9 Kasım 2024 Cumartesi

BUNLAR NEYİN N/ESİ?

NURGÜL ASYA KILCI
KAAN ERDOĞAN 
MEHMET ZAHİD ÖKTEN 
MİRAÇ KAĞAN GÜLER  
TAHA METİN YILDIRIM 
SELİM KURT 
TUNAHAN CEYLAN 

Memati, son zamanlarda kendisini garip hissediyordu. Sürekli aç olduğunu düşünüyor, buzdolabının etrafında dolaşmaktan kendini alıkoyamıyordu. Kahvaltıyı yaptıktan bir süre sonra ayakları istemsizce yeniden mutfağa götürüyordu onu. Kendisine geldiğinde bir kavanoz çikolatayı bitirmiş oluyordu. Bazen çikolata bulamıyor ancak yine yiyecek bir şeyler çıkıyordu dolaptan.
Yemek zamanı geldiğinde kendisini çok aç hissetmediğini söylüyor ve biraz yemek yedikten sonra sofradan ayrılıyor fakat yarım saat geçmeden yeniden mutfağa damlıyordu.
Okulda da durum değişmiyordu. Zil çalar çalmaz Memati kantinin ilk müşterisi oluyordu. Kantinci Memati’yi o kadar çok seviyordu ki ya indirim yapıyordu ya da aldığı çikolatanın yanında hediye ürünler veriyordu. Kantinci Hakan:
-Senin gibi on tane müşterim olsa ben şimdiye köşeyi dönmüştüm evlat, diyordu her seferinde Memati’ye.
En sevdiği etkinliklerden biri market alışverişiydi Memati’nin. Hemen küçük bir araba alıyor, ailesi evin temel ihtiyaçlarını alırken Memati ise bir yandan küçük market arabasına çikolata, cips, gazoz tarzı yiyecek ve içeceklerle dolduruyordu. Memati’nin bunlar dışında sevdiği yiyecekler de vardı. Mesela sosis, salam, hamburger köftesi…
Birkaç ay geçmeden dişlerinin birer ikişer azaldığını ya da siyahlandığını gördü Memati fakat bunun yedikleriyle bir ilgisi olmadığını söylüyordu. Hatta ısrar edenlere:
-Dedem bunlardan hiçbirini yemiyor ama bakın, onun da dişleri yok, diyordu.
Memati’nin kantinde genellikle yumuşak çikolata ve gofretleri satın aldığını gören kantinci Hakan, ağabeyinin dişçi olduğunu söylemişti ona. Müsait bir zamanda ağabeyinin diş kliniğine gitmesini ve kendisinden de selam götürmelerini söylemişti. Dişçinin adı Kağan’dı ve kantincinin selamı ile indirimli diş tedavisine başlayacaktı. Durumu ailesine aktardığında ailesi de bu kliniği merak etti ve ailecek diş muayenesi için gittiler. Diş tedavisine ihtiyacı olan tek aile ferdi Memati’ydi. Dişçi Kağan, Memati’ye haftada bir gün kendisine uğramak şartıyla istediği kadar çikolata yiyebileceğini söyledi. Bir çanta dolusu da diş macunu ve fırçası hediye ederek onları gönderdi.
Memati’nin hayatı git gide karışıyordu. Kantinciden sonra şimdi onun ağabeyine de uğramak zorundaydı ve kendisini iyi hissetmemeye başlamıştı. Artık yediği içtiği şeyler vücut dengesini de sarsmıştı. Bir sabah uyandığında yerinden kalkmak istemediğini fark etti. Güç bela yatağından indi fakat akşamdan tükettiği içeceklerden birinin kutusuna basmıştı. Öfkeyle kutuya tekme atmıştı ki bu kez ayağına bir çikolata ambalajı yapıştı. Öfkeden iyice çılgına dönen Memati odasına tekrar döndüğünde ilk kez odasının ne kadar dağınık ve ambalaj dolu olduğunu fark etti. Manzara canını sıkmıştı ve akşam evini toplamalıydı.
Okulda da çantasının içi ve sırasının altı dikkatini çekti. Sınıfın çöp kutusu onun çantasından ve sırasının altından daha temizdi. O gün ilk kez kantinden aldığı şeyleri sınıfta yemek istedi. Sınıfa çıktığında ambalajlardan birinin üzerinde garip bir logo gördü. Logoda bir “N” harfi dikkatini çekmişti. İlk kez yediği bir çikolatanın dışına bakmıştı. Bir süre sonra bu durum onda bir alışkanlık yapmaya başladı. Yediği içtiği her şeyin ambalajına bakıyor ve “N” harfini her yerde görüyordu. Üstelik logo da hep birbirine benziyordu.
Artık yemeyi içmeyi azaltmış sadece ürünlerin üzerini inceler olmuştu. Bir akşam dişlerini fırçalarken diş macununun üzerinde de aynı logoyu ve harfi görmüştü. Bu an, onun için bir aydınlanma saati idi. Dişçinin adını düşündü Kağan, kantincinin adını düşündü Hakan… Bu isimlerde de N harfi vardı. Bunlar bir tesadüf olamazdı.
Artık dersleri ve yemeyi bir kenara bırakan Memati, yediği içtiği, gördüğü tüm ürünleri detaylı olarak sınıflandırmaya ve benzerliklerini ayırt etmeye başlamıştı. Kocaman bir kağıda aynı logo ve harfi gördüğü ürünleri yazdı, yazdı.
Bu çalışma ona bir şey ifade etmiyordu. Bir akşam bilgisayarının başına oturdu ve bütün firmaları araştırdı. Aslında firmaların hepsi ortaktı ve farklı ürünler adı altında piyasaya sürülüyordu. Öğrendikleriyle biraz şaşırmıştı ki bilgisayarının markasının olduğu yere gözleri odaklandı. Yine benzer bir logo ve içinde N harfi vardı.
Bütün bunları yaşarken Memati kendisini yaşlanmış hissetti. Artık eski günlerdeki gibi neşeli değildi. Kafasında sorular bitmiyordu. Ailesi ise ona sürekli bir şeyler yemezse hasta olacağını, yemekten içmekten kesildiğini söylüyordu. Üstelik kantinci de artık onu eskisi gibi sevmiyordu. Dişçiye, markete gitmek istemiyordu.

SADECE ABUR CUBUR DERSİNİZ AMA...

 
Aden Mira Kartal

CİPS
Cips, patatesin gururu ve onurudur. Cips olmasaydı patates belki de hep yer altında kalacak ve fare yemi olarak unutulacaktı. Neyse ki cips onu yer altından çıkardı ve marketlerin başköşesine taşıdı. 
İnsan, hayatında hiç olmazsa bir kere cips yemeli. Bir kere bile cips yemeden dünyadan göçüp gidenler büyük bir boşluk ve pişmanlık içindedir diye düşünüyorum. Damak tadının kralıdır cips. Cipsin dışındaki hiçbir şeyde onun karizması yoktur ama jelibona yenik düşer bu karizma. Jelibon rengârenk haliyle ondan öndedir. 
Dünyanın matematiği ve ekonomisi cipsin elindedir. Patates eğer bu kadar yüksek fiyatlı ise bu sevincini cipse borçludur. Çocukların severek yediği tek şeydir cips. Hatta bazı büyükler, çocuklarına alıyormuş gibi yaparak kendileri yerler cipsi. Çoğu zaman çocuklarına cipsin zararlı olduğunu söylemeleri de bu yüzdendir. Amaç daha çok cips yemek uğruna çocukları cipsten uzaklaştırmaktır. 

HAMBURGER
Eğer stres altındaysanız size bir önerim var: Hamburger. Bir araştırma yapılsa hamburgerin stresle bağı ile ilgili ihtimal en iyi antidepresandan bile daha etkili olduğu görülecektir. 2. Elizabeth’in insanlığa en büyük armağanıdır hamburger. Hamburgeri bilmeden, yemeden yaşayan medeniyetler ölüme, kaybolmaya mahkumdur. Atıştırmalıkların en şahanesi hamburgerdir ama onunla karnınızı tıka basa doyurabilirsiniz. Üç tane yediğiniz halde doymazsınız onunla. 
Hamburger bir ülkeyi hatta dünyayı yönetebilir. Ülkelerin ekonomisini hareketlendirir, şehirlerin ticaretini artırabilir. Hamburger bulunmayan bir şehir hareketsizdir. Günümüz gençliğinin favorisidir hamburger. Patates kızartması hamburgerin en iyi arkadaşıdır. Cips olamamış patatesler kendilerini görücüye hamburgerin evinde çıkarırlar. İnsanların köfte ekmek ikilisinin yanına patatesi de almasıyla oluşturduğu muhteşem uyumun adıdır hamburger. 
JELİBON
Onu ilk kez gören, tanıyanlar mutlaka jimnastikçi olduğunu düşünür çünkü çok elastik bir vücudu vardır. Ağızda ezilimi rahattır ve ezilirken bambaşka dünyalara götürür bizi. Bazen tropikal bölgelere bazen kutuplara götürür bizi. Yeryüzünde bulunan bütün meyveler ona ruhundan bir parçayı katmış gibidir. Onun yokluğu ve yeri doldurulamaz. Beynimizin duyduğu ihtiyaçların çoğu onda vardır. Yalnız beynimiz değil kalbimiz için de dosttur jelibon. Kalbimizin ritmini düzenler. Eğer yutmaz, çiğnerseniz onu çene kaslarınızı geliştirir. İşkenceye dayanıklıdır. Ne kadar sıkarsanız sıkın, bıraktığınızda eski haline döner ve size gülümser. 
Her jimnastikçi onu tanır, ondan ilham alır. Her jimnastikçinin hayali büyüyünce jelibon olmaktır. 

