2 Ekim 2025 Perşembe

SELA

 Zeynep Ayten
Yeni bir mesajın titrettiği telefonu, onu hayallerinden sıyırıp bu dünyaya döndürmüştü. Telefonunu alıp mesajı okudu. Diğer mesajlar gibi değildi bu. Farklıydı, gizemliydi, daha önce hiç görmediği tarzdaydı. Mesajı gönderen kişi, onu bir yere çağırıyordu. Zaten her gün geçtiği, avucunun içi gibi bildiği bir yere. Fakat mesajda ne bir zaman bilgisi vardı ne de bir isim. Ne zaman gidecekti, buna dair de bir bilgi yoktu? Peki onu kim çağırıyordu, neden çağırıyordu? Gitmeli miydi? Dakikalarca düşündü. Gecenin bu saatinde gidemeyeceğine göre yarın ilk iş oraya gidecekti. Zaten mesajda hemen gitmesini isteyen bir ifade de yoktu. 

Mesaj yüzünden gece boyunca gözüne uyku girmedi, sabahı zor etmişti. Güneşin ilk ışıkları odasına girmeye başladığında daha fazla sabredemedi. Hızlıca hazırlanıp kahvaltı bile yapmadan evden ayrıldı. Yanına sadece telefonunu almıştı. Sabırsızlığın verdiği aceleyle mesajda yazan konuma ulaştı. Etrafa dikkatlice baktı fakat ortalıkta kimse yoktu. Erken mi gelmişti, yoksa tam tersine geç mi kalmıştı? Belki de mesaj geldiği anda gitmeliydi. Bu şans -veya tehlike- için geç kalmıştı belki de. Beklemekten başka yapacağı bir şey yoktu. Bekledi, bekledi… Bekledi... Ama ne gelen vardı ne giden. Saatlerce bir kenarda oturdu, etrafına bakındı. Sonra mesaja tekrar bakması gerektiğini düşündü. Belki de yanlış yerde bekliyordu. Mesajı açtı, tekrar okudu. Mesajın bir de devamı vardı. Karşısındaki kütüphanenin içine girmeli ve en sevilen yazarı bulmalıydı. Ama nasıl? Bunları düşünerek kütüphanenin kapısından içeri girdi. Aklına gelen ilk -ve en basit- fikirle bir görevliye sordu. Görevlinin adını verdiği yazar "Yavuz Bülent Bakiler"di. Doğru ya Sivas'ta böyle bir edebiyatçıdan başka kim sevilirdi ki?
Yavuz Bülent Bakiler'in kitaplarını aramaya başladı. Yarım saat sonra bütün kitaplarını önündeki masaya yığmış kitaplara bakıyordu. Fakat sadece bakıyordu. Kitapların çoğunun sayfası bile açılmamıştı. Oysa Yavuz Bülent’i herkes tanır ve severdi bu şehirde. Belki de bu kitaplar henüz konmuştu buraya. Yoksa okunmaması, sayfaların eskimemesi mümkün değildi. Yavuz Bülent’in bazı şiirleri ders kitaplarında bile vardı. Sivas’ta Yoksul Çocuklar adlı bir şiiri öğretmen birkaç kez ders kitabından okumuştu ve çok sevmişti o şiiri. Bu düşüncelerle kitapların sayfalarını karıştırmaya başladı. Bu esnada Harman adlı kitabı karıştırırken birdenbire gözüne bir not ilişti. Kitabın ortalarında bir yerde kurşun kalemle yazılmış bir nottu bu. Tekrardan sayfaları yavaşça çevirmeye başladı ve notu buldu: 
“Buraya kadar doğru geldin ancak burada bitmiyor. Beş sayfa sonraki şiiri oku ve yeni mesajı bekle.” 
Demek ki bu kitapları mesajı gönderen kişi buraya bırakmıştı. Kütüphaneci ile birlikte çalışıyor bile olabilirdi. Beş sayfa sonraki şiiri açtı ve okudu. Şiir, seneler önce öğretmeninin ders kitabından okuduğu şiirdi: Sivas’ta Yoksul Çocuklar. Şiiri birkaç kez okuduktan sonra yeni mesajı beklemesi gerektiğini hatırladı. Şiirin fotoğrafını çekti ve kütüphaneden ayrıldı. Bir süre yeniden kütüphanenin önünde oturdu ve kendisine gelen mesajları birkaç kez daha okudu. Sonra fotoğrafını çektiği şiiri okumaya başladı. Fotoğrafa dikkatle baktığında şiirde geçen Ulu Cami ifadesinin altının hafifçe çizili olduğunu fark etti. Belki de Ulu Cami’ye gitmeliydi. Zaten çok uzakta değildi Ulu Cami. Üstelik sabah saatlerinde güvercinler bambaşka bir hava katardı cami bahçesine. Telefonunu cebine koyarak Ulu Cami’nin yolunu tuttu. Cami bahçesine ulaştığında içine hafif bir huzur dolmuştu. Hatta bir ara buraya niçin geldiğini bile unuttu. Güvercinler, güller derken yeniden hatırladı niçin burada olduğunu. Belki de yeni mesaj gelmiştir, düşüncesiyle telefonuna baktı. Telefonu kapanmıştı. Gece boyunca şarja takmamıştı zaten. Biraz çaresiz hissediyordu ama yapacağı bir şey yoktu. Bir süre daha oturup evine dönmek en iyisiydi. Bu esnada minarelerden sala sesi yükselmeye başladı. Genelde yaşlıların gösterdiği bir titizlikle salayı dinledi. Şehrimizin büyük kültür adamlarından şair Yavuz Bülent Bakiler Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi 30 Eylül Salı günü… Devamını dinleyemedi bile. Hayli şaşkındı. Evine dönmekten başka çaresi yoktu. Evine ulaşır ulaşmaz telefonunu şarja taktı ve ardından mesaja yeniden baktı. Mesaj kutusu boştu. Telefonunu birkaç kez kapatıp yeniden açtı fakat herhangi bir mesaj göremedi. Pencereden dışarıya baktı, ne çabuk akşam olmuştu, anlayamadı. Yorgundu. Biraz uyumanın her şeye iyi geleceğini düşündü. Telefonunu şarjda bırakarak uzandı. Bir süre sonra telefonun titreşimiyle uyandı. Göz ucuyla telefonuna baktı. Telefonun alarmıydı çalan. İki kez ertelemişti üstelik. İlk kez çalmasının üzerinden on dakika geçmişti bile. Hızla yatağından doğruldu ve dışarıya çıkmak için hazırlandı. Telefonuna son bir kez daha baktı. Herhangi bir yeni mesaj yoktu. 
Sıradan bir gün geçirdiğini düşünüyordu ki öğlen vakti minarelerden yükselen bir sela ile irkildi. Şehrimizin büyük kültür adamlarından şair Yavuz Bülent Bakiler Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi 30 Eylül Salı günü…

