zeynep akbulut etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
zeynep akbulut etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Şubat 2025 Çarşamba

KIRK TİLKİ


Zeynep Akbulut

Kar, ara sıra yavaşlıyor ama yağmaya devam ediyordu. Zihnimde binbir düşünce vardı. Kırk tilki geziyordu beynimin içinde ama dikkat ettim, hiçbirinin kuyruğu birbirine değmiyordu. Mesela kar tatili olacak mıydı? Bence olacaktı fakat sonraki gün acaba tatil bitecek miydi, bu büyük bir sorundu çünkü sonraki güne yetişmesi gereken tonla ödev vardı. Ödevi yapmak bir şey değildi fakat öğretmenimin ödevimi beğenip beğenmemesi de ayrı bir sorundu. Kendi kendime tam da “Sorunların bunlar olsun.”demiştim ki akşam yemeği aklıma geldi. Kaç zamandır İskender yemediğimi hatırladım. Akşama bir ziyafet olsa, diye geçti içimden. Olmasa da olur, dedim kendi kendime. Kar, ara sıra yavaşlıyor ama yağmaya devam ediyordu. Diğer illerden birer birer tatil haberleri geliyordu. İstanbul bile kar tatili vermişti. İstanbul kar tatili veriyorsa Sivas’ın bir haftayı tatil etmesi gerekiyordu. Bence öyleydi yani ama büyüklerimiz iyisini bilir tabii. 
Tilkiler beni yormaya başlamıştı. Gerek yoktu bu kadar düşünmeye her şeyi. Önümdeki baklavaya baktım, fena görünmüyordu. Uzandım ve tadına baktım. Biraz fazla şekerliydi sadece. Kar, ara sıra yavaşlıyor ama yağmaya devam ediyordu.

ŞİİR YANILSAMASI

Zeynep Ayten, Zeynep Akbulut

Radyo dinlemeyi pek sevmem ama sessizlikten de hoşlanmam. Odamda sessizliğin hınzır uğultusunu duymaya başlayınca radyo dinlemeye karar verdim. Oturduğum yerden usulca radyoyu açtım, bir şiir okunuyordu, ilk kez duyduğum bir şiir. Ne kadar da güzel bir şiir diye düşünürken son üç dize ile sarsıldım:
zeynep beni bekle mutlaka geleceğim
başladığımız filmi birlikte bitireceğiz
kim ne derse desin içimde delice bir his
Şiirin mutlaka öncesi de olmalıydı fakat son iki dize sanki bana verilmiş bir mesaj gibiydi. Şairini düşündüm. Belki de çoktan ölmüş bir şairdi. Zaten iyi şairler hep ölü değil miydi? Ya da şairler öldükten sonra mı şiirleri kıymetleniyordu? Bu şiir beni etkilemişti nedensiz yere. Radyoda saçma sapan şarkılar başlamıştı. Radyoyu kapatmak zorunda kaldım ve döndüm derslerimin başına. 
Ertesi gün sınava girecek bir öğrenciye yapılır mıydı bu: “Zeynep beni bekle mutlaka geleceğim.”
Tamam, beklemek sorun değildi ama ne kadar bekleyecektim, niye bekleyecektim, kimi bekleyecektim? Şayet gelirse bu şiirin sahibi ya da seslendireni onu nasıl tanıyacaktım?
Galiba çok ders çalışıyordum. Kendime gelmek için biraz dolaşmak iyi fikirdi. Toparlandım ve dışarıya çıktım. 
Akşam karanlığı çökmek üzereydi. İnsanlar eskiden telaşla evlerine giderlerdi bu saatlerde ama şimdi sanki herkes evine gitmek istemiyor gibi yürüyordu yollarda. Eskiden yollarda bu saatlerde sadece işten eve dönenler olurdu ama şimdi yollarda çocuklar, nineler, dedeler de vardı. 
Yürümeye devam ettim. Açık hava iyi gelmişti bana. Sokakta çocuklar saklambaç, hırsız polis oynuyordu. Bir pikaptan Eminağa acemaşiran saz semaisi duyuluyordu. Yürüdükçe tuhaf şeyler oluyordu. Alışveriş merkezinin önüne geldiğimde ayaklarım doğrudan radyo satılan bölüme beni götürdü. Daha önceden görmediğim radyolar vardı burada ve bir kısmı açıktı. Müzikler, haberler birbirine karışıyordu. Birinin yanına yaklaştım, galiba bir şiir programı vardı radyoda. Uğultular arasında dinlemeye başladım: 
her akşam koridordaki ayak sesleri
yanlış çaldığını zannetiğin telefon
zeynep beni bekle mutlaka geleceğim
hem bu ne ilk ayrılığımız ne de son
Yine aynı şiir olmalıydı dinlediğim. Bir saat önce beni evden çıkaran şiirdi bu. Yine beni bulmuştu hem de o kadar kalabalığın içinde. Şiirin devamını bekledim fakat gelmedi. 
Aynı günde iki kez üst üste aynı şiire rastlamak… Bu sıradan bir olay olamazdı. Bu şiiri bulmalıydım. En azından şairini öğrenmeliydim. Ders çalışmayı unutmuştum bile. Mağazadan çıkarak yakındaki kütüphaneye gittim. Kütüphane görevlisi kitapların arasında şaşkın şaşkın dolaştığımı görünce yanıma geldi ve aradığım bir kitap olup olmadığını sordu. Biraz mahcup ve endişeli cevap verdim:
-Zeynep beni bekle, kelimelerinin içinde geçtiği bir şiir duydum. Bu şiirin hangi kitapta ve hangi şaire ait olduğunu merak ediyorum. 
Görevli bir süre garip garip bana baktıktan sonra şiir kitaplarının olduğu rafları gösterdi. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamamıştım. Saatlerce bütün şiir kitaplarını didik didik ettim fakat ne şairi buldum ne şiiri. 
Tam kütüphaneden ayrılacaktım ki masalardan birinin üzerinde bir kitap gördüm: Elde Var Hüzün. Kitap sanki beni kendine çağırıyordu. Umutsuzca sayfalarını çevirmeye başladığımda nihayet şiiri bulmuştum. Görevliye giderek sevinç içinde kitabı bulduğumu ve ödünç alıp alamayacağımı sordum. Kütüphane üyeliğim vardı ve kitabı alarak eve doğru yürüdüm. Yol boyu ara sıra şiirimi açıp okuyordum. Bir kısmını ezberlemiştim bile. Eve ulaştığımda içimde hem heyecan vardı hem de mutluluk. Masamda ders notlarım ve kitaplarım beni bekliyordu fakat kitabı bitirmeliydim baştan sona. Bir bardak çay alarak masama döndüm, kitabı önüme koydum. Odamda sessizliğin hınzır uğultusunu duymaya başlayınca yine radyo dinlemeye karar verdim. İçimde garip bir ümit vardı, yine benim şiirim okunacak gibi bir duyguya kapılmıştım. Radyoyu açtım ve bir dakika sürmeden kapattım. Kitabı da kapattım ve derslerime döndüm çünkü bu kez okunan şiir şöyle başlıyordu: 
aysel git başımdan ben sana göre değilim
ölümüm birden olacak seziyorum
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
Sonsuza kadar şiir dinlememeye karar vermiştim. 


italik yerler attila ilhan'a aittir. 

BEKLİYORUM


Zeynep Akbulut

Beklemekle geçtiği doğrudur günlerimin
Sabahları servis bekliyorum sessizce
Sonra bitmesini ilk dersin, son dersin
Bekliyorum heyecanla ulaşmayı evime

Ödevlerimin bitmesini beklediğim de oluyor
Yemeğin hazır olmasını beklediğim de

Cumayı beklemek ayrı bir şey olsa da
Sonra pazartesiyi bekliyorum
Bekliyorum ara tatilleri, uzun tatilleri
Ve bir üst sınıfa geçmeyi

Beklemekle geçtiği doğrudur günlerimin
Doğum günü, anneler günü, babalar günü
Öğretmenler günü, kız çocukları günü
Unutuyorum bazen önceki günü, dünü

Farkında olmuyorum giden günlerimin
Onlar benim farkımda mı bilmiyorum
Sadece her gün 
Bekliyorum, bekliyorum, bekliyorum

12 Şubat 2025 Çarşamba

ANİDEN

Zeynep Akbulut

Başlamadan bitiyor çoğu şey
Bazı şeyler başlıyor ama bitmek bilmiyor
Bitmek bilmiyor her sabah erkenden uyanmalar
Ve uykulu adımlarla yollarda kaybolmalar
Bitmek bilmiyor ders kitaplarında sayfalar
Hem bitse bile mutlaka bir sonraki sene var

