Feyza İşbaşar
Parlayan sayısız yıldız görüyorum
Bazılarının kaydığını söylüyor büyükler
Ama bunu anlamıyorum
Buz mu tutuyor yerler
Anlamıyorum yıldızlar nasıl kayar
Büyükler bunu neden söylerler
Yıldızlara seyahat edince
Feyza İşbaşar
Semih Yılmaz
Feyza İŞBAŞAR
Öyle zamanlar başlamıştı ki ülkemiz için her ülke
birbirine girmiş savaş açmıştı. Kadın, çocuk, erkek, yaşlı demeden herkes
cepheye koşuyordu. Halk düşmanları kovalıyordu. Birçok efe canını dişine takıp
vatan uğruna ölmeyi göze almıştı. Kadınlar ise askerlerimize, efelerimize,
yiğitlerimize erzak taşıyıp yaralarını sarıyorlardı. Ülkemiz, vatanımız,
memleketimiz her yer işgal altındaydı. Artık tek yürek, tek yumruk olmalıydık. Küçük
Nezahat, Nene Hatun, Yörük Ali Efe bunlardan sadece birkaçı idi. Önderimiz Mustafa
Kemal öyle bir düşünüyordu ki bir bomba bizi kaç adım ileri taşıyordu. Hiçbir masumun
canına kıyılmasına tahammül edemiyordu. Ulu Önder asla mücadeleyi bırakmıyordu.
Çocuklar ise kendilerine verilen görevin yapabileceklerinden çok daha fazlasını
yapıyorlardı. Milli Mücadele ateşi onca suya rağmen asla sönmüyordu. Allahtan
başka kimse bu ateşi söndüremez, söndürmeyi aklının ucundan bile geçiremezdi. Böyle
bir vatanı ele geçirmeye çalışmak deliliğinde ötesinde bir şeydi.
Şehitlerimizin kanı yerde kalmayacaktı. Artık kendimizden çok vatanımızı
düşünmeliydik.
Şunu asla unutmamalılardı, kadın deyip geçme; yeri
geldiğinde hemşire yeri geldiğinde asker yeri geldiğinde vatan kahramanı olur; eşinin,
çocuğunun, kardeşinin, akrabasının teline zarar gelsin yeri göğü inletirdi.
Çocuk deyip geçme, zehir gibi zekâsını bir kullanır
bir bakmışsın savaş açtığın vatana sığınırsın en önemlisi bizim vatan sevgimizi
küçük görmeyeceklerdi. Yeri geldiğinde çocuklar geleceğini unutur vatan uğruna
ne zorluklara katlanır ne acılar çekerdi.
Ama biz pes etmedik ve savaşı başarıyla kazandık. Artık
iyi bir ders almışlardı. Şimdi koskocaman bir Türkiye Cumhuriyeti olmuştuk.
Belki de şu anda canını vatan uğruna veren şehitlerimiz ve Ulu Önderimiz
Mustafa Kemal olmasaydı bu metni yazan ben ve milyonlarca kişi olmayacaktık.
Ulu Önderimiz Mustafa Kemal ve aziz şehitlerimiz,
sizin kurduğunuz bu ülkeyi bizler ilerleteceğiz. Ruhunuz şad, mekânınız cennet
olsun.
Sizi tüm kalbimizle seviyoruz.
Sude Gökçe Çelen
Sevgili Dedeciğim,
Mektubuma başlamadan önce nasılsın, iyi misin?
Bunları sormak istiyorum. Bizleri soracak olursan ben, kardeşim, annem ve babam
çok iyiyiz. Kardeşim ve ben nihayet okula başladık. Arya ve ben çok mutlu bir
şekilde okula gidiyoruz. Bir de ben BİLSEM sınavını kazandım. Ona da ayrı
sevindim. Artık her hafta sonu Sivas’a
gidip geliyoruz.
Babam ve annemi soracak olursan annem kardeşimi
okula götürüyor, babam yine işe gidip geliyor.
Dedeciğim,
Biz seni çok özledik. En kısa zamanda görüşmek
üzere.
Ellerinden öpüyorum, kendine iyi bak.