SANDVİÇ
Hem suludur bir sandviç hem de kurudur. Hayatımızın çok yerinde karşımıza çıkar. Özellikle aç olduğumuz ve yemek hazırlanamayacak ortamlarda ilk ona koşarız. 
Domates ve turşunun mükemmel birleşimidir sandviç. İki ekmek arasındaki şölen olarak tanımlarım ben onu. Kitapların ve okuduğunuz gibi bu yazının konusudur sandviç. Tiyatrolarda başrol sandviçe verilir. Her evin başköşesinde yeri vardır onun. Her çocuğun midesi kazınmaya başladığında hayalidir o. Her işçinin beslenmesidir. 

İnsanların sevdiği yiyeceklerin sıralaması:

1

PRS/Jelibon

2

Cips_ çıtır

3

Çubuk {kraker}

4

Çikolata

5

Hamburger*

6

@Sandviç


HÜRRİYET, CUMHURİYET

İsmet Çınar Altuntaş

Cumhuriyet’in temeli
Atıldı Sivas’ta
Kazma kürekle değil
Bağımsızlık aşkıyla

29 Ekim demek
Hür yaşamak, hür gülmek
Bu güzel çocuklara
En güzel yurdu vermek

Yıkıldı saltanat
Kuruldu Cumhuriyet
En güzel yönetim şekli
Hürriyet, Cumhuriyet

Lozan Antlaşması
Her şeyi belirledi
Atatürk vurdu masaya
Vatan bölünmez, dedi

İzmir’de büyük zafer
Düşmanı denize döker
Yürü Türk askeri yürü
Atatürk bize yeter


OYUNLA YAŞAMAK

EYMEN ÇAM 
YUSUF KEREM ACAR 


BÖLÜM: 1
Eycayuke adlı oyun yıllardır popülerliğini yitirmemişti. Onlarca yeni oyun sürülmüştü piyasaya fakat insanlar bu oyunu bırakarak yeni bir oyuna geçmek istemiyordu. Bir tutkuydu insanlık için Eycayuke. Dünyanın her yerinde, başka başka milletlerden insanlar bu oyun sayesinde tanışıyor, arkadaş oluyordu. Ayrıca bu oyunda profesyonelleşenler ünlü oluyorlardı. Eycayuke adını taşıyan kafeler, oteller, lokantalar, stadyumlar hatta spor kulüpleri kurulmuştu. 
Oyunun patent sahibi Ali Eymen, bu oyun sayesinde yaşam standartlarını iyice yükseltmiş, rahat bir hayat yaşıyordu fakat yıllardır oyunda bir güncelleme olmuyordu. Zaman zaman güncellenmeyen onun popülerliğini kaybedeceği endişesi taşıyordu, yine de oynayanlar azalmıyordu. Arkadaşı Boran’a bir gün bu endişesini söyledi fakat Boran da güncellemeye gerek olmadığını belirtti. Kerem Gökalp, bu oyunun grafik tasarım işlerini yapan isimdi. Oyun çıktıktan sonra başka bir işle uğraşmamış, senelerdir yeni tasarım yapmamıştı. 
Boran, her ne kadar Ali Eymen’e güncellemenin gereksiz olduğunu söylese de kendisi gizli gizli oyun üzerinde çalışıyordu. Oyuna yeni karakterler ve senaryolar eklemeye hazırlanıyordu. Yıllardır süren bir gizli çalışmaydı bu. Nihayet sonuna yaklaşmıştı. Çalışması bittiğinde bir Trojan yardımıyla oyun sunucusuna bağlanacak ve oyunu güncelleyecekti. Kötü bir niyet taşımıyordu. O da Ali Eymen gibi endişe duyuyordu oyunun popülerliğini yitirmesinden. Oyunun güncellemesi bittiğinde ilgili Trojan yardımıyla oyunun sunucusuna giren Boran, oyuna güncellemeyi yüklemeyi başarmıştı. O gece dünyanın her yerinde Eycayuke oyununu kullananlar bir güncelleme ile karşılaştı. Ali Eymen, bu güncellemenin nereden geldiğini anlamamıştı bile çünkü güncellenme yüklendiği anda bilgisayarına Trojan girmişti. Oyuna bir güncelleme gelmesinden öte, oyunun ele geçirildiğin düşündü ve çalışma ekibine sistemlerinde bir virüs olduğunu haber verdi. Boran, virüs olmadığını kendisinin bir güncelleme geliştirdiğini iddia ediyordu fakat dünyanın her yerinden oyuna dair şikayetler gelmeye başlamıştı. Oyun, virüs yayan bir nitelik kazanmıştı. İnsanlar hızla hem şikayetçi oluyor hem de oyunu bilgisayarlarından silmeye çalışıyorlardı fakat oyun silinmiyordu. 
Boran, arkadaşlarına durumu anlattı, niyetini söyledi fakat sisteme erişmek için kullandığı virüsü unutmuştu. Ali Eymen, anlatılanları dinleyince durumu çözmüştü. Sisteme girmek için kullanılan virüs bütün oyuna bulaşmış, ardından tüm cihazlara sıçramıştı. Kerem Gökalp sadece grafikte iyi olduğu için yazılımdan pek anlamıyor, anlatılanları dinliyordu. 
Birkaç gün içinde protestolar başlamıştı. Eycayuke ismini artık insanlar görmek istemiyordu. Eycayuke, bir oyun markası olmaktan öte bir virüs ismi olmuş gibiydi. Antivirüs programları reklamlarını Eycayuke üzerinden yapıyorlardı. İsyan o kadar büyümüştü ki protestocular Eycayuke yazılım firmasının önünde bilgisayarlarını fırlatıyorlar, pankart açıyorlardı. 