Ne başlasın istiyorum ne de bitsin
Yalnızca var olan şeyler devam etsin
Mesela şu lamba yansın durmadan
Şu musluk hep aksın durmadan
Şu kalem yazsın
Şu bardak hep yarım kalsın
Suskun bir fotoğraf karesi olsun her şey

Takvimlerden sayfalar uçuşmasın mesela
Ya da akrebin ve yelkovanın zoru ne bilmiyorum
Onlar yerinde durmadığı için 
Başlıyor ve bitiyor her şey
Aynı yerde kalsalardı bitmezdi hiçbir şey aniden
Yırtılmazdı belki de yapraklar takvimlerden

SINAV KÂĞIDI

 
Zeynep Ayten, Zeynep Akbulut

Alarm çalmaya başlamıştı oysa uyuyalı birkaç dakika geçmiş gibiydi. Gözlerini açmak, yataktan kalkmak istemiyordu. Bir hafta boyunca uyuyabilecek kadar yorgun ve uykusuz hissediyordu kendini. Alarmı el yordamıyla gözlerini açmadan kapatmaya çalıştı. Bu esnada uykusu da dağılır gibi olmuştu. İsteksiz, iştahsız, gözleri yarı kısık vaziyette okul hazırlıklarına başladı. Sabahları kahvaltı yapma alışkanlığını bu şehirle beraber yitirmişti. İştahı olmuyordu. Öğle vakti bir şeyler atıştırıyor ve akşam yemeği ile günü tamamlıyordu. Yüzünü yıkarken aynada kendine baktı bir süre. Yaşlanmış gibi görünüyordu ya da bir farklılık vardı yüzünde. İnsan kendine yabancı olur mu? Sanki bir yabancıydı aynadan ona bakan. Anlayamadı. Belki de yorgunluktan gözleri iyi seçemiyordu kendini. Belki de ayna kirliydi. Belki lamba zayıflamıştı. Daha fazla düşünmeden kıyafetlerini giyindi ve dışarıya çıktı. Hava aydınlanmıştı ve soğuktu. Gece hayli kar yağmıştı ama yollar açıktı. Birkaç saniyeliğine üşüdüyse de sonradan kendine geldi. Ayakları kendinden bağımsız hareket ediyor gibiydi. Kuş gibi hafif hissediyordu kendini. Yürüdükçe yürüyesi geliyordu. Hatta ayıplayan olmasa koşacak kadar kendini iyi hissediyordu. Oysa ne kadar da az uyumuştu ne kadar da yorgundu yarım saat kadar önce. Bu saatlerde hiç acıkmazdı ama acıktığını hissetti. Yeniden kahvaltıyı alışkanlık haline getirmesi gerekiyordu. 
Bu düşüncelerle okuluna ulaştı. Yollar daha önce olmadığı kadar tenhaydı. Okul da hayli tenhaydı. Normalde bu saatlerde herkeste bir telaş ve bir yerlere yetişme endişesi olurdu. Hatta birbirine toslayan insanlar olurdu koridorlarda, merdivenlerde ancak kimse görünmüyordu etrafta. Sınıf arkadaşlarından ikisini nihayet görmüştü. Yanlarına giderek bu tenhalığın durumunu sormak istedi fakat onlar yürümeye devam ediyordu. Seslendi:
-Ayteeen, Zeyneeep!
Ne Zeynep dönüp bakıyordu ne Ayten. Onların bu tavrına içlenmişti. Tamam çok samimi değillerdi ama bu yaptıkları da hiç hoş bir hareket değildi. Dersinin olduğu kata doğru ilerledi öfkeyle. Tam merdivenin ucunda ders hocasını görmüştü. Yanından geçerken:
-Günaydın Hocam, nasılsınız, dedi. 
Hocası dönüp bakmadı bile yüzüne. Oysa daha dün nezaketten, insanlıktan, selamlaşmadan bahsetmişti dakikalarca. İnsanların hâl hatır sormamasından dert yanmıştı. 
İyice canı sıkılmış, adımlarını küçültmüştü ki yine bir arkadaşını gördü. Arkadaşı yaklaştı ve önce iyi olup olmadığını sordu. Rengin solmuş senin, dedi. Olanları anlatmak istemedi. Tam teşekkür edip ayrılıyordu ki arkadaşı:
-Boşuna sınıfa gitme. Sınavımız zemin katta bir derslikte, dedi. 
Sınav olduğundan bile haberi yoktu. Hangi dersin sınavı olduğunu bile bilmiyordu. Telaşla yeniden zemin kata indi. Tenhalığın nedeni belli olmuştu. Tüm sınıf arkadaşlarıyla doluydu ve daha önce hiç tanımadığı bir hoca sınav kâğıtlarını dağıtıyordu. Sınıfın en önündeki tek sıra boştu. Hızla oraya geçti ve oturdu. Hoca, bu sıraya kâğıt bırakmamıştı. Diğer kâğıtları dağıtınca bırakır elbet, diye içinden geçti ama dersin adı neydi, hoca kimdi, bilmiyordu. 
Etrafına baktı, kâğıdını alan hararetli bir biçimde yazıyordu cevapları. Sınıfın içinde kalem seslerinden küçük bir uğultu oluşuyordu sanki. Yüzleri gülüyordu arkadaşlarının. Belki de kolay bir sınavdı ama dersin adı neydi, hoca kimdi?
Bu esnada yaşlı hoca gözlüklerinin üzerinden baktı ve:
-Merve kızım, niçin geciktin? Sınava gelmeyeceksin diye endişelenmiştim doğrusu. Haydi, bakalım al kâğıdını ve başla, dedi. 
Daha önceden hiç görmediği bir hoca, ismini nereden biliyordu? Üstelik babacan birine benziyordu. Hoca, Merve’nin şaşkınlığını fark etmiş olmalıydı:
-İlahi Merve, dört senedir hiçbir dersini kaçırmadığın Hüseyin Hoca’nı ilk kez görüyor gibi bakıyorsun. Hasta mısın yoksa? Uykunu mu alamadın, dedi. 
Önündeki kâğıdı unutmuştu bile. Fakültelerinde bu isimde biri hiç olmamıştı ki? Lisede bile bu isimde bir hocası olmamıştı. Biraz sıkılarak:
-Hocam, siz hangi dersin hocasıydınız? Ben yanlış sınıfa mı geldim acaba, dedi. 
Hocası onu duymuyordu. Biraz daha yüksek sesle konuştu:
-Hüseyin Hoca’m… Ben sizi tanımıyorum. Siz beni nerden tanıyorsunuz. 
Hoca duymuyordu. Arkadaşlarına döndü. Hepsi gayretle cevap yazıyordu kâğıtlara. 
-Şaka mı yapıyorsunuz, bugün sınav filan yoktu. Üstelik bu hocayı da tanımıyorum. Birinin doğum günü filan mı? Nasıl böyle büyük bir organizasyon yaptınız? Allah rızası için biriniz bana cevap versin, diye bağırdı. 
Kimse cevap vermiyordu. Galiba onlar da duymuyordu. Bu esnada hoca olduğunu söyleyen kişi yaklaştı ve:
-Merve, sakin ol. İyi değilsen senin sınavını sonra yapayım. Vakit azalıyor, lütfen sınava odaklan, dedi. 
Yapacak bir şey yoktu. Kalemini çantasından çıkardı. Silgisini yanına koydu. Kâğıda baktı. 
Gözlerini sildi ve kâğıda baktı. 
Kâğıda bir kez daha baktı. 
Kâğıdın arka yüzüne baktı. 
Bilmediği şekiller vardı kâğıtta. Bilmediği bir alfabeyle yazılmış satırlar. Arapça değildi bu satırlar. Kiril alfabesi hiç değildi. Göktürk yazısını bile görmüştü ve bu alfabe ona da benzemiyordu. Bu bir alfabe miydi? 
Bir an kâğıdı buruşturup sınıftan çıkmak istedi fakat sanki yerine yapışmış gibiydi. Kalkamıyordu yerinden. Çığlık atmak istedi, sesi çıkmıyordu. Etraftaki arkadaşları birer ikişer kalkmaya başlamıştı. Sınavın sonu gelmişti galiba. Bu esnada zil çaldı. Evet, sınav bitmişti ve tek satır bile yazamamıştı. Okuyamamıştı ki yazsın. Zil durmadan çalıyordu, arkadaşları hızla sınıftan çıkıyordu. Böyle bir ders zili daha önce duymamıştı. Sınıfta Hüseyin Hoca’dan başka kimse kalmamıştı ve gözlüklerinin üzerinden bakıp tebessüm ediyordu. 
-Galiba ilk kez sınavdan düşük alacaksın Merve. Okuma yazmayı da mı unuttun. 
Zil çalmaya devam ediyordu. Sağ elini havaya kaldırdı ve masaya vurmaya başladı. Bu esnada zil sesi kesilmişti. Acıyan eline baktı. Başucundaki saat kırılmıştı. Etrafına baktı, kimsecikler yoktu. Hava yeni aydınlanıyordu dışarda. Rüya olamazdı bu yaşadıkları. Daha önce böyle bir rüya görmemişti. Birilerine anlatsa kesinlikle alay konusu olurdu bunlar. 
II.
Elindeki kırık saati masanın üzerine bıraktı. Usulca yerinden doğrularak okuluna gitmek için hazırlıklara başladı. Kahvaltı yapmadan evden çıktı. Gece kar yağmıştı ama hava çok soğuk değildi. Yanından geçen insanlara baktı, yanından geçtiği ağaçlara baktı. Gökyüzüne baktı. Rüyasını unutmak istiyordu. Az önce geçmiş gibiydi yürüdüğü yollardan. Böyle bir rüya olamazdı. Böyle gerçekçi ve boğucu bir rüya… Ayaklarına sanki ağırlık bağlanmış gibiydi. Yoluna zor yürüyordu. Zaten uykusunu da alamamıştı pek. Nihayet okulunu uzaktan gördü. Hayli kalabalıktı yollar. İnsanlar telaşla yürüyordu. Bu kez rüyada olmadığından emin olmak istiyordu. Yolun kenarında ki kar kütlesinden biraz aldı eliyle. Elinde tuttu. Eli üşümüştü, biraz kar daha aldı ve yüzüne sürdü. Rüya değildi bu yaşadıkları. Zaten her şey normal görünüyordu. Bu düşüncelerle binadan içeriye girdi. Az ilerde Ayten ve Zeynep yürüyordu. Tıpkı rüyasında yürüdükleri gibi yürüyorlardı. Onları görünce başını önüne eğdi ve geçiyordu ki seslendi arkadaşları:
-Merve, selam sabah yok mu? İyi misin?
Biraz şaşırdı bu duruma ve belli belirsiz sözcüklerle:
-Biraz dalgın ve yorgunum, kusura bakmayın arkadaşlar, diyerek yoluna devam etti. 
Sınıfa girdiğinde herkes kendi masasında oturuyordu. O da geçti ve her zamanki yerine oturdu. Her zamanki gibi bir güne başladığını düşünüyordu. Artık bu rüya saçmalığını gün içinde nasıl olsa unuturum, diye geçirdi içinden. Arkadaşlarına tebessüm etti. Tam bu esnada sınıfın kapısında herkesin ilk kez gördüğü yaşlı bir hoca belirdi. Sınıf sustu. Hocayı gören Merve sessizliğin ortasında kendi tutamadı:
-Hüseyin Hocam, hangi derse geldiniz?
Yaşlı öğretmen gözlüklerinin üstünden Merve’ye baktı:
-Tanışıyor muyuz evlat, dedi. Hocanız başka bir üniversiteye gittiği için bu dersinize bundan sonra ben geleceğim. Üniversitenize bugün başladım, doğrusu ismimin benden önce geleceğini hiç tahmin etmemiştim. 
Tüm sınıf Merve’ye bakıyordu. Merve konuşmaya devam etti:
-Sınav kağıtlarını getirmediniz mi?