Seni çok seven torunun
Sude…
21 Eylül 2023 /
Suşehri
Elif Yüsra Yaralı
Ömer Asaf Koç
Gün boyu derste
Oturdum sessizce
Herkes bir şeyler söyledi
Kimi pencerenin önüne
Kimi arka sıralara oturdu
Ben izledim sessizce olup bitenleri
Aldım defterimi elime
Bir şiir yazmak için
Sessizliğin şiirini
Dede seni çok
seviyorum. İyi ki varsın canım dedem. Beni hep sen parka götürdün, beni hep
sevdin ve bana dondurma aldın. Annem olmadığı zamanlarda benimle sen
ilgilendin, beni yalnız bırakmadın. Bana sarıldın, hasta olduğumda beni okudun.
Sabahları kahvaltıda dünyanın en güzel menemenini hazırladın. Akşam yemeğinde
de dünyanın en güzel pilavını sen yaptın.
Canım dedem, eğer
şimdi çılgın bir bisiklet şoförüysem senin sayende. Beni gezdirdin ve her yeri
b ana öğrettin. En çok beni sevdiğini
söylüyorsun ya ben de en çok seni seviyorum.
Benim tanıdığım en
güzel dede sensin.
Ömrün uzun olsun,
hep hayatımda, yanı başımda ol.
Ellerinden öperim.
23 Eylül, 2023 / Sivas
Fatıma Meryem Er, Akın Eliş
Dünyaya geleli bir sene olmuştu ve artık annesini, babasını,
ablasını tanıyordu. Hatta ara sıra ziyarete gelen insanları da tanıyor ancak
bazen hiç tanımadığı birileri geldiğinde korkuyor, ağlıyordu. İlk zamanlar çok
zor olmuştu onun için sadece tavanı izlemek, birilerinden yardım beklemek.
Annesi onu kucağına almak için üzerine eğildiğinde yüzü kocaman görünüyordu
veya babası onu kucağına aldığında kendini kuş gibi yukarılarda hissediyordu.
Artık alışmıştı bu durumlara zaten kendisi de sürünmekten kurtulmuş küçük küçük
adım atabiliyordu. Susadığını, acıktığını, terlediğini haber verebiliyordu
büyüklerine. Ablasının bakışlarından önceleri çok korkuyordu. Yanında kimse
yokken ablası gelip dakikalarca kendisini izliyordu ama artık onun da kendisini
sevdiğini anlamıştı.
İlk aylarda ev çok sıkıcıydı ta ki bir gün annesi onu anneannesine
götürünceye kadar. Güneş ilk kez tenine değdiğinde nasıl ısınmış, korkmuş ve
ağlamıştı. Şimdi ise güneşi seviyordu. Ona göz kırpıyordu. Güneş görünmez olup
da her yer karardığında üzülüp ablasını arıyordu gözleri.
Epeydir hareketli bir hayat yaşıyordu. Sabah annesi, karnını
doyurduktan sonra arabasına yerleştirerek yola çıkıyordu ve akşama kadar
anneannesinde vakit geçiriyordu. Anneannenin evi masal gibiydi. Dedesi arada
bir kayboluyor, bazen de yanağından makas almayı ihmal etmiyordu.
Anneanne güçsüzdü dedesine göre. Bazen kendisini taşırken
zorlandığını hissediyordu.
Güneşli bir öğle vakti, anneannesi ve dedesiyle dışarıya çıktılar.
Bazen dedesi taşıyordu onu bazen anneannesi. Sonunda kuş ve çocuk seslerinin
çok olduğu yeşil bir alana geldiler. Kendisinden daha küçük kimse yoktu
etrafta. Çocuklar, kadınlar, amcalar önünden geçiyor, korkuyordu. Ağlayacak
gibi olduğunda anneannesi onu pışpışlıyordu.
Sonunda anneannesi onu yatağına benzeyen ama daha küçük, salınan
bir yere oturttu ve belinden de bağladı. Bir yandan tek eliyle tutuyor bir
yandan sallıyordu ama düşmekten korkuyordu. Birkaç kez sallandıktan sonra artık
anneannesi tutmayı bırakmış, yanındaki bir teyzeyle sohbete dalmıştı. Buraya
etraftaki insanlar park diyordu. Kendisi henüz konuşamıyordu ama parkta
olduğunu anlamıştı. Birkaç kez daha salındıktan sonra yüreği ağzına gelmişti,
uçuyor gibiydi ama düşecek gibi ileri ve geri sallanıyordu. Ağlamaya başladı.
