-hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
-hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Ekim 2025 Perşembe

SELA

 Zeynep Ayten
Yeni bir mesajın titrettiği telefonu, onu hayallerinden sıyırıp bu dünyaya döndürmüştü. Telefonunu alıp mesajı okudu. Diğer mesajlar gibi değildi bu. Farklıydı, gizemliydi, daha önce hiç görmediği tarzdaydı. Mesajı gönderen kişi, onu bir yere çağırıyordu. Zaten her gün geçtiği, avucunun içi gibi bildiği bir yere. Fakat mesajda ne bir zaman bilgisi vardı ne de bir isim. Ne zaman gidecekti, buna dair de bir bilgi yoktu? Peki onu kim çağırıyordu, neden çağırıyordu? Gitmeli miydi? Dakikalarca düşündü. Gecenin bu saatinde gidemeyeceğine göre yarın ilk iş oraya gidecekti. Zaten mesajda hemen gitmesini isteyen bir ifade de yoktu. 

Mesaj yüzünden gece boyunca gözüne uyku girmedi, sabahı zor etmişti. Güneşin ilk ışıkları odasına girmeye başladığında daha fazla sabredemedi. Hızlıca hazırlanıp kahvaltı bile yapmadan evden ayrıldı. Yanına sadece telefonunu almıştı. Sabırsızlığın verdiği aceleyle mesajda yazan konuma ulaştı. Etrafa dikkatlice baktı fakat ortalıkta kimse yoktu. Erken mi gelmişti, yoksa tam tersine geç mi kalmıştı? Belki de mesaj geldiği anda gitmeliydi. Bu şans -veya tehlike- için geç kalmıştı belki de. Beklemekten başka yapacağı bir şey yoktu. Bekledi, bekledi… Bekledi... Ama ne gelen vardı ne giden. Saatlerce bir kenarda oturdu, etrafına bakındı. Sonra mesaja tekrar bakması gerektiğini düşündü. Belki de yanlış yerde bekliyordu. Mesajı açtı, tekrar okudu. Mesajın bir de devamı vardı. Karşısındaki kütüphanenin içine girmeli ve en sevilen yazarı bulmalıydı. Ama nasıl? Bunları düşünerek kütüphanenin kapısından içeri girdi. Aklına gelen ilk -ve en basit- fikirle bir görevliye sordu. Görevlinin adını verdiği yazar "Yavuz Bülent Bakiler"di. Doğru ya Sivas'ta böyle bir edebiyatçıdan başka kim sevilirdi ki?
Yavuz Bülent Bakiler'in kitaplarını aramaya başladı. Yarım saat sonra bütün kitaplarını önündeki masaya yığmış kitaplara bakıyordu. Fakat sadece bakıyordu. Kitapların çoğunun sayfası bile açılmamıştı. Oysa Yavuz Bülent’i herkes tanır ve severdi bu şehirde. Belki de bu kitaplar henüz konmuştu buraya. Yoksa okunmaması, sayfaların eskimemesi mümkün değildi. Yavuz Bülent’in bazı şiirleri ders kitaplarında bile vardı. Sivas’ta Yoksul Çocuklar adlı bir şiiri öğretmen birkaç kez ders kitabından okumuştu ve çok sevmişti o şiiri. Bu düşüncelerle kitapların sayfalarını karıştırmaya başladı. Bu esnada Harman adlı kitabı karıştırırken birdenbire gözüne bir not ilişti. Kitabın ortalarında bir yerde kurşun kalemle yazılmış bir nottu bu. Tekrardan sayfaları yavaşça çevirmeye başladı ve notu buldu: 
“Buraya kadar doğru geldin ancak burada bitmiyor. Beş sayfa sonraki şiiri oku ve yeni mesajı bekle.” 
Demek ki bu kitapları mesajı gönderen kişi buraya bırakmıştı. Kütüphaneci ile birlikte çalışıyor bile olabilirdi. Beş sayfa sonraki şiiri açtı ve okudu. Şiir, seneler önce öğretmeninin ders kitabından okuduğu şiirdi: Sivas’ta Yoksul Çocuklar. Şiiri birkaç kez okuduktan sonra yeni mesajı beklemesi gerektiğini hatırladı. Şiirin fotoğrafını çekti ve kütüphaneden ayrıldı. Bir süre yeniden kütüphanenin önünde oturdu ve kendisine gelen mesajları birkaç kez daha okudu. Sonra fotoğrafını çektiği şiiri okumaya başladı. Fotoğrafa dikkatle baktığında şiirde geçen Ulu Cami ifadesinin altının hafifçe çizili olduğunu fark etti. Belki de Ulu Cami’ye gitmeliydi. Zaten çok uzakta değildi Ulu Cami. Üstelik sabah saatlerinde güvercinler bambaşka bir hava katardı cami bahçesine. Telefonunu cebine koyarak Ulu Cami’nin yolunu tuttu. Cami bahçesine ulaştığında içine hafif bir huzur dolmuştu. Hatta bir ara buraya niçin geldiğini bile unuttu. Güvercinler, güller derken yeniden hatırladı niçin burada olduğunu. Belki de yeni mesaj gelmiştir, düşüncesiyle telefonuna baktı. Telefonu kapanmıştı. Gece boyunca şarja takmamıştı zaten. Biraz çaresiz hissediyordu ama yapacağı bir şey yoktu. Bir süre daha oturup evine dönmek en iyisiydi. Bu esnada minarelerden sala sesi yükselmeye başladı. Genelde yaşlıların gösterdiği bir titizlikle salayı dinledi. Şehrimizin büyük kültür adamlarından şair Yavuz Bülent Bakiler Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi 30 Eylül Salı günü… Devamını dinleyemedi bile. Hayli şaşkındı. Evine dönmekten başka çaresi yoktu. Evine ulaşır ulaşmaz telefonunu şarja taktı ve ardından mesaja yeniden baktı. Mesaj kutusu boştu. Telefonunu birkaç kez kapatıp yeniden açtı fakat herhangi bir mesaj göremedi. Pencereden dışarıya baktı, ne çabuk akşam olmuştu, anlayamadı. Yorgundu. Biraz uyumanın her şeye iyi geleceğini düşündü. Telefonunu şarjda bırakarak uzandı. Bir süre sonra telefonun titreşimiyle uyandı. Göz ucuyla telefonuna baktı. Telefonun alarmıydı çalan. İki kez ertelemişti üstelik. İlk kez çalmasının üzerinden on dakika geçmişti bile. Hızla yatağından doğruldu ve dışarıya çıkmak için hazırlandı. Telefonuna son bir kez daha baktı. Herhangi bir yeni mesaj yoktu. 
Sıradan bir gün geçirdiğini düşünüyordu ki öğlen vakti minarelerden yükselen bir sela ile irkildi. Şehrimizin büyük kültür adamlarından şair Yavuz Bülent Bakiler Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi 30 Eylül Salı günü…

YILDIZELİ'NE DOĞRU

Semih Yılmaz, Feyza İşbaşar, Yusuf Kerem Köse, Ahmet Emir Koç

1. Zor Yolculuk

Hava git gide soğuyordu ve akşam yaklaşıyordu. Büyük bir kar çölünün ortasında gibiydim. Her taraf bembeyazdı. Saatlerdir yürüyordum ve gece bastırmadan Yıldızeli’ne ulaşmalıydım. Aslında daha önceden bu yolu çok yürümüştüm fakat bahar ya da yaz mevsimiydi o zamanlar ve hiç bu kadar soğuk olmamıştı. Ara sıra rüzgarın uğultusuna uzaktan kurt sesleri eşlik ediyor gibiydi. Bu dağlarda kurt, ayı, domuz gibi yabani hayvanların çokça bulunduğunu duymuştum.
Kafamdan bu olumsuz düşünceleri atarak yürümeye devam etmek zorundaydım. Geceyle birlikte buraya yoğun bir sis iniyordu ve hepten kaybolma ihtimalim yükseliyordu. Var gücümle adımlarımı hızlandırdım, bata çıka karlar içinde yol alıyordum. Üşümeye başlamıştım ama bir yandan da terliyordum. Ayaklarım, paçalarım çoktan ıslanmıştı, üstelik acıkmıştım da. Anayola indikten sonra işim kolaydı. Mutlaka sığınacak bir yerler bulurdum ya da otostopla yola devam ederdim fakat doğru yolda olduğumdan bile emin değildim. Bu düşüncelerle ilerlerken hava tamamen karardı. Belki de havanın kararması lehimeydi. Şayet sis çökmezse ilçenin ışıklarını görebilirdim. Hava nihayet kararmıştı. Karanlık umudumu azaltmaya başlamıştı. Belki de Yıldızeli’ne ulaşamadan kaybolup donacaktım bu dağ başında. Aklıma güzel yemekler geliyordu, sıcak içecekler ve bir yandan uyku gözlerimi zorluyordu. Kalan son gücümle birkaç adım daha atmıştım ki birdenbire yuvarlanmaya başladım. Artık ne dizlerime gücüm yetiyordu ne de kollarıma. Ne kadar yuvarlandığımı bilmiyorum artık bu yolculuğun bittiğini düşünüp gözlerimi kapatmıştım. Böyle bir şekilde hayatla vedalaşacağım hiç aklıma gelmemişti. Belki cesedimi bahara kadar kimse bulamayacaktı. Düşündüğüm son şeyler bunlardı. 
Gözlerimi açtığımda gaz lambasının aydınlattığı bir odadaydım. Odanın ortasında kocaman bir soba vardı ve etrafta kimseler yoktu. Dışarısı hâlen karanlıktı ve köpek sesleri geliyordu. Yerimden güç bela doğruldum. Lambaya yaklaşarak ellerime, dizlerime baktım. Sıyrılmıştı ve bacaklarımdan biri çok fena ağrıyordu. Bir süre sonra büyük ahşap kapı gıcırtıyla açıldı, kapının önünde yüzü tam görünmeyen yaşlı bir kadın duruyordu:
-Seni evimin biraz ilerisinde köpeklerim buldu. Kimsin, buralarda niçin dolaşıyorsun, in misin cin misin, dedi.
Şaşkındım. 
-Adım Demir. Yıldızeli’ne gidecektim. Veterinerim. Köylerden birine çağrılmıştım. İşim bitti ve yola çıktım ancak Yıldızeli’ne varamadım bir türlü. 
-Yıldızeli mi? Yıldızeli buraya çok uzak, gerçeği söyle, dedi kadın. 
Şaşkınlığım iyice artmıştı. Belki de düştüğüm yerde bayılmıştım ve garip hayaller, rüyalar görüyordum. Tam konuşmak için kendimi toparlamıştım ki gözlerim ağırlaştı ve yeniden kapandı. 
Tekrar uyandığımda her yer aydınlıktı. Kapı yeniden açıldı, bu kez kapının önünde bekleyen bir dedeydi. Şefkatle bana doğru baktı ve konuştu:
-Yıldızeli ha? Demek Yıldızeli’ne giderken buraya düştün. Hayli ilginç, dedi. 
-İlginç olan ne, diye sordum. 
Cevap vermedi. Biraz sonra kahvaltı yapalım ve sen de bize gerçekleri anlat, dedi. 
Yerimden doğrulmaya çalıştığımda bacağımın ağrısını hissettim. Dede, tebessüm ederek:
-En az yirmi gün bizimlesin, dedi. O bacak fena kırılmış ve onu sarmamız lazım bugün.
Hemen ardında duran ince çubukları ve kabukları gösterdi:
-Bunlarla saracağız hem de, diye ilave etti. 
Yaşadığım için sevinmeli miydim yoksa bacağımın kırıldığı için üzülmeli miydi ya da bu garip yere düştüğüm için endişelenmeli miydim?.. Kafam karmakarışıktı. Konuşacağım, soracağım şeyler yanlış anlaşılmaya neden olabilirdi. Belki de gerçekten iyi niyetli insanlardı bunlar ve bana yardım etmeye çalışıyorlardı. Ben sadece yerdeki kilimin desenlerine bakıyordum. Bu şekilde kilim deseni hiç görmemiştim. Bu esnada yaşlı kadın elinde küçük bir tepsi ile içeriye girdi. Çay ve kahvaltı vardı tepside. Kahvaltılıklar arasında ilk kez gördüğüm şeyler vardı. Tepsiye garip garip baktığım görünce yaşlı kadın:
-Bunları yemezsen iyileşemezsin, dedi.
Oda çok sessizdi. Bu sessizlik ve aydınlık beni derinden etkiliyor, hareketsiz bırakıyordu. Kahvaltımı bitirdim ve çayımı içtim. Artık kırık bacağımın sarılmasına gelmişti sıra. 