RUHUN MEVSİMİ


Yasin Kesürük
Herkesin sevdiği mevsim farklıdır. Bunu biraz da belirleyen insanların kişiliğidir, diye düşünüyorum. Yaz ve ilkbahar mevsimini sevenler çoğunlukla gezmeyi, yaşamayı seven ve hayattan zevk almayı bilen insanlardır. Kış mevsimini ise genelde durgun mizaçlı insanlar sever. Sonbahar, benim mevsimim. Yalnızca benim mevsimim değil elbette çünkü sonbaharı seven hayli insan tanıyorum. 
Sonbahar, her şeyden önce yoğun sıcaklara veda edilen dönemdir. Haftalarca, aylarca susuzluktan çatlayan topraklar da sonbaharı bekler, sıcağa dayanan ağaçlar da. Dağlar, taşlar, ırmaklar, dereler hep sonbaharı bekler coşmak, yenilenmek için. Öğrenciler yeniden okula koşmak için sonbaharı bekler. Ebette bazı öğrenciler için bu iyi bir mevsim olmayabilir ama dedim ya mizaç meselesi. 
Yaprakların sararması, gölgelerin uzaması, güneşin etkisini yitirmesi, sabahın ve akşamın daha serin olması bir hüznü de beraberinde getiriyor yeryüzüne. Sararan yapraklar arasında hışırtıyla yürümek ya da bir yağmur sonrasında ciğerlerimize çektiğimiz toprak kokusu belki de içimize hüzün serpen etkenlerden sadece birkaçı. Tabi sadece hüzün değil bir huzur da geliyor sonbaharla birlikte. 
Yalnız kırsal alanlarda değil şehirlerde de sonbahar kendini gözle görülür bir biçimde hissettiriyor. İnsanlar sonbaharda yoğun bir çabaya girmeye başlıyor. Bunu en çok sokaklarda ve Pazar yerlerinde görmek mümkün. Turşu, konserve hazırlıkları, kışlık patates ve soğan satan traktörler ve kamyonetler, mağazalarda değişen vitrinler, eskisi kadar kalmasa da odun kömür telaşı… Bunlar, her sonbahar şehrin simasına yansıyan bazı manzaralar. 
Sonbahar, biraz da kışın habercisi galiba ve bu yüzden kimi insanlarda telaş anlamına geliyor. Özellikle kış mevsiminin şiddetli geçtiği yöreler için geçerli bu durum. Yoksa Akdeniz ya da Ege bölgesinde yaşayan insanların çok da umurunda olmasa gerek bazı şeyler. 
Yaz günlerinde insanlar parklarda, bahçelerde, balkonlarda vakit geçirirken sonbaharda evlerine döner, evlerin kalbi olan odalarına döner. Sonbahar, evlerin ve ailenin değerinin anlaşıldığı bir mevsimdir biraz da. Evin bir sığınak olduğunu insan en çok güz mevsiminde anlar. Yağmurlu bir günde aile bireyleriyle içilen çayın, izlenen filmlerin bambaşka bir anlam kazandığı mevsimdir sonbahar. Bir yağmur sonrası yürüyüşünden sonra eve gelerek battaniyeye sarılmanın mevsimidir sonbahar. Hele bir de soba varsa evde… Soba üzerinde kaynayan ıhlamurun tadı ya da pişirilen kestanenin lezzetini başka bir yerde bulmak mümkün mü?
İlkbahar nasıl doğanın uyanışı ise sonbahar da galiba doğanın uykuya yatma zamanı. Doğanın akşamı belki de… Yaz boyu gecelerimizi huzursuz eden sinek, sivrisinek türevlerinin birer birer yok olması sonbahar ya da yılanların, kertenkelelerin, akreplerin, karıncaların artık bizim dünyamızdan uzaklaşması… Kuşların telaşı bile değişiyor sonbaharda. Serçeler daha geç uyanıyor güne ya da kargalar daha az inşaat faaliyetinde bulunuyor. 
Doğanın tam tersine sonbaharda bütün duygularım yenileniyor benim. Yeni bir dünyaya adım attığımı hissediyorum. Tüm renkleri barındıran bir dünya. Yazın tembelliğini üzerimden bir örtü gibi alıp atan bir dünya. Sonbahar serinliği demek, uyanış demek benim için. Yeni bir sınıfa başlamak, yeni bir hayata başlamak demek biraz da. Herkesin sevdiği mevsim farklıdır. Bunu biraz da belirleyen insanların kişiliğidir, ben sonbahar adamıyım. Güzün kıymetini bilenlerdenim. Zaten güz olmasa ne yazın anlamı kalırdı ne ilkbaharın. Bütün mevsimleri tadında yaşamak için sonbaharı yaşamalı önce insan. 