Anneanne hemen salıncağı yavaşlattı ve elini tutarak pışpışladı. Artık kendisi
de bu işten keyif almaya başlamıştı.
Dakikalarca sallandı. Bazen hızlı, bazen yavaş. Eve dönüş yolunda
uyumuş olmalı ki akşam gözlerini açtığında annesini gördü karşısında.
Acıkmıştı.
Meryem Er
Akın Eliş
Mert’le eve doğru
yürüyorduk, ikindi vaktiydi. Evimiz biraz tepede olduğu için birkaç yokuşu
tırmanmamız gerekiyordu. Son yokuşu çıktıktan sonra yorulduğumuz için evimize
yakın yerde bulunan banklara oturmuştuk. Biraz dinlenecek, biraz da sohbet
edecektik ki… Bir sesle irkildik:
-Pancarcıııııı…
Sonbahar başlamıştı
ve turşu sezonu açılmıştı şehrimizde. Pancar dallarından yapılan “dal turşusu”
ya da pezik turşusunun kurulmasının tam zamanıydı ve satıcılar ortaya çıkmaya
başlamıştı demek ki.
Önce anlamadık,
sesin nereden geldiğini bulmaya çalıştık. Garip bir kamyonetten geliyordu bu
ses ve bütün mahalle bir kez daha inledi:
-Pancarcıııı…
İkimiz birden araca
baktık, kamyonetin üzerinde “racer” yazıyordu. Üzeri pancar yüklüydü. Her
tarafı led lambalarla süslü kamyonet adeta başka bir çağdan gelmiş gibiydi ama
etrafındaki teyzeler, amcalar, nineler bizim çağımıza aitti.
Mert’le oturduğumuz
banktan kalkarak biraz daha yakından incelemeye çalıştık etrafımızda olup
bitenleri. Arada bir aynı ses kulakları tırmalıyor, kuşları bile ürkütüyordu:
-Pancarcı…
Pancar satan
kişilerin giyimleri ve tavırları da bir başka gelmişti ikimize. Üzerlerinde
sporcularınkine benzer atletler vardı ve çok iri kasları vardı.
Önümüzde ufo gibi
bir kamyonet, üzerinde başka bir ülkeden gelmiş gibi satıcılar ama etrafında
bizim komşular…
Mert’le birbirimize
baktık ve gülümsedik.
Meva Vural, Elif Erva Candan, Elif Reyyan Küçüktepe
Dünyada havadan önce
suyla temas etmişti. Sudan kurtulmak için yukarıya doğru hareket etti nihayet
suyun yüzünde durdu. Yine ilk kez oksijeni hissetti. Eliyle havayı tutmaya
çalıştı, tutamadı. Yukarıya baktığında gördüğü beyaz kümelerin ne olduğunu
anlamaya çalıştı. esMea Dünya’ya
düştüğü için mutluydu ancak aracının sular altında kalması onu korkutuyordu. Ya
hep dünyada kalırsa?
Bu sırada Japonya’da
sabah olmaya başlamış, insanlar büyük gürültünün ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Her zamanki göktaşlarından biri olduğunu düşünerek çok da merak etmediler.
esMea, suyun
bulunduğu yerden ayrılarak karaya ayak basmıştı. Burnuna düşen hafif pembe
renkli yaprağın nereden geldiğini anlamaya çalıştı. Her yerde kocaman pembe
ağaçlar vardı ve yaprağın onlardan düştüğünü fark etti. Yaprağı parmaklarının
arasında inceledi. Bunun enerjiye çevrilip çevrilemeyeceğini düşündü ancak çok
hoşuna gitmişti, kıyamadı.
İlerledikçe değişik
şekilde yapılar görüyordu. Güneş’in ısısını ve ışığını da ilk kez hissediyordu.
Ayaklarının altında bazen toprak bazen yeşil bitkiler hışırdıyordu.
Burası Tokyo’ya
yakın bir köydü. Yıl, 2050’nin ilkbahar aylarıydı. Çok az insan yaşıyordu ve
yaşayanlardan sadece biri çocuktu.