2. Bölüm
 devam edecek.

30 Eylül 2025 Salı

Gözyaşı

 

İbrahim Gül
Kerim Yuvacı
Dağhan Toy
Mehmet Tuğra Aydemir
Çiğdem Soydağ
Selim Çabuk
Ali Çağhan Yılmaz

1. Bölüm
Efecan günlerdir kimseyle konuşmamıştı. Zaten konuşmayı çok sevmezdi. En sevdiği arkadaşı Tunga günlerdir onu aramamış, sormamıştı. Gece boyunca karanlıktan bile birkaç söz duymayı beklemiş ama karanlık onunla konuşmamıştı. Oysa eskiden karanlıkla konuşabilirdi. Oysa eskiden ağaçlarla konuşabilirdi. Oysa eskiden yastığıyla konuşabilirdi. Konuştuğu her şeyin farklı bir dili vardı ve onların dilinden anlayabiliyordu. Kaç zamandır biriyle konuşmamıştı. Kaç zamandır bir şeyle konuşmamıştı, bir şeyin sesini duymamıştı. Belki de bildiği dil sayısı azalıyordu.
Bu düşüncelerle yatağından doğruldu. Hava aydınlanmak üzereydi. Tunga aramıyorsa ben onu ararım, diye düşündü. Yataktan kalkarak telefonunun bulunduğu yere ulaştı. Telefonu eline aldığında telefonun kapalı olduğunu fark etti. Oysa dün şarja takmıştı. Bir süre telefonu açmak için uğraştı fakat telefon bir türlü açılmıyordu. Yorulduğunu hissetti. Daha güne başlamadan yorulmuştu. Telefonu usulca biraz öteye fırlattı. Telefonun düştüğü yerde açıldığını fark etti ve uzanarak telefonunu aldı. Hızla Tunga’nın ismini rehberden buldu. Zaten rehberinde başka kimse de yoktu. Tam arkadaşını arayacaktı ki telefon çalmaya başladı. Arayan Tunga’ydı:
-Günlerdir seni arıyorum ama telefonun hep kapalı Efecan. Neredeyse polise haber verecektim. İnsan telefonunu açmaz mı? Meraktan ölüyordum az kalsın, dedi. 
Efecan duydukları karşısında şaşkındı. Birinin kendisini merak etmiş olması az da olsa onu sevindirmeye yetmişti. Kısa bir görüşmeden sonra saat 7’de buluşmak üzere sözleştiler. Saatine baktı, 4.44’ü gösteriyordu saat. Hemen yanındaki takvime baktı, 4 Nisan 2024’ü gösteriyordu. Buluşma saatine kadar kahvaltı yapmayı, hazırlanmayı düşündü. Buzdolabını istemsizce açtığında karşısında 4 yumurta olduğunu gördü. O vakte kadar 4’ler dikkatini çekmemişti ama birdenbire 24 yaşında olduğunu da hatırladı. Bir süre sonra bu düşüncelerin aşırı yalnızlıktan kaynaklandığına karar verdi. Düşünmemeliydi böyle şeyleri. Düşünmesi gereken şey Tunga’yla neler konuşması gerektiğiydi. Tunga da aslında etrafında çok fazla insan olmayan biriydi ve Efecan’dan 4 yaş büyüktü. 4 yaş… 4 yaş… 4 yaş…
4 yumurtayı yemiş miydi, farkında değildi. Kahvaltı masasından kalktığında aç mı tok mu olduğunun da farkında değildi. Bu hâle nasıl geldiğini düşündü, düşündü… Bir cevap bulamadı. 
Hazırlığını tamamlayıp dışarıya çıktığında buluşmak için hâlen kırk dakikasının olduğunu fark etti. Evden çıkmalıydı. Temiz hava almalıydı. Evin kapısını kilitleyip kilitlemediğini düşündü. Nasıl olsa evinde değerli bir şey yoktu. Eve hırsız girse onun haline üzülür belki bir şeyler de bırakarak giderdi. Dördüncü kattan birinci kata inmesi uzun sürmedi. Bahçeden çıkarken apartman adının bulunduğu yerde kapı numarasını gördü: 44.
Bir süre yürüdükten sonra buluşma mekanına gelmişti. Tunga’yı görmeyeli günler olmuştu. Onunla yeniden konuşacağı için hayır onunla değil birileriyle yeniden konuşacağı için mutluydu fakat kelimeleri unutmuş gibiydi. Az sonra buluşacakları kahvaltı salonunda Tunga’yı gördü. Biraz heyecanlanmıştı, onun oturduğu masaya doğru ilerledi. Tunga da onu görünce ayağa kalktı ve tebessüm etti, elini uzatarak:
-Nerelerdesin dostum, günler oldu sesini duymayalı. 
Efecan elini uzattı fakat Tunga’ya ne diyeceğini bir türlü hatırlayamıyordu. Birkaç kez konuşmaya çalıştı, kekeledi fakat bir türlü uygun kelimeyi bulamıyordu. Konuşmayı unutmuş gibiydi. Tunga durumu fark etti ve sandalyeye oturması için yardım etti. Efecan’a masadaki suyu uzattı. Efecan’ın kalp atışları hızlanmış, terlemeye başlamıştı. Bir kabusta gibiydi. Konuşamamanın bu kadar acı vereceğini hiç düşünmemişti. Alnından akan ter, yanaklarından akan gözyaşına karışmıştı. 

2. Bölüm
Tunga, Efecan’ın bütün çabalarına rağmen konuşmaya devam ediyordu ve sanki Efecan’ı konuşmadan anlayabiliyordu. Efecan artık kendini zorlamayı bıraktı. Madem Tunga onu anlayabiliyordu sadece uygun düşünceyi aklından geçirmesi yeterdi. Tunga’nın sustuğu bir anda zihninden sabah yaşadığı 4 rakamı ile ilgili şeyler geçti. Tunga:
-Hiç düşünme Efecan, ben de bir yıl kadar 7’yi düşündüm. Ülkemiz neden yedi bölge, dünyanın neden yedi kıtası ve yedi denizi var, bir hafta neden yedi gün, dünyanın neden yedi harikası var, Pamuk Prenses’in etrafında neden Yedi Cüce var… Sorular zihnimde bitmedi bir türlü. Sonunda düşünmemeyi düşündüm. Düşünmemeyi becerebildin mi dersen, hayır…
Son cümle Efecan’ın bütün ümidini kırmıştı. Bu esnada oturdukları masada 47 sayısını gördü. Eliyle Tunga’ya masadaki sayıyı gösterdi. Tunga’nın suratı ekşimişti. Hiçbir şey söylemeden aniden masadan kalktı. Efecan, Tunga’nın ardından bağırdı:
-Nereye gidiyorsun? Hani konuşacak çok şeyimiz vardı? Tunga sanki bir toz bulutu gibi ortadan kaybolmuştu. 
Biraz masada oturdu Efecan, bu esnada bir garson gelerek bir isteği olup olmadığını sordu Efecan:
-4 bardak toprak, dedi Efecan. Neden böyle bir cevap verdiğini anlayamadı. Sanki kendi yerine başkası konuşmuştu ve garson da hiç anormal karşılamamıştı bu isteği. 
Tunga’yı bekleyip beklememek konusunda emin değildi. Belki de kalkıp gitmeliydi fakat Tunga geri gelirse beni bulamaz ve üzülür, diye düşündü. Bu esnada Tunga’yı aramak aklına geldi. Telefonuna baktığında 4 cevapsız çağrı olduğunu gördü. Tunga onu dört defa aramış bu da yetmemiş 7 mesaj göndermişti. Mesajları okumak için açtı mesajlarda sadece 4, 8, 12, 16, 20, 24, 28 sayılarını gördü. Kendini iyi hissetmiyordu. Belki lavaboya gidip elimi, yüzümü yıkarsam kendime gelirim diye düşündü. Lavaboda dört musluk olduğunu gördü. Yüzünü yıkayıp aynaya baktığında ardında Tunga’yı gördü. Tunga sadece bakıyor, konuşmuyordu. Gözlerini kapatıp açtığında Tunga yoktu. Belki de masaya dönmüştür diye düşündü ve yeniden masasına döndü. Evet, Tunga masada onu bekliyordu. Tunga’ya:
-Az önce neden gittin ve lavaboda benimle neden konuşmadın, diye sordu. 
Tunga şaşkın gözlerle bakarak:
-Tanışıyor muyuz, diye sordu. Bu esnada konuşabildiğini fark etti. En azından bu iyi bir durumdu fakat Tunga neden böyle sormuştu. Sanki başka birinin hikayesine düşmüş gibiydi ve birileri sürekli onu kontrol ediyor, kahramanları kontrol ediyor, zihnine garip şeyler fısıldıyordu. Üstelik bir kişi de yapmıyordu bunu galiba 4 ya da 7 kişiydiler ve durmadan düşünüp garip şeyler yapmasını, düşünmesini sağlıyorlardı. 

3. Bölüm

Yedi kişiden ikisinin elinde şemsiye vardı. Birinin şemsiyesi renkli diğeri siyahtı. İkisi şemsiyeyle oynarken diğerleri diş macunu reklamı yaparcasına gülüyorlardı. Bu esnada Efecan ve Tunga bir hikâyenin içinde mahsur kalmışlardı.

4. Bölüm
Efecan gözlerini açtığında etrafında beyaz gömlekli insanlar dolaşıyordu. Garip bir koku vardı bulunduğu yerde ilaç ve dezenfektan arası bir koku. İnsanlar bir şeyler söylüyor, konuşuyor Efecan’ın kollarına, alnına dokunuyorlardı. Güç bela başını sağa doğru çevirdiğinde koluna doğru uzanan serumu fark etti. Burası bir hastane olmalıydı ama burada ne işi vardı? Tavana bakarak düşünmeye başladı. Bu esnada etrafındakilerden biri:
-Muhittin Bey uyandı galiba, dedi. 
Herkes o anda Efecan’a bakıyordu. Bir diğeri:
-47 yaşında biri olmasına rağmen iyi toparlandı. Tam iki haftadır gözlerini açmadan yatıyordu, dedi. 
Efecan, konuşulanlara anlam veremiyordu. Belki de başka birinden bahsediliyordu. Bu kez de sol tarafa doğru baktı. Odada kendisinden başka kimse yoktu. Usul usul cihazların sesini duymaya başladı. Konuşulanları artık daha iyi duyabiliyordu. Yine biri konuşuyordu:
-Kaza işte, ne zaman, nerede insanı bulacağı belli olmuyor. Sabahın erken saatinde ekmek almaya giderken ekmek arabasının altında kalabiliyor insan. Şu hayat ne kadar garip…
Konuşmalar devam ediyordu:
-Kimsesiz biriymiş zaten. Ailesi hep yurt dışında yaşıyormuş. Her gün arayıp durumunu soran Efecan adlı bir çocuğu var. Onu arayıp babasının gözlerini açtığını söyleyelim bugün. Ha bir de Efecan söylemişti, Muhittin Bey’in şimdilerde komşularının baktığı bir papağanı varmış adı Tunga. Çok severmiş bu papağanı. İlk fırsatta onu da hastaneye getirelim. 
Hemen yanında duran ve ara sıra koluna, alnına dokunan adam devam etti:
-Eşi Fatma Hanım öleli beş yıl olmuş. Ondan sonra da zaten yalnız bir hayat yaşamaya başlamış. Çocuklar yanında değil, eşi rahmetli… Zor bir hayat olmalı.
Fatma, ismini duyunca Muhittin Bey’in gözleri gülümsedi. Ardından gözlerini kapadı. Hafifçe yastığa düşen gözyaşını kimse görmedi. 

.....

Ali Çağan Kalaycı
Feyza Duran
Furkan Yörük
Nil Ateş
Ertan Abdulkadir Erdoğan
Baha Kayhan

1. Bölüm: 1 Dakika

Okuldan çıkalı birkaç saat olmuştu ve henüz evine ulaşamamıştı. Hava kararmaya başlamıştı bile. Aslında normal bir gün yaşamıştı ta ki servisten ininceye kadar. Araçtan inerken gözü saate ilişmişti ve saat tam olarak 17.16’yı gösteriyordu. Servisten iner inmez yanı başında beliren kocaman köpek dişlerini göstererek sert sert bakmış ardından havlamaya başlayınca o da koşmaya başlamıştı. Köpek bir türlü peşini bırakmamıştı ve sonunda köpeği atlattığını düşündüğü anda kaybolduğunu fark etmişti. Çantasını nerede bıraktığını hatırlamıyordu. Çantası yanında olsa belki ailesini arar ve durumunu haber verebilirdi fakat ne cüzdan ne de çanta yanında yoktu. Nereden çıkmıştı bu köpek? Üstelik filmlerde gördüğü gibi, kitaplarda okuduğu gibi korkunç bir köpek. Yorulduğunu hisseti. Bir yerlerde oturup dinlenmeliydi. Etrafına baktığında önce şaşırdı. Şehirde normalde bu saatlerde bir hareketlilik olurdu fakat etrafta kimseciklerin olmadığını fark etti. Bu bir rüya mıydı diye kendisine küçük bir tokat attı. Acı hissediyordu, demek ki bu bir rüya değildi. Yorgunluğu geçmişti. Eve dönmeliydi, hava iyice kararmıştı. Karnın da acıktığını hissediyordu fakat bir yandan da kendisini kovalayan köpekle yeniden karşılaşmaktan korkuyordu. Sanki o köpek kendini tanıyordu ve özellikle kovalamıştı. Sıradan bir sokak köpeği değildi, bakışlarından, dişlerinden, sesinden hissetmişti bunu. Tam bunları düşünürken etrafından geçen hayvan siluetleri görmeye başladı. Kimi kaplan kimi kedi kimi zürafaya benzeyen siluetler etrafında dolaşıyordu. Çığlık atmak istedi, koşmak istedi fakat yerinden kalkamıyordu. Yapacak bir şey kalmadığını anladığında gözlerini kapattı. Gözlerini sımsıkı tutuyordu, bir yandan da yumruklarını sıkmaya başladı. Çaresizlik çölünün ortasında yapayalnız kalmış bir kertenkele gibiydi. Takati yoktu sürünmeye, Yalnızlığın ve korkunun üzerine yüklediği hissizliği tüm hücrelerinde hissediyordu. Gözlerini korkarak açtı. Evin tam kapısı önündeydi. Sırtında çantasının ağırlığını hissetti. Etrafa bakındı, evlerinin önünden uzaklaşan servisi gördü. Bu esnada saate baktı 17.17’yi gösteriyordu saat. Yaşadığı şeyleri ailesine ya da arkadaşlarına anlatmalı mıydı? Anlatsa da kim inanırdı ki zaten…