YILDIZELİ'NE DOĞRU

Semih Yılmaz, Feyza İşbaşar, Yusuf Kerem Köse, Ahmet Emir Koç

1. Zor Yolculuk

Hava git gide soğuyordu ve akşam yaklaşıyordu. Büyük bir kar çölünün ortasında gibiydim. Her taraf bembeyazdı. Saatlerdir yürüyordum ve gece bastırmadan Yıldızeli’ne ulaşmalıydım. Aslında daha önceden bu yolu çok yürümüştüm fakat bahar ya da yaz mevsimiydi o zamanlar ve hiç bu kadar soğuk olmamıştı. Ara sıra rüzgarın uğultusuna uzaktan kurt sesleri eşlik ediyor gibiydi. Bu dağlarda kurt, ayı, domuz gibi yabani hayvanların çokça bulunduğunu duymuştum.
Kafamdan bu olumsuz düşünceleri atarak yürümeye devam etmek zorundaydım. Geceyle birlikte buraya yoğun bir sis iniyordu ve hepten kaybolma ihtimalim yükseliyordu. Var gücümle adımlarımı hızlandırdım, bata çıka karlar içinde yol alıyordum. Üşümeye başlamıştım ama bir yandan da terliyordum. Ayaklarım, paçalarım çoktan ıslanmıştı, üstelik acıkmıştım da. Anayola indikten sonra işim kolaydı. Mutlaka sığınacak bir yerler bulurdum ya da otostopla yola devam ederdim fakat doğru yolda olduğumdan bile emin değildim. Bu düşüncelerle ilerlerken hava tamamen karardı. Belki de havanın kararması lehimeydi. Şayet sis çökmezse ilçenin ışıklarını görebilirdim. Hava nihayet kararmıştı. Karanlık umudumu azaltmaya başlamıştı. Belki de Yıldızeli’ne ulaşamadan kaybolup donacaktım bu dağ başında. Aklıma güzel yemekler geliyordu, sıcak içecekler ve bir yandan uyku gözlerimi zorluyordu. Kalan son gücümle birkaç adım daha atmıştım ki birdenbire yuvarlanmaya başladım. Artık ne dizlerime gücüm yetiyordu ne de kollarıma. Ne kadar yuvarlandığımı bilmiyorum artık bu yolculuğun bittiğini düşünüp gözlerimi kapatmıştım. Böyle bir şekilde hayatla vedalaşacağım hiç aklıma gelmemişti. Belki cesedimi bahara kadar kimse bulamayacaktı. Düşündüğüm son şeyler bunlardı. 
Gözlerimi açtığımda gaz lambasının aydınlattığı bir odadaydım. Odanın ortasında kocaman bir soba vardı ve etrafta kimseler yoktu. Dışarısı hâlen karanlıktı ve köpek sesleri geliyordu. Yerimden güç bela doğruldum. Lambaya yaklaşarak ellerime, dizlerime baktım. Sıyrılmıştı ve bacaklarımdan biri çok fena ağrıyordu. Bir süre sonra büyük ahşap kapı gıcırtıyla açıldı, kapının önünde yüzü tam görünmeyen yaşlı bir kadın duruyordu:
-Seni evimin biraz ilerisinde köpeklerim buldu. Kimsin, buralarda niçin dolaşıyorsun, in misin cin misin, dedi.
Şaşkındım. 
-Adım Demir. Yıldızeli’ne gidecektim. Veterinerim. Köylerden birine çağrılmıştım. İşim bitti ve yola çıktım ancak Yıldızeli’ne varamadım bir türlü. 
-Yıldızeli mi? Yıldızeli buraya çok uzak, gerçeği söyle, dedi kadın. 
Şaşkınlığım iyice artmıştı. Belki de düştüğüm yerde bayılmıştım ve garip hayaller, rüyalar görüyordum. Tam konuşmak için kendimi toparlamıştım ki gözlerim ağırlaştı ve yeniden kapandı. 
Tekrar uyandığımda her yer aydınlıktı. Kapı yeniden açıldı, bu kez kapının önünde bekleyen bir dedeydi. Şefkatle bana doğru baktı ve konuştu:
-Yıldızeli ha? Demek Yıldızeli’ne giderken buraya düştün. Hayli ilginç, dedi. 
-İlginç olan ne, diye sordum. 
Cevap vermedi. Biraz sonra kahvaltı yapalım ve sen de bize gerçekleri anlat, dedi. 
Yerimden doğrulmaya çalıştığımda bacağımın ağrısını hissettim. Dede, tebessüm ederek:
-En az yirmi gün bizimlesin, dedi. O bacak fena kırılmış ve onu sarmamız lazım bugün.
Hemen ardında duran ince çubukları ve kabukları gösterdi:
-Bunlarla saracağız hem de, diye ilave etti. 
Yaşadığım için sevinmeli miydim yoksa bacağımın kırıldığı için üzülmeli miydi ya da bu garip yere düştüğüm için endişelenmeli miydim?.. Kafam karmakarışıktı. Konuşacağım, soracağım şeyler yanlış anlaşılmaya neden olabilirdi. Belki de gerçekten iyi niyetli insanlardı bunlar ve bana yardım etmeye çalışıyorlardı. Ben sadece yerdeki kilimin desenlerine bakıyordum. Bu şekilde kilim deseni hiç görmemiştim. Bu esnada yaşlı kadın elinde küçük bir tepsi ile içeriye girdi. Çay ve kahvaltı vardı tepside. Kahvaltılıklar arasında ilk kez gördüğüm şeyler vardı. Tepsiye garip garip baktığım görünce yaşlı kadın:
-Bunları yemezsen iyileşemezsin, dedi.
Oda çok sessizdi. Bu sessizlik ve aydınlık beni derinden etkiliyor, hareketsiz bırakıyordu. Kahvaltımı bitirdim ve çayımı içtim. Artık kırık bacağımın sarılmasına gelmişti sıra. 

