenin bilmediği hikayelerimi.
Artık ümidi kesmiştim başkalarından. Birilerinin gelip beni fark etmesinden umutsuzdum ki o gün değişik bir şeyler hissettim. Buraya geldiğimden beri ilk defa biri bana dokunmuştu. Dokunmasıyla elini geri çekmesi bir oldu. Sanki elektrik çarpmış gibi birden uzaklaştı bana dokunan eller. Daha sonra üzerimden bir rüzgar geçti. Üzerimden geçen rüzgarla beraber bir ağırlık kalktı sanki gövdemden. Nihayet biri beni fark etmişti. Heyecanlı olduğunu gözlerinden anlayabiliyordum. Sayfalarımı çevirirken titreyen parmaklarından anlayabiliyordum. 
Beni bulunduğum yerden bir masanın üzerine indirdi ve elindeki mendille kapaklarımı temizledi. Bir yandan sayfalarımı çeviriyordu. Nihayet beni anlayacak, beni dinleyecek birileri çıkmıştı. 
O günden sonra yerim değişti. Artık aydınlık ve ihtişamlı bir yer verilmişti bana. Arkadaşlarım da hep benim gibiydi. Onlar bana anlattılar hikayelerini ben de onlara anlattım. Yazgının değişebildiğini mi anladım yoksa yazgım bu muydu bilemiyorum. 
Halen orada kalsaydım, o kitapların arkasında belki de unutulup gidecektim ve bu hikâye de unutulup gidecekti. 

1 Kasım 2024 Cuma

AĞAÇ GÖLGESİ

Akın Eliş

Bardağa dolu tarafından bakmaktır ümit. Karanlık bir ormanda ışığı yanan bir kulübedir. Oyun oynarken arkadaşlarını çevrimiçi görmektir. Ümit, yaz mevsiminde ağaçta unutulmuş son elmayı görmektir. Yağmurdan sonra oluşan gökkuşağıdır, bir hikâye yazmaya başlamadan önce bizi çevreleyen ilhamdır ümit. Bir yıldır giymediğimiz kıyafetimizi giymek için çıkardığımızda cebinde para bulmaktır. Diktiğimiz bir fidanın yeşermesi, dal budak atması ve meyve vermesidir. Bir matematik sorusunun sonucuna ulaştığımızda o sonucu şıklarda görmektir bazen. Mutfakta kalan son çikolatayı görmektir ümit. Yazın sokaklarda, güneşin altında gezerken bir ağaç gölgesine rastlamak da ümittir. Yani her zaman vardır ümit, her yerde vardır. Sadece bakmayı ve onu görmeyi istemek gerekir. 

AĞIR YÜK

Akın Eliş


Her şey üstüme üstüme geliyordu. Benim dahil olmadığım konu, benim dahil olmadığım bir toplantı yok gibiydi. Üstümden tonla evrak, tonla karar geçmişti. Yıllardır işim gücüm buydu. Bulunduğum yerden birkaç kez hava almak için çıktığımı hatırlıyorum, onun dışında hep aynı yerde bıraktılar beni. Bazılarını tanıyordum insanların ama bazen hiç tanımadığım kişilerle yüz göz olmak zorunda kalıyordum. Bazılarından şiddet gördüğüm de oldu, bazıları tarafından kibar davranıldığım da. İnsanlar hep bana yükledi kendilerinin taşıyamayacağı şeyleri. 
Artık yorulduğumu hissediyorum. Karşımda duran aynadan kendime baktığımda rengimin ne kadar solduğunu, derimin soyulduğunu görebiliyorum. 
Yalnızca kararlar, evraklar, toplantılar benim üzerimden dönmüyor burada. Çaylar, yemekler, pastalar, doğum günü kutlamalarının yükünü de ben çekiyorum. Usandım şahit olmaktan bunca şeye. 
Arkadaşlarım benim kadar yorgun değil çünkü benim kadar iş düşmüyor onlara. Belki de küçük olduklarından onları ara sıra dışarıya götürüp getiriyorlar. Neredeyse her gün yerleri değişiyor ve akşam olduğunda ancak yeniden yan yana gelebiliyoruz. Fakat ben öyle değilim. Yıllardır aynı yere basıyor ayaklarım. Yıllardır hareketsiz çekiyorum bu kahrı. 
Üzerimden o kadar çok şey geçti ki hiçbiri benimle ilgili değildi. Sadece bir şiir vardı beni anlatan. Aslında şiirde anlatılan ben değildim ama benim adım da geçiyordu. Şöyle bitiyordu yanlış hatırlamıyorsam:
Masa da masaymış ha  
Bana mısın demedi bu kadar yüke