2 Bölüm: 2 Dakika
Evine girdi annesi ve babası daha gelmemişti. Onların işlerinin geç biteceğini hatırladı, odasına çıktı. Düşünmeye başladı, neydi bu olay ve nasıl bir şeydi? Kendini toparladı ve araştırmaya başladı. Yaşadıkları arasında en garip olan şeyleri sıraladı: Garip, korkunç bir köpek ve garip hayvan siluetleri… Tam da bunları düşünürken kapıdan bir ses geldi, kapıya koştu, gelen kişi annesiydi içi birazcık olsun rahatlamıştı. Annesi yemek hazırlarken kendisi odasında araştırma yapmaya devam ediyordu. Ama hiçbir şey mantıklı değildi. Ne yaşamıştı, nasıl bir şey yaşamıştı, hiçbir fikri yoktu. Çok fazla bir bilgiye ulaşamamıştı, araştırmaları onu bir yere ulaştırmıyordu, ne kadar çalışsa da bir sonuca varamıyordu. Kendini çölde vahaya uzakta susuz gibi çaresiz hissediyordu. 
Yemek yedikten sonra araştırmasına devam etti ama bir cevap bulamadı. Çalışmaya devam etmek istedi fakat takati kalmamıştı. O gün saat akşam 09.09’da uyudu. Bir sonraki gün sabah uyandığında saat garip bir şekilde tam 09.09’du ama onun alarmı hep saat 09.30’ayarlıydı, bu nasıl olabilirdi? Yoksa sadece bir tesadüften mi ibaretti. O sırada bir gariplik daha fark etti. Dün de saat 09.09’da uyumuştu. Son zamanlarda bu tarz şeyleri çok düşünmeye başlamıştı. Umursamamaya çalıştı ve mutfağa gitti. Akşam yemeğinde fazla bir şey yememişti. Tam kahvaltısı bitmişti ki alarmının sesini duydu. Odasına çıktı ve alarmı kapattı o sırada saatin üstündeki tarihe gözü ilişti: 9 Eylül. Tüm bu sayılar ona bir şeyi anlatmak istiyordu sanki ama ne?
Gün boyunca okulda bunları düşündü ve artık bunları düşünmeme kararı aldı.  Aldığı kararı uygulamıştı, güzel bir gün geçirdiğini düşünüyordu. Dersler bitmek üzereyken yeniden başa döndü. Yaşadıklarını kimseyle paylaşmamıştı. Eve nasıl döndüğünü fark etmedi bile. Servis kapılarının önünde durdu.  Servisten indikten sonra evlerinin yakınında onu işaret eden iki adam gördü. Siyah paltolu, kırmızı kravatlı, hafif kalkık siyah şapkalar takan iki garip adam… Servis onu bırakmış gidiyordu. Tuhfa adamlar ise ona doğru geliyorlardı. Bu esnada kaçmaya başladı koştu, koştu… En sonunda dün geldiği garip yere ulaşmıştı ve yine kaybolmuştu. Ama bu sefer etraf normaldi, insanlar vardı dükkânlar tıklım tıklımdı. İçi biraz rahatladı fakat yine çantasını bulamadı. Sonra akşam saat 07.30’a kadar etrafta dolaştı. En sonunda yine garip bir yer çıktı önüne. Burada ilk kez gördüğü devasa bir saat kulesi vardı. Saat kulesini görünce saati aklına geldi. Kolundaki saate baktığında ibrelerin soğukta kalmış fare gibi tir tir titrediğin gördü. Bu nasıl olabilirdi? Saati sağlamdı ve bugüne kadar bozulduğunu hiç görmemişti. Fazlaca düşünecek bir mesele değildi bu. Cesaretini toplayıp saat kulesine bir giriş kapısı aramaya başladı. Gerçekten de kulenin küçük bir kapısı vardı. Kapının önünde çaresizce beklerken kapının kendisine doğru gelmeye başladığını fark etti. Geriye doğru adım atmaya başladı. Arkasında ne olduğunu bilmeden geri geri gidiyor, kapı da ona doğru ilerliyordu. Tam düşmek üzereydi ki kapı aniden açıldı. İçeriye adım attığında bambaşka bir dünyaya adım atmıştı sanki. Gözleri kamaşmıştı ve başı dönüyordu. Gözleri karardı ve gözlerini kapadı. Bir süre gözlerini kapalı tuttuktan sonra yeniden açtı. Önünde kocaman bir merdiven vardı. Bu esnada saate bakma ihtiyacı hissetti. Saatine baktığında 11.59’u gösteriyordu. Gece yarısı olmuştu. Yukarıya baktı, merdivenin ucu görünmüyordu. Aşağıya baktı, derin bir boşluk vardı. Çaresizliğin ortasında gibi hissetti kendisini. Ayaklarına ağırlık asılmış gibiydi. Adım atması gerekiyordu fakat yürüyemiyordu. Birdenbire ayaklarındaki ağırlık gitmiş ve kendisini kuş gibi hissetmeye başlamıştı. O sırada hafif bir sarsıntı hissetti. Merdivenler sallanıyordu. Tutunmak için merdiven parmaklığına kolunu uzattığında saatini gördü, saat 00.00’ı gösteriyordu. Sarsıntı ilerledikçe aşağıya bakamaz olmuştu. Gözlerini kapattı. Gözlerini açtığında tıpkı dünkü gibi evin tam kapısı önündeydi. Sırtında çantasının ağırlığını hissetti. Etrafa bakındı, evlerinin önünden uzaklaşan servisi gördü. Bu esnada saate baktı 17.18’i gösteriyordu saat. Yaşadığı şeyleri ailesine ya da arkadaşlarına anlatmalı mıydı? Anlatsa da kim inanırdı ki zaten…

3. Bölüm: 3 Dakika
Eve girdiğinde hiç kimseye hiçbir şey söylemedi. Doğrudan doğruya odasına gitti. Kendini iyi hissetmiyordu. Belki de her şeyi ailesine anlatmalı ve çözümü onlarla birlikte aramalıydı. Artık araştırma yapmanın da bir anlamı olduğunu düşünmüyordu. Belki çok az uyuduğundan belki çok fazla ders çalıştığından bu durumları yaşıyordu. Düşünmekten yorulmuştu sanki başına ağır tokmaklarla birileri vuruyor gibiydi. Öyle ki bir süre sonra beyni zonklamaya başladı. Hiçbir şey duyamaz hale gelmişti zihnindeki gürültüden. Bu esnada annesini karşısında gördü:
-Kaç kez seni çağırdım, yemek hazır. Duymuyor musun beni?
Annesinin sözleriyle zihnindeki gürültü kesildi. Annesine baktı ve:
-Geliyorum anne, sadece çok yorgunum, dedi. 
Annesi yeniden mutfağa geçti. Derin birkaç nefes aldı. Masanın üzerinde duran kolonyadan eline, yüzüne sürdü. Saatine baktı, 18.17’yi gösteriyordu saat. Hiçbir şey olmamış gibi mutfağa doğru yürümeye başladı. Tam mutfağa yaklaşmıştı ki kapı önünde onu bekleyen kocaman bir tarantula gördü. Hiç bu kadar büyük bir örümcek görmemişti. Kendisinden bile büyüktü ve kollarını açıp kapatıyordu. Bir çığlık attıktan sonra hızla evden dışarı çıktı ve koşmaya başladı. Örümceklerden oldum olası korkardı zaten. Küçücük olanlardan bile korkardı. Şimdi kendisinden daha büyük bir örümcekle karşı karşıyaydı. Koşmak, kaçmak, uzaklaşmak istiyordu. Nefes nefese kalmıştı. Bir süre sonra yeniden saat kulesinin önünde buldu kendini. Bu kez kapıda bir anormallik yoktu. Doğrudan doğruya kapıyı açtı ve birkaç merdiven yukarıya çıktı. Bu kez merdivenler sallanmıyordu. Kaç basamak çıktığını saymadan hızla yukarıya çıkıyordu. Bir an nefesi kesildi. Durduğu basamakta 81 sayısını gördü. Başının döndüğünü hissetmeye başlamıştı. Aşağıdaki boşluğa baktığında midesinin de bulandığını hissetti. Merdiven parmaklıklarına tutundu. Gözlerini kapattı. Gözlerini tekrar açtığında mutfak kapısının önündeydi ve eliyle kapı kolunu tutuyordu. Göz ucuyla baktığı saati19.20’yi gösteriyordu. Annesi en sevdiği yemeği hazırlamıştı ona: hingel. 

27 Eylül 2025 Cumartesi

ÇIKMAZ YOL

Ayşegül Yıldız
Nurgül Asya Kılcı
Aden Mira Kartal
Yusuf Kerem Köse

1. Bölüm

Bazen ya uykusuzluktan ya da tansiyonu düştüğünde ordu. Bir yerlerden ansızın yangın haberi geldiğinde mutlaka herhangi bir durumdan, şeyden utanmış oluyordu. Öfkelendiğinde ve bunu içine attığında dünyanın bir yerlerinde ya da yaşadığı bölgede fırtınalar kopuyordu. Kendini herkesten dışlanmış hissettiğinde mevsimlerden ne olursa olsun bir çığ haberine mutlaka rastlıyordu. Şayet kış mevsimindeyse yaşadığı yörelerde çığ felaketi gerçekleşiyordu. Yürürken sendeleyip yere düştüğünde göçük, heyelan haberleri görüyordu peş peşe. Aniden gelen üzüntü ve gözyaşının ardından sel felaketleri yaşanıyordu dünyanın bazı yerlerinde. Öfkesini dışarıya belli ettiğinde sönmüş volkanlardan birinin yeniden hareketlendiğini öğreniyordu. Dünyanın dört bir yanında yaşanan olumsuzlukların sebebini kendinde arıyordu. Bu yüzden mutlu olmak, mutlu bir hayat sürmek istiyordu ancak bu pek mümkün görünmüyordu. 
İç dünyası ile dünya arasındaki bu bağı kendisi kurmamış annesi fark etmişti seneler önce neyse ki insanların bundan haberi yoktu. Onlar her şeyi doğal bir biçimde karşılıyor, doğanın döngüsü diyerek geçiştiriyorlardı. Kolay değildi depremlere sebep olduğunu düşünmek, yangınlara, sele, yanardağ patlamalarına neden olmak. Bunları düşünmemek için yapması gereken tek şey mutlu olmak ve dikkatlice ya da insanlara kendisini kapatmaktı.
Son yıllarda zaten hiç dostu, arkadaşı kalmamıştı. Bu özelliği yüzünden eğitimine devam edememişti çünkü sürekli düşünüyor ve kendini suçluyordu. Öğrencilik yıllarında arkadaşları bu özelliğini fark etmiş olsaydı tüm yılın kar tatili ile geçmesi için ne gerekiyorsa yapardı ihtimal. Ya da ormanların yok olmaması için köylüler, çiftçiler ona gelip onu mutlu etmek için ne gerektiğini mutlaka sorarlardı. Neyse ki bilmiyordu hiç kimse. Keşke bir düğme olsaydı bazı özelliklerini devre dışı bırakmak için ve yalnızca insanların iyiliği ve mutluluğunu sebep olsaydı. Yaşadığı ruh haline göre değişim yaşanacak yeri tahmin edebilse bu yeteneğini insanlığın lehine kullanabilirdi belki. Hiçbiri mümkün değildi ve çaresizdi.

Bölüm 2
Her şey biraz da çok düşünmekten kaynaklanıyordu belki de. Yıllarca kendini şartlamış ve böyle bir hastalıklı duruma sevk etmişti. Biraz dinlenmek, az düşünmek, hayatın akışına kapılmak iyi gelebilirdi kendine. Bu düşüncelerle evinin üst katına çıktı. Yaşadığı ev hayli eskiydi ve dedesi, onun büyük dedesi de bu evde yaşamıştı. Evin çatı katı genelde kullanılmayan bir bölümdü. Burada eski eşyalar ve kitaplar vardı genellikle bir de eski kıyafetler. Merak edip de hiç bakmamıştı buradaki şeylere. Belki çatı katında vakit geçirmek zihnimi dağıtır diye düşündü. Belki de yıllardır açılmayan çatı katının kapısını araladı. Kapı tok bir gıcırtıyla açıldı. Her taraf toz ve örümcek ağı doluydu. Fare olma ihtimali bile vardı burada. Neyse ki elektrik tesisatı kurulmuştu buraya. Lambayı açtığında manzaranın korkunçluğu biraz daha netleşti. Antika sayılabilecek giysiler, eşyalar ve kitaplar… Birkaç eski daktilo bile vardı burada. Tuşlarına bastı, paslanmıştı daktilolar ve tuşları fena hâlde kirliydi. Kıyafetlere baktı, eşyaları inceledi sonunda cam kapaklı bir dolaptaki kitaplara gözü ilişti. Kocaman, deri ciltli kitaplardı bunlar. Dolabı açtı ve kitapları incelemeye başladı. Bazıları farklı alfabeyle basılmıştı kitapların. Kitapların arasında defterler de olduğunu fark etti. Kitapların bir kısmı nemlenmiş, küflenmiş, sayfalarının kenarları kurumuş ya da böcekler tarafından yenilmişti. Okuyabildiği, anlayabildiği kitapları ve defterleri tasnif etmeyi düşündü ve tüm kitapları, defterleri birer birer raflardan indirmeye başladı. Bu esnada elleri ve kıyafeti hayli toz olmuştu. Kitap görünümlü defterlerden biri hayli dikkatini çekti. Üstelik okuyabiliyor, anlayabiliyordu bu defteri. Defterin ilk sayfasında hiç görmediği ama zaman zaman adını duyduğu dedesinin adı yazıyordu: Düzbahçeli Mehmet. Zihnindeki yoğunluk azalmış, merakı onu başka bir yöne doğru sevk etmeye başlamıştı bile. Defterin bazı sayfalarındaki yazılar silinmiş bazı sayfaları ise düzenli bir biçimde yırtılmıştı. 
Zamanın nasıl geçtiğini anlamadı bile. Sadece bu defteri alarak çatı katından indi. Hava kararmaya dönmüştü ama artık gökyüzüne, bulutlara, haberlere bakmak istemiyordu. Kendine güzel bir kahve yapıp bu defteri okumayı, incelemeyi, dedesini daha yakından tanımayı düşünüyordu. 

