15 Şubat 2025 Cumartesi

YAPRAK

Üner Taha Aydemir


Yapraklar da ayrılır vakti geldiğinde
Ama kendi isteğiyle
Ağaçtan sıkılırmış yapraklar 
Bahane olurmuş sonbahar 

Pek farklı değildir insan da
Sıkılmış yerinden
Gelmiş dünyaya
Sabırsızlığı biraz da bu yüzden

Burada da farksız
İnsan hazırlıyor kefen parasını
Daha doğmadan 
Çünkü ölmek için doğar insan

RADYO

Hayrettin Eymen Bulut, Mehmet Çınar Köksal

Son zamanlarda bilgisayar oyunlarından iyice usanmıştım. Benim için artık hiçbir anlamı yoktu boş boş bir ekranın önünde yorulmanın. Heyecanı kalmamıştı. Oysa eskiden böyle miydi? Zamanın nasıl geçtiğini bilmezdim bilgisayar başına oturduğumda. Hatta zaman zaman sabahladığım olurdu yaz tatilinde ama artık eski büyüsü yoktu oyunların. 
Bir süre televizyon izlemeye merak saldım. Özellikle dizi filmler fena gitmiyordu. En azından her gün beklediğim bir bölüm oluyordu bir kanalda. Bir süre sonra onların da aynı şeyleri tekrar ettiğini fark ettim. Artık bir diziye başladığımda sonraki bölümü tahmin ediyordum ve sanki ben yazmışım gibi oynuyordu oyuncular. Öyle bir aşamaya gelmişti ki oyuncuların söyleyecekleri sözleri bile tahmin ediyordum ve onlardan önce ben söylüyordum. Bir süre de eğlencesine devam ettim dizi izlemeye fakat onun da tadı kalmadı. 
Sonra radyo dinlemeye başladım.  En azından taşıması kolaydı. Bu radyonun elli yıl öncesine ait olduğunu söylüyordu ailem fakat bana o kadar da eski gelmiyordu. En fazla sekiz on yıllık bir radyoydu bu. Üstelik gözlerim kapalıyken radyo dinlemek ayrı bir zevkti. Televizyon ya da bilgisayar gibi sürekli ona odaklı yaşamam gerekmiyordu. Galiba bulmuştum sonunda can yoldaşı olacak bir aygıt. Radyoyu icat eden adam çok değerli bir insan olmalıydı. Televizyon ya da bilgisayar gibi insanı hareketsiz bırakmıyor, esir almıyordu. Üstelik çok kaliteli ve bilgilendirici programlar vardı. Hele o müzikler yok mu? Sanat değeri olmayan müzik parçaları radyoda yer almıyordu. Tüm şarkılar, türküler en az elli sene öncesinin zevkini barındırıyordu. Dinledikçe ruhum dinleniyordu. Zamanda yolculuk yapıyor gibiydim. Dünyaya bakışım değişmişti sanki. Ben bu asrın, bu günlerin çocuğu değil gibiydim. 
Belki de radyo beni böyle rehin almıştı ama memnundum hayatımdan. Bütün boş vakitlerim ve dolu vakitlerim radyoyla geçiyordu. Bu aygıtı icat eden adama saygım artıyordu. Elli yıl öncesinin zevkine ruhum boyanmış gibiydi.
Her sabah ilk işim radyoyu açmaktı. Bazen de radyoyla uyuyordum. Sabaha kadar başucumda radyo açık kalıyordu. Arada haberler veriliyor sonra yine müzikle devam ediyordu yayınlar. 
O sabah radyonun sesinde bir gariplik hissettim. Sanki değişmişti yayın ya da hoparlör bozulmuş gibiydi. Belki de bu kadar fazla açık kalmamalıydı radyo. Sonunda bozulmuştu işte. Elli yıldır bozulmayan radyoyu dinleye dinleye bozmuştum belki de. Ya tamir gerekirse? Ya birkaç gün radyosuz yaşamam gerekirse? Başka bir radyo ile idare ederim, diye düşündüm. 
Sesi de azalmıştı radyonun. Saat sabahın yedisini gösteriyordu. Sesini biraz daha yükselterek yataktan doğruldum. Haberler veriliyordu radyoda. 
Önce şair Orhan Veli Kanık, Ankara'da yol yapım çukuruna düştükten iki gün sonra İstanbul'da bugün öldü, haberini duydu. Orhan Veli yaşıyor muydu ki diye düşündü. Ardından haberler devam etti: 
Türk Tugayı, Kore'de Kunuri Muharebesi'ni kazandı.