Bölüm 2:
Günlerdir devam eden protestolar gittikçe sertleşiyordu. Artık bazı insanlar binanın bahçesine girmişler kapıları zorluyorlardı. Sonunda Ali Eymen, Kerem Gökalp ve Boran’ın korktuğu olmuştu. Binanın içine girerek kendilerine zarar verme aşamasına gelmişti katılımcılar. Bir an önce buradan uzaklaşmak gerekliydi. Neyse ki binanın arka kapısı vardı ve bu kapı orman tarafına açılıyordu. Üç arkadaş karar verdiler, binanın arka kapısından sessizce burayı terk edeceklerdi. Yanlarına oyuna ait verileri alarak arka kapıdan dışarıya sızdıklarında akşam karanlığı çökmek üzereydi. Hızlıca binadan uzaklaşıp ve ormana doğru yürümeye başladılar. Bir süre yürüdükten sonra dönüp geriye baktıklarında kocaman bir duman yükseliyordu çalışma ofislerinin bulunduğu yerden. Canlarını kurtarmışlardı ancak bu yaşananları hak ettiklerini düşünmüyorlardı. Boran, içlerinde en çok canı sıkılan ve mahcup olan kişiydi. 
Saatlerce nereye gittiklerini bilmeden yürüdüler. Orman karanlıktı ve ne gibi bir tehlike ile karşı karşıya olduklarını bilmiyorlardı. Gecenin ilerleyen saatlerinde artık yorulduklarını hissettiler. Biraz dinlenmek iyi gelecekti fakat nerede? Bir şeyler yeseler iyi olacaktı, fakat ne? 
Ağaçların seyreldiği ve gökyüzünün göründüğü bir yerde artık dinlenmek zamanı geldiğini anladılar. Burası kayalıkların da bulunduğu bir yerdi. Belki ateş yakarak sabahı burada bekleyebilirlerdi. Kısa sürede bir ateş yaktılar buraya. Kayalıkların olduğu yere sırtlarını verdiler ve ayakkabılarını çıkararak dinlenmeye başladılar. Ali Eymen:
-Keşke yiyecek bir şeyler olsaydı, dedi. 
Kerem Gökalp:
-Yiyecek bir şeyler almak için beklesek şu an burada olmayabilirdik, diye devam etti.
Bu esnada Boran, yakındaki ağaçları izliyordu. Belki bir meyve ağacı vardır, diye düşünüyordu. Yaktıkları ateş, beslemedikleri halde büyüyordu. Git gide alevler daha da yükseliyordu. Ali Eymen, çantasını kurcalıyordu ve veri disklerini elinde tutuyordu. O esnada nasıl olduysa birdenbire elindeki diskler kaydı ve ateşe düştü. Bu durum, üç arkadaşın tüm emeklerinin boşa gitmesi demekti. Kurtarmaya çalışsalar da ateş iyice güçlenmişti. Kıvılcımlar çıkıyor, küçük patlamalar yaşanıyordu. Bu esnada ateşin sıcaklığı kaybolmuştu ama halen yanıyordu. Hafif bir titreme hissettiler ayaklarının altında. Kendilerini bir portal kapısının önünde buldular. Korkmuşlardı fakat ormandan daha güvenli bir yere ulaşabilme ihtimalleri vardı. Üstelik artık kötü bir imajın sahibi olmuşlardı ve oyunlarına dair tüm verileri de kaybetmişlerdi. Kaybedecek bir şeyleri yoktu, bu kapıdan geçmek zorundalardı. Üç arkadaş işaret diliyle birbirleriyle anlaşarak kapıdan birer birer içeriye girdiler. İçerisi hayli aydınlıktı ve camdan yapılmış gibi duran 25 hücre vardı sağlı sollu. Her hücrenin içinde hareketsiz duran dört kişi vardı. Nereye düştüklerini anlamamışlardı ki bu esnada tanıdık bir yüz onları karşıladı: Miraç.
Miraç, onların firmalarında çalışan ve oyunda dünya sıralamasında olan biriydi. Pek çok yarışmaya katılmış iyi bir oyuncuydu Miraç. Onu görmek, hepsini biraz olsun rahatlatmıştı. Boran sordu:
-Burası neresi Miraç? Sen burada ne arıyorsun? Biz nasıl geldik buraya?
Miraç tebessüm etti:
-İnsan kendi oyununu hatırlamaz mı? Burası sizin oyununuzun geçtiği dünya. Siz tasarlamış olsanız da ben sizden daha iyi biliyorum bu dünyayı. Şimdi sizlerle güzel bir yolculuğa çıkacağız ve belki de yeniden bu oyuna eski imajını kazandıracağız. 
Ali ve Kerem şaşkınlıkla dinliyordu anlatılanları. Bir rüya olmalıydı bu. Kendi tasarladıkları evrene nasıl düşmüşlerdi? Her şey garipti. Yapacak başka bir şey yoktu Miraç’ı dinlemekten başka. 
İlk hücreye girmelerinin gerektiğini söyledi Miraç. Hücrenin kapısı aralandı ve dört kişilik ekip içeriye daldı. Kapıdan içeriye girdiklerinde kendilerini bir uçakta buldular. Donanımlı bir uçaktı bu ve oyunun devamını hatırlamıştı hepsi. Şimdi uygun bir yerde bu uçaktan atlamaları ve silah bulmaları gerekiyordu. Hayli heyecanlı bir süreç onları bekliyordu. Mücadele edecekleri rakipler oyunun en zor karakterleriydi. Artık susmak ve sadece mücadele etmek zamanıydı. 

Bölüm: 3

Dört kafadar uçaktan atlarken hepsinin de zihninde aynı şey vardı: Ne kadar gerçekçi… Oysa bu tamamen bir oyundu fakat şimdi hayatları oyunun bir parçası olmuştu. Oyun, geride kalmış, hayat memat sorunu başlamıştı. Bir gün böyle bir şey yaşayacakları akıllarının ucundan bile geçmiyordu. Miraç dışındaki kimse bu heyecanı daha önceden yaşamamıştı. Miraç ise bir kılavuz gibi kendinden emindi. Paraşütler açıldı ve hepsi başka bir evin çatısına indi. Şimdi sırada mücadele için gerekli silahları temin etmek vardı. Dördü de kullanabilecekleri birer silah temin ettiler ve yürümeye başladılar. Her an bir çatışma yaşanabilirdi. Çok uzun sürmeden karşılarına bekledikleri takım çıkmıştı. Çok şiddetli bir çatışma başladı bu esnada. Ali Eymen daha çatışmanın başında parmağından vurulmuştu. Nasıl olsa bu bir oyun ve ben bir şey hissetmem diye düşünüyordu fakat parmağının acısı her geçen dakika artıyordu. Buna rağmen çatışmaya devam ediyordu. Durumu fark eden Kerem, Ali Eymen’in parmağına müdahalede bulundu. Boran, sadece rakip takıma odaklanmıştı. Bu esnada Miraç seslendi:

-Sen onları oyala Boran, ben arkalarından dolaşacağım.

Boran, onları oyalarken Miraç ani bir hareketle yandaki binanın arkasına geçti. Rakip takım onu fark etmemişti bile. Kısa bir süre sonra rakip takımın tamamı Miraç tarafından imha edildi. Yorulmuşlardı ama 25 takım içinden 10 takım yok olmuştu. Geriye yalnızca 15 takım kalmıştı. Üstelik yok olan takım en güçlüleriydi. Bundan sonra ne yaşayacaklardı, başlarına neler gelecekti? Ya kaybederlerse… Gerçekten ölecekler miydi? Yürümeye devam etmek ve diğer takımların karşılarına çıkmasını beklemek gerekiyordu. Kısa bir süre dinlenip yeniden yürümeye başladılar. Bu kez toplu halde değil aralarındaki mesafe açık durumda ilerliyorlardı. Birbirlerinden uzaklaştıklarının farkında değillerdi. Bir süre sonra Ali Eymen, arkadaşlarının kendisinden çok uzakta olduğunu fark etti. Kaybolmuştu. Tek başına mücadele etmesi gerekiyordu şayet rakip takımlarla karşılaşırsa. Tam bu düşünceler aklından geçiyordu ki takımlardan biri tarafından etrafının sarıldığını fark etti. Kaçmaya çalıştı ama bu esnada vurulmuştu. Rakip takımın oyuncuları bir süre Ali Eymen’le alay ettiler.

-Biz seni tanıyoruz aslında. Hani sen bu oyunun yapımcısıydın. Şimdi kendi ürettiğin karakterlere rehin oldun. Çok komik değil mi? Yoksa üzücü mü?

Bir başkası devam etti:

-Bence bırakalım burada, kan kaybından ölsün. Zaten bu oyunu artık kimse oynamıyor.

Ali Eymen ne diyeceğini bilemiyordu. Zaten parmağı da yaralıydı. Bu esnada bir gürültü işitti. Yaklaşan bir helikoptere takımın oyuncuları bindi ve kahkaha ile yükseldiler. Helikopter yere çok yakındı. Ali Eymen son bir kuvvetle yakında duran bir araca kendisini attı. Aracı çalıştırdı ve yine yakında bulunan bir rampaya doğru sürdü. İyice hızlanan araç rampadan aldığı destekle havalandı ve helikoptere çarptı. Helikopter parçalanmış sağa sola savruluyordu. Ali Eymen ise çarpışmanın etkisi ile bayılmıştı.

Kendine geldiğinde Miraç, Ali Eymen’in yaralarını sarıyordu. Bir yandan da koca takımı nasıl alt ettiğini soruyordu ona. Miraç da iki takımı yok etmişti. Son gelişmelerle beraber yalnızca üç takımın kaldığını söylüyordu Miraç. Artık oyunun sonuna doğru gelmişlerdi.  Boran ve Kerem bu esnada etrafı kolaçan etmekle meşguldü.

Bölüm 4: Sona Doğru

Artık Miraç, Kerem Gökalp, Ali Eymen ve Boran bir oyunun içinde olduklarını unutmuşlar gerçek bir yaşam mücadelesi veriyorlardı. Dışardaki dünyayı tamamen unutmuşlardı. Geriye yalnızca üç takım kalmıştı ve oyun alanı daralmıştı. Zaman geçtikçe tüm takımlar orta alana doğru yaklaşıyorlardı. Her takım birbirini görebiliyordu. Herkes siper alacak bir ev bulmuştu ve üçgen şeklinde bir çatışma başlamıştı. Çatışma zaman geçtikçe daha da alevleniyordu. Miraç, Kerem Gökalp, Ali Eymen ve Boran’ın olduğu takım önce sağ taraflarında bulunan takımı yok etmek için çalışmalıydı. Soldaki takım da zaten bu takıma saldırıyordu. İki takım arasında kalan bu ekip bir süre sonra yok edilmişti. Artık oyunun sonu gelmek üzereydi çünkü yalnızca iki takım kalmıştı. Diğer takım, virüsü oyuna bulaştıran ve bu macerayı başlatan takımdı. En güçlüsüydü takımların. Üstelik oyunun tüm kılcallarına bulaşmışlar ve hileli biçimde oynuyorlardı. Miraç, Kerem Gökalp, Ali Eymen ve Boran, baştan beri aslında bu takımı yok etmek için çabalıyordu. Diğer takımlar o kadar güçlü değildi. Bu takım ise güçlüydü. En az onlar kadar güçlüydü. Bir de oyunun kurallarında kendilerince değişiklikler yapabiliyorlardı. Asıl sorun da buydu zaten. Karşı takımın lideri bambaşka cihazlarla saldırıyordu. Bu cihazları Ali Eymen bile bilmiyordu ve neyle, nasıl savunma yapacağından habersizdi. Bir süre sadece savunmada kalmaları ve karşı takımı iyice tanımaları gerekiyordu. 