3. Bölüm
Kitabın ilk sayfasında şöyle bir not gördü: Cesaretin varsa ve büyük zorlukları göze alıyorsan bu defteri okuyabilirsin. Eğer bu vasıflar sende yoksa lütfen defteri kimsenin bulamayacağı bir yere kaldır. 
Bu ifade merakını iyice uyandırmıştı. Cesaret, zorlukları göze almak… Acaba defterde neler yazıyordu? Hiç kimse bu defterden bahsetmemişti daha önce ona. Demek ki defteri ilk kez bulan kendisiydi. Defteri biraz daha temizleme ihtiyacı hissetti. Kahvesini aldı, masa lambasını açtı ve sayfaları çevirmeye devam etti. Okudukça merakı ve hayreti artıyordu. Defter bölümlerden oluşuyordu ve şu cümlelerle başlıyordu:
Dünyadaki her olumsuzluğun sebebi benmişim gibi hissediyorum. Sel felaketleri, depremler, kuraklık, orman yangınları sanki benim yüzümden kaynaklanıyor gibi düşünüyorum. Neyse ki bunu kimse bilmiyor, en azından şimdilik…
Bu cümleleri okur okumaz yeniden zihni karşıtı. Gözlerinin önü karardı. Bir an defteri kaldırıp atmak istedi. Bir şaka mıydı bu okudukları yoksa garip bir rüyanın içine mi düşmüştü? Dedesiyle aynı kaderi, aynı düşünceleri paylaşıyor olamazdı. En azından onun yaşadığı çağ başkaydı kendi yaşadığı çağ başka… Tüm bunların bir açıklaması olmalıydı. Kendini hayli yorgun hissetti. Defteri ve masa lambasını kapattı, derin bir uykuya daldı. 

Elimden Ayrılan Eller


Semih Yılmaz

Yedi sekiz yaşlarımdaydım. Hatırladığım ilk il dışı yolculuğumuza çıkacaktık. Samsun'a gitmek için bütün hazırlıkları yaptık ve nihayet Sivas'la vedalaştık. Kendi aracımızla seyahat ettiğimiz için yolculuk çok uzun sürmedi. Samsun'u sevmiştim çünkü deniz vardı. Sivas'a hiç benzemiyordu. Deniz kenarında kocaman binalar vardı. Bu şehir beni her şeyiyle etkilemişti fakat şehrin güzelliklerini ara sıra elimdeki telefonla ıskalıyordum. Bir süre sonra telefona kendimi hayli kaptırmış olmalıyım ki ailemin etrafımda olmadığını fark ettim. Kalabalık bir alışveriş merkezindeydik ve asansörün önündeydim. Sanki birileri hokus pokus yapmış ve ailemi yanımdan almıştı. Şaşkın şaşkın etrafa bakındım. Yaşım o zamanlar küçük olduğu için telefonla ailemi aramak da aklıma gelmemişti. Çaresizliğin tam ortasındaydım. Ailem benim yokluğumun farkına varmış mıydı? Telaşlanmışlar mıydı? Ağlayacak gibiydim ama kendimi tutmam gerekiyordu. Etrafımda bilmediğim insanlarla, yabancı bir şehirde, bilmediğim bir binanın ortasındaydım. En iyisi telaşlanmadan beklemekti. Mutlaka ailem yokluğumun farkına varacak ve beni bir şekilde bulacaktı. Ne kadar beklediğimi bilmiyorum. Bir süre şaşkın şaşkın gelip geçenlere baktım. Gözyaşlarım aktı akacak durumdaydı. Zihnim çok hızlı çalışıyordu. Ailemi bir daha hiç göremeyeceğim korkusu kalp atışlarımı hızlandırıyordu. Bir yandan da kötü insanlara rastlamaktan korkuyordum. Bu konuda çok fazla şey duymuştum. İnsanlara kaybolduğumu fark ettirmemeliydim. Biraz hareket etmek iyi gelir düşüncesiyle merdivene yöneldim. Asansör ve merdivenin tam arasındaydım. Birdenbire merdivenlerden yıldırım hızıyla aşağı doğru inen birini gördüm. İnsanlara çarparak ve kalabalığı yararak aşağı doğru iniyordu. Bu, annemdi. Nihayet yokluğumu fark etmişlerdi. Ben de koşmak istedim ancak dizlerimin bağı çözülmüştü. Çözülen sadece dizlerimin bağı değil gözyaşlarım da süzülmeye başlamıştı. Bağırmak istedim, anne demek istedim bu esnada asansörden inen babamı gördüm. İki taraftan kuşatılmış ve fethedilmiş bir kale gibi hissetim kendimi.  Babam, annemden önce bulmuştu beni. Birkaç saniye sonra ikisinin arasında ve güvendeydim. Bir film karesinin ortasında gibiydik. Mutluyduk. Bir elim annemin elindeydi, diğer elim de babamın. Bir eksiklik vardı ama neydi? Birkaç dakika sonra ikisine birden yönelerek kardeşimin nerede olduğunu sordum. Annem ve babam birkaç saniye birbirlerine baktılar ve ikisi birden elimi bırakarak yeniden koşmaya başladılar. Bu kez annem asansöre doğru gidiyordu babam merdivenlere koşuyordu.

13 Eylül 2025 Cumartesi

KARŞILAŞMA

 
Yusuf Kerem Köse
Ayşegül Yıldız
Aden Mira Kartal

1. Bölüm
Sabaha kadar gözüne uyku girmedi. Nihayet okula başlayacaktı. Okula gidip de mutlu dönen hiç kimse tanımıyordu etrafında. Kimse okulların açılmasını istemiyordu. Herkes tatillerde mutluydu sadece. Okul, iyi bir yer olsa böyle olmazdı. Üstelik okuldan dönen çocuklar sanki savaştan çıkmış gibi görünüyordu. Yorgun, isteksiz, acıkmış, kıyafetleri kirlenmiş hatta yırtılmış, sökülmüş. Evlerinin yakınında bir okul olsaydı gidip uzaktan incelerdi ama sadece birkaç kez başka mahallelerdeki okulların önünden geçmişti ve çok korkmuştu. Okulun etrafı tıpkı filmlerde gördüğü gibi hapishane duvarlarını andıran parmaklıklarla çevriliydi. Bir keresinde bir okulun önünden geçerken zil çalmıştı ve çocukları dışarıya fırlarken görmüştü. Okulun içinde her ne oluyorsa çocukların kendilerini dışarıya atmalarından iyi bir şey olmadığı belliydi. Çıldırmış gibi merdivenlerden atlıyorlar ve arkalarına bakmadan koşuyorlardı. Yüksek duvarlar ve demir kapıların önüne kadar gelip dışarıya bakıyorlardı “kurtarın bizi” dercesine. Üstelik onların hemen peşinde öğretmenler oluyordu ve çocukları yönlendiriyorlardı. Okul, korkunç bir yer olmalıydı. O duvarların ardında ne vardı? İçinde neler yaşanıyordu? 
Anne ve babası çok mutlu görünüyordu. Yavrumuz okula başlayacak, diyorlardı ama belki de o görmeden gizli gizli ağlıyor, üzülüyorlardı hâline. Haftalarca, aylarca okula gidecekti artık ve ihtimal sırtında kocaman bir çanta olacaktı. Elinde beslenme çantası olacaktı. Yeni okul kıyafetleri alınmıştı ve hiç sevmemişti bu kıyafetleri. Ne gereği vardı ki yeni kıyafetin. Eşofmanla gidilebilmeliydi mesela okula. Saat, gece yarısını çoktan geçmişti ama uyuyamıyordu. Utanmasa ağlayacaktı. Okula gitmese olmaz mıydı? 
Bir diğer konu da okuldaki diğer çocuklardı. Kim bilir nasıl insanlarla karşılaşacaktı. Hırçın mı, ağlak mı, şakacı mı, kibirli mi?..
Göz kapaklarının ağırlaştığını hissediyordu. Düşünmekten beyni yorulmuştu. Sonunda uykuya yenik düştü. 
Uyandığında sabah olmuştu. Yorgun ve uykusuz bir gecenin ardından okulda ilk günü yaşayacaktı. Keşke bir ağabeyi, ablası olsaydı da okulu ona anlatsaydı. Bu düşüncelerle yerinden kalkmaya çalışırken annesi odasının kapısını araladı ve seslendi:
-Haydi bakalım minik yolcu. Okulun seni bekliyor. 
Yerinden doğrulmaya çalıştığında başı döndü ve biraz da midesinin bulandığını hissetti. Onun bu halini gören annesi telaşla sordu:
-Çocuğum, iyi misin?
-Biraz geç uyudum anne, başım çok kötü, üstelik midem de sanki bulanıyor, diye cevap verdi. 
Annesinin şefkat dolu bakışlarını fark eder etmez bu rahatsızlıkları daha belirgin bir halde sergilemeye başladı. Annesi:
-Kahvaltıdan sonra bir şeyin kalmaz. İlk günden okuldan ayrı kalmak da olmaz. Haydi bakalım, diyerek elini uzattı. 
Kahvaltı ve okul hazırlığı çok kısa zamanda geride kalmıştı.  Okulun ilk günü olduğu için servis yerine ailesiyle okula gidecekti. Kısa bir yolculuktan kalabalık okul bahçesinin önünde durdular. Çocukların yüzlerine bakıyordu, konuşmalarını anlamaya çalışıyordu. Okulun bahçesinden içeriye adım atarken bir an annesinin elinden kurtulup kaçmayı düşündü. Hele de ağlayan çocukları görünce… Ağlayan birkaç çocuk vardı etrafta ve ailelerin de durumları çok iyi görünmüyordu. Bu düşünceden vaz geçti ve annesinin elini daha sıkı tutmaya başladı. Okul bahçesinin tam orta yerine geldiklerinde kümeler halinde bekleyen çocukları ve aileleri gördü. Birileri isimler okuyor, ismi okunan çocuk annesinden ayrılıyor ve sıraya geçiyordu. Birkaç tuhaf çocuk dışında hiçbiri mutlu değildi ismi okunan çocukların. Hatta annesine, babasına sarılıp ağlayanlar bile vardı. Bu esnada kendi adını duydu: Yarkın Arkın. Bir yandan isminin okunduğu yere doğru ilerlerken bir yandan annesine baktı. Annesi de hüzünlüydü. Bir annesine sarılmak istedi fakat ayrılık vakti gelmişti. Hıçkırıklarını içine gömerek ve gözyaşlarını tutarak diğer çocukların yanına ulaştı. Geriye dönüp bakmak istemiyordu. Geriye dönse annesine koşabilirdi. Geriye dönse gözyaşlarına hâkim olamayabilirdi. Geriye dönse… Geriye dönüş yoktu. 
Hemen yanında durduğu çocuk da Yarkın’la aynı duygu ve düşünceleri paylaşıyor olmalıydı ki sadece yere bakıyordu. Bir anda Yarkın kendi üzüntüsünü, korkusunu unutarak yanında duran çocuğu izlemeye başladı. Çocuğun gözleri doluydu. Yarkın usulca çocuğun omzuna dokunarak:
-Adım Yarkın, dedi. Galiba benim en sevdiğim arkadaşım sen olacaksın. 
Bu sıcak ve samimi cümlenin ardından çocuğun yüzündeki endişe, korku azaldı. Yarkın’la göz göze geldiler. Sanki kelimeler olmadan da anlaşabilecek gibiydiler:
-Adım Kerem, dedi. Kerem Kendir… Yarkın’ın gözlerinin içine bakarak diğer çocuk. 
Bu esnada içinde bulundukları grup okul binasına girmek üzere yürümeye başlamıştı. İki arkadaş korkuyla okulun dış kapısından içeriye adım attılar.
 
2. Bölüm
Saat sabahın 6’sını gösteriyordu. Okulun ilk günüydü ve yıllardır sabah bu saatlerde uyanırdı okulun tatil olduğu günlerde bile. Bir süre yatağından kalkamadı. Yaşlılıktan oluyordu belki de bu durum. Arkadaşlarının çoğu emekli olmuştu hatta bazıları hayattan emekli olmuşlardı. Emekli olmayı düşünmüştü o da ama onun için öğretmenlik hayatın kendisiydi. Çocuklar olmadan, çocuklarla konuşmadan, paylaşmadan bir hayat geçirebileceğini düşünmüyordu. 61 yaşındaydı ve dört sene sonra zaten emekli olmak zorundaydı. Son bir sınıfı daha 4. sınıfa kadar emanet olarak alıp hayata hazırlayacaktı. Az sonra son kez emek vereceği yeni sınıfının öğrencileriyle tanışacaktı Yarkın Arkın Öğretmen ama bu garip rüyanın etkisinden de kendisini kurtaramıyordu. Daha önceden okula dair, okulda geçen çok rüya görmüştü fakat ilk kez bu kadar tuhaf ve etkileyici bir rüya görmüştü. Rüyayı görmemiş, yaşamıştı sanki. Zihnini yokladı, ilkokulda adı Kerem olan bir arkadaşım var mıydı, diye düşündü… Yoktu öyle bir arkadaşı. Hatta Kerem adlı bir tanıdığı bile yoktu. Bu düşüncelerle hazırlığını yaptıktan sonra okul yoluna düştü. 
Okul bahçesinden içeriye girdiğinde büyük bir kalabalık gördü. Artık alışıktı okulların ilk günü bu tür kalabalıklar görmeye. Kırk yıldır aynı şeyleri yaşıyordu. Binadan içeriye girdi ve ilgili müdür yardımcısından sınıfına ait listeyi aldı. Bahçeye çıktı ve diğer öğretmenlerin ardından kendi sınıfına düşen öğrencilerin isimlerini okumaya başladı. Öğrencilerin bir kısmı heyecanlı, bir kısmı hüzünlüydü. Ailelerde de aynı telaş vardı. Ağlayan öğrenciler de vardı ama bu duruma da alışıktı. Şimdi ailesinin yanında ağlayan çocuklar iki saat sonra canavar kesiliyordu. Listeyi okumaya devam edecekti ki birden durdu. Gözlüğünü cebinden çıkarıp yeniden listeye baktı. Kekeleyerek listede gördüğü ismi okumaya başladı:
-Ke-ke Kerem Kendir. 
Kalabalık içerisinden bir çocuk yanına doğru geldi. Kendine doğru gelen çocuğun gözleri çakmak çakmaktı ve yere bakıyordu. Çocuğun omzuna elini koydu ve:
-Adım Yarkın, dedi. Galiba benim en sevdiğim son öğrencim sen olacaksın. 