5 Şubat 2025 Çarşamba

YALNIZ BEN MİYİM

Zeynep Akbulut

Kim sevinmez ki 
Soğuk bir kış gecesinde
Ansızın gelen kar tatili haberine 

Birazcık kar yağınca
Herkesin gözü ekranlarda
Tatil olsun diye
Herkeste bir çaba
Yalnızca benim 
Tatil olmasını istemeyen
Yalnızca benim galiba

ATLAS

Zeynep Akbulut, Zeynep Ayten

Ailesi adını Atlas koyarken sanki onun kaderini de beraber yazmıştı adının yanına. Gök kubbeyi taşımakla cezalandırılmış Atlas gibi hissediyordu kendisini. Bütün dünya onun sırtındaydı. Dağlarıyla, taşlarıyla, evleriyle, insanlarıyla onun sırtındaydı her şey en azından o böyle hissediyordu. Mesela her gün taşımak zorunda olduğu sırt çantasının dünyadan farkı neydi? İçinde taşıdığı her şey ayrı bir dünya ağırlığındaydı. Her gün yapmak zorunda olduğu işler, yerine getirmek zorunda olduğu görevler… Adını aldığı Atlas, onu görse hâline şükrederdi. 
Sabah altıda uyanıyordu gece on iki sularında uyuyordu. Bazen uyuyamıyor gece bire, ikiye kadar çalışması gerekiyordu. Onun yaşında birinin beş saat uyku ile hayata devam etmesi bile trajediydi. Kimsenin görmediği bir trajedi. Uzmanlar günlük sekiz saat uykudan bahsediyordu, galiba onun hayatını bilmiyorlardı. 
Bu uzmanların hangi dünyada yaşadığını merak ediyordu bazen çünkü aynı uzmanlar günde üç öğün yemekten bahsediyorlardı, yaklaşık üç litre su içmekten bahsediyorlardı. O ise sabahları yarım yamalak bir şeyler atıştırarak evden çıkıyor, öğlen sunta gibi sert bisküviler kemiriyor, akşam eve döndüğünde de önceki günden kalan yemekleri ısıtıp yiyordu. Hatta birkaç kez gıda zehirlenmesi bile yaşamıştı bu yüzden. Üç litre suya gelince, musluk suyundan içse sağlıklı değil marketten alsa ayrı bir masraftı. O, ölmeyecek kadar su içiyordu. Ölüm aklına geldiğinde ürperiyordu. Yaşamam gerek, diyordu; bir gün ailemin şehrine dönmem ve onlara rahat bir hayat sunmam gerek.
Hem okuyor hem çalışıyordu. Çalışmaya başlayalı çok olmamıştı, zaten tecrübesiz olduğu için fazla bir ücret de vermiyorlardı ona. Dersleri biter bitmez iş yerine gidiyordu ve gecenin bir yarısına kadar orada çalışıyordu. Bazı günler boş derslerde de çalışmak için buraya geliyordu. Saat karşılığı ücret alıyordu. Arkadaşları onun gibi değildi. Herkes hayatını yaşıyordu. Kimilerinin arabası kimilerinin kendine özel evi vardı. Kimileri hafta sonları başka illere gezi düzenliyordu kimileri yarıyıl tatillerinde yurt dışına çıkıyordu. Onun yaşadığı hayattan ne hocalarının haberi vardı ne arkadaşlarının. Zaman zaman arkadaşları etkinliklere onu da çağırıyordu ama bir bahane bulup kaçmayı başarıyordu. O, Atlas’tı. Dünyayı sırtında taşıyordu.
Ümitliydi, güzel günler göreceğine inanıyordu ilerleyen yıllarda. Şimdi yaşadığı sıkıntılara katlanmak, güzel şeyler düşünerek mümkündü sadece. Atlas da mutlaka her sabah ve gece geleceğe dair hayaller kuruyordu. Okulu biter bitmez güzel bir iş buluyordu hayalinde. Bir sene içinde çok düzenli ve bol kazançlı bir hayata kavuşuyordu. Ailesini de yaşadığı şehre alıyor, sonsuza kadar mutlu yaşanılan bir hayat düşünüyordu. O günler geldiğinde bu günleri hatırlamak bile istemiyordu. 
Yine gecenin geç saatleriydi ve hayli yorgundu. Tek odalı küçücük evine doğru yola çıkmıştı. En azından burasını kiralayabildiği için kendisini şanslı hissediyordu. Birkaç adım atmıştı ki ayağı bir şeylere takıldı ve sendeledi. Geri dönüp baktığında bunun büyük bir çanta olduğunu fark etti. Gecenin bu saatinde yolun tam ortasında üstelik gösterişli, kocaman bir çantayı kim bırakırdı ki? Atılmış olması imkânsız görünüyordu bu çantanın. Unutulmuş olması da imkânsızdı. Sağa sola baktı. Kimseler yoktu. Çantayı eline aldı ve biraz da endişeyle içini araladı, telaşla hemen geri kapattı. Birkaç adım daha attı. Sokak lambalarından birinin altında durdu, çantayı yeniden açtı. Gördüklerine inanamıyordu. Çantanın içi para doluydu. Terlemiş, kalbinin atışı hızlanmıştı. Bu para belalı gibi görünüyordu. Çantayı hemen oraya bıraktı ve hızla uzaklaşıyordu ki ardından bir ses duydu:
-Delikanlı, çantanı unuttun. 
Geriye dönüp baktı, kimse yoktu. Birkaç adım daha attı yine aynı ses:
-Çantanı almayacak mısın? 
Etrafa baktı, kimseler görünmüyordu. Belki de onun için hazırlanmış bir tuzaktı bu. Çantayı alacak ve başı belaya girecekti. Hızla koşmaya başladı. Her adımda ardından aynı ses geliyordu:
-Çantanı unuttun, çantanı al, o çanta senin…
Normalde kırk dakikada ulaştığı evine on beş dakikada ulaşmıştı. Bir yandan dönüp ardına bakmıştı yol boyu fakat kimseler görünmüyordu. Evine girer girmez pencereye koştu ve ışığı açmadan sokağa baktı. Sokakta kimseler yoktu. Kan ter içinde kalmıştı. Bir süre dinlendikten sonra ışığı açtı, bir şeyler atıştırıp uyumayı düşünüyordu ki gördüğü manzara karşısında donup kaldı. Gözlerini sildi, kendini çimdikledi, gözlerini kapatıp bildiği duaları okudu ve yeniden açtı gözlerini. Az önce yolda bıraktığı çanta yatağının üzerinde duruyordu. Bela değil, büyük bir belaydı bu. Çantayı yeniden aldı eline. Sanki öncekine göre daha ağırlaşmıştı. Işığını söndürdü ve dış kapının önüne bırakarak evine döndü. Işığı açtı, yatağına uzanmak istedi fakat bir yandan dışardaki çantayı merak ediyordu. Bir şeyler de atıştırması lazımdı. Küçük mutfağın kapısından içeri girdiğinde yeniden aynı şaşkınlığı yaşadı. Çanta masanın üzerinde duruyordu. Bu çantadan kurtulmanın mümkün olmadığına ve bu çantanın da normal olmadığına inanmıştı. Çantayı eline aldı fakat az öncekine göre daha da ağırlaşmıştı. Güç bela, sürüyerek çantayı masadan indirdi. İçini araladı. Para doluydu çanta, çok para… Bu parayla ne yapacağını düşündü. Bir kısmını dışarıya çıkaracaktı ki bir not gözüne ilişti. Özenli ve tanıdık bir el yazısıyla notta şöyle yazıyordu:
Kaderinden kaçamazsın Atlas. Hayallerine kavuşmak için yıllarca beklemene gönlüm razı olmadı. Bu para aslında senin fakat bir görevin var bu parayı hak etmek için. Bu görevini yerine getirmezsen para başına bela olur. Görevini yerine getirirsen artık hayallerine kavuşursun. Görevinin ne olduğunu öğrenmen için şehrin eski mesire alanındaki çekirdek çitleyen eşeği bulman gerekiyor. 
Atlas, kâğıdın arka yüzüne baktı. Metni tekrar okudu. Çantaya bir tekme attı. Uykusu gelmişti. Kâğıdı buruşturdu ve fırlattı. Çantayı orada öylece bıraktı. 
Sabah uyandığında saat altıydı. Gece yaşadıkları, hiç aklından çıkmamıştı. Bela, gelip bulmuştu işte onu. Adı Atlas’tı ya… İlla yükü ağırlaşacaktı her geçen gün. 
Gözlerini ovuşturarak mutfağa gitti. Çanta, yerinde yoktu. Belki de rüyaydı yaşadıkları. Evet, yorgun bir gecenin sonunda gördüğü kötü bir rüyaydı. Bundan emindi. Şimdi bir şeyler atıştırıp yola çıkmak zamanıydı. Daha iyi beslenmesi ve daha çok uyuması gerekiyordu belki de. Tam morali biraz yerine gelmiş, kendini toparlamıştı ki yerde buruşturulmuş kâğıdı gördü. Kâğıdı düzelttiğinde gece okuduğu el yazısıyla yazılmış notu yeniden gördü. 