Miraç dışındaki tüm oyuncular, bu takımı yenmenin imkansız olduğuna karar vermişlerdi. Mücadele etmek anlamsızdı. Bu esnada zaten oyunun içinde olduklarını da hatırlamışlardı. Bir an önce bu dünyadan çıkmaları ve gerçek dünyadaki hayata dönmeleri gerektiğini düşünüyorlardı. Üstelik epey zaman geçmişti. Belki oyunu satın alan müşteriler de hınçlarını almışlar ve peşlerini bırakmışlardı. Hatta belki de yeni oyunlar bulmuşlardı. Umutsuzdu herkes, Miraç hariç. 

Miraç:

-Ya kazanacağız ya kazanacağız. İsterseniz siz hiç karışmayın. Bu takımı ben tek başıma bile yenebilirim, dedi. 

Bu teklif Kerem Gökalp, Ali Eymen ve Boran’a cazip geldi. Yorulmuşlardı. Miraç’a sadece destek olabileceklerini söylediler. Çatışmaya girmek için güçleri yoktu. Zaten bu oyunu kendileri yazmıştı. Şimdi bir virüsle mücadele etmek yeniden bu oyunu canlandırmaya, popüler etmeye yetmeyebilirdi. En iyisi işler yoluna girince yeni bir oyun yazmak ve firma değişikliğine gitmekti. Bu esnada Miraç yerinden fırlamış ve karşı takıma taarruzda bulunmaya başlamıştı. 

Miraç’ın da tam umudu bitmek üzere iken oyunda hiç bilmedikleri birilerini görmeye başladılar. Bu yeni oyuncular, karşı takıma saldırıyor Miraç, Kerem Gökalp, Ali Eymen ve Boran’ı kolluyorlardı. Bu oyuncular kimdi? Hiçbirinin bir fikri yoktu. Biraz dinlenen ekip son bir güçle Turan Taktiği uygulamaya karar verdi. Geri çekilip karşı takımı ablukaya alacaklardı. Planlarını uyguladılar. Virüslü takım bu taktiğe kolayca kendini kaptırdı. Yorulmak nedir bilmiyorlardı. Hileli bu mücadeleye ilk kez yeni bir taktik ilave edilmişti ve karşı takım bundan habersizdi. Araya düşen oyuncular ve lider kısa süre içinde yok edildi. Takımlarına destek veren diğer oyuncular da o esnada kaybolmuştu. Buradan, bu dünyadan çıkma vakti gelmişti. Oyun artık ilk günkü ayarlarına dönmüştü. Virüsler silinmişti. Buradan nasıl çıkacaklarını düşünürken önlerinde bir klavye belirdi. Ali Eymen:

-Bununla ne yapmamız gerekiyor, fikri olan var mı, diye sordu.

Miraç:

-Esc düğmesine basarak oyundan çıkabiliriz, dedi. 

Klavyedeki Esc düğmesine bastı. Karşılarında bir seçenek belirdi: Oyundan Ayrılın. 

BÖLÜM 5: BİR YIL


Oyundan Ayrılın, düğmesine basmak zor bir iş değildi fakat bundan sonra olacak şeyler hepsini de ürkütüyordu. Yaşadıkları sadece bir oyun olamazdı. Çok gerçekçiydi her şey. Sessizce düşünürlerken Ali Eymen ani bir hareketle düğmeye bastı. Kısa bir süreliğine her yer karardı. Gözlerini açtıklarında yemyeşil bir ormanın ortasındaydılar. Hemen yanı başlarında büyük bir ateş yanıyordu. Ateş iyice büyümüş, neredeyse ağaçların gövdelerine yaklaşmıştı. Nerede olduklarını düşünmek yerine önce ateşi kontrol altına almaları gerekiyordu. Kısa süre sonra ateşi kontrol altına aldılar ve yorgunlukla bulundukları yere çöktüler. Önce oturdular, sonra uzandılar. 
Bu yaşadıklarını anlamlandıramıyorlardı. Bir süre herkes aynı şeyi yaşadı mı, bunu anlamak için birbirlerine sorular sordular. Gerçekten de hepsi aynı şeyi yaşamıştı. Bir rüya olamazdı bu. Şimdi geriye dönüp oyun binasının olduğu yere bakmaya gelmişti sıra. 
 Miraç, Kerem Gökalp, Ali Eymen ve Boran biraz da çekinerek ve yorgun adımlarla oyun firmasının binasına doğru yola çıktılar. Vakit çok geçmemiş gibiydi. Belki de kalabalık halen oradaydı. Yine de gidip kontrol etmek gerekiyordu. 
Binaya yaklaştıklarında olağanüstü bir şeyler görmediler. Etrafta kimse yoktu. Binanın ışıkları ve tabelası yanıyordu. Bahçeye yaklaştılar, her şey normal görünüyordu. Az önce yaşadıkları şeyler sanki hiç yaşanmamış gibiydi. Ali Eymen saatine baktı. Saatindeki takvime gözü takıldı. Bir yıl sonrasını gösteriyordu takvim. Tam bir yıl sonrasını…
Dört kafadar arkadaş binanın kapısından içeriye girdiler. Her şey bıraktıkları gibiydi. 






SARI HÜZÜN


Ela Eyşan Polat
Elvin Rana Pelit

Ben sonbahar diyorum
Dedem güz diyor
Bence böyle daha güzel mevsimler
Bahar, yaz, güz, kış

Güz bana hep sarı rengi hatırlatıyor
Yapraklar sarı, güneş sarı, buğdaylar sarı
Otlar da güzün sararıyor

Kar ne kadar kışı süslerse
Yapraklar da öyle güzü süslüyor
Çocuk ruhum her sonbahar
Yapraklardan küçücük tepeler yapıp
Üzerine atlamak istiyor

Anlamadığım bir şey var
Ağaçlar önce beyaz, pembe giyiniyor
Sanki gelinlik gibi
Sonra yeşil elbiselerle selamlıyor beni
Sonra bakıyorum hepsi sapsarı
Kışın çıkarınca elbiselerini
Üşümüyorlar mı









BEYAZ HUZUR

 

Ela Eyşan Polat
Elvin Rana Pelit

Haber dinliyorum
Beyaz kâbus geri döndü diyor
Ben seviniyorum

Seviniyorum çünkü çatıların üstü 
Bembeyaz olacak
Seviniyorum çünkü kartopu oynamaktan
Ellerim kızaracak
Seviniyorum çünkü bahçemdeki kardan adam
Pencereden bana bakacak

Kar, beyaz kâbus değil
Bembeyaz bir mutluluk benim için
Hele bir de kar tatili verilmişse
Değmeyin keyfime

BİR BAŞKA SEVGİ

Ela Eyşan Polat
Elvin Rana Pelit


Çoğu insan kaçsa da yağmurdan
Ben ıslanmak için yağmuru bekliyorum
Ne zaman yağmur başlasa
Şemsiyemi evde bırakıp dışarı çıkıyorum

Çok yağmur yağmışsa ve birikmişse bir yerlere
Üzerinde zıplıyorum
Çamurmuş, soğukmuş, ıslanırmışım umurumda değil
Ben yağmuru seviyorum

Yağmur gece yağıyorsa 
Ve dışarıya çıkamıyorsam
Geçip pencerenin önüne
Elime bir kitap alıyorum
Dışarda yağmur sesi
Bambaşka dünyalara dalıyorum

7 Kasım 2024 Perşembe

İKİSİ BİR ARADA

Meryem Katırcı, Zehra Yıldırım


Hiçbir yerden haber, mail beklemiyordum fakat bir Salı sabahı ansızın gelen bir bildirimle irkildim. Okulun ilk günü, sabahın erken saatinde kimden geldiğini bilmiyordum bu e-postanın. Önceleri umursamadım çünkü okula hazırlık yapmam gerekiyordu fakat belki de hesaplarım ele geçirilmiştir endişesiyle göz ucuyla e-postayı açmaya karar verdim. Bu esnada evden çıkmıştım ve kapıda bekleyen servise binmiştim. Serviste e-postayı okumaya başladım:

Ben Beste. 
On beş yaşımdayım fakat otuz yaşımda gibi hissediyorum kendimi. Bazen çocuk gibiyim bazen olgun biriyim. Beni tanıyanlar hep neşeli görse de zaman zaman duygusallaştığım da olur. Mesela bir perdeye bir sinek konunca, mesela kalemimin ucu ansızın kırılınca, mesela çantamda ıslak mendil kalmayınca. 
On beş yaşımdayım ama hayallerim kaç yaşında bilmiyorum. Bir dağ köyünde öğretmen olmak hayaliyle yaşıyorum. Çalıkuşu Feride gibi olmak istiyorum. Kış boyu sobamın üzerinden çaydanlık hiç eksik olmasın, bahar mevsimi geldiğinde bahçeme soğan, maydanoz ekeyim istiyorum. Yaz tatilinde öğrencilerime örgüler öreyim ve okullar açıldığında onlara hediye edeyim istiyorum. 