YOLCULUK

Akın Eliş

Bu şehirden sonunda ayrılıyordu. Çoğu insan yaşadığı şehrin güzelliğinden, nimetlerinden bahsetse de ortaokula başladıktan sonra şehir onu boğmaya başlamıştı. Dört sene boyunca hep yaşadığı şehirden gitmek üzerine kurmuştu planlarını. Başka bir şehirde iyi bir lise kazanacak ve bir daha dönmemek üzere bu şehirden ayrılacaktı. Ailesi de bu durumu artık kabullenmişti çünkü onlarda da yaşadıkları şehre dair olumlu bir izlenim yoktu. Kış oldukça ağır geçiyordu burada. Yaz akşamları bile ceket giyilmesi gerekiyordu. Yeşillik yoktu, orman yoktu, deniz yoktu. Yine de kimileri şehrin övünülecek bazı şeylerini bulup çıkarmakta hayli yetenekliydi. 
Bu şehirden sonunda ayrılıyordu. Bursa’da bir liseye yerleşmeyi hak etmişti. İlk tercihiydi bu şehir. Yeşil Bursa, ifadesi onu cezbetmişti. Tatil boyunca Bursa’nın güzelliklerini araştırarak zaman geçirmişti. Bursa, onun için gurbet değil de anavatan gibiydi. Daha görmeden sevmişti bu şehri ve işte o şehre gideceği gün, gelmişti. Bu şehirden kurtulacaktı. Son zamanlarda şairini bile bilmediği bir şiiri tekrar ediyordu durmadan:
Bu şehirden gidiyorum
Gömerek geceyi içime
Sabahın hüznünü beklemeden
Gidiyorum bu şehirden.
Arkadaşları ve akrabaları bu durumu anlamsız buluyordu. Henüz liseye geçmiş bir çocuk, il dışında tek başına ne yapar, diye düşünüyorlardı. Hadi üniversite olsa neyse… Daha lise çağında bir çocuk. Ailesi, akrabaların ve arkadaşlarının görüşlerini önemsemiyordu. Hele bir de Uğur’un tek başına Bursa’ya gideceğini bilseler ihtimal çıldırırlardı. Bunu yalnızca Uğur ve ailesi biliyordu. 
Gün boyu yolculuk hazırlığını tamamlayan Uğur, akşamüzeri otogarda ailesi ile vedalaştı. Ayrılık zor derlerdi fakat onda bir hüzün ya da acı hissi yoktu. Ailesi biraz üzgün gibiydi ama Uğur’un heyecanı ve neşesi onların yüzündeki üzüntüyü gidermeye yetti. 
Yanına küçük bir valiz almıştı yalnızca. Yalnızca bu şehirden değil, bu şehirdeki insanlardan da ayrılacaktı ve yeni arkadaşlarını düşündükçe sevinci daha da artıyordu Uğur’un. 
Veda töreni çok uzun sürmedi. Tek kişilik koltuğuna oturduktan sonra yolda okumayı düşündüğü kitabı eline aldı Uğur ve okumaya başladı. Otobüs, bu esnada yola çıkmıştı bile. Bu kitabı okumayı çok istiyordu ama özellikle bugün okumak için bekletmişti. Sevdiği bir yazara aitti kitap. Gözünü kırpmadan sayfalarca ilerlemişti. Hatta havanın karardığını bile sonradan fark etti. Biraz yorulmuş gibiydi ve uykusu gelmişti ama uyumamalıydı. Otobüsün içini hızlıca süzdü gözleriyle. Hayli kalabalıktı ama nedense kimse konuşmuyordu. Ağlayan çocuklar ya da telefonla bağıra çağıra bir şeyler anlatmaya çalışan amcalar yoktu. Herkes sessizdi ve kimileri uykuya dalmıştı bile. 
Uyumalı mıydı? Belki bir saat kadar uyursam sabaha daha dinç olurum, diye düşündü. Hem yolculuk da biraz kısalmış olurdu böylece. Koltuğunu geriye yasladı ve gözlerini kapattı. Rüyasında Bursa’yı ya da Bursa’daki yeni arkadaşlarını görmeyi umuyordu. Gözlerini kapattıktan hemen sonra derin bir uykuya daldı. Normalde evinde olsa bu saatlerde asla uyumazdı fakat sanki üzerine çöken bir ağırlık vardı. Bu ağırlığın kollarına kendisini bırakmıştı çoktan. Bir saatlik uyku yeterdi nasıl olsa.
Gözlerini açtığında güneş çoktan doğmuş, otobüste çok az insan kalmıştı ve otobüs hareket etmiyordu. Bir dinlenme tesisinde olduklarını düşündü. İnip hava almayı düşündü. Her yanı kaskatı kesilmişti. Bir saatlik uyku düşüncesiyle gözlerini kapatmıştı. Saate bakmak aklından bile geçmedi. İndi, hemen ilerdeki çeşmede yüzünü yıkadı. Hava hayli güzeldi. Bursa’ya yaklaştığını düşününce heyecanı daha da arttı. Bu, Bursa’dan önceki son mola olmalıydı. Koltuğuna yeniden oturdu. Bursa’ya iner inmez güzel bir kahvaltı yapmayı planladı ve kitabını eline alarak yeniden okumaya başladı. Otobüs hareket etmişti ama kendisini yine kitabına kaptırdığı için bunu çok geç fark etti. Kitabın son sayfasına ulaştığına otobüs yeniden durmuştu. Heyecanla etrafa baktı, Bursa’ya nihayet ulaştık, dedi içinden. Bu esnada muavin konuşmaya başladı:
-İstanbul yolcusu kalmasın. 
Büyü bozulmuş gibiydi. İstanbul’a ne zaman gelmişlerdi? Bursa’yı ne zaman geçmişlerdi? Neden kendisini uyandırmamışlardı? Konuşmak, hesap sormak istedi birilerine. Bursa’ya geri dönüşü ne kadar sürerdi? Her şey birdenbire çok garip bir hâl almıştı. Muavine doğru hareket etmek ve bir şeyler sormak istedi fakat yerinden kalkamıyordu. Sanki bir ağırlıkla oturduğu yere bağlanmış gibiydi. Seslendi:
-Bakar mısınız? Ben Bursa’da inecektim. Nasıl geldim buraya kadar?
Muavin sanki onu görmüyor, duymuyor gibiydi. Sağdaki soldaki insanlara derdini anlatmaya çalıştı fakat sesi bazen çıkıyor bazen çıkmıyordu, yerinden kalkamıyordu ve insanlar sanki kendisini görmüyormuş gibi davranıyordu. Derin bir nefes alıp çığlık atmaya çalıştı. 
Bir çığlık sesiyle uyandı. Çığlık kendisine aitti. 
Muavin koştu ve geldi:
-İyi misin delikanlı?
Uğur muavine:
-Bursa’yı ne zaman geçtik, dedi. Muavin tebessüm etti. -Henüz yolun yarısına bile gelmedik. Bursa’ya daha çok vakit var, dedi. 
Yolun kalanında uyumamalıydı Uğur. Kitabını açtı ve okumaya devam etti. Dışarısı karanlıktı. 
Sonunda o şehirden ayrılmayı başarmıştı. 