2. Bölüm
 devam edecek.

30 Eylül 2025 Salı

YENİ BİR DÜNYAYA AÇILMAK

 Ali Çağhan Yılmaz

Tıpkı renkler gibi
Diller de çeşit çeşit
İngilizce Almanca Fransızca
Konuşabilsem keşke hepsini

İspanyolca benim için ayrı
Bir gün bol bol vaktim olursa
İspanya’ya gideceğim
Yeni bir dünyaya açılmak için
İspanyolca öğreneceğim

BAŞKA ŞEHİR

 

Selim Çabuk

Herkes yaşadığı şehri sever
Ama Sivas yalnızca bir şehir değil
Haritadan bile baktığımda
Diğer şehirlerden farkını anlıyorum
Her geçen gün Sivas’ı daha çok seviyorum

Başka şehirlerin türküleri bir yana
Sivas türküleri bir yana
Başka oyunlar, halaylar bir yana
Sivas halayları bir yana

Soruyorlar Sivas’ı sana sevdiren ne ki?
Sivas’ta yaşamayana 
Bunu anlatamam ki…

UMUT

 
Çiğdem Soydağ

Geleceğin için diyor büyüklerimiz
Geleceğin için oku
Geleceğin için düşün
Geleceğin için okula git
Gelecek 
Bir türlü gelmiyor
Senelerdir bekliyorum 
Ne zaman gelecek bilmiyorum

Umarım gelecek geldiğinde
Ben yerimde olurum
Geleceği düşünmekten hem yoruluyorum
Hem de gelecek benim umudum

DUA


Mehmet Tuğra Aydemir

Daha baharındayken çocukluğumun
Bir dağ büyüyor önümde kocaman
Testlerden, kitaplardan oluşan

Kimilerine göre hayatın gereği
Kimilerine göre eziyet
Allah’ım LGS yolunda
Sen bana yardım et

KEŞKE



Dağhan Toy

İnsanları anlamak çoğu zaman zor
Hep bir şeylerin telaşında
Hep bir şeylerin çabasında
Kediler öyle mi oysa
Durup durup düşünüyorum
Keşke herkes 
Kediler gibi yaşasa

VAZGEÇİLMEZ SEVDAM


Kerim Yuvacı

Bana en sevdiğim renkleri sorduklarında
Düşünmeden söylüyorum sarı ve kırmızı

Bana en sevdiğim hayvanı sorduklarında
Düşünmeden söylüyorum aslan
Anlıyor tabi birazcık futboldan anlayan

Bir ben değilim gönül vermiş bu renklere
Galatasaray varken
Başka takım tutulur mu hiç
Düşünün bir kere

HAYATIN ANLAMI



İbrahim Gül

Eğer sen olmasaydın
Hayatın da bir anlamı olmazdı
Olmazdı hiçbir şeyin tadı
Yemenin içmenin adı anılmazdı

Sen varsan evde beni bekleyen
Koşarak eve gidiyorum 
Keşke yanımda olsan okulda diye
Dualar ediyorum

Hangi yaylalardan hangi dağlardan
Koşup da geldin soframıza bilmiyorum
Fakat ey madımak aşı
Sensiz bir sofra düşünemiyorum

Gözyaşı

 

İbrahim Gül
Kerim Yuvacı
Dağhan Toy
Mehmet Tuğra Aydemir
Çiğdem Soydağ
Selim Çabuk
Ali Çağhan Yılmaz