Küçük Emu’nun
büyüklerin yanında hep canı sıkılıyor, oynayacak, vakit geçirecek birilerini
arıyordu. Çok yalnızdı. Sayısı iyice azalan hayvanlarla Emu’nun oynamasına izin
verilmiyordu.
Büyükler gündelik
işlerine başlamıştı Emu sıkılmış bir şekilde camdan bakarken ilk kez farklı bir
şey gördü. İnsana benzeyen bir şey evlerine doğru yaklaşıyordu. Yaklaşan şeyi
yakından gördükçe Emu korkmaya başlamıştı. Emu esMea’dan ne kadar korkuyorsa
onu pencere önünde gören esMea’da ondan korkmaya başladı. esMea’nın elinde halen pembe sakura yaprağı vardı. Pencereye doğru
onu uzattı, Emu tebessüm etti. O andan itibaren ikisinden de korkular bir kuş
olup uzaklaştı. Emu evdekilere bir şey söylemeden dışarı çıktı ve bir süre
esMea ile bakıştılar. Emu, esMea’yı süzdü. İnsana çok benziyordu ancak metalik
bir yapısı vardı. Kaşları, kirpikleri yoktu ama saçları vardı. Hareketleri de
çok hızlıydı. esMea da kendi gezegeninde yaşayanlara benzetmişti Emu’yu ama Emu
daha güzeldi.
Emu sevimli bir
üslupla:
- Ben Emu, sen kimsin?
Dedi. esMea, Emu’dan gelen sesleri anlamadı. Veri bankasını taradıktan sonra
bunun bir iletişim dili olduğunu anlayarak ona cevap verdi:
- Ben esMea. Jb550 adlı gezegenden geliyorum.
Bu cümlelerle
başlayan dostluk uzadı. Artık Emu’nun da bir arkadaşı vardı. Emu, esMea’yı
ailesiyle de tanıştırdı. Tüm
köylülerin gönlünü fetheden esMea, bir süre sonra gezegenini özlemeye başladı. Geceleri gökyüzüne bakıyor, Jb550’den
ne kadar uzakta olduğunu hesaplamaya çalışıyordu.
Günler, haftalar
böyle geçti. Bir sabah Emu uyandığında esMea’yı göremedi. Tüm köyü aradı ama
nafile… Köydeki en büyük sakura ağacının yanına yorgun argın oturduğunda ağacın
kenarında bazı izler gördü. Bu izler esMea’nın ayak izlerine benziyordu. Ağacın
dalına asılı bir gri bir metal parçası farketti, esMea bu metal parçası üzerine
küçük bir mektup yazmıştı:
Ailem beni aramaya
çıkmış ve beni burada buldular. Seni unutmayacağım Emu. Bir yolun Jb550’ye
düşerse mutlaka beni bul. Allah’a emanet olasın.
Aydın Çınar, Semih Karataş
Yağmur yüklü gri bulutlar iyice şehre yaklaşmıştı ama bir gün önceden kararlaştırdıkları maç için okuldan çıkmış Semihlerin mahalleye doğru ilerliyordu. Kafasında binbir düşünce vardı. Okul son günlerde çok tatsız bir hâl almıştı. Arkadaşları tarafından dışlandığını hissediyordu. Hiç kimse geçen sene okuldan ayrıldığı gibi değildi. Yaz boyu gezmişler, yeni arkadaşlar bulmuşlar üstelik büyümüşlerdi. Neyse ki semih vardı. Aydın bir yandan yürüyor bir yandan bunları düşünüyordu. Birdenbire burnuna düşen yağmur damlası ile irkildi yağmur, geliyorum, diyordu. Başını kaldırdı ve uzaklara baktı, uzaklarda bir gökkuşağı oluşmuştu bile. Hafif bir rüzgar esiyordu ama soğuk değildi. Bu sırada tek katlı ahşap eski püskü evlerden birinin duvarının dibinde titreyerek miyavlayan yavru bir kedi dikkatini çekti. Kediye yaklaştı. Kedi Aydın’ı görünce korkuya kapılarak kaçmak istedi ancak bedenine gücü yetmiyordu. Cılız sesiyle miyavlamaya devam ediyordu. İşin kötü yanı Aydın kedilerden hoşlanmaz, kedisi olan arkadaşlarından bile uzak dururdu. Kediyi o halde bırakmak da istemiyordu. Kedinin yaralı olup olmadığını anlamak için ona yaklaştı. Sol ön patisi ağır bir şekilde yaralanmıştı kedinin. Sokaktan geçen birilerinden yardım istemeyi düşündü ancak kimsecikler yoktu ortalıkta. Kedi miyavlıyor, Aydın düşünüyor, yağmur yaklaşıyor, Semih ve arkadaşları Aydın’ı beklemeye devam ediyordu. Aydın hipnotize olmuş gibi kediyi izlerken birden yanında kocaman bir başka kedi belirdi. Yaralı kedinin annesiydi bu. Aydın’ın zarar vermeyeceğini anlayınca onun ayaklarına sürünmeye ve o da miyavlamaya başlamıştı. Aydın irkildi. İlk kez bir kedi kendisine dokunuyordu. Vücudu buza kesmişti.
