22 Haziran 2025 Pazar

ESPRİ MESELESİ

Rukiye Tokgöz

Çok sıcak bir gündü ve okuldaydı. Karne haftası, hem de bu havada okula gelmesinin
tek sebebi babasının ısrarıydı. Karne haftası diye gitmemezlik yapılmaması gerektiğini,
sonuçta okulun açık olduğunu söyleyip duruyordu babası. Babasına karne haftasının etkinlik
haftası ilan edildiğini, ortaokulda olmasına rağmen hocaların saçma sapan oyunlar oynatıp
yetenek paylaşımı adı altında “Hiç mi yeteneğiniz yok?” diye kızdıklarını yüzlerce, binlerce
kez anlatsa da onu ikna edememişti bir türlü. Zaten yedinci sınıflardan okula gelen öğrenci
sayısı on birdi. Beşi ailesinin zoruyla geliyordu, üçü devamsızlığı çok olduğundan, geri kalanı
da haylazlık peşinde olduğundan. En azından karneye sadece iki gün kalmıştı. İki gün daha
etkinlik haftası adlı saçmalığa katlanacak, ondan sonra rahat edecekti. Zaten onun okulla
ilgili bir sorunu yoktu. Okulu seviyordu, dersleri de. Onun sevmediği şey etkinlik haftası
programları ve babasının onu bu günlerde okula göndermesiydi. Bu haftayla ilgili sevdiği tek
bir şey vardı, o da sadece bir kez olan soğuk espri yapma dersiydi. Espri yapmayı çok
severdi ve bu konuda bir hayli yetenekliydi. Okula gelen diğer on kişi de öyle. O yüzden bu
ders çok eğlenceli geçerdi.
Sonunda dört gözle beklediği o ders gelmişti. Herkes haftanın uyuşukluğunu
üzerinden atmış, en soğuk esprilerini hazırlamıştı. Sonunda hoca geldi ve espriler yapılmaya
başlandı. Herkes aklına gelen soğuk esprileri sıralıyordu. Sınıf gülme krizine girmişti.
-İngilizCEM yok.
-Neden?
-Çünkü tanıdığım bütün Cem’ler Türk.
Hatta hocanın bile esaslı bir soğuk esprisi vardı:
-Tebrikler KAZANdınız, şimdi tencere oldunuz!
Ardından bir öğrenci sınıfın diğer ucundan bağırıyordu:
-Geçen gün arkadaşlarla FIRINDA patates yiyorduk, fırın sıcak gelince balkona çıktık.
-Bu iyiliğiniz çok Makbule geçti, şimdi de Fatma geçiyor.
Soğuk espriler havada uçuşuyordu ama o hiçbir espri yapmıyor, kendini tutuyordu. Sonra,
dersin bitimine doğru hoca, onun hiçbir espri yapmadığını fark etti ve şaşırarak niye
yapmadığını sordu. O da,
-Bu sıcak havada soğuk espri yaparsam hasta olurum hocam, diye cevap verdi. O sırada
herkesin sesi kısılmıştı ve öksürüyorlardı. O sadece,
-Ben demiştim, dedi ve sınıftan çıktı.

HASTA MEKTUBU

Hülya Doğancık
 
 
Sevgili  Kim Olduğunu Bilmediğim Kişi,

Dün buradaydın. Emin değilim. Belki de sen değildin. Senin kim    olduğunu da bilmiyorum. Bu mektubun sana ulaşabileceğinin de garantisi yok. Sadece bazen insanın bir şeyler anlatması gerekiyor gibi hissediyorum. Her ne olursa olsun birkaç kelime söylemek, içinde tuttuğum sözcükleri dışarı vurmak en azından bana iyi geliyor. Burada benimle konuşan pek olmaz. Hemşire, doktorlar ve hasta bakıcılar var. Ama ilaçlar hakkında değilse hiçbiri benimle konuşmazlar.
Buna alıştım. Alıştım sanırım. En azından sen varsın. 
Ya da yoksun. Yine de yazıyorum. 
Belki biri okur. 
Ya da okumaz. 
Neyse burada günlerim çok sıradan. Kahvaltıda ilaçlar, öğlen ilaçlar, akşam ilaçlar. Ve kimse tek kelime etmeme izin vermiyor. Ama bir bahçemiz var. Oraya çıkınca daha iyi hissediyorum kendimi. Kendi kendime konuşabildiğim tek yer orası. İçeride kendimle konuşunca ilaçlarımın dozunu arttırıyorlar. Biliyor musun? Geçenlerde biri bana gülümsedi. Yani öyle sandım. Aslında ziyaret ettiği kişiye gülümsemiş. Olsun. En son buraya gelmeden önce gülen birini görmüştüm.
Daha kimseler ziyaretime gelmedi.
Sorun değil. 
Eminim çok meşgullerdir. Belki de benden utanıyorlardır. 
Yine de burası güzel. 
Belki güzel değil de gidebilecek bir yerim olmadığı için kendimi avutmaya çalışıyorumdur...