11 Ekim 2024 Cuma

PİKNİK

Akın Eliş

Son zamanlarda farklı bir tedirginlik bir çıban gibi büyüyordu içimde. Bende bir şeyler vardı, adını koyamadığım, gittiğim her yere götürdüğüm. Karanlık ve uğursuz bir gölge gibiydi bu adını koyamadığım şey. Evet, tam olarak “uğursuz”… Bende bir uğursuzluk olduğunu hissediyordum. Aslında bunu benden önce arkadaşlarım sezmiş olmalı ki beni dışlamaya başlamışlardı. Sıramda yalnız oturuyordum kaç zamandır. Teneffüslerde yalnız geziyordum. Oyunlara alınmıyordum. İstenmediğimin farkındaydım. 
O kadar büyüdü ki içimde bu tedirginlik, bir bahçeden geçsem sararacağını düşünmeye başladım. Bir çiçeğe dokunsam solacağını. Bir ağacın altında otursam yaprak dökeceğini. Güneşlenmeye çıksam yağmur yağacağını… Böyle bir hayatı yaşamak zorunda mıydım?
Her şey kırdığım bardakla başlamıştı. Annemin genç kızlık döneminden beri sakladığı bardağa çay koyarken bardak ortadan ikiye ayrılmıştı. Yıllardır kullanılan ve eskimeyen bardağın çöpe atılmasına sebep olmam çok hoş olmamıştı. Hatıralar vardı o bardakta, yılların yaşanmışlığı… Aldırma, olur böyle şeyler, demişlerdi ve aldırmamıştım ta ki ağabeyimin ilkokuldan beri kullandığı kaleminin elimde kırılmasına kadar. Oysa birkaç satır ya yazmıştım ya yazmamıştım. Aldırma, demişti ağabeyim. Zaten senelerce kullandım ben onu. Aldırmamıştım ta ki okulda arkadaşımın en sevdiği topun ilk kez ayağıma gelişinde patlayışına kadar. Aldırma, diyen olmamıştı zaten ve aldırmıştım. Çok derinden aldırmıştım. Bu son olayın etkisi uzun sürmüştü ve daha bundan kurtulamamıştım ki öğretmenimin en sevdiği pantolonuna kahve dökmesinde benim de payım olduğunu söylemişti herkes. Oysa sınıfta kahve içmemesi gerekiyordu, kimse bunu demedi. Öğretmenin pantolonuna kahve dökülmüştü benim yüzümden ve öğretmen bir hafta okula gelememişti. Bardağı taşıran son damla buydu. 
Anlamıştım, bende bir uğursuzluk vardı. Belki sakarlıktı bunun adı belki… Belki… Belki… Bunun adı neydi bilmiyorum fakat hayatımı zorlaştıran bir durumdu. Hep böyle mi devam edecekti hayatım? Hep bir korku, endişe mi olacaktı içimde? İlerleyen günlerde, yıllarda ne gibi olumsuzluklar vardı beni bekleyen?
Neyse ki okulların tatil olmasına az bir zaman kalmıştı. Zaten dersler bitmiş ve piknik sezonu başlamıştı. Pazartesi pikniğe gidecekti bütün sınıf. Artık son haftaydı ve bir uğursuzluk yaşansın istemiyordum. Aklıma bin türlü olay geliyordu. Pikniğe gittiğimiz aracın başına bir iş gelmesi, piknikte olumsuzluklar yaşamak, pikniğin iptal olması… Kötü düşünceleri kafamdan kovmalıydım. Belki de her şey benim kuruntumdan ibaretti ve olumsuz diye düşündüklerim hayatın doğal akışının bir parçasıydı. Bardak, kırılabilirdi. Kalem, bozulabilirdi. Top, patlayabilirdi. Kim bilir kaç öğretmenin üzerine kahve dökülmüştü şimdiye kadar? Benimle bir ilgisi yoktu bu yaşananların. Arkadaşlarım zalimdi, beni teselli etmek yerine, aldırma, demek yerine bir yarayı kanatmaya devam etmişlerdi. Belki bu hafta her şey düzelecekti ve “eski ben” olarak tatile girecektim. 