SİYAH


Miraç Kağan Güler

Herkesin sevdiği bir renk var
Benim sevdiğim renk siyah diyorum
Siyah bir renk değil ki diyorlar
Bana göre siyah da bir renk
Hem de benim rengim

Üzerimde siyah bir kıyafet yoksa
Kendimi kötü hissediyorum
Çantam siyah, ayakkabılarım siyah
Siyah asaletin rengi, biliyorum

Siyah değil mi gece
Siyah değil mi kitaplarda yazılar
Siyah değil mi bazı tahtalar
Siyah değil mi kurşunkalemlerimizin ucu
Siyah olmasaydı eğer
Dünya nasıl olurdu
 

ÖTESİNE GEREK YOK


Zeynep Yurttaş

Nerelisin diye sorulduğunda bana
Zaralıyım diyorum. 
Kimileri zararlı anlıyor
Kimileri Zara’nın nerede olduğunu soruyor
İnsanlar nasıl bu kadar cahil olabiliyor
Anlamıyorum
Zara, Zara işte
Dünyanın merkezi
Gerek var mı söylemeye
Ötesini

HAYAL

Selim Kurt

Legolar muhteşem şeyler
O minik parçalar birer sanat eseri gibidirler
Sen ne istersen oluverir o şeyler
Birer harikadır istediğin takdirde

Legolar yalnızca bir oyuncak değil
Legolar gizli bir dünya
Bir kez başlayınca onlarla oynamaya
Bilemezsin ne çıkacağını ortaya

Keşke diyorum kocaman bir bahçem olsa
İçi Legolarla dolu
Ve bir ev yapsam onlardan
Yaşasam orda ömür boyu

KİM DAHA GÜÇLÜ

Mehmet Zahid Ökten

Karıncaların kendi gövdelerinden
Çok yük taşıdığını duyanlar şaşırıyor
Şaşıracak ne var bunda
Günümüzde çocuklar
Kilolarından çok fazla 
Yük taşıyorlar
Ders yükü
Bilgi yükü
Gelecek kaygısı yükü
Dünyanın yükü
Ama kimse görmüyor onları
Ve devam ediyor insanlar şaşırmaya
Küçücük bir karıncanın taşıdıklarına

BİRİCİK KEDİM

Tunahan Ceylan

Kedim koltukta uyur
Oldu hünkarım buyur
Padişah mı kedi mi
Bir oyun öğrenir mi

Sabah kalktım yataktan
Okula gitmek için
Kedimse nöbet tutar
Yatağı kapmak için

Bazen beni cırsa da
Vazoları kırsa da
Çok severim ben onu
Biriciktir dünyada

KORKU

Taha Metin Yıldırım

Yaz kış yanımda ol istiyorum
Sen varsan güvendeyim
Sen varsan huzur var
Sensiz bir yola çıkmak
Sensiz bir yerlere gitmek
Benim için ölümden beter

Bilmiyorum ben büyüdükçe
Sen ne yapacaksın
Sensiz ben ne yapacağım
Montum benim
En değerlim

KESTİRME YOL

Şeyma Ateş


Bir gün yaşadığım köyde kuzenlerimle köyün yakınındaki dereye gitmiştik. Derenin kenarında biraz oturduk ve sohbet ettik. Biraz vakit geçmişti. Dönmeye karar verdik. Ben yolu kısaltmak için çoğu kişinin geçmeye korktuğu yoldan gitmeyi teklif ettim ama kuzenlerim bu yoldan korktuklarını, burayı kimsenin kullanmadığını söyleyerek bu yolu kullanmak istemediler. Onlar gelmese de ben bu yolu kullanmak istiyordum. Onlardan ayrıldım ve kestirme yola düştüm. Yol kestirmeydi güya, herkes böyle diyordu ama yürüye yürüye bitirememiştim. Sanki yürüme bandında yürüyordum. Etrafımdaki her şey aynıydı ve yol bitmek bilmiyordu. Nihayet uzun vakitten sonra eve dönmüştüm. Hava kararmıştı. Bu nasıl bir kestirme yoldu anlayamamıştım. En azından sağ salim eve ulaşmıştım. Kuzenlerim galiba benim farklı bir yoldan geldiğimi kimseye dememişti. Evdekiler yokluğumun farkına bile varmamış erkenden uyumuşlardı. Ben de çok yorgun olduğum için beklemeden yattım. 
Ne zaman uykuya daldım, ne kadar uyudum bilmiyordum. Kâbuslarla kan ter içinde gözlerimi açtım gecenin bir yarısı. Yatağımın yanındaki pencereye baktığımda bir siluet gördüm ve bana sesleniyordu:
-Geçmemen gereken bir yoldan yürüdün ve bizi uyandırdın.
Koşarak babamların odasına gittim. Onları uyandırmaya çalıştım ama hepsi ölüm uykusuna yatmış gibilerdi. Çaresizdim. Bildiğim duaları okumaya başladım. 
Uyuyakalmışım. 
Sabah kalktığımda ilk işim babama bu olayı anlatmaktı. Babam:
-O yoldan geçen herkes böyle olaylar yaşar, dedi. 
O günden sonra bu yolun kenarından bile geçmedim. 