1. Bölüm
Efecan günlerdir kimseyle konuşmamıştı. Zaten konuşmayı çok sevmezdi. En sevdiği arkadaşı Tunga günlerdir onu aramamış, sormamıştı. Gece boyunca karanlıktan bile birkaç söz duymayı beklemiş ama karanlık onunla konuşmamıştı. Oysa eskiden karanlıkla konuşabilirdi. Oysa eskiden ağaçlarla konuşabilirdi. Oysa eskiden yastığıyla konuşabilirdi. Konuştuğu her şeyin farklı bir dili vardı ve onların dilinden anlayabiliyordu. Kaç zamandır biriyle konuşmamıştı. Kaç zamandır bir şeyle konuşmamıştı, bir şeyin sesini duymamıştı. Belki de bildiği dil sayısı azalıyordu.
Bu düşüncelerle yatağından doğruldu. Hava aydınlanmak üzereydi. Tunga aramıyorsa ben onu ararım, diye düşündü. Yataktan kalkarak telefonunun bulunduğu yere ulaştı. Telefonu eline aldığında telefonun kapalı olduğunu fark etti. Oysa dün şarja takmıştı. Bir süre telefonu açmak için uğraştı fakat telefon bir türlü açılmıyordu. Yorulduğunu hissetti. Daha güne başlamadan yorulmuştu. Telefonu usulca biraz öteye fırlattı. Telefonun düştüğü yerde açıldığını fark etti ve uzanarak telefonunu aldı. Hızla Tunga’nın ismini rehberden buldu. Zaten rehberinde başka kimse de yoktu. Tam arkadaşını arayacaktı ki telefon çalmaya başladı. Arayan Tunga’ydı:
-Günlerdir seni arıyorum ama telefonun hep kapalı Efecan. Neredeyse polise haber verecektim. İnsan telefonunu açmaz mı? Meraktan ölüyordum az kalsın, dedi. 
Efecan duydukları karşısında şaşkındı. Birinin kendisini merak etmiş olması az da olsa onu sevindirmeye yetmişti. Kısa bir görüşmeden sonra saat 7’de buluşmak üzere sözleştiler. Saatine baktı, 4.44’ü gösteriyordu saat. Hemen yanındaki takvime baktı, 4 Nisan 2024’ü gösteriyordu. Buluşma saatine kadar kahvaltı yapmayı, hazırlanmayı düşündü. Buzdolabını istemsizce açtığında karşısında 4 yumurta olduğunu gördü. O vakte kadar 4’ler dikkatini çekmemişti ama birdenbire 24 yaşında olduğunu da hatırladı. Bir süre sonra bu düşüncelerin aşırı yalnızlıktan kaynaklandığına karar verdi. Düşünmemeliydi böyle şeyleri. Düşünmesi gereken şey Tunga’yla neler konuşması gerektiğiydi. Tunga da aslında etrafında çok fazla insan olmayan biriydi ve Efecan’dan 4 yaş büyüktü. 4 yaş… 4 yaş… 4 yaş…
4 yumurtayı yemiş miydi, farkında değildi. Kahvaltı masasından kalktığında aç mı tok mu olduğunun da farkında değildi. Bu hâle nasıl geldiğini düşündü, düşündü… Bir cevap bulamadı. 
Hazırlığını tamamlayıp dışarıya çıktığında buluşmak için hâlen kırk dakikasının olduğunu fark etti. Evden çıkmalıydı. Temiz hava almalıydı. Evin kapısını kilitleyip kilitlemediğini düşündü. Nasıl olsa evinde değerli bir şey yoktu. Eve hırsız girse onun haline üzülür belki bir şeyler de bırakarak giderdi. Dördüncü kattan birinci kata inmesi uzun sürmedi. Bahçeden çıkarken apartman adının bulunduğu yerde kapı numarasını gördü: 44.
Bir süre yürüdükten sonra buluşma mekanına gelmişti. Tunga’yı görmeyeli günler olmuştu. Onunla yeniden konuşacağı için hayır onunla değil birileriyle yeniden konuşacağı için mutluydu fakat kelimeleri unutmuş gibiydi. Az sonra buluşacakları kahvaltı salonunda Tunga’yı gördü. Biraz heyecanlanmıştı, onun oturduğu masaya doğru ilerledi. Tunga da onu görünce ayağa kalktı ve tebessüm etti, elini uzatarak:
-Nerelerdesin dostum, günler oldu sesini duymayalı. 
Efecan elini uzattı fakat Tunga’ya ne diyeceğini bir türlü hatırlayamıyordu. Birkaç kez konuşmaya çalıştı, kekeledi fakat bir türlü uygun kelimeyi bulamıyordu. Konuşmayı unutmuş gibiydi. Tunga durumu fark etti ve sandalyeye oturması için yardım etti. Efecan’a masadaki suyu uzattı. Efecan’ın kalp atışları hızlanmış, terlemeye başlamıştı. Bir kabusta gibiydi. Konuşamamanın bu kadar acı vereceğini hiç düşünmemişti. Alnından akan ter, yanaklarından akan gözyaşına karışmıştı. 