Nihayet pazartesi gelmişti ve tüm sınıf, üzerine kahve dökülen öğretmenimiz rehberliğinde piknik için yola çıkmaya hazırdı. Yolculuğun ilk dakikalarında bana atılan sert bakışları görmezden geldim. Fısıltıyla konuşan herkesin benden bahsettiğini düşünüyordum nedense. Ben, onların bu tavrına tebessümle karşılık verdim. Aklıma kötü şeyler getirmedim hiç. Kazasız ve belasız piknik yerine ulaştığımızda kendime güvenim daha çok gelmişti. Kahvaltı yapıldı, çay içildi, oyunlar oynandı. Cesaretim vardı oynamaya, topa vurmaya fakat kimse beni çağırmıyordu oyun için. Öğleye kadar herkes çok eğlendi. Çok güldü. Olması gerektiği gibi bir piknik yaşıyordu herkes fakat ben yalnızdım ve eğlenemiyordum. Daha fazla bu ortamda kalarak kendimi üzmemeliydim. Kendime bir eğlence, uğraş bulmam gerekiyordu. Kuş seslerine dikkat ettim önce. Şehrin kalabalığında duyulmayan kuş sesleri… Sonra çiçeklere, kelebeklere eğildim. Şehrin egzoz kokan sokaklarında hissedemediğim çiçek kokularına kaptırdım kendimi. Yürüdüm… Dakikalarca yürüdüm. Artık arkadaşlarımın şen kahkahaları duyulmuyordu. Kuş ve böcek sesleri birbirine karışıyordu. Mutluydum yürümekten. Yükseğe, daha yükseğe çıkmalıydım. Kayalıklardan aştım, tepelerden geçtim huzur bulmak için. Yükseldikçe huzurum, neşem arttı. Yorulmuştum. Bir ağaç gölgesi buldum kendime ve biraz oturduktan sonra uzandım. Gökyüzüne baktım. Masmaviydi. Hafif bir meltem esiyordu. Bulutlar sanki tebessüm ediyordu.  Kuşlar şarkı söylüyordu, böcekler ninni. Usul usul dünyadan uzaklaşıp sükunetin, huzurun kollarına kendimi bırakmaya başladım. Ayaklarım, ellerim, zihnim sanki yok gibiydi. Ruhum havalanıyordu daha yükseğe, daha yükseğe. 
Gürültücü bir karganın tepemde çıkardığı seslerle uyandım. Vakit geçmiş olmalıydı. Piknikte olduğumuzu hatırladım. Arkadaşlarımın yanına dönmeliydim. Güneş neredeydi batmaya yaklaşmıştı. Hızla koşmaya başladım. Zaten yokuş çıkmıştım, iniş kolaydı. Koştum, koştum, koştum. Hayatımda hiç koşmadığım kadar hızlı koştum. Piknik yerine yaklaştığımda en azından arkadaşlarımın seslerini duyarım diye düşünüyordum fakat ses gelmiyordu. Kalan son gücümle piknik yerine attım kendimi. Kimse yoktu. Sağa sola baktım, seslendim. Galiba uyanamamıştım ve rüyanın içindeyim, diye düşündüm. Fakat gerçekti bu. Sınıfım ve öğretmenim beni burada unutmuştu. Üzüldüm. Çok üzüldüm. Güneş batmıştı. Karanlığın ortasında yapayalnız kalmıştım. Ağlamak üzereydim ki korna sesiyle piknik servisimizin bana doğru geldiğini gördüm. Bu bir rüya mı, hayal mi diye düşünüyordum. Arkadaşlarım neşeyle araçtan indiler ve bana doğru koştular. Öğretmenim de yanlarındaydı. Ne olduğunu ben sormadan onlar anlattı. Dönüş yolunda şehre girdikleri an servisin lastiği patlamış ve herkes bu uğursuzluğun sebebi olarak beni aramış. Kimse beni göremeyince piknik yerinde unuttuklarını hatırlamışlar. Aracın lastiğini onardıktan sonra beni almaya gelmişler. 
Son zamanlarda farklı bir tedirginlik bir çıban gibi büyüyordu içimde. Her ne kadar arkadaşlarım unutmuş olsa da bazı şeyleri ve ailem baştan beri “aldırma” dese de bende bir şeyler var, adını koyamadığım, gittiğim her yere götürdüğüm.