Son cümleye kadar kulağa hoş geliyordu nottaki cümleler ama son cümle tüm büyüyü bozuyordu: Görevinin ne olduğunu öğrenmen için şehrin eski mesire alanındaki çekirdek çitleyen eşeği bulman gerekiyor. 
Önce umursamak istemedi bu yazılanları fakat belki de gerçekten çekirdek çitleyen bir eşek bulabilirdi. Üstelik eski mesire alanı ifadesi de araştırmasını biraz daha daraltıyordu. Önce eski mesire alanlarını taraması gerekliydi sonra bu mesire alanlarında çekirdek çitleyen eşek (!) bulacaktı. Eşeği bulsa önüne çekirdek koyabilirdi ama bu dönemde köylerde bile eşek bulmak, görmek hayli güçtü. Yapacak başka bir şey yoktu. Evinden çıkacak kadar kendini iyi hissetmiyordu. Bilgisayarını açtı ve “çekirdek çitleyen eşek heykeli” kelimelerini internet arama motorlarına yazdı umutsuzca. Alakasız şeyler çıkacağını düşünüyordu ama yanıldı. Gerçekten de çekirdek çitleyen eşek heykeli vardı ve bir mesire alanındaydı. Heykelin resimlerine baktı, bulunduğu yere baktı. Yaşadığı yere çok uzak sayılmazdı. Trenle bir saatte oraya ulaşabilirdi. Acele ederse sabah trenine yetişebilirdi. Yanına hiçbir şey almadı. Bilgisayarını bile kapatmadı, yola çıktı. İlk trene yetişmişti. İnanmaya başlamıştı bu notta yazılanlara. En azından en saçma bulduğu şey yani çekirdek çitleyen eşek heykeli gerçekten de vardı. Sıkıcı hayatını geride bırakacak ve mutlu olacaktı bugünden sonra. Bir saatlik yol ona çok uzun gelmişti. Vakit geçmek bilmiyordu. Zihninde düşünceler, umutlar, hayaller peş peşe gelip gidiyordu. Nihayet gideceği şehre ulaşmıştı. Telaşla trenden indi ve heykelin bulunduğu alana doğru koşar adım ilerledi. Heykeli uzaktan gördüğünde tebessüm etti. Evet, karşısında bir eşek heykeli vardı ve çekirdek çitliyordu heykel. Şaşkın bakışlar arasında heykelin yanına koştu ve incelemeye başladı. Burada mutlaka bir şeyler olmalıydı onu ilgilendiren. Bir görevden bahsediliyordu notta. Heykel çok göz önündeydi ve çok yalındı. Özel bir şey göremedi dikkatle bakmasına rağmen. Belki de kendisiyle dalga geçen birileri vardı ve şimdi gizli gizli onu izleyip kahkaha atıyorlardı. Eşek heykelinin ağzı açıktı. Son çare olarak oraya bakmalıydı ama dikkat çekmek istemiyordu. Yine de yaklaştı ve hızlıca eşeğin ağzına parmaklarını uzattı. Gerçekten de burada bir şeyler var gibiydi. Bir süre uğraştı gelip geçen insanların şaşkın bakışları arasında fakat sonunda başardı. Küçük rulo şeklinde bir kağıt çıkmıştı buradan. Biraz ilerleyip heyecanla kâğıdı açtı. Yine bir not vardı ve çok küçük harflerle yazılmıştı. Çok çaba sarf etti ancak okunacak gibi değildi yazı. Yakında bir yerlerden büyüteç bulması gerekiyordu. Etrafta gördüğü ilk kırtasiyeye girdi ve en büyük büyüteci rica etti. Tam büyütecin fiyatını ödeyecekti ki dönüş parasının kalmayacağını düşündü. Bir süre satıcı ile bakıştılar. Satıcı durumu anlamamıştı.
-Aslında büyüteç bana sadece bir dakikalığına lazım. Satın almadan burada kullansam sorun olur mu, dedi. 
Dükkân sahibi başka bir müşteriyle ilgileniyordu. Büyüteçle az evvel bulduğu notu okumaya başladı, bu durumdan istifade ederek.
“Bu kadar hızlı ilk görevini yerine getireceğini ummuyordum doğrusu. Şimdi asıl görevinde sıra. Arka sayfadaki bilmeceyi çözdüğünde yeni bir hayat, çanta dolu bir parayla seni bekliyor.”
Kâğıdın arka yüzünü çevirdiğinde dükkân sahibini karşısında gördü. Telaşla kâğıdın arka yüzünü okurken dükkân sahibinin tebessüm ettiğini gördü ve konuştu:
-Gerçekten buna inanıyor olamazsın. Sabahın bu erken vaktinde elindeki küçücük kağıdı okumaya çalışıyorsun hem de heyecanla, ümitle. 
Dükkân sahibinin sözleri bütün heyecanını bitirmeye yetmişti. Sanki neyin peşinde olduğunu biliyor gibiydi bu adam. Bir yandan kâğıdı okumaya çalışıyor bir yandan da adamın küçümseyici, muzip bakışlarına takılıyordu. Adam devam etti:
-Söyle bakalım o kâğıdı nereden aldın? Buraya iki ayda bir mutlaka birileri geliyor senin gibi. Hep de aynı saatlerde geliyor. Hep aynı telaş oluyor bakışlarında. Hemen hemen gelen herkesin yaşı da birbirine yakın. Bir şeyler çeviriyorsunuz ama anlayamadım. 
Dükkân sahibinin sözleri bittiğinde o da bilmeceyi okumayı bitirmişti. Şöyle yazıyordu kâğıtta: Gerçekten buna inandın mı? 
Dükkân sahibi tebessümü bırakmış kahkaha atıyordu. Kahkahası kulaklarında çınlayarak çoğalıyordu. Bir yandan da soruyordu:
-Ne yazıyor orada, görevin neymiş? 
Elindeki küçük kâğıdı buruşturup yere attı ve koşarak istasyona yöneldi. Dönüş biletini alarak yerine oturdu. Bu kez çok kısa sürmüştü yolculuk. Göz açıp kapayıncaya kadar yaşadığı şehre ulaşmıştı. Hatta yaşadığı eve bile girmişti. Etrafına bakındı. Tüm bunların nasıl bu kadar çabucak gerçekleştiğini anlayamadı. Evden hiç çıkmamış gibiydi. Ayaklarına baktı, çorapları yoktu. Kollarına, vücuduna baktı. Pijamalarıyla oturuyordu yatağında. Yaşadıklarının hepsinin garip bir rüya olduğuna inanmaya başladı. Aklına para dolu çanta geldi. Bıraktığı yere gitti ama çanta filan yoktu ortada. Tüm bu yaşadıklarının rüya olma ihtimali yoktu. Hayal görmüş olma ihtimali de yoktu. Midesinin bulandığını hissetti. Güçlükle lavaboya yetişti ve kustu, kustu, kustu. Kustukça kendine geliyordu. Dünya aydınlanıyor, zihni duruluyordu. Çok kötü bir zehirlenme yaşamıştı anlaşılan. En azından saçma sapan notlar ve çantanın yokluğu, dükkân sahibinin kahkahası silinip gitmişti. Kendine geldiğinde saate baktı. Henüz gecenin dördüydü. Uyumak için iki saati daha vardı. Biraz daha toparlanabilirdi bu iki saatte. Artık daha çok dinlenmeli, daha az çalışmalı ve beslenmesine dikkat etmeliydi. Bu yaşadıklarını bir kez daha yaşamak istemiyordu.
Tam yatağına geçerken bilgisayarının açık olduğunu fark etti. Kapatmak için bilgisayarının yanına gittiğinde ekranda çekirdek çitleyen eşek heykeli olduğunu gördü. 