Sevgilerle

RÜYA GİBİ GERÇEK

Rukiye Tokgöz


I. Bölüm
Sude için bu hayat işkence gibiydi, beş ağabeyi ve kurallara uyma meraklısı babasıyla. Maddi durumları pek iyi değildi, babası bir kaza sonrası sakatlandığı için çalışmıyordu. Annesi -kendisi böyle diyor- altı çocuğunu doyurabilmek için yedi yirmi dört temizliğe(?) gidiyordu. Aslında annesinin o kadar çok çalışmaya ihtiyacı yoktu ama annesi gezmeyi, dolaşmayı ve sohbet etmeyi çok severdi. Temizliğe gittiği hanımlarla sıkı fıkı olduğundan sürekli çalışmak isterdi. Bu durumda Sude, okula gitmediği zamanlarda ağabeyleri ve babasıyla baş başa kalıyordu.  
Babası, tüm kurallara harfi harfine uyulmasını isterdi. Yatması, kalkması, yemek yemesi için belli saatler vardı. Bu saatler bir dakika bile geçse yarım saat ile üç saat arsında süren nutuklar dinlemek zorunda kalırdı. Nutuklar bittikten sonra da tüm ev işleri üzerine yıkılırdı. Bu ceza bir hafta sürerdi ama Sude, cezalı olmadığı zamanlarda da tüm işleri yapıyordu. Aslında ağabeyleriyle ev işlerini paylaşmaları lazımdı fakat ağabeyleri tüm işi ona yaptırıyordu ve babası ya bunu bilmiyordu ya da umurunda değildi. Ne de olsa bu evde oligarşi vardı. Annesinin evde kalmak istememesinin sebeplerinden biri de buydu belki. Sude, ağabey terörü denen şeyi sonuna kadar yaşıyordu. Sanki duvarsız bir hapishaneydi burası. 
 
II. Bölüm 
Babasının kural koyma merakı ve ağabeyleri, okulda da Sude’ye sıkıntı çıkarıyordu. Babası asla ve asla kendisinin tanımadığı kişilerle arkadaşlık kurmamasını söylerdi. Okulda samimi olduğu bir-iki kız vardı ama evdeki durum gizli olduğu için asla arkadaş buluşmalarına katılamazdı. Bu yüzden doğal olarak biraz da olsa dışlanıyordu. 
    Ağabeyleri ise onu sınıfta rezil edecek ve/veya babasını kızdıracak şeyleri baş başa verip düşünür, ardından el birliğiyle bu işi gayet iyi becerirlerdi. Bütün ödevlerini karalar veya yırtar, yazılıya çalışacağı zaman ders notlarını yakarlardı. Onlar yüzünden babası, notları düşük olduğu gerekçesiyle de ceza veriyordu. Sınıfa ya ödevsiz ya da yırtık, buruşuk ödevlerle geldiğinde öğretmenleri de ceza veriyordu. Bir keresinde de ağabeyleri okul formasının arkasına “SIRACALI” yazmışlardı. Utançtan yerin dibine girmişti o gün. Yazı görünmesin diye hırkasını sırtından hiç çıkarmamıştı ama fark etmediği bir şey vardı, aynı yazı hırkasının arkasında da yazıyordu. O günden sonra okulda adı çıkmıştı, gelen geçen alay ediyordu. İlkokuldan beri -yani yedi yıldır- okulda asla rahat gezemiyordu. Okul, onun için en az ev kadar, hatta evden daha büyük bir işkence olmuştu. 
Beş ağabeyi ve babası, yani toplamda altısı birden ona çok çektiriyordu. Evde, okulda, hayatın her alanında. Birkaç kez annesine okulu bırakıp onunla temizliğe gitmeyi bile teklif etmişti. Lakin annesi katiyen böyle bir şey yapamayacağını söylemişti. Sude’ye göre annesi, kendini bu evden kurtardığı için artık Sude’yi önemsemiyordu. Zaten şu dünyada ona anlayışlı davranan, onu önemseyen hiçbir canlı yoktu. Ya da Sude öyle düşünüyordu.