4 Ekim 2024 Cuma

ZAMANIN KİTABI

 

Akın Eliş


1. Bölüm: İlk Sayfaların Tedirginliği

Okul onun için sıkıcı bir yer olmaya başlamıştı. Belki de okul sıkıcı değildi de arkadaşının olmamasıydı ona okulu sevimsiz gösteren. Yalnızdı. Onlarca sınıfı, yüzlerce öğrencisi bulunan bu okulda yalnızdı. Sınıfın arka sıraları tenha olduğu için genelde arka sıralardan birinde ve tek başına oturuyordu. Tek başına oturmak güzel bir şeydi ama teneffüslerde rahatsızlık başlıyordu. Herkes birileriyle konuşurken, okul bahçesinde dolaşırken, kantine ikişer, üçer kişi inerken o yalnızdı. 

Okul onun için bir eziyete dönüşmüştü. Son ders zilini bekliyordu. Okulda yaptığı tek iş buydu aslında. Zilleri saymak… Evine gitmek için can atıyordu. Okula devam etmesi gerektiğini söylüyordu tanıdığı herkes. Zaten devam etmese ne yapacaktı ki? Çalışmasına ailesi müsaade etmezdi. Yapabileceği bir iş de yok gibiydi. 

Günler böyle eziyetle geçiyordu. Bir başkasının hayatını yaşıyor gibi yaşıyordu. Kendi hayatını uzaktan seyrediyordu. Sıkıcı bir film gibiydi hayatı, bir türlü ilerlemeyen bir roman gibiydi. 

Kısa cumartesi ve pazar tatili sona ermiş, yeniden pazartesinin boğuculuğu başlamıştı. Hafta sonlarının nasıl geçtiğini anlamıyordu bir türlü. Sanki saatler hızlanıyordu okul olmadığı zamanlar. Okul olduğunda ise saatleri yavaşlatan bir sistem kurulmuştu dünyaya. 

Pazartesiydi. Çoğu insanın hayatındaki en zor günlerden biri olan pazartesi. Az sonra kalkacak, okul yoluna düşecek ve zilleri saymaya başlayacaktı. Hangi derslerin olduğu önemli değildi. Derslerin hepsi aynıydı. Arkadaşlarının çok sevdiği beden eğitimi, müzik gibi dersler bile onun için matematik dersinden farksızdı. Programa göre çantasını ayarlamak, kitaplarını yerleştirmek gibi tuhaf alışkanlıkları yoktu. İçinde tüm kitaplarının bulunduğu kocaman çantayı her gün getirip götürüyordu ve çantanın kulpu kopmak üzereydi. 

Kafasında bu düşünceler dolaşırken evden çıktığının, servise bindiğinin farkında bile değildi. Servis şoförünün açtığı müzikle kendine geldi. Yan koltuk boştu. Diğer koltukların tümü doluydu. Bu esnada koltuğunun önündeki cepte bir kitap gözüne ilişti. Normalde kitaplara karşı ilgisi yoktu. Bu kitabı da önceleri görmezden geldi. Belki üzerinde sahibinin ismi yazılıdır düşüncesiyle kitabı aldı ve sayfaları çevirmeye başladı. Bir isim arıyordu kitabın üzerinde fakat yoktu. Kitabı tam yerine koyacaktı ki arka sayfada bir isim gördü: Talha Yavaş. Bu kendisinin adıydı. Kitapta kendi adını görmek onu tedirgin etmişti. Yazıya dikkatle baktı, kendi el yazısıydı bu ismi yazan. Kitabı yerine istese de bırakamazdı artık. Kitabı çantasına koydu, zaten okula da ulaşmışlardı. 