12 Şubat 2025 Çarşamba

ANİDEN

Zeynep Akbulut

Başlamadan bitiyor çoğu şey
Bazı şeyler başlıyor ama bitmek bilmiyor
Bitmek bilmiyor her sabah erkenden uyanmalar
Ve uykulu adımlarla yollarda kaybolmalar
Bitmek bilmiyor ders kitaplarında sayfalar
Hem bitse bile mutlaka bir sonraki sene var

Ne başlasın istiyorum ne de bitsin
Yalnızca var olan şeyler devam etsin
Mesela şu lamba yansın durmadan
Şu musluk hep aksın durmadan
Şu kalem yazsın
Şu bardak hep yarım kalsın
Suskun bir fotoğraf karesi olsun her şey

Takvimlerden sayfalar uçuşmasın mesela
Ya da akrebin ve yelkovanın zoru ne bilmiyorum
Onlar yerinde durmadığı için 
Başlıyor ve bitiyor her şey
Aynı yerde kalsalardı bitmezdi hiçbir şey aniden
Yırtılmazdı belki de yapraklar takvimlerden

ÖMRE BEDEL

Zeynep Ayten

Geceler boyu düşünürken seni
Yıldızlar şahittir duygularıma
Seni ilk gördüğümde ettin deli
Merhem yoktur senden başka yarama

Bir rüzgâr gibi gezersin ruhumda
Bulurum seni nefes aldığımda
Yüreğimde ateş yakan aşkınla
Her an ömre bedel bakınca bana