Semih ve arkadaşları
Aydın’ı merak ettiler ve Semih onun geleceği yolu bildiği için arkadaşına doğru
yola çıktı. Bu esnada yağmur başlamıştı. Aydın, saçak altına durmak istiyor
ancak anne kediden dolayı hareket edemiyordu. Yağmur kendisini ıslatmaya
başlamış zaten maç için hayli ince giyinmişti. Üşümeye de başlamıştı. O sırada
Semih uzaktan Aydın’ı gördü ve ona doğru koşmaya, seslenmeye başladı. Aydın,
suskundu. Anne kedi kaçmıştı ama yavru kedi halen oradaydı. Semih, gelince
durumu anladı ve Aydın’ı sarstı:
-Aydın, sana ne oldu? Boş
gözlerle bakan Aydın kekeleyerek:
-Bi.. bii.. bilmiyorum.
Kısa süre sonra
Aydın kendisini toparladı ve yağmurdan kaçınmak için duvarın dibine sığındı. Semih
yerde kıvranan kediyi görünce durumu daha iyi anladı. Kedinin sol ön bacağının
kırık olduğunu eliyle yoklayarak fark etti. Yağmur azalmıştı.
Beklemekten usanan
diğer arkadaşları evlerine dağılmıştı ama semih ve aydın’ı da merak
ediyorlardı.
Semih, Aydın’a maçı hatırlatmaya
çalıştı, Aydın:
-Aaa… Ben maçı da unuttum, sizleri de…
dedi. Kediyi burda bırakamayız, diye ilave etti.
O sırada ahşap evin
kapısı korkunç bir gıcırtıyla açıldı. Semih ve Aydın o yöne baktılar. Kapının
hemen ardında kalın kaşlı, kirli sakallı, beyaz önlüklü, saçları dağınık, burnu
patates büyüklüğünde, iri kulaklı yaşlı bir adam belirdi. Semih ve Aydın’a ters
ters baktıktan sonra yavru kediyi alarak hiçbir şey söylemeden kapıyı kapattı
ve içeri girdi. Kedi, yalvarır gibi miyavlayarak Aydın ve Semih’e son kez
baktığında kapı kapanmıştı…
Muhammet Miraç Gün
Ağaçtaki
son yaprak da rüzgâra kendini teslim etmişti. Yaprak geldi ve Hasan’ın omzuna
konduktan sonra yere düştü. Hasan yaprağı bir süre izledi, annesinin sesiyle
irklidi:
-Hasan artık oyunu bırak, yemek hazır, acele et.
Hasan kırgındı. Yaz boyu oynadığı arkadaşları ilk kez yanına gelmemiş, üstelik
arayıp sormamışlardı da. Şimdi annesi birden bağırınca telaşlandı ve eve doğru
koşar adım ilerlemeye başladı. İnşallah bamya vardır, diye adımlarını
hızlandırırken birdenbire kendisini yerde buldu. Önce doğrulmak istedi ancak
başını kaldıramadı ve o anda büyük bir stadın ortasında uyandı. Maç vardı ve
düşer düşmez onu yedek oyuncu olarak maça almışlardı. Akşama kadar beklediği
ama oyuna gelmeyen arkadaşları, rakip takımdaydı. Niye gelmediklerini anlamıştı
ama artık rakip de olsalar aynı oyundalardı.