27 Aralık 2024 Cuma

KAPI


ZEYNEP AKBULUT

Üzülmediğine göre bir sorun olmadığını söyledim fakat bana bir türlü inanmıyordu. Durmadan yere bakıyor, bir şey söylemiyordu. Bir ara ellerine baktım, parmaklarını çıtlatıyordu ama ses gelmiyordu parmaklarından. Haydi artık, dedim. Sen, yapabileceğin her şeyi yapmışsın. Onu da üzmemişsin, kendini de. Cevap vermiyordu ve arada gözlerime bakıyordu ve gözlerini gözlerimden kaçırıyordu. Beni görmek, ona tedirginlik veriyordu, sezmiştim. Daha fazla bekleyemezdim onun önünde. Arkamı döndüm ve kapıyı kapattım. Ayna, orada öylece kaldı. 

11 Aralık 2024 Çarşamba

ADINI SEN KOY

Zeynep Akbulut

Hayat uzun diyorlar
Ama kısacık bence
Yaşarken bilmiyorlar
Biliyorlar geçince
 
Hayat belki bir rüya
Güzel ve tatlı biraz
Keşke dönmese dünya
Mevsimler olsa hep yaz
 
Neden bazı insanlar
Bilmiyor yaşamayı
Gelip geçer duygular
Öğren mutlu olmayı

HAMUŞ

ZEYNEP AKBULUT
ZEYNEP AYTEN
ASYA ZOROĞLU

On beş yaşımdayım ve bugüne kadar hiç konuşmadım. En azından kendimi bildiğimden beri konuşmadım diye düşünüyorum. Belki bebekliğimde bazı sesleri taklit etmişimdir, belki her bebek gibi anlamsız sesler çıkarmışımdır. Fakat hiç ağlamamışım. Bugüne kadar hiç konuşmadım. Konuşmayı bilmediğim için değil, konuşmaya ihtiyaç duymadım. İnsanları gördüm konuşurken, çocukları gördüm hatta kuşları ve çiçekleri gördüm. Bir çiçek hayatın kısalığından bahsediyordu. Başka bir çiçek, diğer çiçeklerin dedikodusunu yapıyordu. Çiçeklerden biri, kendinden daha güzel bir çiçeğin olmadığını haykırıyordu sağa sola. 
Bulutları, ağaçları duydum fısıldarken. Ağaçlar korkuyordu insanlardan. Yaşlı olan ağaçlar, genç fidanlara yaşadıkları şeyleri anlatıyordu. 
Başka insanların duymadığı sesleri duydum ama konuşma ihtiyacı hissetmedim. Bir kez ağzımı açsam ve bir kelime söylesem sanki dünyam değişecekti. Sanki herkes gibi olacaktım. Sanki büyü bozulacaktı. Belki de zahmetli bir şeydi konuşmak. Konuştum diyelim, insanlar anlayabilecek miydi benim söylediğim cümleleri. Çoğunlukla beni yanlış anladın, söylediklerimi anlamıyorsun, gibi cümleler kuranlar onlar değil miydi?
Çocukluğumun en güzel günleri hastanelerde testlerle geçti. Önce duymadığımı zannetti ailem. Doktorlar da öyle zannetti. Duyuyordum, kimsenin duymadığı kadar. Başımla, ellerimle, gözlerimle, mimiklerimle cevap verdim onlara. Birkaç yıl sonra ailem artık hastanelerden ve doktorlardan ümidi kesti. Beni böyle kabullendi. 
Okumayı ve yazmayı biliyorum. Okumak, derken yüksek sesle olanı kast etmiyorum. Harflerin, kelimelerin, cümlelerin anlamlarını biliyorum. Kimsenin kuramadığı cümleleri kurabiliyorum. Cümlelerimi okuyanlar çok beğendiklerini söylüyorlar. İşitiyor ve cevabımı yazarak veriyorum insanlara. Arkadaşlarım, ailem, öğretmenlerim bu durumu kanıksadı. Kimse benden sözlü bir kelime veya cümle beklemiyor.  Okulumda bütün şiir, hikâye, deneme yarışmalarını beni katıyorlar. Şimdiye kadar katılıp da derece almadığım yarışma kalmadı ve usandım sonunda yarışmalardan. 
Birgün gerçekten konuşma ihtiyacı hissedecek miyim? Bu sorunun cevabını ben de merak ediyorum. Belki gençliğe adım attığımda, belki eğitim hayatım bittiğinde, belki de yaşlandığım zaman… Şimdilik konuşma ihtiyacı hissetmiyorum. 
Konuşmak, benim için herkesleşmek belki de. Konuşularak çözülen bir meseleye hiç denk gelmedim. İnsanlar konuşa konuşa anlaşırmış ya… Ben görmedim o insanlardan. 
Bundan sonra konuşmaya ihtiyacım olacağını da çok sanmıyorum. Dinlemek yetiyor bana. Herkesi dinlemek, her şeyi dinlemek. Zaten insanların birilerine kendilerini dinletmeye ihtiyaçları var gibi hissediyorum, karşılıklı konuşmaktan ziyade. Onları dinlerken her şey yolunda görünüyor fakat ben onlara bir tepki vermeyince bu kez tavırlar değişiyor. Özellikle beni tanımayan ya da yeni yeni tanıyan insanlarda hep bir konuşmaya zorlama çabası oluyor. Beni yakından tanıyan insanlar da belki de ona konuşmayı ben öğrettim demek için halen ara sıra çaba sarf ediyor. Konuşmak yorucu bence. Çok yorucu. Yazmaktan daha yorucu. 
Aslında şu anda yaptığım şey de tam olarak bir çeşit konuşmak değil mi? Sessiz konuşma diyorum buna ben. Yani beni konuşmamakla suçlaması insanların haksızlık aslında. Konuşuyorum fakat sessiz sessiz. Düşünüyorum, sessizce.
On beş yaşımdayım ve bugüne kadar hiç konuşmadım. Konuşmayı da düşünmüyorum. Neden konuşmuyorsun, sorusuna daha fazla maruz kalmamak için elime kalemi aldım ve bu satırları karaladım. 
Sonrasında susacak mıyım? Hayır. Konuşacak mıyım? Buna da hayır. 
Aslında ben konuşan bir suskunum. Kalemiyle, defteriyle konuşan bir suskun. 