BİR KIŞ GECESİ



1. Bölüm: Bitmeyen Bekleyiş

Hava git gide soğuyordu. Kışın tam ortasıydı. Sobadaki odunlar artık sönmeye başlamıştı ve vakit akşama doğru ilerliyordu. İki kardeş, sobanın etkisi azaldıkça sobaya daha da yaklaşmışlardı ve artık sobanın da bir etkisi kalmadığı için sırtlarına kalın giysiler giymişlerdi. Oysa anne ve babaları sabah evden çıkarken birkaç saat sonra döneceklerini söylemişlerdi. Bir yandan onlara dair endişeler zihinlerinde büyüyordu bir yandan da çok acıkmışlardı. Daha önce hiç böyle bir yalnızlık yaşamamışlardı. Evleri köyün en yükseğinde, ormanın hemen eteklerindeydi. Bu ev, büyük büyük dedelerinden onlara kalmıştı ve hayli bakımsızdı. Duvarları çatlak ve pencereleri ise çok eskiydi. Dışarının soğuğunu kesen tek şey içerdeki sobaydı ama artık o da yanmıyordu. Alp, ağabeyi Efe’ye ara sıra bakıyor fakat Efe’nin ağzını bıçak açmıyordu. En azından Efe yiyecek bir şeyler hazırlayabilirdi. Yaşı biraz daha büyüktü fakat Efe sadece boşluğa bakıyor, konuşmuyordu. Efe’nin bakışlarının olduğu yere doğru Alp da baktı ve dışardaki tipiyi gördü. Her yer bembeyazdı ve hava kararıyordu. Pencerenin yarısı karla kaplanmıştı bile. Çaresizlik büyüyordu. Belki de uyumak iyi bir fikirdi ama aç karnına uyunmazdı ki… Üstelik bu soğukta. Tam Alp’ın zihninden bu düşünceler geçerken Efe ayağa kalktı ve duvarda asılı duran gaz lambasını yaktı. Yağmur ve kar yağdığında tüm köyün elektrikleri kesilirdi. Odanın aydınlanması onları biraz yatıştırmıştı. Belki gaz lambası küçük bir ısı da yayardı içeriye. Bir süre sonra hava tamamen karardı. Pencereye baktıklarında artık iki kardeş kendi yansımalarını görüyorlardı. Titreyen lambanın alevinden duvara yansıyan gölgeleri kimi zaman büyüyor kimi zaman küçülüyor ve değişik bir hâl oluşuyordu. Ansızın penceredeki sesle ikisi de irkildi. Bir tıkırtı geliyordu pencereden. Anne ve babası dönmüş olsa kapıya vururlardı fakat pencereye vuran birileri var gibiydi. Alp, ağabeyi Efe’ye iyice yaklaştı ve pencereyi işaret etti. Efe, korkmuyormuş gibi davranıyordu ama onun da içinde bir ürperti oluşmuştu. Gaz lambasını eline alarak pencerenin önüne kadar yürüdü ve ardından Alp’ı yanına çağırdı. Pencereden dışarıya baktıklarında hiçbir şey olmadığını gördüler. Bu kez de tıkırtı odadaki eşyalardan geliyordu. Umursamamaya gayret ettiler. Korku ve açlık içinde daha ne kadar bekleyebilirlerdi ki. Efe, ağabey olarak bir karar verdi ve kardeşini de yanına alarak amcasının ya da dayısının evine gitme fikrini Alp’a söyledi. Alp, bu fikri çok beğenmedi ama yapacak başka bir şey yoktu. Belki anne ve babalarının durumunu da onlardan öğrenebilirlerdi. İki kardeş evde buldukları tüm kalın kıyafetleri sırtlarına giydiler. Yalnızca ihtiyaç halinde kullandıkları el fenerini Efe babasının erzaklarının içinden aldı ve iki kardeş evin kapısını kilitlemeden dışarıya çıktılar. El feneri yalnızca önlerini aydınlatmaya yarıyordu ve yaklaşık on dakika uzaklıktaki amcalarına gitmeye çalışacaklardı. Kar, o kadar yağmıştı ki Alp’ın neredeyse göbeğine kadar gelmişti. Yürümekte zorlansa da Efe’nin yardımıyla bata çıka ilerliyorlardı. Bir süre yürüdükten sonra etraf tamamen beyaza bürünmüştü ve görünürde tüten bir baca, içinde ışık yanan bir ev yoktu. Az önce üşüyorlardı ama şimdi ikisi de terlemişti. Üstelik yorulmuşlardı. Alp ağabeyine bir adım daha atacak halinin kalmadığını söyledi ve bulunduğu yere, karların üzerine kendini bıraktı. Efe’nin ısrarları boşunaydı. Artık ne yürüyecek takatleri vardı ne de sığınacak bir ev.

2. Bölüm

Karanlıkta, soğukta çaresizliğin ortasında iki kardeş öylece kalmıştı. Efe, bir süre Alp’ın dinlenmesine müsaade etti. Evden ayrılmanın iyi bir fikir olmadığını anlamıştı ancak eve dönmek de artık imkansız gibiydi. Etrafı süzüyordu fakat nerede olduklarını bir türlü kestiremiyordu. Alp dinlenmek yerine iyiden iyiye kendini bırakmıştı ve uykusunun geldiğini söylüyordu. Efe, Alp’ı harekete geçirdi. Bir süre ellerini, dizlerini ovdu kardeşinin ardından yeniden yürümeye başladılar. Birkaç dakika sonra kendi ayak izlerine rastladılar. Demek ki aynı yerde dönüp duruyorlardı. Peki ama köy sağ taraflarında mıydı, sol taraflarında mıydı, önlerinde mi, arkalarında mıydı? Artık ne köyün yolu belliydi ne de evlerinin. Alp, iyice mızmızlanmaya başlamıştı. Efe de kendini yorgun hissediyordu ama soğuğa ve geceye teslim olmak istemiyordu. Alp’ı konuşturmak için ona sorular sormaya başladı:
-Şimdi hangi yemek önümüzde olsun isterdin ?
Alp, güçsüz bir sesle cevap verdi:
-Yaprak sarması olsa güzel olurdu. Yanında sıcacık çay da olsun. Ekmekler de ısıtılmış olsun. 
Bu hayal, biraz onları hareketlendirmişti. Efe devam etti:
-Ben de sıcacık ve acılı bir tas tarhana çorbası isterdim, dedi. 
Tarhanayı duyunca Alp biraz daha kendine geldi:
-Acı ve sıcak… Keşke şimdi önümüzde olsaydı da kaşık kaşık yeseydik, dedi. 
Bu esnada biraz ilerlediklerini fark ettiler ve uzakta birkaç cılız ışık görünmeye başlamıştı. Galiba köyün yolunu bulduk, diye içinden geçirdi Efe ve üşüyen parmağıyla karşıdaki ışıkları gösterdi Alp’a:
-Biraz daha sabredersen kurtulacağız ve sıcacık bir odada yemek yiyebileceğiz aslanım, dedi. 
Işıkları gören Alp cesaretlenmişti. Bata çıka yürümeye devam ediyorlardı. Nihayet köpek sesleri de duyulmaya başlamıştı. Köpek seslerinin duyulması, iyiye işaretti. Bir süre sonra köpekler iki kardeşin farkına varmış olmalıydılar ki seslerini daha da artırdılar. Artan köpek sesleriyle insanlar dışarıya çıkmaya başlamıştı, el feneri ve lamba ışıkları uzaktan da görünüyordu. Efe, artık can çekişen elindeki feneri ışıkların bulunduğu tarafa doğru tutmaya gayret ediyordu fakat adım atacak gücü kalmamıştı. Kardeşi de o da karlar üzerine uzandı. Hem yorgundu iki kardeş hem de uykuları gelmişti. 
Alp, uyandığında bir sobanın kenarındaydı ve biraz da terlemişti. Hemen yanında uyuyan ağabeyi Efe’yi gördü. Etrafı şaşkınlıkla incelemeye başladı. Burası amcasının eviydi ve etrafta kimseler görünmüyordu. Biraz sonra Efe’de uyandı. Bu bir rüya olabilirdi. Efe Kibritçi Kız masalını hatırlardı nedense. Belki de iki kardeş donmuşlar ve şimdi cennettelerdi. Pencereden dışarıya baktı iki kardeş, kar durmuştu. Sabahın ilk saatleriydi. Alp ansızın ağabeyi Efe’nin yanağından sıkı bir makas aldı. Efe sinirle Alp’a ne yaptığını sordu. Alp:
-Rüyada mıyız diye kontrol ediyorum ağabey, dedi.
Rüyada değillerdi. Bu esnada odanın kapısı açıldı. İçeriye giren amcalarıydı. Amcaları gece yarısı donmak üzere iken onları bulduklarını anlattı. 
Her şey iyiydi, güzeldi fakat Alp ve Efe anne, babalarını merak ediyorlardı. Kötü bir haber almamak için de bir türlü soramıyorlardı. Küçük bir sessizlik oluştu. Efe tüm cesaretini toplayarak sordu:
-Amca, annemlerden haber var mı?
Amcası:
-Biz de şimdi onları konuşuyorduk, dedi. Büyük ihtimalle yakın köylerden birine sığınmışlardır, diye düşünüyoruz. Bugün ya da yarın bir haber alırız. Siz dinlenin ve keyfinize bakın, dedi. 
Kahvaltı sonrası köpeklerin sesinin yine yükseldiğini fark eden amca, dışarıya çıktı. Bir süre içeri dönmedi. İçeri döndüğünde yüzü gülüyordu. Efe ve Alp’ı dışarıya davet etti. Efe ve Alp dışarıya çıktıklarında köyün alt tarafından kendilerine doğru gelen anne ve babalarını gördüler. Onlara doğru koşmaya başladılar. 

...

Ecem Ercins 
Elif Eslem Şimşek
Reyhan Veske
Nehir Almacı
Mehmet Kerem Gürbüz
Metehan Akkaya
1. Bölüm: Avareliğimin Tarihi
Uzak Doğu’da yaşamanın zorluğunu sizler nereden bileceksiniz. Hele de ben yaşlarda iseniz burada hayat çok zor. Size kendimden bahsedeyim. Liseden mezun olalı çok bir zaman geçmedi. Şu an avareyim, boşluktayım, işsizim, herhangi bir uğraşım yok. Oysa büyük hayallerle üniversite sınavına girmiştim. İstediğim bölümü de kazanmıştım fakat istediğim bölümde istemediğim bir ders sistemi vardı. Hocalarımı sevmedim, üniversitenin bulunduğu şehri sevmedim. Zaten kolay seven biri de değilimdir ve bıraktım döndüm Uzak Doğu’ya yani Kars’a.
Adım Gürbüz. Adımın gürbüz olduğuna bakmayın boyum 1.50 ve kilom da 55. Belki adımı Gürbüz koymasalar boyum ve kilom normal olabilirdi. Aslında ben ailem için bir hayal kırıklığı olabilirim. Demek ki gürbüz bir evlatları olsun istediler ama daha dünyaya gelir gelmez onları hayal kırıklığına uğrattım. Bundan sonrasının ne olacağını da bilmiyorum. 
Avareyim dedim ya ne yapacak bir işim var ne de gidecek bir yerim. Sabah akşam aynı şekilde geçiyor zaman. Herkesin haftası yedi gün ama benimki tek gün: boşluk. Pazartesi ile cumanın hiçbir farkı yok. Cuma namazlarına da gitmeyi bıraktım zaten epeydir çünkü günleri takip edemiyorum. Ne zaman namaza gitmek istesem takvime bakıyorum ya Salı ya Pazar oluyor. 
Aslında böyle biri değildim başlangıçta ve böyle bir hayatı hak ettiğimi de düşünmüyorum. Sorumluluk sahibi biriydim ben, özellikle çocukken. Arkadaşlarımı kendimden daha çok düşünürdüm. Onların iyi birer öğrenci, iyi bir insan olmaları için hep yanlarında oldum. Yalnızca arkadaşlarımı değil ailemi de düşünürdüm, onların mutlu olması için tüm gücümle gayret ettim. Sonunda ne mi oldu? Avare biri oldum. 
27 Mart’ta dünyaya gelmişim. Belki de sorun buradan kaynaklanıyor. Gürbüz olamayışımın nedeni de bu olabilir. Belki 24 Haziran’da dünyaya gelsem gerçekten gürbüz olurdum. Zaten doğum günümü kutlayan da yok. Oysa ben öğrenci iken bütün arkadaşlarımın doğum gününü bir deftere yazmıştım ve onlara küçük hediyeler verirdim. Mesela bir arkadaşıma tavşan hediye etmiştim ama ertesi gün tavşan kaybolmuştu. Başka bir arkadaşıma tavuk hediye etmiştim, birkaç gün sonra arkadaşım bana bir kâse içinde tavuk çorbası getirmişti. Bir arkadaşıma da çok sevdiğim bir taşı boyayıp hediye etmiştim doğum gününde fakat arkadaşım taşı dereye fırlatıp sektirmişti. Bütün bunların karşılığında ben bir hediye aldım mı? Hayır. Hiçbir hediye almadım bu yaşıma kadar. 
Neyse ki kardeşim ailemi mutlu etmeyi başarabiliyor. Kardeşim benden küçük olmasına rağmen herkes onu ağabeyim sanıyor çünkü 1.80 boyunda ve yüz kiloya yakın. Böyle bir kardeşe sahip olmanın en güzel yanı birlikte yürürken kendimi güvende hissetmem. Benden iki yaş küçük oysa ve bu yıl o da üniversite sınavına girecek. Umarım sonu benim gibi olmaz zira bir evde iki avareye yer yok. Gerçi sonu benim gibi olsa da eminim benim kadar göze batmaz o. Çünkü onda şeytan tüyü var ve avare haliyle bile ailesini mutlu etmeyi becerebilir o. Kardeşime de Mesut ismini vermiş büyüklerimiz. Ne kadar da isabetli bir isim: Mesut. Adam bir sıfır önde başlamış hayata. Gürbüz nere, Mesut nere? İşin ilginç yanı Mesut’un da doğum günü 27 Mart ve hiç ıskalanmadan doğum günü her yıl kutlanır. Hem de kendimi bildiğimden beri. 