Ben Beste, on beş yaşımdayım ve sınavlarla boğuşuyorum. Asla işime yaramayacağını bildiğim problemleri çözmek için döküyorum saçlarımı. Netlerimi biraz artırmak için gece gündüz test çözüyorum. Tost yiyorum acıktığım zamanlarda kantinden. Sunta gibi sert tostları çayla, ayranla yumuşatarak yiyorum. Sabahın erken saatlerinde servise binmek için uyanıyorum. Akşam geç saatlerde dönüyorum eve. Servis şoförü bana Beste, diyor. Annem babam Beste, diyor. Herkes bana Beste, diyor. Kimin bestesi olduğunu bilmediğim bir şarkının içindeyim sürekli. Kim söylüyor beni, kim dinliyor bilmiyorum. Arkadaşlarım bir var, bir yok etrafımda. Bir masalın içinden geçiyor gibi yaşıyorum hayatı. Yapmadığım şeyleri yaptığımı söylüyorlar ama ben hatırlamıyorum. Yaptığım şeyleri, yapmadığımı söylüyorlar ama ben onları hatırlıyorum. Etrafımdaki yüzler bazen çok tanıdık bazen çok yabancı. Yabancı insanlar bana adımla hitap ettiğinde tedirgin oluyorum. Haftada üç gün okula gidiyorum ama beş gün gittiğimi söylüyor arkadaşlarım ve ailem. Haftanın dört gün olduğunu bilmiyorlar galiba. Pazartesi, Çarşamba ve Cuma günleri okuldayım. Cumartesi günleri evimdeyim. Bazıları bir haftanın yedi gün olduğunu söylüyor oysa diğer günleri bilmiyorum. 

Bu e-posta bana mı gönderilmişti yoksa bir yanlışlık mı vardı bilmiyordum ancak samimi bir üslubu vardı cümlelerin. Mektubun içinde adını hiç bilmediğim günler vardı ve haftanın dört gün olduğu yazılıydı. Oysa hafta üç günden ibaretti. Salı, Perşembe ve Pazar. Pazar gününe “tesi” ekini ekleyerek yeni bir gün uydurmuştu mektubu yazan kişi. Demek ki hayli kafası karışık ve farklı bir dünyada yaşayan biri diye düşündüm. Benim de ona bir cevap yazmam gerekiyordu. Okulda yazamazdım bu cevabı. Beste’nin okul hayatı aslında benim hayatıma benziyordu. Ben de haftanın bazı günlerini onun gibi yaşıyordum ama günlerin adı farklıydı. Belki de Beste başka bir ülkeden ya da gezegenden yazıyordu. Akşama kadar ona yazacağım mektup zihnimde dolaştı durdu ve akşam ona güzel bir cevap yazmak için bilgisayar başına oturdum.
2.

Hiçbir yerden haber, e-posta beklemiyordum fakat bir pazartesi sabahı ansızın gelen bir bildirimle irkildim. Okulun ilk günü, sabahın erken saatinde kimden geldiğini bilmiyordum bu e-postanın. Önceleri umursamadım çünkü okula hazırlık yapmam gerekiyordu fakat belki de hesaplarım ele geçirilmiştir endişesiyle göz ucuyla e-postayı açmaya karar verdim. Bu esnada evden çıkmıştım ve kapıda bekleyen servise binmiştim. Serviste e-postayı okumaya başladım. 
Ben Gül. 
Otuz yaşımdayım fakat kendimi on beş yaşımda gibi hissediyorum. Bazen yaşımın çok altında hareketler yaptığımı söylüyorlar bana. Beni tanıyanlar hep üzgün görse de zaman zaman neşeli, mutlu da olabiliyorum. Mesela bir kedi çıktığında karşıma ve bana uzattığında başını, mesela günlerdir görmediğim bir arkadaşıma bir markette rastlayınca, mesela kendime yeni bir çanta alınca.
Otuz yaşımdayım ama hayallerim kaç yaşında bilmiyorum. Mesela aya yolculuk yapmak istiyorum ya da bütün dünyayı dolaşmak. Dünyanın bütün denizlerine ayağımı sallamak istiyorum. Bütün ırmaklarında yüzmek. Göçmen kuşlarla her sonbaharda sıcak ülkelere gitmek istiyorum. Her bahar onlarla yeniden dönmek. Benim hayallerim on beş yaşında biri için garip mi bilmiyorum. Bulutlara dokunmak istediğim oluyor kimi zaman kimi zaman bulutları bir pamuk şekeri gibi ısırmak. 
Ben Gül, otuz yaşımdayım ve hiçbir meşgalem yok. Elimde kitaplarla bir yerlere gidip geliyorum ama nereye gittiğimi ve nereden geldiğimi tam olarak ben de bilmiyorum. Bir kopukluk var gibi hayatımda. Bir şeyler eksik gibi. Sabahın erken saatlerinde servise binmek için uyanıyorum. Akşam geç saatlerde dönüyorum eve. Servis şoförü bana Gül, diyor. Annem babam Gül, diyor. Herkes bana Gül, diyor. Ben hiç gülmüyorum. Ben genelde hüzünleniyorum hatta ağlıyorum. Arkadaşlarım bir var, bir yok etrafımda. Bir hikâyenin içinden geçiyor gibi yaşıyorum hayatı. Yapmadığım şeyleri yaptığımı söylüyorlar ama ben hatırlamıyorum. Yaptığım şeyleri, yapmadığımı söylüyorlar ama ben onları hatırlıyorum. Etrafımdaki yüzler bazen çok tanıdık bazen çok yabancı. Yabancı insanlar bana adımla hitap ettiğinde tedirgin oluyorum. Haftada iki gün okula gidiyorum ama beş gün gittiğimi söylüyor arkadaşlarım ve ailem. Otuz yaşında bir insan okula niye gider anlamıyorum. Haftanın üç gün olduğunu bilmiyorlar galiba. Salı ve perşembe günleri okuldayım. Pazar günleri evimdeyim. Bazıları bir haftanın yedi gün olduğunu söylüyor oysa diğer günleri bilmiyorum.

Mektubu okuduğumda kafam hayli karışmıştı. Hiçbir şey anlamamıştım mektuptan. Yerimde öylece kalakalmıştım. Servis şoförünün sesiyle irkildim:
Bestegül, bütün arkadaşların indi. Senin okula gitmeye niyetin yok galiba. 
Her gün bana Beste, diye seslenen şoför, neden Bestegül, demişti?