4 Aralık 2024 Çarşamba

BÖYLE BÖYLE

Zeynep Akbulut

Zamanı anlamak 
Bir insanı anlamaktan daha zor
Bazen koşuyor dört nala saatler, takvimler
Bazen yerinde duruyor

Mesela okuldaysam
Yığılmışsa dersler üst üste
Bir bakıyorum pazartesi
Bir bakıyorum perşembe

Okuldan eve gelmişsem yorgun argın
Günlerden cuma ise
Cumartesi ve pazar
Geçmek bilmiyor nedense

Kimileri tatillerin çabuk geçtiğini söyler
Kimileri usanır gidip gelmekten okula
Bense her hafta sonu, her yaz tatilinde
Düşünüyorum kara kara
Zaman durdu mu diye

Zaman diyorlar zaman
Bazen hızlı, bazen yavaş
Böyle böyle geçiyorum takvimlerden
Böyle böyle geride kalıyor bir yaş, iki yaş, üç yaş

20 Kasım 2024 Çarşamba

ÖNCE KİMDEN BAŞLAYALIM

Zeynep Akbulut


Önce benden başlamayalım
Çünkü en yorgunu benim bu hayatın
Çünkü kimse yokken buralarda 
Ben vardım

Önce benden başlamayalım
Mesela ondan başlayalım, şundan başlayalım
Dışardaki karanlıktan başlayalım
Günlerdir görünmeyen ay ışığından 
Kapıyı vurmadan aralayan görevliden
Koridorda gördüğümüz kravatlıdan başlayalım

İlla başlamamız gerekiyorsa 
Bitmek bilmeyen çarşambadan başlayalım
Tükenmez kalemlerin neden 
Benden daha önce tükendiğinden
Başlayalım yeni telefon modellerinden

Önce benden başlayalım
Evet benden
Yani işe yaramayan gözlüklerimden
Durup durup boşluğa dalmalarımdan
Unuttuğum hayallerimden
Önce benden başlayalım
Yalnızca benden 

30 Ekim 2024 Çarşamba

BELKİ

ZEYNEP AKBULUT

Herkes iyi olduğunu söyler
Herkes iyilik yaptığını düşünür
Fakat iyilik farkında değildir bunun
Kötülük ise sessizce kenarda
Olan biteni seyreder

Kimse kötüyüm demez
Kötülük yaptığını bile düşünmez
Kötülük, sözlüklerde aranır çoğu zaman
Ya da başkalarının hayatında

Oysa iyi de senin içinde 
Kötü de
İyi de sensin 
Kötü de sensin belki de

BÜYÜK DEĞİŞİM

Zeynep Akbulut


Hiçbir şey değişmiyordu. Günler hep birbirine benziyordu. Ara sıra derin bir nefes alıyordum, sonra yeniden bir koşunun içinde buluyordum kendimi. Her şey üst üste geliyordu. Bitmeyen işler, yapılması gereken şeyler, yetiştirilmesi gereken ödevler, ev temizliği, akrabaların gereksiz ziyaretleri… Bazen bir film arası gibi her şeye ara verdiğim dönemler oluyordu fakat çabucak bitiyordu bu süre ve yeniden kendimi aynı kaosun içinde buluyordum. Hiç bitmeyen mesajlar, aramalar, yol ortasında hâl hatır sormalar… Usanmıştım durmadan tekrar eden bu olayların içinde. Yarın ne yaşayacağımı biliyordum mesela; okula git, sınava gir, ummadığın soruları karşında gör, eve dön, ders çalış, yine sınava gir. Sonraki gün ne yaşayacağımı da biliyordum. Hatta sonraki haftaları, ayları da biliyordum. Bunları düşünmek beni yoruyordu. Yapmam gereken işlerden daha çok yoruyordu. 
Yine nasıl geçeceğini bildiğim bir sabahtı ve yola çıkmıştım. Az sonra yanımdan başka bir okulun öğrencisi geçecekti. Her sabah aynı yerde, aynı saatte karşılaşıyorduk onunla. Adını bilmiyordum ama mavi çantası hep sırtındaydı. Kocaman kulaklığı hep kafasındaydı. Ne dinlediğini bilmiyordum ama kendini çok kaptırdığı belliydi. Mutlu olduğu da belliydi. Belki de uyuşmuş olmanın verdiği bir mutluluktu bu. Müzikle, derslerle, arkadaşlarıyla uyuşan biriydi belki de. Yalnız o mu? Etrafımdaki çoğu arkadaşım da onunla aynı özelliklerdeydi. Tebessüm etmiyorlar, kahkaha atıyorlardı. Biri sendelediğinde ya da başından bir olay geçtiğinde herkes gülüyordu. Sadece ben gülmüyordum. 
Yola çıkmıştım ve okuluma doğru bu düşüncelerle ilerliyordum. Havanın farklı olduğunu hissettim nedense. Hava değişikti ve içimde garip bir koşma isteği vardı. Kendimi zor tutuyordum. İlk kez kuş seslerini duydum. Beni mest eden kuş seslerini. Kuş seslerinin geldiği ağaçlara baktım. Ağaçlar bir gecede büyümüş gibiydi. Yalnızca ağaçlar mı? Kaldırımlar yükselmiş, yollar kocaman olmuştu. Ezberden bildiğim bir yoldu burası fakat sanki onlarca kat büyütülmüş gibiydi her şey. Kuşlar, beni davet ediyor gibiydi yanlarına. Birkaç ağaca tırmanmaya bile çalıştım fakat kuşlar uçtu gitti. Kocaman bir sineğin gürültüsünü duydum ve sineğe bakarken ağaçtan düşüverdim. Neyse ki bir yerim acımamıştı. Kendimi hayli çevik ve atılgan hissediyordum. Bu sırada sırtımda çantamın olmadığını fark ettim. Belki de yola çıktığımdan beri kendimi bu kadar hafif hissetmemin sebebi buydu. Bambaşka bir dünyaya gelmiş gibiydim. Yaşamak bu kadar keyifli ve hayat bu kadar güzeldi de neden ben daha önce fark etmemiştim? Belki de her sabah gördüğüm mavi çantalı öğrenciye benzemiştim artık. Okula gitmek hiç cazip gelmiyordu fakat yine de gitmeliydim. Kuşlar sürekli ötüyordu, kocaman sinekler ya da arılar yanımdan gelip geçiyordu. 
Okulun önüne yaklaştığımda okulumuzun kedisi Selçuk’la karşılaştım. Her zamanki gibi bakmıyordu. Biraz tehditkâr bakıyordu bana. Üstelik bir gecede nasıl bu kadar büyümüştü? Neredeyse benim kadar olmuştu. Yaklaştığım anda garip sesler çıkardı ve bana saldırmaya kalkıştı. Zaten onunla uğraşacak vaktim de yoktu. Okul kapısından içeri girdim. Kuşlarla, sineklerle uğraşırken okula geç kalmıştım. Bahçede kimsecikler yoktu. Merdivenleri hızla çıktım, tam içeriye girecektim ki nöbetçi öğretmenlerden biri beni ensemden yakaladı. Öğretmenle göz göze geldiğimizde tanıdım onu. Dev gibi görünüyordu bana öğretmenim. Tek eliyle beni merdivenlerin aşağısına bırakırken bir yandan şöyle diyordu:
-Selçuk yetmiyormuş gibi bir de sen mi çıktın başımıza. Burada senin için ders yok. Haydi, geldiğin yere git. 
Bu söylenenlerden bir şey anlamamıştım. Selçuk, bahçenin dışında bana kızgın kızgın bakıyordu. Yoklama alınmadan sınıfa girmem yazımdı. Birkaç kez daha şansımı denedim fakat bu kez koridorda başka bir öğretmen beni yakaladı. O da ensemden tutarak dışarıya bıraktı. Kapıyı kapatırken söylediği sözler, olduğum yere yığılmamı sağlayacak cinstendi:
-Okul değil kedi bahçesi. Biri bahçenin dışında bekliyor, birini koridordan dışarıya ben atıyorum. 
Bahçenin dışında bekleyen Selçuk’tu. Koridordan dışarıya attığı galiba bendim. Tüm bunların nasıl olduğunu anlamıyordum. 
Her şey değişmişti. Her şey…
-