III. Bölüm 
O gün, okula yeni bir beden eğitimi öğretmeni geldi. Tam da beden eğitimi dersinin olduğu gündü. Yani Sude’nin en ama en nefret ettiği gün. Çünkü tüm beden eğitimi derslerinde şansına(!) tüm toplar kafasına gelir, koşarken ayağı taşa takılır ve yere yapışırdı. 
Beden eğitimi dersinde hoca kendini tanıttı ve isteyenin voleybol, futbol ya da basketbol oynayabileceğini söyledi. Hocanın lafı biter bitmez hızla koşan arkadaşlarından biri Sude’yi yere düşürdü. Sude ayağa kalktığında onu düşüren çocuk, diş macunu reklamı yapıyor gibi sırıtıyordu. Ardından dil çıkarıp ortadan kayboldu. Sude için artık bu durum olağan hale gelmişti. Kapüşonunu başına geçirip hocanın yanına, soyunma odasına gitmek için izin almaya gitti. Tek dostu olan kitabı çantasındaydı ve onu almak için soyunma odasına gitmeliydi. Hocanın yanına gitti:
-Hocam, soyunma odasına gidebilir miyim? Çantamda bir şey unuttum da. 
-Elbette yavrum, neden olmasın?
Hevesli bir şekilde soyunma odasına doğru yürüdü. Sevinmişti çünkü önceki hocası bazen izin vermiyor, hemen sorguluyordu çünkü okuldaki öğrenciler, Sude’nin hakkında hocalara yalan yanlış şeyler söylüyorlardı. “Umarım bu hoca onları dinleyince bana yine böyle davranır.” diye geçirdi içinden. Odaya vardığında kitabını eline aldı. Bu sefer 1283 sayfalık bir kitap okuyordu. Ama sonlarına gelmişti, önümüzdeki iki derste biterdi büyük ihtimalle. Tam her zamanki köşesine gelmiş, kitapta kaldığı yeri açmıştı ki hoca birden seslendi:
-Kızım, bir gelir misin?
Hocanın kızmasından korkarak ürkek tavırlarla yanına gitti.
-Efendim hocam?
-Kızım gel rahatça otur. Hah, şöyle. Yavrum sen neden arkadaşlarınla oynamıyor, kitap okuyorsun?
-Hocam ben oyun oynamaktan pek zevk almıyorum. Hem kitaplar benim en iyi ve tek dostumdur. Merak etmeyin, ben böyle hiç ama hiç sıkılmıyorum. 
-Kızım bu kadarı da normal değil ama. Hem arkadaşın durup dururken neden çelme taktı sana bakayım? Çekinmene gerek yok, rahatça anlatabilirsin. 
Hocanın bu sözleri üzerine Sude, ilk kez kendisini dinleyen birini bulmanın heyecanıyla bir anda içini dökmeye başladı. Söze babasının ne kadar katı ve kuralcı olduğundan başladı. Kurallara uymadığında çektiği nutukları, verdiği cezaları anlattı. Beş ağabeyini ve onların yaşattıklarını anlattı. Tüm okulda adının çıktığını ve hocaların bile ona çok kötü davrandığını söyledi. Arkadaşının ona bu sebepten çelme taktığını, artık bunun olağan olduğunu da eklemeyi unutmadı tabii. Sonra annesini anlatmaya başladı. Sırf sohbeti, gezmeyi seviyor diye yedi yirmi dört temizliğe gittiğini de uzun uzun anlattı. Söyleyecekleri bittiğinde kendisini çok rahatlamış hissediyordu. Tam hoca bir şeyler söyleyecekti ki derslerin bittiğini ilan eden zil çaldı. Hoca, Sude giderken sordu:
-Adın Sude’ydi, değil mi güzel kızım?
Sude başıyla onayladı ve hızlı hızlı yürüyerek soyunma odasına doğru yola koyuldu. Eşyalarını aldı ve -neyse ki- bu sefer sadece biri ona dil çıkardı. Eve giderken iki ders boyunca bir harf bile olsun kitap okumadığını fark etti. Şaşırdı… 