HİKAYESİNİ YAZAN KALEM


İlk Karşılaşma

RUKİYE  TOKGÖZ


Kaç zamandır bir kalem arıyordum. Hiç bitmeyen bir kalem. Hayır, tükenmezkalem değil, bitmeyen bir kalem. Sırdaşım olacaktı bu kalem, sınırsız hayallerimi yazacaktım onunla. Gittiğim her kırtasiyede aradım onu. Bir gün bulacaktım fakat böyle bulacağımı düşünmüyordum. 
Dalgın dalgın okuldan eve yürüdüğüm bir gündü. Sadece yere bakıyordum. Zaten ben yürürken ya yere bakarım ya göğe. Sağa sola bakmam. Hele de karşıdan gelen insanlara hiç bakmam. Tanıdık birileri ile karşılaşmak ve ayaküstü onunla dakikalarca konuşmak istemem. Dalgın dalgın okuldan eve yürüdüğüm bir gündü. Yere bakıyordum. Bir şey bulmak ya da görmek için değil, sadece yere bakıyordum. Hızla yanımdan bir araba geçti. Başımı çevirip arabaya bakmadım bile sadece önüme fırlayan, birkaç takla attıktan sonra ayakkabımın yanına düşen kalemi gördüm. Bir süre bekledim hareketsizce. Kalemin belki bir sahibi vardır ve çantasından düşmüştür ya da hızla geçen arabadan fırlamıştır ve araç yeniden döner diye. Kimsecikler durmuyordu, etrafımdan yürüyüp geçiyorlardı. Ben hareketsiz kaldığım sürece insanlar bana çarpıyor, yoluna devam ediyordu. Eğilip aldım kalemi yerden. Bir süre elimde taşıdım. Çantama ya da cebime koyamazdım yolda bulduğum bir kalemi. Yürüyordum ve elimde bir emanet kalem taşıyordum, insanların göreceği biçimde taşıyordum. Hatta bana bakanlara kalemi uzatıyordum. Dikkatle bakanlara kalemi işaret ediyor:
-Yolda buldum da acaba sizin olabilir mi, diye sormaya çalışıyordum.
Yabancı bir şehre düşmüş gibiydim çünkü ben ya göğe bakardım ya yere yürürken. İnsanlar çıldırmış gibi koşuyordu sağa sola ve beni de ihtimal normal bir insan gibi görmüyorlardı. En iyisi onlara bakmamak, yere ya da göğe bakmaktı. Çaresizce kalemi cebime koydum. Yollardaki taşları, işaretleri ezberlemiştim. Eve yaklaştığımı hissettim. Başımı kaldırdığımda evimin önündeydim. Her zamanki gibi görünmüyordu evim. Bir farklılık vardı ama zaten evim, her gün farklı gelirdi bana. Her gün farklı gelmeyen bir evde nasıl yaşanır ki? Sadece evim değil, her gün odam da değişik gelir bana. Odamın içindeki eşyalar da. Her gün farklı gelmeyen bir odada nasıl yaşanır ki? Her gün aynı eşyalarla nasıl yaşanır ki?
Çantam zaten kalemlerle doluydu. Yolda önüme düşen kalemin hangisi olduğunu seçmem bir hayli zordu. Masanın üzerine kalemleri döktüm. Diğer kalemleri de tanımıyordum çünkü onlar da her gün yenileniyordu. Her gün aynı kalemlerle nasıl dolaşılır ki? Kalemlerde büyülü bir şeyler vardı ya da bende bir çekim gücü. Kalemler bana doğru geliyordu ya da ben kalemlere doğru gidiyordum. Neden böyle oluyordu? Galiba aradığım kalem yüzünden oluyordu bunlar. Tüm kalemleri masaya dizdim. Diğer kalemleri de ilk kez görüyor olmama rağmen yolda bulduğum kalemi fark ettim. Kapağını çıkardım ve boş bir kâğıda çizgiler atmaya başladım. Kalem yazmıyordu. Defalarca denememe rağmen tek bir nokta bile bırakmadı kâğıtta. Belki de özellikle atılmış bir kalemdi. Yazmadığı için birileri fırlatmıştı. Kâğıdın yanına kalemi bıraktım. Uzaktan kâğıdı ve kalemi izlerken birdenbire aklıma belki de aradığım kalemin bu olduğu geldi. Yazmayan bir kalemdi bu fakat belki de kaç zamandır aradığım kalemdi. 
Gözlerimi kapattım ve hayal kurmaya başladım. 
Bu kalem şayet o kalemse hayallerimin resmini çizebilir. 
Bu kalem şayet o kalemse 
Daha önce yazılmamış cümleler kurabilir. 
Bu kalem şayet o kalemse
Bana yepyeni bir kader yazabilir.
Bu kalem şayet o kalemse
Sınırsız sayfaları olan bir defter gerekebilir
Bu kalem
O kalem miydi?
Ne kadar gözlerim kapalı düşündüm bilmiyorum. Belki birkaç dakika belki birkaç saat. Belki de uyumuş uyanmıştım. Bir klik sesiyle uyanmıştım. Kalem kapağı kapanıyor ya da açılıyor gibi bir ses. Gözlerimi açtığımda masada duran diğer tüm kalemlerin değiştiğini gördüm fakat bulduğum kalem aynıydı. Ses belki de bu kalemden gelmişti. Hemen onun yanındaki kâğıda baktığımda heyecandan öylece kaldım. Kâğıtta bir şeyler yazıyordu. Kâğıdı elime aldığımda bu yazının bana ait olduğunu fark ettim. K,l,m harflerim hayli kendime özeldi ve bu harflere özellikle baktım. Evet, bu yazı bana aitti. Okumalıydım fakat heyecandan ellerim titriyor, nefesim daralıyordu. 

Bir İsim Koyma Töreni

EMİR ARAS İMİRHAN
MERVE HOŞGİZ
RUKİYE  TOKGÖZ
YUSUF ÇAĞRI EKİCİ


Derin bir nefes aldım. Gözlerimi kapatmaya korkuyordum, tekrar gözlerimi açtığımda kâğıdı boş görmekten. Kâğıdı iyice gözlerime yaklaştırdım ve okumaya başladım: 
Kayalıklardan iniyorsun durmadan. İnmiyor, yuvarlanıyorsun. Ayakların, ellerin parçalanmış durumda. Sağından solundan yılanlar akıyor aşağı doğru. Yılanlar, kırmızı gözlü. Yılanlar, kırmızı dilli. Yılanlar da kırmızı.
Tepende bir güneş var kavuruyor. Gündüz vakti yıldızları saymaya kalkıyorsun. Zamanın kenarına atılmış bir düğüm gibi kalbin. Parmaklarının gücü yok, tırnakların kan. Ayakların tutmuyor, dilin dönmüyor. Nereye düştüğünü bilmiyorsun, bundan sonra olacakları da…
Yazının hepsi bu kadardı. Sarsılmıştım. Bu kalem, o kalemdi. Emindim bundan fakat bu ürperti, bu anlamsız korku niçin beni bulmuştu, bilemiyordum. Yıllardır aradığım kalem, beni bulmuştu. Önceleri onu bulduğumu düşünüyordum ama meğer o beni bulmuş. Şimdi ise ne yapacağımın endişesindeydim.
Bu kalem yazacak ve ben okuyacak mıydım, yoksa kalemin yazdıklarını ben yazdım, diye mi sunacaktım insanlara. Kalem, benim söylediğim, düşündüğüm şeyleri mi yazacaktı yoksa az önceki gibi garip şeyler mi yazacaktı? 
Kalem sadece yazıyor muydu? Belki düşünüyordu da… Belki görüyordu. Benim yazımı taklit ettiğine göre -aslında taklit de denilemez birebir aynısı- bu bilinci olan bir kalemdi. Evde evcil hayvan beslemek bile daha güvenliydi. Evet, belki de evcil kalemdi bu. Gezmeye götürebilirdim onu. Onunla pikniğe gidebilir, müzik dinleyebilirdim. Üstelik onu beslemek zorunda da değildim. Kumu da yoktu. 
Bunları düşünürken zihnimdeki korku dağıldı. Korkunç şeyler düşünmemeliydim. Evcil kalemime bir isim bulmayı düşündüm. Evcil kelimesi pencil kelimesi ile örtüşüyordu. Pencil kelimesi ise pencereyi çağrıştırmıştı bana. Pencere, tencereyi; tencere, tavayı… Oturmuş kalemime bir isim arıyordum. Bunu anlatsam birilerine mutlaka benim tedaviye ihtiyacım olduğunu söylerdi. Var mıydı tedaviye ihtiyacım? Belki de… 
Tava bir kalem için iyi bir isimdi ama teflon muydu bu tava, çelik mi? Belki de teflon daha iyiydi. Tavadan vaz geçemiyordum fakat teflon da kendisini hatırlatıp duruyordu. Dede Korkut kitabına göre bir kahramanlık gösterilmeden isim konulmazdı. Kalemimin belki de bir kahramanlık göstermesini beklemeliydim ona isim vermek için. Düşündüm, göstermişti kahramanlığını. Benim yazımı başarıyla taklit etmiş ve bir metin ortaya çıkarmıştı. Bir kahramandı kalemim ve ismi hak ediyordu.  Sonunda kimsenin aklına gelmeyecek ismi bulmuştum: Tefkalta. Teflonun tef’i, kalemin kal’ı, tavanın ta’sı. Kalemime baktım ve seslendim:
-Tefkalta.
Bu kadar aksiyon yeter, diye düşündüm. Yorulmuştum. Artık kelimeler kafamda uçuşuyor, yan yana gelerek cümle oluşturmuyorlardı. Belki de Tefkalta onlara hükmediyordu ve cümle kurmama mani oluyordu. Belki de Tefkalta daha çok şeye hükmedecekti. Mesela hayatıma.
Uyandığımda tüm kemiklerim ağrıyordu. Masanın başında öylece kalakalmıştım gece boyu. Olsun, Tefkalta artık hayatımdaydı ya. Biraz kemiklerim ağrısa ne olur? Tefkalta’ya baktım. Biraz üzüntülü gibiydi. Diğer kalemlere baktım, onların görünüşlerinde hiçbir olumsuzluk yoktu. Onlar sadece kalemdi. Ruhu olmayan nesneler. Belki de onlar kalem değil, kalem cesediydi ve onları gömmek gerekliydi. Tefkalta’nın hüznü bundan kaynaklanıyor olmalıydı. 
Bütün kalemleri topladım ve evdeki büyük saksılara gömmeye başladım. Kalemleri gömdükten sonra Tefkalta’nın hüznü dağılmıştı. Çiçekler de sanki mutluydu zira topraklarında kalem gibi önemli bir nesneyi barındırmak görevini üstlenmişlerdi. Belki de kalemlerin rengi, onların çiçeklerine yansıyacaktı. 
Tefkalta’yı gezmeye çıkarmam gerekliydi. Dün, o da yorulmuş olmalıydı hayli. Hayatımdaki büyük bir eksiklik tamamlanmış gibiydi. Tefkalta’yı cebime aldım. Çanta filan almadım yanıma ve yürüyüşe çıktım. Onu parklara götürdüm, ağaçları gösterdim ona. Çiçekleri gösterdim. Bulutları, güneşi gösterdim.  Tefkalta, çiçeklerin yanından uzaklaşmak istemiyor gibiydi. Özellikle sararmış çiçeklerin yanındayken ayaklarım çivilenmiş gibi hissettim. Tefkalta ile dokunduğum çiçekler canlandı, renklendi. Bu, sadece bir kalem değildi. Bunu artık tümüyle anlamıştım. Oysa benim ihtiyacım olan tek şey kalemdi. Hiç bitmeyen bir kalem. Hayır, tükenmezkalem değil, bitmeyen bir kalem. Sırdaşım olabilecek bir kalem.  Sınırsız hayallerimi yazacaktım onunla fakat gezmeye çıkarmıştım onu. 
Eve dönüş vakti gelmişti. Kalemin gezmesi gereken yer boş kağıttı. Boş defterdi. Bitmeyen bir defterdi. Telaşla eve döndüm. Odama girdiğimde masamın üzeri kalemle doluydu. Bu kalemleri tanıyordum. Saksıların dibine gömdüğüm kalemler, hiçbir şey olmamış gibi masamın üzerinde keyifle bana bakıyordu. Dün akşam Tefkalta’nın yazdığı kâğıda gözüm ilişti. Kâğıt boştu. Kâğıdın arka yüzüne baktım, boştu. Gözlerimi kapattım. Tefkalta’yı kâğıdın yanına bıraktım. Gözlerimi araladığımda gördüğüm şeye inanamadım. Tefkalta bu kez bir resim çiziyordu. Bir ev resmiydi çizdiği. Evin içine çizdiği kişi ise bendim. Saçlarım darmadağındı. Elimde bir kâğıt vardı ve kağıtta bir metin. Bir şeyler konuşuyordum. Gözlerimi açmadan kâğıda yaklaştım, duyduğum ses bana aitti:
-Tefkalta! Teflonun tef’i, kalemin kal’ı, tavanın ta’sı.
Ellerimi saçlarıma doğru götürdüğümde saçlarımın hayli dağınık olduğunu fark ettim. 