Okulun kalabalık manzarası bir süreliğine bulduğu kitabı unutturmuştu ona. İçeriye girdi ve sessizce sınıfına, arka sıralara geçti. Tam çantasını yerine koyuyordu ki kitabı hatırladı. Kitabı çıkardı ve masanın üzerine bıraktı. Okumak içinden gelmiyordu fakat yapacak bir şey de yoktu. Belki de birileri şaka yapıyordu ona bu kitaba adını yazarak. Bunu düşünmekten vaz geçti çünkü kitaptaki yazı kendisinin el yazısıydı. 

İlk ders başlamıştı ve o da kitabın ilk sayfasını çevirmiş, okumaya başlamıştı bile. Kitabın kahramanının adı da Talha’ydı. Bütün bu yaşadıkları tesadüf olamazdı. Kitap adeta onu içine çekiyordu. Kitap bir pazartesi başlıyordu. Tıpkı içinde olduğu gün gibi. Kitapta da saat sekiz otuz civarıydı. Tıpkı içinde bulunduğu saat gibi. Kitapta da öğretmen sınıfa girmiş ve ders anlatmaya başlamıştı ve Talha arka sırada bir kitap okuyordu. Tıpkı kendisi gibi. Daha fazla okuyamayacak kadar gerilmişti. Kitabı kapatıyordu ki öğretmen hırsla seslendi:

-Talha Bey bu konuları zaten bitirmiş olduğundan açmış kitap okuyor. Değil mi Talha? Senin bu konulara ihtiyacın yok?

Tüm sınıf kahkaha atıyordu. Öğretmen de onlara katılıyordu. Bir an sınıftan çıkıp gitmek istedi fakat kalkamadı. 

Kısa bir süre sonra öğretmen Talha’ya sınıfın kapısını gösterdi ve çıkıp elini yüzünü yıkamasını kendisine geldikten sonra sınıfa girmesini söyledi. 

Talha dışarıya çıktı. Gerçekten de elini yüzünü yıkamaya ihtiyacı vardı. Biraz da dışarda dolaştı. Aslında derse girmeye hiç niyeti yoktu fakat kitap onu çok etkilemişti. Gitmeli ve kitaba devam etmeliydi. Yoksa bu yaşadıkları bir rüya mıydı? Rüya olsa yüzünü yıkadığında hissettiği serinliği hissetmezdi. Gökyüzüne baktı, okulun etrafına baktı ve yeniden sınıfına gitmeye karar verdi. İçeriye girdiğinde arkadaşları hafifçe tebessüm ettiler. Öğretmen de tebessümlü bir yüzle sırasına geçebileceğini işaret etti. Sırasına oturdu ve kitabını bu kez masanın üzerine çıkarmadan okumaya başladı. Kitaptaki kahraman da dersten dışarıya çıkmış, elini yüzünü yıkamış ve yeniden sırasına geçerek oturmuştu. Artık bu kitap onu tedirgin etmeye başlamıştı fakat heyecanlı ve meraklı bir tedirginlikti bu. Kitaba sınıfta devam etmenin anlamı yoktu. En iyisi eve gidince sakin kafa ile okumalıydı kitabın kalan sayfalarını. Kitabını usulca çantasına koydu. Bu esnada ders zili çalmıştı.


2. Bölüm: Kitabın Esrarı

Talha, günün kalan kısmını derslerin bitmesini, akşamın olmasını bekleyerek geçirdi. Yavaş da olsa zaman geçti ve dersler bitti. Okul çıkışında servisine bindi. Her şey, daha önceki günler gibiydi. Yalnızdı yine. Konuşabileceği ya da yanına oturabileceği kimse yoktu. Aynı koltuğa ve yine tek başına oturdu. Dışarıyı izlemek istedi fakat ezberlemişti bu yolları. İzlemenin bir anlamı yoktu. Servis şoförünün çaldığı şarkıları bile istemsizce ezberlemişti. Günlerdir yaşadığı dümdüz hayatın ilk kez dışına çıkmıştı bu sabah.  Bir ara gözleri kitabı bulduğu yere kaydı. Bu kez bir şey göremedi. Kitabını çıkarıp eve gidinceye kadar okumak istediyse de vaz geçti. Korkuyordu sanki kitapta yeniden kendisine ait olayları okumaktan. Zaten akşamüzeri sindire sindire okumayı planlamıştı. Evine ulaştı. Akşam yemeğini yedikten sonra odasına kapandı. Masasına oturdu ve çantasından kitabını çıkardı. Odasına çay getiren annesi Talha’yı masa başında görünce çok sevindi. Duygulandı. Üstelik önünde bir kitap vardı Talha’nın. Daha fazla rahatsız etmemek için sessizce odadan ayrıldı. 