SINAV KÂĞIDI

 
Zeynep Ayten, Zeynep Akbulut

Alarm çalmaya başlamıştı oysa uyuyalı birkaç dakika geçmiş gibiydi. Gözlerini açmak, yataktan kalkmak istemiyordu. Bir hafta boyunca uyuyabilecek kadar yorgun ve uykusuz hissediyordu kendini. Alarmı el yordamıyla gözlerini açmadan kapatmaya çalıştı. Bu esnada uykusu da dağılır gibi olmuştu. İsteksiz, iştahsız, gözleri yarı kısık vaziyette okul hazırlıklarına başladı. Sabahları kahvaltı yapma alışkanlığını bu şehirle beraber yitirmişti. İştahı olmuyordu. Öğle vakti bir şeyler atıştırıyor ve akşam yemeği ile günü tamamlıyordu. Yüzünü yıkarken aynada kendine baktı bir süre. Yaşlanmış gibi görünüyordu ya da bir farklılık vardı yüzünde. İnsan kendine yabancı olur mu? Sanki bir yabancıydı aynadan ona bakan. Anlayamadı. Belki de yorgunluktan gözleri iyi seçemiyordu kendini. Belki de ayna kirliydi. Belki lamba zayıflamıştı. Daha fazla düşünmeden kıyafetlerini giyindi ve dışarıya çıktı. Hava aydınlanmıştı ve soğuktu. Gece hayli kar yağmıştı ama yollar açıktı. Birkaç saniyeliğine üşüdüyse de sonradan kendine geldi. Ayakları kendinden bağımsız hareket ediyor gibiydi. Kuş gibi hafif hissediyordu kendini. Yürüdükçe yürüyesi geliyordu. Hatta ayıplayan olmasa koşacak kadar kendini iyi hissediyordu. Oysa ne kadar da az uyumuştu ne kadar da yorgundu yarım saat kadar önce. Bu saatlerde hiç acıkmazdı ama acıktığını hissetti. Yeniden kahvaltıyı alışkanlık haline getirmesi gerekiyordu. 
Bu düşüncelerle okuluna ulaştı. Yollar daha önce olmadığı kadar tenhaydı. Okul da hayli tenhaydı. Normalde bu saatlerde herkeste bir telaş ve bir yerlere yetişme endişesi olurdu. Hatta birbirine toslayan insanlar olurdu koridorlarda, merdivenlerde ancak kimse görünmüyordu etrafta. Sınıf arkadaşlarından ikisini nihayet görmüştü. Yanlarına giderek bu tenhalığın durumunu sormak istedi fakat onlar yürümeye devam ediyordu. Seslendi:
-Ayteeen, Zeyneeep!
Ne Zeynep dönüp bakıyordu ne Ayten. Onların bu tavrına içlenmişti. Tamam çok samimi değillerdi ama bu yaptıkları da hiç hoş bir hareket değildi. Dersinin olduğu kata doğru ilerledi öfkeyle. Tam merdivenin ucunda ders hocasını görmüştü. Yanından geçerken:
-Günaydın Hocam, nasılsınız, dedi. 
Hocası dönüp bakmadı bile yüzüne. Oysa daha dün nezaketten, insanlıktan, selamlaşmadan bahsetmişti dakikalarca. İnsanların hâl hatır sormamasından dert yanmıştı. 
İyice canı sıkılmış, adımlarını küçültmüştü ki yine bir arkadaşını gördü. Arkadaşı yaklaştı ve önce iyi olup olmadığını sordu. Rengin solmuş senin, dedi. Olanları anlatmak istemedi. Tam teşekkür edip ayrılıyordu ki arkadaşı:
-Boşuna sınıfa gitme. Sınavımız zemin katta bir derslikte, dedi. 
Sınav olduğundan bile haberi yoktu. Hangi dersin sınavı olduğunu bile bilmiyordu. Telaşla yeniden zemin kata indi. Tenhalığın nedeni belli olmuştu. Tüm sınıf arkadaşlarıyla doluydu ve daha önce hiç tanımadığı bir hoca sınav kâğıtlarını dağıtıyordu. Sınıfın en önündeki tek sıra boştu. Hızla oraya geçti ve oturdu. Hoca, bu sıraya kâğıt bırakmamıştı. Diğer kâğıtları dağıtınca bırakır elbet, diye içinden geçti ama dersin adı neydi, hoca kimdi, bilmiyordu. 
Etrafına baktı, kâğıdını alan hararetli bir biçimde yazıyordu cevapları. Sınıfın içinde kalem seslerinden küçük bir uğultu oluşuyordu sanki. Yüzleri gülüyordu arkadaşlarının. Belki de kolay bir sınavdı ama dersin adı neydi, hoca kimdi?
Bu esnada yaşlı hoca gözlüklerinin üzerinden baktı ve:
-Merve kızım, niçin geciktin? Sınava gelmeyeceksin diye endişelenmiştim doğrusu. Haydi, bakalım al kâğıdını ve başla, dedi. 
Daha önceden hiç görmediği bir hoca, ismini nereden biliyordu? Üstelik babacan birine benziyordu. Hoca, Merve’nin şaşkınlığını fark etmiş olmalıydı:
-İlahi Merve, dört senedir hiçbir dersini kaçırmadığın Hüseyin Hoca’nı ilk kez görüyor gibi bakıyorsun. Hasta mısın yoksa? Uykunu mu alamadın, dedi. 
Önündeki kâğıdı unutmuştu bile. Fakültelerinde bu isimde biri hiç olmamıştı ki? Lisede bile bu isimde bir hocası olmamıştı. Biraz sıkılarak:
-Hocam, siz hangi dersin hocasıydınız? Ben yanlış sınıfa mı geldim acaba, dedi. 