2. BÖLÜM İLK KARŞILAŞMA

Benim hikâyem burada başlıyor. Günlerden neydi bilmiyordum. Mevsimlerden hangisinde olduğumuzu ağaçlara bakarak tespit etmeye çalışırım galiba yaz başıydı ve nereye gideceğimi bilmeden yürüyordum. Çay ocağı mı? Cebimde para yoktu ki… Kütüphane mi? Benim okuyabileceğim kitap henüz yazılmamıştı ki? Irmak kenarına mı? Oltam yoktu ki balık tutayım. Bu düşüncelerle ilerlerken köyün hayli dışına çıktığımı fark etmemiştim. Birdenbire havanın kararmaya başladığını fark ettim. Saatime baktım, saatim duralı aylar olmuştu. Öylesine kolumda taşıyordum. Bu kadar çabuk akşam olmamalıydı. Önüme baktım, yol bitmişti. Geriye baktım, geldiğim yol yoktu. Köyümün tüm arazisini adım adım bilirdim ama ilk kez başka bir köyün hatta başka bir dünyanın eşiğinde gibiydim. Renkler değişmeye başlamıştı kararan havanın etkisiyle. Sesler kesilmişti. Etraf ne karanlık ne aydınlıktı. Yol olmasa da yürümeye karar verdim ta ki önümde yükselen kocaman kayalıkları görünceye kadar. Geriye dönmekten başka bir şansım yoktu ama ilerlemek, kayaların ardında ne olduğunu görmek de istiyordum. Aslında kayalıklar çok yüksek değildi ama 1.50 olduğum için bana yüksek görünüyordu belki de. Tırmanmaya karar verdim, belki manzarası güzeldir diye düşünüyordum. Biraz zor olsa da ayakkabılarımda birkaç yırtılmaya neden olsa da kayalıkların tepesine tırmanmayı başardım. Bu bir rüya mı diye düşünmeye başladım fakat kayalara tırmanırken parçalanan ellerimin acısını hissediyordum. Küçük çizikler kanla dolmuştu bile. Önce ellerime sonra karşıya baktım. Gördüklerime inanamıyordum. Bambaşka ve aydınlık bir dünya vardı karşımda. Her taraf yemyeşildi. Hiç görmediğim türde ağaçlar vardı, bin yaşında mıydı ağaçlar ya da iki bin yaşında mı? Ağaçların etrafı çiçeklerle doluydu fakat çiçekler solmuş görünüyordu. Yeniden ellerime bakarken yanımda bir hareketlilik hissettim ve omuzumdan uzatılan mendili fark ettim. Hayli otantik desenlerle süslenmiş eski bir mendildi bu. İrkildim ama mendili de almam gerekiyordu. Geriye dönmeye korkuyordum ama iyi biri olmasa bana mendil uzatmazdı. Ellerimi bir çırpıda temizledim. Tekrar ellerime baktığımda ne bir iz vardı ne de çizik. Mendili sahibine uzatmak için geriye döndüğümde bir an nefesim kesilecek gibi oldu. Önümde duran kişinin yüzü görünmüyordu. Yüzünü beyaz saçları kapatmıştı. Hayli yaşlı ama dinç biriydi. Daha önceden hiç görmediğim tarzda giyinmişti. Ayaklarına baktım, çok güzel çizmeleri vardı. Simsiyah bir pelerin rüzgarda dalgalanıyordu. Elinde kocaman bir asa vardı. Lacivert gömleğinin düğmeleri ağaçtan yapılmış gibiydi. Benden hayli uzun boyluydu. Yeninden yüzünü görmeye çalıştım ama nafile. Kendimi toparlayarak:
-Teşekkür ederim, dedim. 
Artık ellerim temiz ve hasarsız olduğu için elimi uzattım. 
-Ben Gürbüz. 
Karşımda duran kişinin sesini merak ediyordum. Ona dokunmanın, onunla tokalaşmanın korkutucu bir yanı olmayacağını belki yakınlığımızı ilerleteceğini düşünüyordum. Elim bir süre boşlukta kaldı. Daha sona kocaman elini bana doğru uzattı ve:
-Adım Mystery, dedi. 
Sesini duymuştum sonunda Mystery’nin ve adını da öğrenmiştim. Sert, tok bir sesti ve insanın içine işliyordu. Daha çok şey duymak istiyordum bu sesten. Elini elimde hissettiğimde başparmağının olmadığını hissettim. Hatta fark ettirmeden başparmağımla onun başparmağını aradım fakat yoktu. Yeniden yüzüne bakmaya çalıştım ama görünmüyordu. Hafif bir rüzgâr esmeye devam ediyordu. Benim kısa saçlarım bile biraz savruluyor ancak onun yüzünü örten saçları hareket etmiyordu. Acaba önünü ya da beni görebiliyor muydu? Elini usulca elimden çekerken:
-Endişe etmene gerek yok, ben seni görebiliyorum, duyabiliyorum, dedi. 
Bu esnada ürpermeye başladım. Kayalıkların arka tarafı tamamen karanlığa bürünmüştü. 

3. BÖLÜM
Birden aklıma ailem ve evim geldi. Şayet vakit akşam olduysa beni merak ediyorlardır diye düşündüm. Geri dönmeli miydim, pek sanmıyorum. Peki, bundan sonra neler yaşayacaktım, görecektim, bunları da bilmiyordum. Kafam biraz karışıktı ki Mystery sessizliği bozdu:
-Ailen seni merak etmiyor, hatta yokluğunun farkında bile değiller. Şimdi sen yeni bir dünyayı keşfetmeye hatta kendini keşfetmeye, kendini düşünmeye hazır mısın?
Bu cümleler beni rahatlatmak yerine daha da endişelendirdi ama ona inanmak istiyordum. Bu güveni veriyordu bana. Belki de bu karşılaşma hayatımı düzene koymam için bir işaretti. Derin bir nefes aldım ve:
-Hazırım, dedim. 
Gözlerimi kapatmamı istedi. Gözlerimi kapadım, birkaç saniye sonra gözlerimi açmamı istedi. Gözlerimi açtığımda bambaşka bir evrendeydik. Burasını bir yerlerden hatırlıyordum. Belki rüyalardan belki hayallerden ama nereden hatırladığımı tam olarak bilmiyordum. Bunları düşünürken Mystery:
-Doğru düşünüyorsun, dedi. Burasını hatırlaman normal çünkü burası senin dünyan. Gerçek hayatta yaşarken uğramadığın ama gözlerini kapattığında ya da daldığında yaşadığın yer burası, dedi. 
Bu cümlelere inanmıştım çünkü kendimi son derece huzurlu hissediyordum. Özgür hissediyordum. Mystery bana:
-Gerçekten de özgürsün, hatta uçabilirsin, dedi. 
Bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum. Bu dünyaya alışmam vakit alacaktı sanki fakat bundan endişe duymuyordum. Gerçek dünyanın bu dünyaya göre bir cehennem olduğunu düşünmeye başlamıştım. Peki ama burada ne kadar süre kalacaktım, burada ne yapacaktım, nasıl yaşayacaktım?.. Mystery benim zihnimi okur ve bu sorulara cevap verir diye bekliyordum ki Mystery’nin yanımda olmadığını fark ettim. 



10 Eylül 2025 Çarşamba

HIŞIRTININ GÖLGESİ

Yasin Kesürük

Gündüzler halen sıcaktı ama gece vakti başlayınca hava soğuyordu. Özellikle sabaha karşı kış kendisini iyiden iyiye hissettiriyordu. Yaz bitmişti. Gecenin bu saatinde sokağın en izbe yerinde, kedilerin bile uykuya daldığı bu saatte o, uyanıktı ve bir parkın kenarında sessizce oturuyordu. Bazen yılıdzlara bakıyordu bazen etraftan gelen bir çıtırtıyla ürperiyordu. Gecenin ilk saatleri pek de sevmediği bazı ziyaretçiler oluyordu fakat gecenin ilerleyen vakitlerinde kimseler olmuyordu bu parkta. Uykusu kaçtığı zamanlarda hep bu parka sığınırdı. Yalnızca yaz mevsiminde değil kışın en soğuk günlerinde bile güneşin doğuşunu bu parkta izlemişliği vardı.
On altı yaşındaydı ve kısacık ömrüne çok şey sığdırmıştı. Bazen kendisini elli yaşında biri gibi hissediyordu bazen de beş yaşında bir çocuk gibi. Akranları öğrenciydi, akşam olur olmaz evde yemekleri hazırdı. Düzenli bir hayatları vardı yorucu olsa da. Keşke başarılı bir öğrenci olsaydım, diye içinden geçirdi fakat bazı derslerden nefret etmişti. Aslında derslerden değil de derslerin öğretmenlerinden kaynaklanıyordu bu sorun. Önceleri devamsızlık yapmıştı okula, ardından sınıf tekrarı gerekmişti ve sonunda okul hayatını bitirmişti. Kendisine bir gelecek çizmiş miydi? Hayır. Bir hafta sonrası için planı var mıydı? Hayır. Geçmişi düşünüp bir hayıflanıyor muydu? Hayır. Her şey ona göre olması gerektiği gibiydi. Üşümeye başlamıştı ama titretecek bir soğuk yoktu. Sadece üşüyordu, o kadar.
Etrafı süzmeye başladı. Daha önce defalarca geldiği bu parkın yabancısı gibiydi. Görebildiği kadarıyla uzaklara baktı, şehir de hiç tanıdık gelmiyordu. Belki de evinin yolunu tutması gerekiyordu artık. Eve gidince yapacak bir şeyi var mıydı? Hayır. Yine de ev, güven demekti, huzur demekti. Saatlerdir oturduğu yerden kalktı ve ellerini cebine koyarak evin yolunu tuttu. Tam parktan ayrılmak üzereydi ki bir hışırtı duydu. Belki de gecenin serinliğine dayanamayan bir yaprak daha düşmüştü parktaki ağaçlardan fakat hışırtı devam etti. Ardında yürüyen biri olduğu hissine kapıldı. Aniden arkasına döndü ama kimseyi göremedi. Yürümeye devam etti. Hışırtı, ardında ilerliyordu. Bir kez daha arkasını kontrol etti. Kimsecikler yoktu, uzun bir gölgeden başka. Bu, kendisinin gölgesiydi. Sokak lambasından kaynaklanan bir gölgeydi. Hışırtı ondan geliyor olamazdı. Sokak lambasını geçtikten sonra yeniden geriye döndü, gölgesi kaybolmamış ya da yer değiştirmemişti. Evine kadar arada bir ardına bakarak yürüdü, gölgesi onu hiç terk etmiyor peşinden yürüyordu hem de hışırtıyla.
Evine yaklaştı, evin kapısını açtı ve geriye döndü, gölgeyle vedalaşma vakti gelmişti. Artık kendisini yalnız hissetmiyordu. Biliyordu ki kendisini kapıda bekleyen bir gölgesi var. Yalnızlığının bitmiş olmasının verdiği huzurla yatağına uzandı. Belki yarın gece sohbet de ederiz, diye düşündü gölgeyle.
Saat 7.30’u gösterdiğinde çalan alarmla uyandı. Yorgun ve üşümüş hissetti kendisini. Okula hazırlık yapmak için 30 dakikası vardı. Neyse ki ödevlerini önceki gün akşamdan tamamlamıştı. Hazırlığını tamamladıktan sonra kapıya çıktı. Bir an duraksadı, birini arar gibi oldu gözleriyle fakat kapının önünde duran servise koşması gerekiyordu.