Esrarengiz Yazılar

EMİR ARAS İMİRHAN

MERVE HOŞGİZ

HAZAL MİNA ÇAKMAK

RUKİYE  TOKGÖZ

EMİR SUBAŞI


Tefkalta’nın hayatımı değiştirdiği bir gerçekti fakat bu değişiklik nereye kadar gidecekti bilemiyordum. Onun çizdiği resimde kendimi görmek birdenbire aklıma onun yazdığı metni getirdi. Belki o metinde de ben vardım. Yazıya tekrar baktım. Anlamsız cümleler gibiydi ama son cümle çok netti: Nereye düştüğünü bilmiyorsun, bundan sonra olacakları da…
Eğer bu yazı doğrudan bana yazılmışsa başıma bir şeylerin geleceği belliydi. Korkmaya başlamıştım. Tefkalta dostum muydu yoksa düşmanım mı? O bir bela mıydı yoksa umut mu? Beni iyi bir yola mı götürecekti yoksa kötü bir yola mı? Son cümle korkutucuydu. Göz ucuyla yeniden kalemime baktım. Sevimli görünüyordu ama aynı zamanda ilk kez bir tehlikeyi de gördüm onun yüzünde. 
En iyisi bir süre Tefkalta’yı bir çekmeceye bırakmaktı. Bir süre kendimi dinlemeliydim. Daha sonra onunla ne yapacağıma karar vermeliydim. Bunları düşünürken yine bir ses duymuştum. Göz ucuyla baktım, Tefkalta yine bir resim çiziyordu. Resimde yine bir ev görünüyordu. Evin içinde bir çocuk masabaşındaydı. Duvarda bir saat vardı ve saat 19.10’u gösteriyordu. Ayrıca evin dış kapısı açıktı. Duvardaki saate baktım 19.09’du. Usulca yerimden kalktım ve evimin kapısına baktım. Kapı açıktı. Orada donup kalmıştım. Kapıyı kilitlediğimi çok iyi hatırlıyordum çünkü. Kendimi toparladım ve Tefkalta’ya doğru yöneldim. Artık kalemin bana hükmettiğini hissediyordum. Beynim ele geçirilmiş gibiydi. Son gücümle Tefkalta’yı elime aldım. Oysa hafifti, sıradan bir kalem ağırlığındaydı. Hızla en yakın çekmeceye yerleştirdim ve çekmeceyi kilitledim. Ardıma döndüğümde büyük bir iş başarmışım hissi vardı. Artık bu hikaye burada bitmeliydi. Çok uzamıştı. Masaya döndüğümde Tefkalta’yı yeniden masada gördüm. Buna inanamıyordum. Bir kağıt üzerinde dolaşıp duruyor, yazıyordu. Az önce onu çekmeceye kilitlememiş miydim? Çekmeceye baktım, kalem oradaydı. Masaya geldim, kalem yoktu. Kağıdın her iki yüzü de yazıyla doluydu. Biraz korkarak okumaya başladım:
Kaç zamandır bir kalem arıyordum. Hiç bitmeyen bir kalem. Hayır, tükenmezkalem değil, bitmeyen bir kalem. Sırdaşım olacaktı bu kalem, sınırsız hayallerimi yazacaktım onunla. Gittiğim her kırtasiyede aradım onu. Bir gün bulacaktım fakat böyle bulacağımı düşünmüyordum…





 


5 Kasım 2024 Salı

ROBOTLAR VE İNSANLAR

Utku Kerim Genç

Yıl 2054.
Yaz ayıydı. Artık dünyada insanlar, hayvanlar ve bitkiler dışında bir robotlar vardı. Neredeyse tüm insanın asistanı gibilerdi ve mesleklerde de vardılar. Örneğin polislerin, hemşirelerin robot asistanları vardı. 
Yıl 2058.
İnsanlar robotlara çok yüklenmiş, robotlar da isyan çıkarmıştı ama robotlar ikiye ayrılıyordu; bir kısmı insanları desteklerken bir kısmı da insanları yok etmek istiyordu. Gönül isterdi ki savaş olmasın ama savaşın yıllar süreceğini bile bilmiyorlardı. 
Yıl 2068.
Savaş yaklaşık on yıl devam etmiş insanların son sığınacak yeri olarak sadece Balkanlar, Anadolu ve Orta Asya kalmıştı fakat mevsim sonbahardı ve bu mevsim her şeyi değiştirebilirdi. 
Birkaç hafta sonla sonbaharın aylarından biri olan eylül aynıda insanları kurtaracak bir gelişme yaşanmış ve süresi günlerle ifade edilen sağanak yağışlar başlamıştı. Robotların her şeye tedbiri vardı ama bu kadar şiddetli bir yağmura dayanamamışlardı. Yaklaşık bir hafta sonra robotların yüzde sekseni bozulmuştu. Robotlar sadece Amerika kıtasına insanlar ise Avrupa, Asya ve Anadolu’ya hapsolmuşlardı. 
İnsanlar artık yeniden gelişmeye başlamış, robotlar da eski güçlerini kaybetmişlerdi. 2088 yılında artık insanlar Avrupa, Asya ve Kuzey Afrika’ya yerleşmiş ve çok hızlı bir gelişme yaşamışlardı. Öte yandan robotlar ise kendi kıtlarında yeni nesil robotlar geliştirmişler ve Rusya’nın yarısını Çin ve Hindistan’ın bir kısmını ve Japonya’yı ele geçirmiş, bu gelişme ile birlikte robotlar; gözlem robotları ve asker robotlar insanları yeniden bombalamaya başlamış, insanlar da onların yaşam alanlarına bomba atmaya başlamışlardı. Böylelikle iki uygarlık da yok olma tehlikesi yaşamaya başlamıştı. 
Yıl: 2090.
Bir barış antlaşmasıyla iki uygarlık da çok güçsüz kaldığı için dost oldular. Milletler yeniden ortaya çıkmış, artık her ülkede bir cumhurbaşkanı ve Detroit vardı. Detroitler, robotların cumhurbaşkanıydı. 
Detroitler ülkeyi robotlar adına yönetiyor, cumhurbaşkanı ise ülkeyi insanlar adına yönetiyordu. Dünyada çok güzel bir dostluk oluşmuştu. 