2. Bölüm
Tunga, Efecan’ın bütün çabalarına rağmen konuşmaya devam ediyordu ve sanki Efecan’ı konuşmadan anlayabiliyordu. Efecan artık kendini zorlamayı bıraktı. Madem Tunga onu anlayabiliyordu sadece uygun düşünceyi aklından geçirmesi yeterdi. Tunga’nın sustuğu bir anda zihninden sabah yaşadığı 4 rakamı ile ilgili şeyler geçti. Tunga:
-Hiç düşünme Efecan, ben de bir yıl kadar 7’yi düşündüm. Ülkemiz neden yedi bölge, dünyanın neden yedi kıtası ve yedi denizi var, bir hafta neden yedi gün, dünyanın neden yedi harikası var, Pamuk Prenses’in etrafında neden Yedi Cüce var… Sorular zihnimde bitmedi bir türlü. Sonunda düşünmemeyi düşündüm. Düşünmemeyi becerebildin mi dersen, hayır…
Son cümle Efecan’ın bütün ümidini kırmıştı. Bu esnada oturdukları masada 47 sayısını gördü. Eliyle Tunga’ya masadaki sayıyı gösterdi. Tunga’nın suratı ekşimişti. Hiçbir şey söylemeden aniden masadan kalktı. Efecan, Tunga’nın ardından bağırdı:
-Nereye gidiyorsun? Hani konuşacak çok şeyimiz vardı? Tunga sanki bir toz bulutu gibi ortadan kaybolmuştu. 
Biraz masada oturdu Efecan, bu esnada bir garson gelerek bir isteği olup olmadığını sordu Efecan:
-4 bardak toprak, dedi Efecan. Neden böyle bir cevap verdiğini anlayamadı. Sanki kendi yerine başkası konuşmuştu ve garson da hiç anormal karşılamamıştı bu isteği. 
Tunga’yı bekleyip beklememek konusunda emin değildi. Belki de kalkıp gitmeliydi fakat Tunga geri gelirse beni bulamaz ve üzülür, diye düşündü. Bu esnada Tunga’yı aramak aklına geldi. Telefonuna baktığında 4 cevapsız çağrı olduğunu gördü. Tunga onu dört defa aramış bu da yetmemiş 7 mesaj göndermişti. Mesajları okumak için açtı mesajlarda sadece 4, 8, 12, 16, 20, 24, 28 sayılarını gördü. Kendini iyi hissetmiyordu. Belki lavaboya gidip elimi, yüzümü yıkarsam kendime gelirim diye düşündü. Lavaboda dört musluk olduğunu gördü. Yüzünü yıkayıp aynaya baktığında ardında Tunga’yı gördü. Tunga sadece bakıyor, konuşmuyordu. Gözlerini kapatıp açtığında Tunga yoktu. Belki de masaya dönmüştür diye düşündü ve yeniden masasına döndü. Evet, Tunga masada onu bekliyordu. Tunga’ya:
-Az önce neden gittin ve lavaboda benimle neden konuşmadın, diye sordu. 
Tunga şaşkın gözlerle bakarak:
-Tanışıyor muyuz, diye sordu. Bu esnada konuşabildiğini fark etti. En azından bu iyi bir durumdu fakat Tunga neden böyle sormuştu. Sanki başka birinin hikayesine düşmüş gibiydi ve birileri sürekli onu kontrol ediyor, kahramanları kontrol ediyor, zihnine garip şeyler fısıldıyordu. Üstelik bir kişi de yapmıyordu bunu galiba 4 ya da 7 kişiydiler ve durmadan düşünüp garip şeyler yapmasını, düşünmesini sağlıyorlardı. 

3. Bölüm

Yedi kişiden ikisinin elinde şemsiye vardı. Birinin şemsiyesi renkli diğeri siyahtı. İkisi şemsiyeyle oynarken diğerleri diş macunu reklamı yaparcasına gülüyorlardı. Bu esnada Efecan ve Tunga bir hikâyenin içinde mahsur kalmışlardı.

4. Bölüm
Efecan gözlerini açtığında etrafında beyaz gömlekli insanlar dolaşıyordu. Garip bir koku vardı bulunduğu yerde ilaç ve dezenfektan arası bir koku. İnsanlar bir şeyler söylüyor, konuşuyor Efecan’ın kollarına, alnına dokunuyorlardı. Güç bela başını sağa doğru çevirdiğinde koluna doğru uzanan serumu fark etti. Burası bir hastane olmalıydı ama burada ne işi vardı? Tavana bakarak düşünmeye başladı. Bu esnada etrafındakilerden biri:
-Muhittin Bey uyandı galiba, dedi. 
Herkes o anda Efecan’a bakıyordu. Bir diğeri:
-47 yaşında biri olmasına rağmen iyi toparlandı. Tam iki haftadır gözlerini açmadan yatıyordu, dedi. 
Efecan, konuşulanlara anlam veremiyordu. Belki de başka birinden bahsediliyordu. Bu kez de sol tarafa doğru baktı. Odada kendisinden başka kimse yoktu. Usul usul cihazların sesini duymaya başladı. Konuşulanları artık daha iyi duyabiliyordu. Yine biri konuşuyordu:
-Kaza işte, ne zaman, nerede insanı bulacağı belli olmuyor. Sabahın erken saatinde ekmek almaya giderken ekmek arabasının altında kalabiliyor insan. Şu hayat ne kadar garip…
Konuşmalar devam ediyordu:
-Kimsesiz biriymiş zaten. Ailesi hep yurt dışında yaşıyormuş. Her gün arayıp durumunu soran Efecan adlı bir çocuğu var. Onu arayıp babasının gözlerini açtığını söyleyelim bugün. Ha bir de Efecan söylemişti, Muhittin Bey’in şimdilerde komşularının baktığı bir papağanı varmış adı Tunga. Çok severmiş bu papağanı. İlk fırsatta onu da hastaneye getirelim. 
Hemen yanında duran ve ara sıra koluna, alnına dokunan adam devam etti:
-Eşi Fatma Hanım öleli beş yıl olmuş. Ondan sonra da zaten yalnız bir hayat yaşamaya başlamış. Çocuklar yanında değil, eşi rahmetli… Zor bir hayat olmalı.
Fatma, ismini duyunca Muhittin Bey’in gözleri gülümsedi. Ardından gözlerini kapadı. Hafifçe yastığa düşen gözyaşını kimse görmedi. 

.....