5 Eylül 2025 Cuma

361 SANİYE

Rukiye Tokgöz

    1. Bölüm
    Her saat, her dakika, her saniye telefonunu açık tutmak, şarjı azaldığında daha şarjı bitmeden şarja takmak zorundaydı. Çünkü gelen telefonların ardı arkası kesilmez, telefonu açmadığında da arayanlar sitem ederlerdi ona. Aslında arayan kişileri tanımıyordu ama onlar kendisini tanıdığına göre tanıması gereken kişilerdi belli ki. Tanımadığını, ayıp olmasın diye arayana belli etmez; sanki tanıyormuş gibi karşılıklar verirdi. 
    Bu aramaların içeriği çok değişik olabiliyordu. Bazen arayanlar tek kelime etmeden beş dakika bekleyip sonra da telefonu kapatırlardı. Bazen kim olduğu hakkında hiçbir fikrinin olmadığı kişiler hakkında uzun uzun bir şeyler anlatırlardı ona. Bazen çocuk şarkılarını sözlerini değiştirerek söyler, ardından Tolstoy’un bir sözünü söyleyerek telefonu kapatırlardı. Bazen ise ona yapması için işler sıralayıp ardından tıpkı küçük bir çocuk gibi “Yapmazsan babama söylerim!” derlerdi. Bazen beş dakika boyunca telefonu çalmadığı halde beş dakikadır aradıklarını söyleyip açmadı diye ona sitem ediyorlardı. Bazen hiç bilmediği yabancı dillerde çok hararetli şeyler anlatırlardı. Onca telefon arasında onu en çok tedirgin eden aramalar bunlardı. Çünkü karşı taraftaki kişi iyi bir şey mi, kötü bir şey mi söylüyor emin olamaz, tepki veremezdi. İşin kötü yanı, eğer günde 100 telefon araması alıyorsa bunlardan 68’i yabancı dildeydi. Diğer aramalardan rahatsız olmamayı öğrenmişti, onlara katlanabiliyordu ama bunlardan kurtulmaktan daha çok istediği bir şey yoktu. 
    Tüm bu aramalardan kurtulmanın hiçbir yolu yoktu. Telefon numarasını değiştirdiğinde daha yakınlarına bile yeni numarasını söylemeden numarasını bulup kendisini yine aramışlardı. Engellediği zaman engellediği numaralardan arandığı da olmuştu. Telefonu sessizdeyken bu aramalardan biri geldiğinde telefonu çalardı. İnternet ya da şebeke çekmese, saat çok geç olsa da ararlar ve belli ki kendileri bu durumu hiç garipsemezlerdi. 
    Ama tüm bu aramaların iyi bir yanı da vardı. Telefonu başka bir iş için kullandığında veya telefonunda kayıtlı olan kişilerle görüştüğünde olması gerektiği gibi şarjı azalıyordu lakin bu esrarengiz aramalardan biri gerçekleştiğinde şarjı biraz bile azalmıyordu. Bu, onun için çok avantajlı bir durumdu çünkü her gün yaklaşık 100 telefon görüşmesi yapıyordu. Tüm bu telefon görüşmelerinde şarjı azalsaydı günde 20 kez telefonunun şarjı biter, sürekli şarja takmak zorunda kalırdı. Ayrıca telefon faturası o kadar kabarık olurdu ki altından kalkamazdı. Sırf bu sorunları yaşamadığı için telefon görüşmelerinden rahatsız olmamaya çalışıyordu. Onlara katlanıyor, bu durumu normal bir şey gibi karşılıyordu. 
                                            ***
O gün, telefonu 37. kez çaldı. Saat 16.06’ydı ve ikindi namazını kılıyordu. Namazı bölüp telefona cevap verecek değildi ya! Namazını kılmaya devam etti. Tüm bu süre boyunca telefon da çalmaya devam etti. Arayan kişi pek kararlıydı galiba. Tam namazını bitirmişti, selam veriyordu ki telefon sustu. Zaten namazı bitmişti, yerinden kalkıp kimin aradığına baktı. Yine bu esrarengiz aramalardan biriydi. Telefonun ekranına şöyle bir bildirim düşmüştü:
“Cevapsız arama – 6 dk 1 sn boyunca çaldı.” 
Aramakta bu kadar kararlıysa belki de arayan kişinin aramak için önemli bir sebebi vardı. Önemli olsun olmasın, bu kişinin sebebini merak etti ve merakına yenik düşüp hayatında ilk ve son kez “yeniden ara” butonuna tıkladı. Bu yaptığına kendi bile inanamıyordu. Telefon sadece iki saniye boyunca çaldı, ardından karşı taraf telefonu hemen açtı. Sanki onun aramasını bekliyormuş gibiydi. Daha o tek bir kelime edemeden “Gökyüzünü kucaklamak isteyen, kanatlarının yükünü sırtında taşımalı.” dedi ve telefonu kapattı telefondaki kişi. Bu da neydi böyle?

    2. Bölüm
    6 dakika 1 saniye boyunca telefondaki kişinin söylediği söz üzerinde düşündü. Gökyüzünü kucaklamak isteyen, kanatlarının yükünü sırtında taşımalı… Bu sözü daha önce bir yerde duymuş gibiydi ama nerede, ne zaman duyduğunu hatırlayamıyordu. Ayrıca hiçbir anlam da çıkaramamıştı bu sözden. Sırf bunu söylemek için kim 6 dakika 1 saniye boyunca karşı tarafın telefonu açmasını beklerdi ki?    
Sonra, kendini bunun da diğerleri gibi herhangi bir telefon araması olduğuna ikna etti ve acıktığını fark edip yemek pişirmek için mutfağa gitti. Daha ne yemek yapacağına karar bile verememişti ki telefonu tekrar çaldı. Oflayarak telefonu açmaya gitmişti ki arayanın meçhul biri değil, eski bir arkadaşı olduğunu gördü. Sevinerek telefonu açtı. Yıllardır görüşmediği bu arkadaşını çok özlemişti. Arkadaşı, diğer iki arkadaşıyla birlikte misafirliğe gelmek istediklerini söyleyip müsait olup olmadığını sorunca morali bir anda düzeldi. Müsait olduğunu söyledi ve telefonu kapatıp hazırlık yapmaya başladı. Çok geçmeden çeşit çeşit yemeği ve tatlısı hazırdı. 6 dakika 1 saniye sonra arkadaşları geldi. Kısa bir hâl hatır sorma merasiminden sonra sofraya oturdular. Tam yemeğe başlamıştı ki telefonu çaldı. Müsaade isteyip telefonu açtı. Tam o sırada, arkadaşları işlerinin olduğunu söyleyerek apar topar çıktılar. Ardından telefondaki kişi:
-6 dakika, 1 saniye, diyerek telefonu kapattı. 
Şaşkınlıkla telefonuna baktığında, bu görüşmenin 6 dakika 1 saniye sürdüğünü gördü. Gerilmiş ve içi bunalmıştı. Haberlere bakmaya karar verdi. Ne zamandır olayları takip edememişti. Karşısına çıkan ilk haber kanalında bir son dakika haberi vardı. Spiker şöyle diyordu:
-Romanya’da 6 dakika 1 saniye süren 6,1 şiddetinde ve 6,1 km derinlikte bir deprem oldu. Can kaybının olmadığı ancak 6100 civarında küçükbaş hayvanın telef olduğu tahmin ediliyor. 
Duvarların üzerine geldiğini hissediyordu. İçi daralmıştı ve korkuyordu. Banyoya gidip yüzüne soğuk su çarpıyordu ki bir anda uyandı. Rüyanın etkisinden çıkması 6 dakika 1 saniye sürmüştü. Kendine geldiğinde saate baktı. Saat, dakika ve saniyeyi gösteren dijital saati 00.06.01’i gösteriyordu. Psikolojisi bozulmuştu, gerçek ve rüyayı karıştırmaya başlamıştı. Yemeği gerçekte dünyada mı, rüyasında mı yediğini hatırlamıyordu ama acıkmıştı. Salondaki yemek masasına gittiğinde misafirlerine kurduğu sofrayı gördü. Yemeklerin bir kısmı yenmişti. Nasıl olsa yemekler bayatlamamıştır düşüncesiyle besmele çekerek yemeğe başladı. Yemeği bitirdiğinde daha önce orada olmayan bir kronometre gördü. Yemek yerken duyduğu bip seslerinin kronometreden geldiğini anladı. Anlaşılan kronometre, bir şekilde kendi kendine onun yemek yediği süreyi hesaplamıştı. Başına gelen onca şeyden sonra bu kronometre ona çok da tuhaf gelmedi. Yaklaşıp kronometreye baktığında kronometrenin 6 dakika 1 saniyeyi gösterdiğini gördü. İçinde tuhaf bir duygu oluştu. Karşısına sürekli bu sayılar çıktığına göre bunun bir anlamı olması gerektiğini düşünerek bilgisayarını açtı ve arama motoruna “6 dakika 1 saniye” yazarak arattı. Önüne anında bir kitap çıktı. Kitabın adı Özgürlüğün Formülü idi. Merak edip yazarına baktı. Yazarın adı Emsali Tırsık’tı. Bu yazarı daha önce hiç duymamıştı. Ama belli ki bu kitabın, belki de yazarın onunla bir ilgisi vardı. Bu yüzden kitabı bir an önce satın alıp okumaya karar verdi ama kitabın hiçbir yerde satılmadığını gördü. Bu kitabı nasıl bulacaktı ki? Bir çözüm bulmaya çalışırken aynı zamanda odaya göz gezdiriyordu. Koltukta daha önce orada olmayan bir kitap olduğunu fark etti. Kitap arkadaşlarından birinin olmalıydı. Gözünün önünde olmasına rağmen bu kitabı bulması 6 dakika 1 saniye sürmüştü. Kitabın adı Özgürlüğün Formülü’ydü. Emin olmak için yazarına da baktı, Emsali Tırsık yazıyordu. Aradığı kitabı bulduğu için çok heyecanlıydı, kalp atışları hızlanmıştı. Hemen kitabı eline aldı ve okumaya başladı. Çok hızlı kitap okurdu. O yüzden 361 sayfalık kitabı okuması sadece 6 dakika 1 saniyesini almıştı. 
Bu, bir bilim kurgu romanıydı. Dünyaya bir virüs yayılmıştı ve sadece 361 kişi hayatta kalabilmişti. Bu insanlar, 361 kilometrekarelik bir karantina alanında yaşıyorlardı ve kafalarında oksijen sağlayan fanuslarla yaşamak zorundalardı. Bu fanus onların hareketlerini kısıtlıyor, işlerini engelliyor; özgürlüklerini ellerinden alıyordu. Özgürlüğe kavuşmanın tek bir yolu vardı: 6 dakika 1 saniye kuralı. Bu kuralın çok basit bir mantığı vardı: Başlarındaki fanusu çıkarabilirlerdi ama sadece 6 dakika 1 saniye boyunca. Bu süre azaltılamaz veya artırılamazdı. Kurala uyulmadığında herkes başlarına kötü şeyler geleceğini söylüyordu ama bu kötü şeylerin ne olduğunu kimse bilmiyordu. Bir gün içlerinden biri fanusu 6 dakika 2 saniye boyunca başından çıkarıyordu ve herkes bunu fark ediyordu. Hep birlikte korkuyla süreyi aşan kişinin başına gelecekleri bekliyorlardı ve aslında kuralın sahte olduğunu, başına hiçbir şey gelmediğini fark ediyorlardı. Fark etmedikleri şeyse bu durumu anlamalarının 6 dakika 1 saniye sürmesiydi.  
Kitabın etkisinden hâlâ çıkamamıştı. Kitaba göre özgürlüğün formülü 6 dakika 1 saniye kuralına uymaktı. O da yaklaşık on dokuz saattir bu kurala uyuyor gibiydi. Peki kurala uymazsa onun başına gelecek şey neydi? Yoksa kitaptaki gibi aslında kurala boşuna mı uyuyordu o da? Düşüncelerde kaybolmuştu. Bir anda telefonu çaldı. Telefonu açtı. Telefondaki kişi buz gibi bir sesle konuşuyordu:
-Kitabın etkisinden çıkman, gerekenden 7 saniye daha fazla sürdü. Kurala uymamanın cezasını çekeceksin!
Ama cezam ne, diye soracaktı ki soramadı. 
Camdaki yansıması, başında bir fanus ve üzgün bir ifadeyle ona bakıyordu sanki.


22 Haziran 2025 Pazar

ESPRİ MESELESİ

Rukiye Tokgöz

Çok sıcak bir gündü ve okuldaydı. Karne haftası, hem de bu havada okula gelmesinin
tek sebebi babasının ısrarıydı. Karne haftası diye gitmemezlik yapılmaması gerektiğini,
sonuçta okulun açık olduğunu söyleyip duruyordu babası. Babasına karne haftasının etkinlik
haftası ilan edildiğini, ortaokulda olmasına rağmen hocaların saçma sapan oyunlar oynatıp
yetenek paylaşımı adı altında “Hiç mi yeteneğiniz yok?” diye kızdıklarını yüzlerce, binlerce
kez anlatsa da onu ikna edememişti bir türlü. Zaten yedinci sınıflardan okula gelen öğrenci
sayısı on birdi. Beşi ailesinin zoruyla geliyordu, üçü devamsızlığı çok olduğundan, geri kalanı
da haylazlık peşinde olduğundan. En azından karneye sadece iki gün kalmıştı. İki gün daha
etkinlik haftası adlı saçmalığa katlanacak, ondan sonra rahat edecekti. Zaten onun okulla
ilgili bir sorunu yoktu. Okulu seviyordu, dersleri de. Onun sevmediği şey etkinlik haftası
programları ve babasının onu bu günlerde okula göndermesiydi. Bu haftayla ilgili sevdiği tek
bir şey vardı, o da sadece bir kez olan soğuk espri yapma dersiydi. Espri yapmayı çok
severdi ve bu konuda bir hayli yetenekliydi. Okula gelen diğer on kişi de öyle. O yüzden bu
ders çok eğlenceli geçerdi.
Sonunda dört gözle beklediği o ders gelmişti. Herkes haftanın uyuşukluğunu
üzerinden atmış, en soğuk esprilerini hazırlamıştı. Sonunda hoca geldi ve espriler yapılmaya
başlandı. Herkes aklına gelen soğuk esprileri sıralıyordu. Sınıf gülme krizine girmişti.
-İngilizCEM yok.
-Neden?
-Çünkü tanıdığım bütün Cem’ler Türk.
Hatta hocanın bile esaslı bir soğuk esprisi vardı:
-Tebrikler KAZANdınız, şimdi tencere oldunuz!
Ardından bir öğrenci sınıfın diğer ucundan bağırıyordu:
-Geçen gün arkadaşlarla FIRINDA patates yiyorduk, fırın sıcak gelince balkona çıktık.
-Bu iyiliğiniz çok Makbule geçti, şimdi de Fatma geçiyor.
Soğuk espriler havada uçuşuyordu ama o hiçbir espri yapmıyor, kendini tutuyordu. Sonra,
dersin bitimine doğru hoca, onun hiçbir espri yapmadığını fark etti ve şaşırarak niye
yapmadığını sordu. O da,
-Bu sıcak havada soğuk espri yaparsam hasta olurum hocam, diye cevap verdi. O sırada
herkesin sesi kısılmıştı ve öksürüyorlardı. O sadece,
-Ben demiştim, dedi ve sınıftan çıktı.