IV. Bölüm 
Eve gittiğinde o kadar mutluydu ki olanları düşünürken yemeği biraz yaktı. Babası ve ağabeylerine yanmamış kısımları verdi, yanıkları da kendi tabağına koydu bu yüzden.  Babası onun tabağındaki yemeğin yanık olduğunu görüp yemeği yakmasına kızmasın diye hızlı bir şekilde yemeğini bitirmesi gerekti. Ama bu, artık onun için önemli değildi. Çünkü bugün, onun için hayatının en güzel günüydü. Ömründe ilk kez biri onu dinlemiş ve içinde bulunduğu durumu anlayışla karşılamıştı. İyi de hocanın adı neydi? Aslında kendini tanıtırken söylemişti ama Sude hatırlamıyordu. Yarın gidip hocanın adına odasının önündeki tabeladan bakmaya karar verdi. Bunları düşünürken birdenbire babasının ödev yapması için belirlediği sürenin on dakikasını harcadığını fark etti. Bugün hocalar çok ödev vermişti, o yüzden yetişmeme ihtimaline karşı her zamankinden hızlı olması gerekiyordu. Koşarak odasına, ödev yapmaya gitti ve hemen ödevine başladı. Ama ödevini bitirdiğinde belirlenen süreyi beş dakika aştığını fark ederek daha da telaşa kapıldı. Ayrıca ödevlerinin hatalarla dolu olduğunu biliyordu, hocalar bu hatalar yüzünden çok kızacaktı. Hayıflanacak vakti yoktu, ödevini masasına bıraktı ve koşarak dişini fırçalamaya gitti. Ağabeylerinin, onun süreyi aştığını bildiklerinden haberi yoktu. 
Dişini fırçalayıp odasına döndüğünde ödevi, tam ortasından korkunç bir şekilde yırtılmış halde çöpte duruyordu. Çöpte sadece kâğıtların olmasına şükretti, en azından ödevi ıslanmamıştı. Hemen onu çöpten çıkardı ve bantlamak için masasında bandın olması gereken yere uzandı. Ama tüm bant dolabının kapağını sıkıca kapatmak için kullanılmıştı, hem de okul malzemelerinin durduğu dolabın. Tam o sırada babası, en ufak bir hataya bile göz yummayacağını belli eden bir sesle içeriden seslendi. Belli ki ağabeyleri Sude’yi ödevini yırtmakla, dolabını bantlayıp tüm bandı harcamakla ve yapacağı tüm işleri geciktirmekle suçlamışlardı. Ayaklarını sürüyerek ne kadar hızlı gidebilirse babasının yanına o kadar hızlı gitti. Babası değil yarım saat, tam bir buçuk saatlik bir nutuk çekti. Sude onu dinledikçe yerin dibine girdi ama bir yandan da o kadar umursamadı bu lafları. Çünkü artık bunu anlatınca onu dinleyecek birinin olduğunu biliyordu. Hem de bu kişi bir hocaydı. Sırf bu kişiyi keşfetmesinden doğan mutluluk yüzünden fazladan ceza almıştı ama değdiğini düşünüyordu. Babasını dinlerken bile bunu düşünüp gülümsemesine engel olamamıştı ama babası bu durumunu bir şımarıklık emaresi olarak algıladığından aslında bir saat sürmesini planladığı nutuğunu yarım saat daha uzatmıştı. Tabii bunu Sude bilmiyordu. Bilse de bir önemi yoktu zaten. Sude’nin tek istediği yarının gelmesi ve okulda o hocayla konuşmaktı. Odasına gitti ve yatağına uzanır uzanmaz uykuya daldı.