KAHKAHA

Zeynep Akbulut

Bulutlar ne kadar güzel görünürse görünsün
Ben o kadar bir geç kalıyorum aslında
Yarın gidip oturmam gereken sıraya
Bungunum 
Dışarda hiç dinmeyen çocuk sesleri
Kocaman bir dünyayı paylaşıyorlar gibi

Kemençe havası doluyor odaya
Bir bardağın sessiz sessiz soğuyuşunda
Bir mikrofon, bir ekran
Bu karanlıktan çıkıyorum sonra
Matbaalar her şeyi basıyor
Kahkaha hariç
En çok ona ihtiyacım var oysa

16 Ekim 2024 Çarşamba

SAYILI GÜN

 
Zeynep Akbulut

Eğer daha önce gelebilseydim dünyaya
Şimdi on sekiz yaşımda olurdum
Ve ihtimal on sekiz yaşımda
Daha mutluydum

Mesela süt almaya gitmek zorunda olmazdım
Çay koymazdım, bulaşık yıkamazdım
Hayat daha kolay olurdu galiba
Önümde dağ gibi kitaplar ve defterler
Bana bakıp durmazdı

Şimdi çok sıkıldığımda hayattan
Beş sene sonrasını düşlüyorum
Bazen on sene sonrasını
Düşünüp gülümsüyorum

Bir çare olmalı çabucak geçmek için
Bu uzayıp duran yolları
Ya da hızla koparmak gerek
Takvimdeki sayfaları

Eğer şimdi yirmi yaşımda olsaydım
İşim olurdu, maaşım olurdu
Kardeşim benden uzak dururdu
Ama daha çok var o yaşlara
Neyse ki sayılı gün çabuk geçiyor

NAZAR


Zeynep Akbulut

Yaz bitmişti. Eylül ayı gelmişti ama havalar halen sıcaktı. Ağaçlar da henüz yapraklarını dökmeye niyetli görünmüyorlardı. Mevsimler değişti, diyordu yaşlılar. Galiba haklılardı. Normalde eylül ayı gelince soğuklar kendini hissettirmeye başlardı. Yalnızca soğuklar gelmezdi eylülle beraber. Eylül demek, okulların açılma zamanı demekti. Yine okullar açılmıştı işte fakat benim için farklı bir dönem başlamıştı çünkü artık ortaokul bitmişti ve lise öğrencisiydim. 
Lise, ortaokuldan çok farklı geliyordu bana. Öğretmenlerin bizlerle iletişimi, arkadaşlık ilişkileri sanki biraz farklıydı. Galiba büyüyordum. Ortaokulda yapmayı aklımızdan bile geçirmediğimiz etkinlikler yapılıyordu okulumuzda. Mesela yemek günü yapmayı bile planlamıştık ama henüz kimin ne yapacağına karar verememiştik. 
Lisenin bir farkı da galiba günlerin hızlı geçmesi. Günler çabucak geride kaldı ve nihayet yemek günü geldi çattı. Bu esnada görev dağılımı da yapılmıştı ve benim mozaik pasta yapmam gerekiyordu. Normalde çok zahmet istemeyen bir görevdi benimki fakat annemin o gün gece nöbetine kalacak olması benim işimi zorlaştırmıştı. Yine de pasta tarifi kitaplarından ve annemden öğrendiğim kadarıyla güzel bir şeyler yapabileceğimi umuyordum. Umduğum gibi de oldu ve görselliğiyle, kenarından baktığım tadıyla mükemmel bir mozaik pasta yapmayı başardım. Artık ertesi güne hazırdım. 
Annem akşam yemeklerini hazırlamış ve dolaba bırakmıştı. Babamla birlikte akşam yemeğini de yedikten sonra asıl sorumluluğum başlıyordu, ödevler. Ödevlerimi tamamladım. Aslında ödevlerimi tamamlamak pasta yapmaktan daha yorucu ve zor bir işti benim için. Dokuzuncu sınıfa henüz geçmiştim ve lise ödevleri çok zorluyordu beni. Ortaokulda öğretmenlerimi tanıyor, verecekleri ödevleri biraz da olsa tahmin edebiliyordum ve sıkışıklık yaşamıyordum ama lisede henüz öğretmenlerimi tam manasıyla tanıyamadığım için ödevlerden beklentilerini de bilemiyor ve var gücümle çalışıyordum. Ödevlerim bittiğinde zaten gün bitmiş, uyku saati gelmişti. Geriye yalnızca yarın geçireceğim güzel vakitleri düşünerek uykuya dalmak kalıyordu. 
Sabah, her günkü gibi biraz zor uyandım. Çantamı hazırladım. Pastayı da alarak dışarıya çıktım. Normalde 70.40’ta kapımızın önünde olan servis saat 8’e yaklaşmasına rağmen henüz ortada görünmüyordu. Daha fazla bekleyemedim ve servisçiyi aradım. Telefon çalıyor fakat açılmıyordu. Tam telefonu kapatacaktım ki telefon karşı taraftan açıldı.
-Ağabey, dersimiz başlayacak ve sen hâlen yoksun. Beni unuttun mu yoksa, dedim. 
Servis şoförü gayet telaşlı bir sesle:
-Kızım, kusura bakma. Birkaç arkadaşını aradım ama seni unutmuşum galiba. Şu an lastikleri değiştirmekle uğraşıyorum. Sabah aracın başına gittiğimde dört lastiğin de havasının olmadığını fark ettim. Dakikalardır bir çözüm bulmaya çalışıyorum. İşim biraz daha uzayacak. Yürüsen bile benden daha hızlı gidersin okula, dedi. 
Telefonu kapattım ve arabayı park ettiğimiz yere geldim. Babamla giderim, diye düşünüyordum. Park yerine gelince babamın çoktan gitmiş olduğunu fark ettim. Onu arasam telaşlanacaktı üstelik gelemeyecekti de. Yürüyerek okula gitmeye karar verdim. Saate baktım, sekizi biraz geçiyordu ama en azından ilk dersin sonuna yetişirim diye düşündüm. Zaten etkinliğimiz 2. ders başlayacaktı.  Hemen yürümeye başladım. Kulaklığımı da ihmal etmedim bu esnada. Bir yandan müzik dinliyor bir yandan yürüyordum. Kestirme yollardan gidersem vakit kazanırım diye düşünüyordum ve bilmediğim ara sokaklara dalıyordum. Yolun yarısı geride kalmıştı ve okula yaklaştığımı hissediyordum. Tam keyfim yerine gelmişti ki bir anda kendimi yerde buldum. Ara sokaklardan hiç geçmediğim için yolların bozuk, kaldırım taşlarının oynak olduğunu düşünememiştim. Okul çantam sırtımdan çıkmış bir tarafa savrulmuştu. Onun içinde kırılacak bir şey yoktu ama pastamı görünce aklım başımdan gitti. Az ötede cam parçalarının içinde poşetten çıkmış, sağa sola dağılmış vaziyetteydi. Kendimi toparladım. Ayağa kalkmaya çalıştım. Dizimde ve ellerimde sıyrıklar vardı. Canımın acısını unutmuştum. Pastamın yanına gittim. Cam parçalarını ayıklayabilir miyim diye bakarken elimi de kestirdiğimi hissettim. 
Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Okul çantamı aldım. Kanayan parmağımla, sıyrılmış dizimle pastamı orada bırakarak okula doğru yürümeye başladım. 
Birkaç kez geriye dönüp baktım. Pasta, kaldırımın kenarındaydı. Bir kedinin pastaya doğru yaklaştığını gördüm. Bu kediyi tanıyordum. Bu bizim okulun kedisi Selçuk’tu. Demek ki okula iyice yaklaşmıştım. Bir köşeyi daha dönünce okulu karşımda buldum. 
İlk ders bitmiş olmalı ki herkes bahçedeydi. Arkadaşlarım benim halimi görünce yanıma geldiler. Olup biteni anlattım. Dizlerimi, kıyafetimi temizledim ve pansiyona doğru yöneldik hep birlikte. 
Mahcuptum çünkü getirmem gereken malzemeyi getirememiştim. Öğretmenlerimizden biri beni görünce yanıma geldi ve:
-Mozaik pasta yiyeceğim diye sabah kahvaltı bile yapmadım, dedi. 
O an kendimi çok kötü hissettim. Tam durumu açıklamaya çalışıyordum ki devam etti:
-Fakat seni ilk ders okulda görmeyince bir aksilik olduğunu düşündüm ve kantinde kahvaltı yapıp geldim, geçmiş olsun, dedi. 
Kötü haber tez yayılır derler, benim düşmem ve pastayı o ara sokakta Selçuk’a emanet edip gelmem tüm arkadaşlar arasında yayılmıştı. 
Yemekhaneye geçtik. Benim dışımda herkes hazırlıklı gelmişti. Tam moralim bozulacaktı ki kurabiyelerin yanında kocaman bir mozaik pasta gördüm. Benim yaptığıma benziyordu ama o kadar lezzetli olamazdı. Heyecanla bağırdım:
-Mozaik pasta! Kim getirdi bunu?
Arkadaşlarımdan biri hem kurabiye hem de mozaik pasta yapmıştı. Çok mutlu oldum. 
Öğle vakti geldiğinde sabah yaşadığım tüm aksilikleri unutmuştum. Akşam servisle eve döndüm. Annem dizimdeki sıyrıkları görünce sormasa sabah yaşadıklarımı unutmuştum bile. Anlatırken ne kadar üzücü bir sabah yaşadığımı yeniden hatırladım. Annem:
-Nazardandır kızım, neyse ki sana bir şey olmamış, dedi. 
Yine ödevlerim vardı. Bitmek bilmeyen ödevlerimin başına oturdum. Ödevlerim bittiğinde gün bitmişti. 