Ali Çağan Kalaycı
Feyza Duran
Furkan Yörük
Nil Ateş
Ertan Abdulkadir Erdoğan
Baha Kayhan

1. Bölüm: 1 Dakika

Okuldan çıkalı birkaç saat olmuştu ve henüz evine ulaşamamıştı. Hava kararmaya başlamıştı bile. Aslında normal bir gün yaşamıştı ta ki servisten ininceye kadar. Araçtan inerken gözü saate ilişmişti ve saat tam olarak 17.16’yı gösteriyordu. Servisten iner inmez yanı başında beliren kocaman köpek dişlerini göstererek sert sert bakmış ardından havlamaya başlayınca o da koşmaya başlamıştı. Köpek bir türlü peşini bırakmamıştı ve sonunda köpeği atlattığını düşündüğü anda kaybolduğunu fark etmişti. Çantasını nerede bıraktığını hatırlamıyordu. Çantası yanında olsa belki ailesini arar ve durumunu haber verebilirdi fakat ne cüzdan ne de çanta yanında yoktu. Nereden çıkmıştı bu köpek? Üstelik filmlerde gördüğü gibi, kitaplarda okuduğu gibi korkunç bir köpek. Yorulduğunu hisseti. Bir yerlerde oturup dinlenmeliydi. Etrafına baktığında önce şaşırdı. Şehirde normalde bu saatlerde bir hareketlilik olurdu fakat etrafta kimseciklerin olmadığını fark etti. Bu bir rüya mıydı diye kendisine küçük bir tokat attı. Acı hissediyordu, demek ki bu bir rüya değildi. Yorgunluğu geçmişti. Eve dönmeliydi, hava iyice kararmıştı. Karnın da acıktığını hissediyordu fakat bir yandan da kendisini kovalayan köpekle yeniden karşılaşmaktan korkuyordu. Sanki o köpek kendini tanıyordu ve özellikle kovalamıştı. Sıradan bir sokak köpeği değildi, bakışlarından, dişlerinden, sesinden hissetmişti bunu. Tam bunları düşünürken etrafından geçen hayvan siluetleri görmeye başladı. Kimi kaplan kimi kedi kimi zürafaya benzeyen siluetler etrafında dolaşıyordu. Çığlık atmak istedi, koşmak istedi fakat yerinden kalkamıyordu. Yapacak bir şey kalmadığını anladığında gözlerini kapattı. Gözlerini sımsıkı tutuyordu, bir yandan da yumruklarını sıkmaya başladı. Çaresizlik çölünün ortasında yapayalnız kalmış bir kertenkele gibiydi. Takati yoktu sürünmeye, Yalnızlığın ve korkunun üzerine yüklediği hissizliği tüm hücrelerinde hissediyordu. Gözlerini korkarak açtı. Evin tam kapısı önündeydi. Sırtında çantasının ağırlığını hissetti. Etrafa bakındı, evlerinin önünden uzaklaşan servisi gördü. Bu esnada saate baktı 17.17’yi gösteriyordu saat. Yaşadığı şeyleri ailesine ya da arkadaşlarına anlatmalı mıydı? Anlatsa da kim inanırdı ki zaten…

2 Bölüm: 2 Dakika
Evine girdi annesi ve babası daha gelmemişti. Onların işlerinin geç biteceğini hatırladı, odasına çıktı. Düşünmeye başladı, neydi bu olay ve nasıl bir şeydi? Kendini toparladı ve araştırmaya başladı. Yaşadıkları arasında en garip olan şeyleri sıraladı: Garip, korkunç bir köpek ve garip hayvan siluetleri… Tam da bunları düşünürken kapıdan bir ses geldi, kapıya koştu, gelen kişi annesiydi içi birazcık olsun rahatlamıştı. Annesi yemek hazırlarken kendisi odasında araştırma yapmaya devam ediyordu. Ama hiçbir şey mantıklı değildi. Ne yaşamıştı, nasıl bir şey yaşamıştı, hiçbir fikri yoktu. Çok fazla bir bilgiye ulaşamamıştı, araştırmaları onu bir yere ulaştırmıyordu, ne kadar çalışsa da bir sonuca varamıyordu. Kendini çölde vahaya uzakta susuz gibi çaresiz hissediyordu. 
Yemek yedikten sonra araştırmasına devam etti ama bir cevap bulamadı. Çalışmaya devam etmek istedi fakat takati kalmamıştı. O gün saat akşam 09.09’da uyudu. Bir sonraki gün sabah uyandığında saat garip bir şekilde tam 09.09’du ama onun alarmı hep saat 09.30’ayarlıydı, bu nasıl olabilirdi? Yoksa sadece bir tesadüften mi ibaretti. O sırada bir gariplik daha fark etti. Dün de saat 09.09’da uyumuştu. Son zamanlarda bu tarz şeyleri çok düşünmeye başlamıştı. Umursamamaya çalıştı ve mutfağa gitti. Akşam yemeğinde fazla bir şey yememişti. Tam kahvaltısı bitmişti ki alarmının sesini duydu. Odasına çıktı ve alarmı kapattı o sırada saatin üstündeki tarihe gözü ilişti: 9 Eylül. Tüm bu sayılar ona bir şeyi anlatmak istiyordu sanki ama ne?
Gün boyunca okulda bunları düşündü ve artık bunları düşünmeme kararı aldı.  Aldığı kararı uygulamıştı, güzel bir gün geçirdiğini düşünüyordu. Dersler bitmek üzereyken yeniden başa döndü. Yaşadıklarını kimseyle paylaşmamıştı. Eve nasıl döndüğünü fark etmedi bile. Servis kapılarının önünde durdu.  Servisten indikten sonra evlerinin yakınında onu işaret eden iki adam gördü. Siyah paltolu, kırmızı kravatlı, hafif kalkık siyah şapkalar takan iki garip adam… Servis onu bırakmış gidiyordu. Tuhfa adamlar ise ona doğru geliyorlardı. Bu esnada kaçmaya başladı koştu, koştu… En sonunda dün geldiği garip yere ulaşmıştı ve yine kaybolmuştu. Ama bu sefer etraf normaldi, insanlar vardı dükkânlar tıklım tıklımdı. İçi biraz rahatladı fakat yine çantasını bulamadı. Sonra akşam saat 07.30’a kadar etrafta dolaştı. En sonunda yine garip bir yer çıktı önüne. Burada ilk kez gördüğü devasa bir saat kulesi vardı. Saat kulesini görünce saati aklına geldi. Kolundaki saate baktığında ibrelerin soğukta kalmış fare gibi tir tir titrediğin gördü. Bu nasıl olabilirdi? Saati sağlamdı ve bugüne kadar bozulduğunu hiç görmemişti. Fazlaca düşünecek bir mesele değildi bu. Cesaretini toplayıp saat kulesine bir giriş kapısı aramaya başladı. Gerçekten de kulenin küçük bir kapısı vardı. Kapının önünde çaresizce beklerken kapının kendisine doğru gelmeye başladığını fark etti. Geriye doğru adım atmaya başladı. Arkasında ne olduğunu bilmeden geri geri gidiyor, kapı da ona doğru ilerliyordu. Tam düşmek üzereydi ki kapı aniden açıldı. İçeriye adım attığında bambaşka bir dünyaya adım atmıştı sanki. Gözleri kamaşmıştı ve başı dönüyordu. Gözleri karardı ve gözlerini kapadı. Bir süre gözlerini kapalı tuttuktan sonra yeniden açtı. Önünde kocaman bir merdiven vardı. Bu esnada saate bakma ihtiyacı hissetti. Saatine baktığında 11.59’u gösteriyordu. Gece yarısı olmuştu. Yukarıya baktı, merdivenin ucu görünmüyordu. Aşağıya baktı, derin bir boşluk vardı. Çaresizliğin ortasında gibi hissetti kendisini. Ayaklarına ağırlık asılmış gibiydi. Adım atması gerekiyordu fakat yürüyemiyordu. Birdenbire ayaklarındaki ağırlık gitmiş ve kendisini kuş gibi hissetmeye başlamıştı. O sırada hafif bir sarsıntı hissetti. Merdivenler sallanıyordu. Tutunmak için merdiven parmaklığına kolunu uzattığında saatini gördü, saat 00.00’ı gösteriyordu. Sarsıntı ilerledikçe aşağıya bakamaz olmuştu. Gözlerini kapattı. Gözlerini açtığında tıpkı dünkü gibi evin tam kapısı önündeydi. Sırtında çantasının ağırlığını hissetti. Etrafa bakındı, evlerinin önünden uzaklaşan servisi gördü. Bu esnada saate baktı 17.18’i gösteriyordu saat. Yaşadığı şeyleri ailesine ya da arkadaşlarına anlatmalı mıydı? Anlatsa da kim inanırdı ki zaten…