Mehmet Çınar Köksal
Sonbahar mevsimlerin en hüzünlüsüdür. Aslında bunun
geçerli bir nedeni yok ancak kişiye bağlıdır bu durum ve bakış açısına.
Sararmış ağaçlar, ıslak yollar, yağmur ve rüzgar, sıcaklıkların azalması insanı
ister istemez.
Eğer öğretmenseniz ya da öğrenciyseniz bu hüznün
başka bir nedeni daha vardır: Okulların açılması. Okulların açılması
sonbahardan daha hüzünlüdür diyebiliriz. Çünkü okul demek, ödev demektir. Okul
demek, sınav demektir. Okul demek, sabahtan akşama kadar bitmeyen ve birbirine
benzemeyen dersler, öğretmenler demektir. Biz yine sonbahara dönelim.
Hatta dönmeyelim. Sonbahar hüzündür işte.
Kelimeleri yormayalım. Onlar bize çok lazım olacak.
Aziz Toptaş
Zehra Fırat
Tayfun Tabuk
Bir gün Mehmet amca bahçesindeki turpları
topluyormuş. Karnı acıkmış ve daha önce hazırladığı sandviçini yemeye başlamış.
Sandviçini yedikten sonra turp topladığı çantasını aramış ama bulamamış. Acaba
çantayı kim almıştı? Daha sonra bahçede minik ayak izleri görmüş ve onları
takip etmiş. Fakat bu ayak izleri köpeği Karabaş’a aitmiş ve yanında çanta
yokmuş. Sonra toprakta bir delik fark etmiş. Delikte çantasının ucunu görmüş,
kenarında da bir köstebek… O zaman anlamış ki köstebek turpların kokusunu almış
ve çantayı götürmüş. En sonunda Mehmet amca köstebeğe biraz turp verip
çantasını almış ve turp toplamaya devam etmiş. Bu gizemli ve eğlenceli olayı
torunları ziyaretine gelince onlara da anlatmış.
Ecrin Kılıç
Şehre bakıp duruyor
üstüne üstlük ikide bir söyleniyordu, şehre doğru yürüyüp bir türlü şehre
ulaşamıyordu. Oysa o kadar küçüktü ki günler aylar geçmiş ama minik karınca
şehre ulaşma hayalinden bir türlü vaz geçmemişti. Adı Kasi olan bu minik
karınca geceleri uzaktan gördüğü şehrin ışıklarını merak ediyordu. Hatta Kasi
onların adının ne olduğunu bilmiyordu ve onları kocaman ateş böceklerine
benzetiyordu. Onları yakından görmek istiyordu o yüzden şehre gitmek istiyordu.
Epeyce yürüdükten sonra sesler duymaya başladı. Sonunda şehre varmıştı. Küçük
Kasi sonunda hayaline ulaşmıştı. Mutluluktan uçmak üzereydi. Akşam olmasını
beklerken uzun, kocaman demirden şeyler görmüştü. Bir iki saat sonunda kocaman,
uzun ve hareket eden şeyler görmüştü. Bunlar galiba insanlardı. Onlardan
kaçarken kocaman ateş böceklerinin uyandığını zannetti ve durup izlemeye
başladı. O esnada kocaman bir bina gördü. Bacalarından duman çıkıyordu. Binaya
doğru yürüdü, bu bina bir boya fabrikasıydı. Kapıdan ilerlerken renkli bir sıvı
birikintisi gördü. Esen rüzgar ayağını kaydırdı ve kendisini renkli sıvının
içinde buldu. Az kaldı boğuluyordu ama kenara çıkabilmişti. Artık mavi bir
karıncaydı o. Arkadaşları görse kesinlikle tanımazdı. Ateş böcekleri de
yanmıştı ama hareket etmiyorlardı.
Şehir hiç umduğu
gibi güzel ve eğlenceli değildi. Sırtındaki boyalar kurur kurumaz tekrar
eskiden yaşadığı yere dönecekti. Boyalar da kurumak bilmiyordu, rüzgar
esiyordu.
Merve Sena Öztürk