V. Bölüm 
Sabah annesinin sesiyle uyandı. Annesi ona “Hadi tatlım, okul vakti.” diyordu. Uyku sersemi buradaki tuhaflığı fark etmedi ve her zamanki gibi banyoya, yüzünü yıkamaya gitti. Sonunda uykusu açılmıştı. O an buradaki tuhaflığı fark etti. Annesi evdeydi, üstüne üstlük bir de onu uyandırmaya gelmişti. Bu nasıl olabilirdi? Bir anlam veremedi çünkü bir mucize olup annesi evde kalsa bile asla ve asla onu uyandırmak için zahmete girmezdi. Böyle bir şey olması için dünyanın tersine dönmesi gerekirdi. Bunları düşünürken burnuna nefis bir koku geldi. Epeydir unuttuğu bir koku… Evet patates kızartması kokusu geliyordu mutfaktan. Kokuyu içine çekti, bir de şarkı sesi geliyordu. Annesinin en son ne zaman şarkı söylediğini veya dinlediğini hatırlamıyordu bile. O yüzden onu en çok şaşırtan bu olmuştu. Mutfağa gidip annesine sordu:
-Anne, bu ne?
-Ne olacak kızım, patates kızartması. Dünkü gibi sosis kızartacaktım da sosis bitmiş.
-Önemli değil anne, patates kızartması da güzel, dedi ve sofraya oturdu. Ardından içeri ağabeyleri girdi. En büyük ağabey yanına geldi ve:
-Canım kardeşim bugün nasılmış bakalım, diyerek saçını hafifçe okşadı. 
Sude şaşkınlıktan abisine cevap veremedi. Ardından diğer dört abisi de “Günaydın.” diyerek masaya oturdu. Hayatında bu kadar tuhaf bir şeyle karşılaşacağını kırk yıl düşünse tahmin edemezdi. Tüm ömrü boyunca muhtaç kaldığı, umduğu ama bulamadığı aile sıcaklığının umduğundan bile fazlasını görmüştü. Acaba her şey tersine dönmüştü de bir tek o mu aynı kalmıştı? Tam daha hiçbir şeye şaşıramayacağını düşünüyordu ki babası içeri girdi. Sude’ye ve ağabeylerine çok ama çok sevecen ve içten bir şekilde “Günaydın.” dedi ve gidip annesinin yanağına bir öpücük kondurdu. Bu kadar iyi davranmak yetmemiş gibi bir de annesine oturmasını söyleyip yemek işini kendisi devraldı. Kısa bir süre sonra Sude’nin servisinin kornası duyuldu. Evdekiler ona iyi şanslar dilediler ve Sude şaşkınlıkla evden ayrıldı. 
Gün boyunca hem serviste hem okulda herkes ona çok iyi davrandı. Her ne kadar şaşırmış olsa da artık alışmış sayılırdı bu duruma. Yeni beden hocasının yanına da gitti ama hoca ona dünyadaki en yaramaz öğrenciymiş gibi davrandı, hatta onu neredeyse odasından kovdu. Dünyada ona iyi davranan tek insandı oysa daha dün. Şimdi ise ona kötü davranan tek insandı. Dünya tersine döndüyse bu durum normal olmalıydı. Derken okul bitti, servise bindi. Servisten indiğinde hâlâ bu ters dünyayı düşünüyordu. Aslında bu dünya çok daha iyiydi diğerine göre. Rüya gibi bir yerdi. Eğer bu bir rüyaysa da asla uyanmak istemezdi. Bunları düşünerek kapıya doğru yürürken yerinden çıkmış kaldırım taşını görmedi ve yüzüstü yere düştü. Bunu gören büyüğün küçüğü olan ağabeyi koşarak yanına geldi, bir şeyi olup olmadığını sordu. İyi olduğundan emin olduktan sonra onu eve kadar götürdü. İçeri girerken annesinin ortanca abisine şunları söylediğini duydu:
-Sude dün gece sayıklıyordu. Önemsemedim ama bugün çok tuhaf davranmıyor muydu? Geceleyin bu kıza ne oldu anlamadım gitti.
Düşmenin acısını unuttu o anda Sude. Yüzünde bir tebessüm, gözlerinde bulutlanmalar oluştu. Gerçek sandığı dünyanın rüya, rüya sandığı dünyanın gerçek olduğunu anlamıştı. Mutlulukla ağabeyinin peşinden eve girdi. Bu esnada yanağından süzülen damlanın düşmenin acısıyla olduğunu düşünüyordu ailesi. Mutluydu, hem de çok mutlu.