3. Bölüm: 3 Dakika
Eve girdiğinde hiç kimseye hiçbir şey söylemedi. Doğrudan doğruya odasına gitti. Kendini iyi hissetmiyordu. Belki de her şeyi ailesine anlatmalı ve çözümü onlarla birlikte aramalıydı. Artık araştırma yapmanın da bir anlamı olduğunu düşünmüyordu. Belki çok az uyuduğundan belki çok fazla ders çalıştığından bu durumları yaşıyordu. Düşünmekten yorulmuştu sanki başına ağır tokmaklarla birileri vuruyor gibiydi. Öyle ki bir süre sonra beyni zonklamaya başladı. Hiçbir şey duyamaz hale gelmişti zihnindeki gürültüden. Bu esnada annesini karşısında gördü:
-Kaç kez seni çağırdım, yemek hazır. Duymuyor musun beni?
Annesinin sözleriyle zihnindeki gürültü kesildi. Annesine baktı ve:
-Geliyorum anne, sadece çok yorgunum, dedi. 
Annesi yeniden mutfağa geçti. Derin birkaç nefes aldı. Masanın üzerinde duran kolonyadan eline, yüzüne sürdü. Saatine baktı, 18.17’yi gösteriyordu saat. Hiçbir şey olmamış gibi mutfağa doğru yürümeye başladı. Tam mutfağa yaklaşmıştı ki kapı önünde onu bekleyen kocaman bir tarantula gördü. Hiç bu kadar büyük bir örümcek görmemişti. Kendisinden bile büyüktü ve kollarını açıp kapatıyordu. Bir çığlık attıktan sonra hızla evden dışarı çıktı ve koşmaya başladı. Örümceklerden oldum olası korkardı zaten. Küçücük olanlardan bile korkardı. Şimdi kendisinden daha büyük bir örümcekle karşı karşıyaydı. Koşmak, kaçmak, uzaklaşmak istiyordu. Nefes nefese kalmıştı. Bir süre sonra yeniden saat kulesinin önünde buldu kendini. Bu kez kapıda bir anormallik yoktu. Doğrudan doğruya kapıyı açtı ve birkaç merdiven yukarıya çıktı. Bu kez merdivenler sallanmıyordu. Kaç basamak çıktığını saymadan hızla yukarıya çıkıyordu. Bir an nefesi kesildi. Durduğu basamakta 81 sayısını gördü. Başının döndüğünü hissetmeye başlamıştı. Aşağıdaki boşluğa baktığında midesinin de bulandığını hissetti. Merdiven parmaklıklarına tutundu. Gözlerini kapattı. Gözlerini tekrar açtığında mutfak kapısının önündeydi ve eliyle kapı kolunu tutuyordu. Göz ucuyla baktığı saati19.20’yi gösteriyordu. Annesi en sevdiği yemeği hazırlamıştı ona: hingel.