Hocası onu duymuyordu. Biraz daha yüksek sesle konuştu:
-Hüseyin Hoca’m… Ben sizi tanımıyorum. Siz beni nerden tanıyorsunuz. 
Hoca duymuyordu. Arkadaşlarına döndü. Hepsi gayretle cevap yazıyordu kâğıtlara. 
-Şaka mı yapıyorsunuz, bugün sınav filan yoktu. Üstelik bu hocayı da tanımıyorum. Birinin doğum günü filan mı? Nasıl böyle büyük bir organizasyon yaptınız? Allah rızası için biriniz bana cevap versin, diye bağırdı. 
Kimse cevap vermiyordu. Galiba onlar da duymuyordu. Bu esnada hoca olduğunu söyleyen kişi yaklaştı ve:
-Merve, sakin ol. İyi değilsen senin sınavını sonra yapayım. Vakit azalıyor, lütfen sınava odaklan, dedi. 
Yapacak bir şey yoktu. Kalemini çantasından çıkardı. Silgisini yanına koydu. Kâğıda baktı. 
Gözlerini sildi ve kâğıda baktı. 
Kâğıda bir kez daha baktı. 
Kâğıdın arka yüzüne baktı. 
Bilmediği şekiller vardı kâğıtta. Bilmediği bir alfabeyle yazılmış satırlar. Arapça değildi bu satırlar. Kiril alfabesi hiç değildi. Göktürk yazısını bile görmüştü ve bu alfabe ona da benzemiyordu. Bu bir alfabe miydi? 
Bir an kâğıdı buruşturup sınıftan çıkmak istedi fakat sanki yerine yapışmış gibiydi. Kalkamıyordu yerinden. Çığlık atmak istedi, sesi çıkmıyordu. Etraftaki arkadaşları birer ikişer kalkmaya başlamıştı. Sınavın sonu gelmişti galiba. Bu esnada zil çaldı. Evet, sınav bitmişti ve tek satır bile yazamamıştı. Okuyamamıştı ki yazsın. Zil durmadan çalıyordu, arkadaşları hızla sınıftan çıkıyordu. Böyle bir ders zili daha önce duymamıştı. Sınıfta Hüseyin Hoca’dan başka kimse kalmamıştı ve gözlüklerinin üzerinden bakıp tebessüm ediyordu. 
-Galiba ilk kez sınavdan düşük alacaksın Merve. Okuma yazmayı da mı unuttun. 
Zil çalmaya devam ediyordu. Sağ elini havaya kaldırdı ve masaya vurmaya başladı. Bu esnada zil sesi kesilmişti. Acıyan eline baktı. Başucundaki saat kırılmıştı. Etrafına baktı, kimsecikler yoktu. Hava yeni aydınlanıyordu dışarda. Rüya olamazdı bu yaşadıkları. Daha önce böyle bir rüya görmemişti. Birilerine anlatsa kesinlikle alay konusu olurdu bunlar. 
II.
Elindeki kırık saati masanın üzerine bıraktı. Usulca yerinden doğrularak okuluna gitmek için hazırlıklara başladı. Kahvaltı yapmadan evden çıktı. Gece kar yağmıştı ama hava çok soğuk değildi. Yanından geçen insanlara baktı, yanından geçtiği ağaçlara baktı. Gökyüzüne baktı. Rüyasını unutmak istiyordu. Az önce geçmiş gibiydi yürüdüğü yollardan. Böyle bir rüya olamazdı. Böyle gerçekçi ve boğucu bir rüya… Ayaklarına sanki ağırlık bağlanmış gibiydi. Yoluna zor yürüyordu. Zaten uykusunu da alamamıştı pek. Nihayet okulunu uzaktan gördü. Hayli kalabalıktı yollar. İnsanlar telaşla yürüyordu. Bu kez rüyada olmadığından emin olmak istiyordu. Yolun kenarında ki kar kütlesinden biraz aldı eliyle. Elinde tuttu. Eli üşümüştü, biraz kar daha aldı ve yüzüne sürdü. Rüya değildi bu yaşadıkları. Zaten her şey normal görünüyordu. Bu düşüncelerle binadan içeriye girdi. Az ilerde Ayten ve Zeynep yürüyordu. Tıpkı rüyasında yürüdükleri gibi yürüyorlardı. Onları görünce başını önüne eğdi ve geçiyordu ki seslendi arkadaşları:
-Merve, selam sabah yok mu? İyi misin?
Biraz şaşırdı bu duruma ve belli belirsiz sözcüklerle:
-Biraz dalgın ve yorgunum, kusura bakmayın arkadaşlar, diyerek yoluna devam etti. 
Sınıfa girdiğinde herkes kendi masasında oturuyordu. O da geçti ve her zamanki yerine oturdu. Her zamanki gibi bir güne başladığını düşünüyordu. Artık bu rüya saçmalığını gün içinde nasıl olsa unuturum, diye geçirdi içinden. Arkadaşlarına tebessüm etti. Tam bu esnada sınıfın kapısında herkesin ilk kez gördüğü yaşlı bir hoca belirdi. Sınıf sustu. Hocayı gören Merve sessizliğin ortasında kendi tutamadı:
-Hüseyin Hocam, hangi derse geldiniz?
Yaşlı öğretmen gözlüklerinin üstünden Merve’ye baktı:
-Tanışıyor muyuz evlat, dedi. Hocanız başka bir üniversiteye gittiği için bu dersinize bundan sonra ben geleceğim. Üniversitenize bugün başladım, doğrusu ismimin benden önce geleceğini hiç tahmin etmemiştim. 
Tüm sınıf Merve’ye bakıyordu. Merve konuşmaya devam etti:
-Sınav kağıtlarını getirmediniz mi?