Yalnız kalan Talha kitabı incelemeye başladı. Önce kaldığı yerden devam etmek istiyordu fakat ilerleyen sayfaları da merak etti. Okuduğu sayfaların ilerisinin boş olduğunu gördü. Sabah buna dikkat etmemişti. Yalnızca o yaşadıkça, başından olaylar geçtikçe sayfaların dolduğu düşüncesine kapıldı. Sayfaları inceledikten sonra kapağına bakmaya başladı kitabın. Arka kapağında bir sağa ve sola hareket edebilen bir düğme gördü. Parmağı ile yokladı, düğme gerçekten hareket edebiliyordu ve sol tarafta çekilmiş durumdaydı. Düğmeyi parmağıyla sağa çekti. Bunun ne işe yaradığını anlamamıştı ama kitabın sayfalarına tekrar döndüğünde boş sayfaların da dolduğunu fark etti. Bu, inanılmaz bir şeydi. Yeniden düğmeyi sola çekti ve sayfalara baktı. Az önce yaptığı işlemler hatta annesinin odasına giriş çıkışı bile kitaba eklenmişti. 

Kitabı kapattı, gözlerini de kapattı. Eğlenceliydi bu kitap lakin biraz da endişe vericiydi. Düşündü, galiba kitabın arka sayfasındaki düğmeyi sola getirdiğinde geçmişte yaşadığı şeyler kitap sayfalarına kaydoluyordu. Demek ki düğmeyi sağa aldığında gelecekte yaşayacakları kitapta yazıyordu. Bu tüyler ürperticiydi. Bir insanın geleceğini sayfa sayfa okuyabilecek olması korkunç bir şeydi. Buna cesareti yoktu. Düğmeyi tam ortaya aldı ve kitabı kapattı. Gözünün önünde durmasın da rahatsız olduğu için kitabı yatağının altındaki boşluğa itti. 

3. Bölüm: Kilit

Gece boyu bir sağa döndü bir sola. Sağa sola dönerken bile kitabın arkasındaki düğmenin yönleri geliyordu aklına. Düşünmekten yorulduğu vakit uyumamış da sızmıştı adeta. Rüya görmemişti. Aklında dün bulduğu kitapla uyandı. Yataktan kalkmadan elini yatağın altında gezdirdi. Kitap orada duruyordu. Aslında yaşadıklarının bir rüya olmasını çok istiyordu. Kitabı bulamayacaktı ve bunun bir rüya olduğuna kendini ikna edecekti fakat kitap orada öylece duruyordu. Yaşadıklarını, yaptıklarını okumak anlamsızdı. Zaten yaşadığı, gördüğü sıkıcı hayatı bir kez de sayfalarda okumanın ne anlamı vardı ki? Belki de kitabın asıl işlevi gelecekte yaşanacaklarla ilgiliydi. Hayatına bir yön verebilir, kaderini bile değiştirebilirdi. Kitabı bunun için kullanabilirdi. Arka kapaktaki düğmeyi sağa kaydıracak ve gelecekteki tüm hayatını okuyacaktı. Buna göre bir plan yapıp kendi kaderini değiştirecekti. Bu fikir güzel ama bir o kadar da korkutucuydu. Kitabın belki de bilmediği başka özellikleri de vardı. Sadece kapağına, iç sayfalara bakarak böyle bir karar vermişti ama başına gelecekleri düşündükçe ürperiyordu. 

Hızlıca giyindi fakat kitabı yerinden almaya cesareti yoktu. Çantasını hazırlarken kitabı yerinden aldı. Biraz tozlanmıştı. Arka kapağındaki düğme tam ortadaydı. Sayfalara baktı hızla. Dün geceden beri birkaç sayfa ilave olunmuştu sadece. Düşünceleri ve endişeleri yazmıyordu sayfalarda. Kitabın kapağındaki düğmeyi sağa alarak kendi geleceğini okumaktan başka bir şey aklına gelmiyordu. Okul saati gelmişti ve servis kapının önünde kornaya basıyordu. Telaşla evden ayrıldı. Servisine bindi. Nasıl olsa yanında kimse yoktu ve yaklaşık bir saat serviste geçecekti. Kitabın kapağındaki düğmeyi sağa çekmenin tam zamanıydı. Kitabı eline aldı ve düğmeyi sağa çekmeye çalıştı. Düğme sağa gitmiyordu. Epeyce zorladı düğmeyi hareket eder gibi olmuştu fakat kilitlenmiş gibiydi. Ters yöne çekerek sıkışmayı gidermeye çalıştı, başaramadı. Çantasından anahtar, kalem gibi nesnelerle düğmeyi çekmeye çalıştı, yine olmadı. Hiç hesaba katmadığı bir durumdu bu. Hem endişenin hem de merakın zirvesindeydi. O kadar çok uğraştı ki düğmeyle okula geldiğinin farkında bile değildi. Servis şoförü:

-Talha Bey, sabah beri neyle uğraşıyorsun sen? Okula gitmeye niyetin yok mu? İnmeyeceksen ben diğer okulların servisini yapmaya gidiyorum, haberin olsun, dedi. 

Talha, kitaptan başını kaldırdı ve yıldırım hızıyla sınıfına doğru koştu. Kitap elindeydi. 

Her zamanki yerine geçti. Kitabını açtı, yeni sayfalar dolmuştu kitabında. Ne kadar sıkıcıydı kendi hayatını okumak bir kez daha. Akşama kadar elinde kitapla dolaştı. Bulduğu her nesne ile düğmeyi oynatmaya çalıştı. Belki de paslanmıştı düğme. Yağ veya pas sökücü işe yarayabilirdi. Akşam eve gidince bunu denemeyi düşündü fakat bu düğme metal değildi. Üstelik kitaba da zarar verebilirdi. Çaresizlikten düşünüyordu böyle şeyleri. Yardım isteyebileceği kimse de yoktu. Mesela arkadaşlarından birinden yardım istese önce kitabın hikayesi sorulacak sonra da sınıfta alay konusu olacaktı. Ailesine anlatsa bu yaşadıklarını kesinlikle tüm akrabalara rezil olacak, üstüne üstlük psikoloğa, psikiyatriye bile götüreceklerdi Talha’yı. Bu sorunu kendisi çözmeliydi. 

Tıpkı serviste olduğu gibi okulda da zaman çok çabuk geçmişti. İlk kez bu kadar çabuk bitmişti gün. Evine döndüğünde Talha’nın ilk işi bu düğmeyi hareket ettirmek olacaktı. Yemek bile yemeden odasına geçti. Daha sonra babasının alet çantasını aldı. Tornavida, pense, çekiç, falçata… ne bulduysa hepsiyle düğmeyi oynatmaya çalıştı fakat olmuyordu bir türlü. Düğme kilitlenmişti bir kez ve ilerlemiyordu ne sağa ne sola. Kitabın arka kapağını kesip parçalamayı düşünmüştü ki bu düşüncesinden utandı. Bir kitaba bu şekilde davranış hiç hoş değildi. Belki de düğmeye söylemesi gereken bazı sihirli sözler vardı. Masallarda öyle olmuyor muydu? Nefes aldı, gözlerini kapadı ve:

-Açıl düğme açıl, dedi. 

Sonra yaptığının aptalca olduğunu düşündü. Çaresizlik neler yaptırıyordu insana? 

Yemeğini yedi, ara sıra odasından çıktı. Çok uğraştı fakat olmuyordu, kitap kendini kilitlemiş gibiydi. Yorgundu. Kitabı yastığının kenarına bıraktı ve uykuya daldı. 

Ertesi sabah yorgun uyandı Talha. Hiç uyumamış gibiydi. Hazırlığını yaptı, dışarıya çıktı ve servise doğru yürüdü. 

Yalnızlığını unutturmuştu kitap ona. Zihni hep bu kitapla doluydu birkaç gündür. Yerine oturdu. Kitabı bulduğu ilk gün geldi aklına. Kitaptan kurtulmalı ve hayata dönmeliydi. Kitabı bulduğu yere doğru uzattı. Geriye çekildi, kitaba yeniden baktı. Son sayfasında adı yazıyordu, kendi el yazısıyla adı yazıyordu. Burada bırakması belki de uygun değildi. En azından o sayfayı karalamalı ya da yırtıp almalıydı. Kitaba uzandı, sayfaya baktı ancak ismi silinmişti. Bir emaneti uzatır gibi asıl sahibine kitabı yerine koydu. İçinde küçük bir burukluk vardı. Adını koyamadığı his… Kaybetmiş miydi? Neyi kaybetmişti ki? Olması gereken bu muydu? Böyle mi bitmeliydi bu macera? Belki de en iyisi böyle bitmesiydi. 

Servisten inerken kitaba el salladı. Servis şoförü kendisine el sallandığını düşünerek:

-İyi dersler Talha Bey, dedi.