9 Ekim 2024 Çarşamba

YARIM MAVİ

Asya Zoroğlu
Zeynep Ayten
Zeynep Akbulut

Masada duran mavi bardağa baktım. Mavinin hayatımın içinde bu kadar yoğun olduğu hiç aklıma gelmezdi. Tişörtüme baktım, maviydi. Önümdeki şişenin kapağı gibi. Gökyüzü geldi aklıma, bulut yoktu, maviydi. Odamın duvarlarını bile maviye boyatmışım, farkında olmadan. Kalemlerim geldi aklıma bunları düşünürken. Evet farklı renkte olanlar da vardı fakat en çok mavi renkli kalemim vardı. Dünyamı ve dünyayı maviye boyamışım farkında olmadan. Maviydi benim dünyam. Gökyüzü gibi, okyanuslar gibi, nazar boncuğu gibi mavi. Evet evet, belki de nazar boncukları ile başlayan bir süreçti bu. Küçücük bir kız olduğum zamanları hatırlıyorum. Kendimi bildim bileli hep bir nazar boncuğu olurdu bileğimde ya da boynumda. Eğer buralarda değilse yakamda hatta küpelerimde. Annem, üzerimde bir yerlerde nazar boncuğu bulunmadan dışarıya çıkmama, bakkala bile gitmeme izin vermezdi. Nazar, denilen bir şey vardı ve hep değerdi. Anneme değerdi, babama değerdi, evimize değerdi, arabamıza değerdi, notlarıma değerdi, sağlığıma değerdi. Nazar, değen bir şeydi. Değdiği yerde dert, acı, sıkıntı bırakan bir şeydi. 
Aslında benim yaşlarımdayken annem inanmazmış nazara, nazar boncuğuna. Düğünlerinde yaşadıkları küçük kaza, daha sonra ilk çocuğunun dünyaya gelmeden ölmesi, babamın bir süre sonra işini kaybetmesi, annemin dizlerinde git gide artan sızılar ve bu sızılar yüzünden yürümesinin güçleşmesi, mahallede çıkan bir yangında yalnızca bizim evin yanıp küle dönüşmesi gibi bütün olumsuzlukların sebebini annem nazara bağlamış. Nazar; deveyi kazana, insanı mezara sokarmış. Bunları düşüne düşüne annem nazar boncuklarına merak salmış ve yalnızca kendi dünyasını değil bizim de dünyamızı maviye boyamaya başlamış. Bütün kızlar pembe elbiseler giyerken annem bana mavi elbiseler almış, diktirmiş. Hatta akrabalarımız daha ben dünyaya gelmeden hazırlanan kıyafetlerimi görünce annemin erkek çocuk beklediğini düşünmüşler. Mavi tutkumun temelleri galiba buralara kadar dayanıyor. 
Rahatsız mıyım maviden? Bazen, evet. Birkaç kez direndim, farklı renklere yöneldim. Odamın rengini değiştirmek istedim fakat annem buna izin vermedi. Üzerimde mavi boncuk olmadan gittiğim bir sınavdan iyi bir not alamayınca annem nedenini bulmakta hiç zorlanmadı başarısızlığımın. 
Ben maviden kaçınmaya çalıştıkça mutlaka olumsuz bir şeyleri annem nazara bağladı ve sonunda ben de maviye bağlandım. Ayrılmamak üzere bağlandım. Sevdim sonunda bu rengi galiba. Annem gibi düşünerek, nazara bağlayarak değil… Sadece bir renk olarak sevdim.
Masada duran mavi bardağa bakmış düşünürken arkadaşım Yusuf Enes sordu:
-On dakikadır önündeki bardağa bakıyor ve uzaklara dalıyorsun? Neler geçiyor zihninden. 
-Hiç, dedim. Dalmışım öylesine. 
Bu esnada Yusuf’un siyah bilekliği gözüme çarptı. Çantası da siyahtı. Ayakkabıları, pantolonu hep siyahtı. Ama bu siyahların onun için bir anlamının olmadığı belliydi. Bardağın durduğu masa da siyahtı üstelik. Renkleri düşünmekten vaz geçmeliydim. Geçmişi, çocukluğumu düşünmekten uzaklaşmalıydım. 
-Yusuf, dedim. Anneni anlatır mısın biraz? Mesela onun en sevdiği renk nedir?
Yusuf hiç düşünmeden cevap verdi:
-Mavi.
II.
Otobüs hayli gecikmişti. Neyse ki mavi rengiyle uzaktan bile geldiği fark edilebiliyordu. Okula geç kalacağım endişesinden nihayet kurtulmuştum. On dakika sonra okulumda olacaktım. İlk dersim fizikti ve fizik dersine henüz ısınamamıştım. Garip bir dersti fizik. Matematik desem, değil. Fen desem, pek benzemiyor. Kimya ve biyoloji derslerinin fen alanında olduğu kesin fakat bence fiziği birileri sonradan eklemiş buraya. Dersi sevdiren şeyin konuları değil de öğretmenleri olduğunu söylerlerdi. Ben bir dersten uzaklaşmaya başladığımda öğretmen ne kadar çaba sarf ederse etsin sevemiyorum. İlk dersim fizikti ve ben on dakikalık yolculuk boyunca bunları düşünmüştüm. Otobüsten inip sınıfıma doğru ilerledim. Hiç kimse sınıfta değildi. Kimileri bahçedeydi arkadaşlarımın, kimileri kantinde. Fizik öğretmeninin raporlu olduğuna dair söylentiler vardı. Yine de sırama geçtim defterimi çıkardım. 
Bu hikâye belki de başka birinin hikayesiydi. Ben onu yazmaya çalışıyordum ve bu beni zorluyordu. Yazdıklarımı yeniden yeniden okuyordum. Mavi renkten başladım, nazardan devam ettim, annemle ilerledim. Yukarda yazdıklarımın aslında iyi bir hikâye girişi olmadığını fark ettiğimde sınıfın çoktan kalabalıklaştığını, öğretmenin sınıfa girdiğini, dersin başladığını fark etmemiştim bile. 

KEŞKE

 


ZEYNEP AKBULUT

Keşke bir duvar olsaydın
O zaman seni ne kadar
Sevdiğimi, özlediğimi
Asla unutamadığımı anlardın

Ya da bir kalem
Veya her şeyi silen bir silgi
Bile olamadın
Keşke olsaydın
İşte o zaman 
Beni anlardın


25 Eylül 2024 Çarşamba

ACELE ŞİİR

 Zeynep Akbulut


Hayat bazen yorucu bazen de güzel
Sen hayatın en güzel yerinde gel
Sen geldiğinde zaten güzelleşiyor dünya
Başlıyor seninle bitmeyecek bir rüya

Hayat bazen sarsıyor bazen yıkıyor
İnsan bu zamanlarda yaşamaktan bıkıyor
Yine de sen gelince hayat anlamlı olur
Bu acele şiirim belki burda son bulur