BİR MÜTEŞAİR DOĞUYOR

Hayrettin Eymen
Utku Kerim Genç
 (Asıl Yazarlar)

Mehmet Çınar Köksal
Salih Taha Balta
(Yardımcı Yazarlar)


Ruhi, o gün hiçbir şey yapmak istemiyordu. Çünkü okuldan bir şiir istemişlerdi. Onun ise şiirden başka yapılacak tonla ödevi vardı. Neden şiir istenildiğinde ne olup olmadığını anlamadan hemen atlamıştı ki? Aslında ilk başta bir şiir yazması gerekmiyordu. Sadece bir yarışmadan bahsedilmişti. Yarışmayı duyunca Ruhi de doğrudan doğruya el kaldırmıştı. Yani kendi elleriyle kendini ateşe atmıştı. Bunların hepsini Türkçe hocasının gözüne girmek için yapmıştı. Türkçe hocası, Ruhi sınıfta yokmuş gibi davranıyordu çoğu zaman ve yaptığı ödevlere de göz ucuyla bakıyordu. Güya şimdi bu şiiri yazarak hocasının gözüne girecekti. Ancak şiirin nasıl yazılacağı hakkında hiçbir fikri yoktu. Gerçi olsa da yazamayacaktı. Zaten şiiri sevmezdi. Hikâye olsa anlatırdı ama yazmak yine zordu. Bunları düşünürken ödevleri aklına geldi. Eğer bir ödevini yapmasa ve babası Ruhi’nin ismini okul grubunda görse gerçekten çok kızardı. Ruhi’nin başarısı babası için çok önemliydi. Belki de bunun için önemli olmasının sebebi arkadaşlarının yanında bunun konu edilmesiydi. İş yerinde babasının arkadaşları oğluyla dalga geçebilir ve kendi çocuklarını övebilirlerdi. Aslında övdükleri çocukları değil, kendileri olurdu. Ruhi’nin arkadaşları da aynı düşüncelere sahip insanlardı. Okul grubunda sokak lambasını andıran bir fotoğrafıyla bile dalga geçmişlerdi. 
Bu düşüncelerden sıyrılmalı ve derhal şiiri bitirip ödevlerine geçmeliydi. Şiir konusu hayli ilginçti. Ulusal Kızarmış Tavuk Günü sebebiyle tavukların anlam ve öneminden bahseden bir şiir yazması gerekiyordu. Neyse ki şiirin türü serbestti. En azından ölçülü ya da dörtlükler, beyitler şeklinde diye bir sınırlama yoktu. Ruhi bir süre gözlerini kapattı ve yazmaya başladı:

Kanatları çiçek gibi
Gözleri ipek gibi
Kasapta da bulunuyor
Zannedersin inek gibi

Kızarınca tadı başka
Yerken geliyorum aşka
Akşama yine tavuk var
Bu şiir neden böyle saçma

Çorbasını demiyorum
Zaten çok da yemiyorum
Kızartma dışında asla
Kendisini sevmiyorum

Kızartmasan tavuk olmaz
Zaten karnımız da doymaz
Çok sevelim tavukları
Kovalamayalım onları

Şiirini bitirdikten sonra Ruhi, derin bir nefes aldı ve ödevlerine başladı. Yazdığı şiir belki de öğretmeninin kendisinden nefret etmesine neden olacaktı. Göze gireyim derken yerin dibine girecekti belki de. Elinden gelen buydu. Yapacak başka bir şey yoktu. Ödevlerini tamamladı ve uyudu. 
Ertesi sabah daha ilk ders başlamadan Türkçe öğretmeni Ruhi’ye şiir yazıp yazmadığını sordu. Ruhi biraz sıkılarak şiiri öğretmenine uzattı ve ortadan kayboldu. 
Üçüncü ders saati Türkçeydi. Ruhi, öğretmen tarafından paralanacağını düşünerek en arka sıraya oturmuştu fakat öğretmen sınıfa girer girmez onunla göz göze geldi. Tüm sınıfı susturduktan sonra elindeki kağıdı okumaya başladı: 
 Kanatları çiçek gibi
Gözleri ipek gibi
Her dörtlük bitiminde sınıf kahkahadan yerlere yatıyordu. Ruhi de her dörtlükten sonra biraz daha sıranın altına doğru kayıyordu. Nihayet tüm şiir bittiğinde Ruhi de yere düşmüştü. Öğretmen:
-Ruhi, yanıma gel çabuk, diye bağırdı.
Ruhi üzerindeki tozu silkeleyerek korku içinde öğretmenin yanına vardı. Öğretmen bir elini Ruhi’nin omzuna koyarak konuşmaya başladı:
-Göreve başlayalı henüz üç ay oldu ve üç aydır böyle bir şiir okumadım. Ruhi, aslanım… Ruhi, koçum… Sen bir efsanesin. Şiirini yarışmaya gönderdim bile. Bundan sonra bütün yarışmalara sen şiir yazacaksın, dedi. 
Son cümle Ruhi’ye ölümcül yumruğu indirmiş gibiydi. Gözlerini patlatmış öğretmenine bakıyordu. Öğretmeninin şaka yapmadığını fark ettiğinde içi rahatladı. Artık ailesi de kendisiyle gurur duyabilirdi. 
Garip bir gün geride kalmıştı. Her şey birkaç gün içinde unutulmuştu fakat Türkçe öğretmeni artık Ruhi’ye Şair Ruhi Bey, diyordu. 
Çok süre geçmeden matematik dersindeyken nöbetçi öğrenci sınıfa girerek Ruhi’yi Okul Müdürü’nün çağırdığını söyledi. Ruhi de tüm sınıf da irkilmişti. Ruhi anlamsız bakışlarla Okul Müdürü’nün odasına gitti. Türkçe Öğretmeni de oradaydı. İkisi de tebessüm ediyordu. Türkçe Öğretmeni konuştu:
-Şair Ruhi Bey, şiiriniz yarışmada birinci oldu. Tebrik etmek için seni çağırdık. 
Ruhi, o gün içinde uyuyan şairi uyandırmıştı. Artık bütün şiir yarışmalarına katılıyordu. Dünya Kertenkele Günü, Dünya Devekuşu Günü, Dünya Lastik Günü… 

NİCE ŞEYLER

Hayrettin Eymen Bulut

İnsanlar tanırım bu coğrafyada
Kalbi bozkırda kalmış
Kum tanesi gibi savrulmuş

Acılar tanırım
Yürek ile çekilmiş
Gözyaşı ile silinmiş

Uykular hatırlarım
Rüyası yarım
Sevinci kursağında kalmış

Bir de olmayan uykular hatırlarım
Sabahlanmış koltukta
Uyku tutmamış
Acısı ağır basmış
Nice sabahlamalar hatırlarım

Susulan zamanlar bilirim
Saygıdan susulan zamanlar

Kaygılar duyarım ben
İçimi kasıp kavuran
Ya olmazsa diye

Ben nice şeyler bilirim
Benim ne bildiğimi 
Siz ne bilirsiniz

MEHMET'İN FETHİ

Utku Kerim Genç

Yıllar 1438/1439’u gösteriyor, Osmanlı İstanbul’u kuşatmış ama bütün saldırılarında başarısız olmuş ve Bizans yaşamak için son umudunu vermiyordu. 17/18 yıl sonra Mehmet adında bir çocuk gelmiş “Tahta oturmuş, ceza gerektiren kişileri falakaya yatırıyor, oyun oynar gibi devlet yönetiyordu.” Ama Haçlılar daha sonra yaşayacakları felaketten habersizdiler. 
Yıl 1451/1452. 
Bizanslıların sonunun gelmesine bir yıl kalmış ama Haçlıların bundan haberi yok. 17/18 yaşında bir çocuk İstanbul’u nasıl fethetsin?
Yıl 1453. 
Savaş başlamış Mehmet donanmasıyla deniz yoluyla İstanbul’u çevirmiş, yetmemiş donanmasıyla karadan geçiyordu. Bildiğin bakkaldan ekmek alır gibi İstanbul’u alıyordu. 
Mehmet öyle bir şey yapmıştı ki kimse anlayamadı, anlayamazdı da zaten. 
Savaş bitmiş, Mehmet kazanmanın verdiği mutlulukla uyuyordu. Birden içerden: “Mehmet uyan.” Diye bir ses geldi. Bu Mehmet, henüz 7. Sınıf öğrencisi olan bizim Mehmet’ti. Okula geç kalmıştı. Gördüğü rüyayı arkadaşlarına anlattı ve ders başladı. İlk sosyal bilgilerdi ve konu İstanbul’un Fethi’ydi.