RÜYA GİBİ GERÇEK

Rukiye Tokgöz


I. Bölüm
Sude için bu hayat işkence gibiydi, beş ağabeyi ve kurallara uyma meraklısı babasıyla. Maddi durumları pek iyi değildi, babası bir kaza sonrası sakatlandığı için çalışmıyordu. Annesi -kendisi böyle diyor- altı çocuğunu doyurabilmek için yedi yirmi dört temizliğe(?) gidiyordu. Aslında annesinin o kadar çok çalışmaya ihtiyacı yoktu ama annesi gezmeyi, dolaşmayı ve sohbet etmeyi çok severdi. Temizliğe gittiği hanımlarla sıkı fıkı olduğundan sürekli çalışmak isterdi. Bu durumda Sude, okula gitmediği zamanlarda ağabeyleri ve babasıyla baş başa kalıyordu.  
Babası, tüm kurallara harfi harfine uyulmasını isterdi. Yatması, kalkması, yemek yemesi için belli saatler vardı. Bu saatler bir dakika bile geçse yarım saat ile üç saat arsında süren nutuklar dinlemek zorunda kalırdı. Nutuklar bittikten sonra da tüm ev işleri üzerine yıkılırdı. Bu ceza bir hafta sürerdi ama Sude, cezalı olmadığı zamanlarda da tüm işleri yapıyordu. Aslında ağabeyleriyle ev işlerini paylaşmaları lazımdı fakat ağabeyleri tüm işi ona yaptırıyordu ve babası ya bunu bilmiyordu ya da umurunda değildi. Ne de olsa bu evde oligarşi vardı. Annesinin evde kalmak istememesinin sebeplerinden biri de buydu belki. Sude, ağabey terörü denen şeyi sonuna kadar yaşıyordu. Sanki duvarsız bir hapishaneydi burası. 
 
II. Bölüm 
Babasının kural koyma merakı ve ağabeyleri, okulda da Sude’ye sıkıntı çıkarıyordu. Babası asla ve asla kendisinin tanımadığı kişilerle arkadaşlık kurmamasını söylerdi. Okulda samimi olduğu bir-iki kız vardı ama evdeki durum gizli olduğu için asla arkadaş buluşmalarına katılamazdı. Bu yüzden doğal olarak biraz da olsa dışlanıyordu. 
    Ağabeyleri ise onu sınıfta rezil edecek ve/veya babasını kızdıracak şeyleri baş başa verip düşünür, ardından el birliğiyle bu işi gayet iyi becerirlerdi. Bütün ödevlerini karalar veya yırtar, yazılıya çalışacağı zaman ders notlarını yakarlardı. Onlar yüzünden babası, notları düşük olduğu gerekçesiyle de ceza veriyordu. Sınıfa ya ödevsiz ya da yırtık, buruşuk ödevlerle geldiğinde öğretmenleri de ceza veriyordu. Bir keresinde de ağabeyleri okul formasının arkasına “SIRACALI” yazmışlardı. Utançtan yerin dibine girmişti o gün. Yazı görünmesin diye hırkasını sırtından hiç çıkarmamıştı ama fark etmediği bir şey vardı, aynı yazı hırkasının arkasında da yazıyordu. O günden sonra okulda adı çıkmıştı, gelen geçen alay ediyordu. İlkokuldan beri -yani yedi yıldır- okulda asla rahat gezemiyordu. Okul, onun için en az ev kadar, hatta evden daha büyük bir işkence olmuştu. 
Beş ağabeyi ve babası, yani toplamda altısı birden ona çok çektiriyordu. Evde, okulda, hayatın her alanında. Birkaç kez annesine okulu bırakıp onunla temizliğe gitmeyi bile teklif etmişti. Lakin annesi katiyen böyle bir şey yapamayacağını söylemişti. Sude’ye göre annesi, kendini bu evden kurtardığı için artık Sude’yi önemsemiyordu. Zaten şu dünyada ona anlayışlı davranan, onu önemseyen hiçbir canlı yoktu. Ya da Sude öyle düşünüyordu.


III. Bölüm 
O gün, okula yeni bir beden eğitimi öğretmeni geldi. Tam da beden eğitimi dersinin olduğu gündü. Yani Sude’nin en ama en nefret ettiği gün. Çünkü tüm beden eğitimi derslerinde şansına(!) tüm toplar kafasına gelir, koşarken ayağı taşa takılır ve yere yapışırdı. 
Beden eğitimi dersinde hoca kendini tanıttı ve isteyenin voleybol, futbol ya da basketbol oynayabileceğini söyledi. Hocanın lafı biter bitmez hızla koşan arkadaşlarından biri Sude’yi yere düşürdü. Sude ayağa kalktığında onu düşüren çocuk, diş macunu reklamı yapıyor gibi sırıtıyordu. Ardından dil çıkarıp ortadan kayboldu. Sude için artık bu durum olağan hale gelmişti. Kapüşonunu başına geçirip hocanın yanına, soyunma odasına gitmek için izin almaya gitti. Tek dostu olan kitabı çantasındaydı ve onu almak için soyunma odasına gitmeliydi. Hocanın yanına gitti:
-Hocam, soyunma odasına gidebilir miyim? Çantamda bir şey unuttum da. 
-Elbette yavrum, neden olmasın?
Hevesli bir şekilde soyunma odasına doğru yürüdü. Sevinmişti çünkü önceki hocası bazen izin vermiyor, hemen sorguluyordu çünkü okuldaki öğrenciler, Sude’nin hakkında hocalara yalan yanlış şeyler söylüyorlardı. “Umarım bu hoca onları dinleyince bana yine böyle davranır.” diye geçirdi içinden. Odaya vardığında kitabını eline aldı. Bu sefer 1283 sayfalık bir kitap okuyordu. Ama sonlarına gelmişti, önümüzdeki iki derste biterdi büyük ihtimalle. Tam her zamanki köşesine gelmiş, kitapta kaldığı yeri açmıştı ki hoca birden seslendi:
-Kızım, bir gelir misin?
Hocanın kızmasından korkarak ürkek tavırlarla yanına gitti.
-Efendim hocam?
-Kızım gel rahatça otur. Hah, şöyle. Yavrum sen neden arkadaşlarınla oynamıyor, kitap okuyorsun?
-Hocam ben oyun oynamaktan pek zevk almıyorum. Hem kitaplar benim en iyi ve tek dostumdur. Merak etmeyin, ben böyle hiç ama hiç sıkılmıyorum. 
-Kızım bu kadarı da normal değil ama. Hem arkadaşın durup dururken neden çelme taktı sana bakayım? Çekinmene gerek yok, rahatça anlatabilirsin. 
Hocanın bu sözleri üzerine Sude, ilk kez kendisini dinleyen birini bulmanın heyecanıyla bir anda içini dökmeye başladı. Söze babasının ne kadar katı ve kuralcı olduğundan başladı. Kurallara uymadığında çektiği nutukları, verdiği cezaları anlattı. Beş ağabeyini ve onların yaşattıklarını anlattı. Tüm okulda adının çıktığını ve hocaların bile ona çok kötü davrandığını söyledi. Arkadaşının ona bu sebepten çelme taktığını, artık bunun olağan olduğunu da eklemeyi unutmadı tabii. Sonra annesini anlatmaya başladı. Sırf sohbeti, gezmeyi seviyor diye yedi yirmi dört temizliğe gittiğini de uzun uzun anlattı. Söyleyecekleri bittiğinde kendisini çok rahatlamış hissediyordu. Tam hoca bir şeyler söyleyecekti ki derslerin bittiğini ilan eden zil çaldı. Hoca, Sude giderken sordu:
-Adın Sude’ydi, değil mi güzel kızım?
Sude başıyla onayladı ve hızlı hızlı yürüyerek soyunma odasına doğru yola koyuldu. Eşyalarını aldı ve -neyse ki- bu sefer sadece biri ona dil çıkardı. Eve giderken iki ders boyunca bir harf bile olsun kitap okumadığını fark etti. Şaşırdı… 

IV. Bölüm 
Eve gittiğinde o kadar mutluydu ki olanları düşünürken yemeği biraz yaktı. Babası ve ağabeylerine yanmamış kısımları verdi, yanıkları da kendi tabağına koydu bu yüzden.  Babası onun tabağındaki yemeğin yanık olduğunu görüp yemeği yakmasına kızmasın diye hızlı bir şekilde yemeğini bitirmesi gerekti. Ama bu, artık onun için önemli değildi. Çünkü bugün, onun için hayatının en güzel günüydü. Ömründe ilk kez biri onu dinlemiş ve içinde bulunduğu durumu anlayışla karşılamıştı. İyi de hocanın adı neydi? Aslında kendini tanıtırken söylemişti ama Sude hatırlamıyordu. Yarın gidip hocanın adına odasının önündeki tabeladan bakmaya karar verdi. Bunları düşünürken birdenbire babasının ödev yapması için belirlediği sürenin on dakikasını harcadığını fark etti. Bugün hocalar çok ödev vermişti, o yüzden yetişmeme ihtimaline karşı her zamankinden hızlı olması gerekiyordu. Koşarak odasına, ödev yapmaya gitti ve hemen ödevine başladı. Ama ödevini bitirdiğinde belirlenen süreyi beş dakika aştığını fark ederek daha da telaşa kapıldı. Ayrıca ödevlerinin hatalarla dolu olduğunu biliyordu, hocalar bu hatalar yüzünden çok kızacaktı. Hayıflanacak vakti yoktu, ödevini masasına bıraktı ve koşarak dişini fırçalamaya gitti. Ağabeylerinin, onun süreyi aştığını bildiklerinden haberi yoktu. 
Dişini fırçalayıp odasına döndüğünde ödevi, tam ortasından korkunç bir şekilde yırtılmış halde çöpte duruyordu. Çöpte sadece kâğıtların olmasına şükretti, en azından ödevi ıslanmamıştı. Hemen onu çöpten çıkardı ve bantlamak için masasında bandın olması gereken yere uzandı. Ama tüm bant dolabının kapağını sıkıca kapatmak için kullanılmıştı, hem de okul malzemelerinin durduğu dolabın. Tam o sırada babası, en ufak bir hataya bile göz yummayacağını belli eden bir sesle içeriden seslendi. Belli ki ağabeyleri Sude’yi ödevini yırtmakla, dolabını bantlayıp tüm bandı harcamakla ve yapacağı tüm işleri geciktirmekle suçlamışlardı. Ayaklarını sürüyerek ne kadar hızlı gidebilirse babasının yanına o kadar hızlı gitti. Babası değil yarım saat, tam bir buçuk saatlik bir nutuk çekti. Sude onu dinledikçe yerin dibine girdi ama bir yandan da o kadar umursamadı bu lafları. Çünkü artık bunu anlatınca onu dinleyecek birinin olduğunu biliyordu. Hem de bu kişi bir hocaydı. Sırf bu kişiyi keşfetmesinden doğan mutluluk yüzünden fazladan ceza almıştı ama değdiğini düşünüyordu. Babasını dinlerken bile bunu düşünüp gülümsemesine engel olamamıştı ama babası bu durumunu bir şımarıklık emaresi olarak algıladığından aslında bir saat sürmesini planladığı nutuğunu yarım saat daha uzatmıştı. Tabii bunu Sude bilmiyordu. Bilse de bir önemi yoktu zaten. Sude’nin tek istediği yarının gelmesi ve okulda o hocayla konuşmaktı. Odasına gitti ve yatağına uzanır uzanmaz uykuya daldı.

V. Bölüm 
Sabah annesinin sesiyle uyandı. Annesi ona “Hadi tatlım, okul vakti.” diyordu. Uyku sersemi buradaki tuhaflığı fark etmedi ve her zamanki gibi banyoya, yüzünü yıkamaya gitti. Sonunda uykusu açılmıştı. O an buradaki tuhaflığı fark etti. Annesi evdeydi, üstüne üstlük bir de onu uyandırmaya gelmişti. Bu nasıl olabilirdi? Bir anlam veremedi çünkü bir mucize olup annesi evde kalsa bile asla ve asla onu uyandırmak için zahmete girmezdi. Böyle bir şey olması için dünyanın tersine dönmesi gerekirdi. Bunları düşünürken burnuna nefis bir koku geldi. Epeydir unuttuğu bir koku… Evet patates kızartması kokusu geliyordu mutfaktan. Kokuyu içine çekti, bir de şarkı sesi geliyordu. Annesinin en son ne zaman şarkı söylediğini veya dinlediğini hatırlamıyordu bile. O yüzden onu en çok şaşırtan bu olmuştu. Mutfağa gidip annesine sordu:
-Anne, bu ne?
-Ne olacak kızım, patates kızartması. Dünkü gibi sosis kızartacaktım da sosis bitmiş.
-Önemli değil anne, patates kızartması da güzel, dedi ve sofraya oturdu. Ardından içeri ağabeyleri girdi. En büyük ağabey yanına geldi ve:
-Canım kardeşim bugün nasılmış bakalım, diyerek saçını hafifçe okşadı. 
Sude şaşkınlıktan abisine cevap veremedi. Ardından diğer dört abisi de “Günaydın.” diyerek masaya oturdu. Hayatında bu kadar tuhaf bir şeyle karşılaşacağını kırk yıl düşünse tahmin edemezdi. Tüm ömrü boyunca muhtaç kaldığı, umduğu ama bulamadığı aile sıcaklığının umduğundan bile fazlasını görmüştü. Acaba her şey tersine dönmüştü de bir tek o mu aynı kalmıştı? Tam daha hiçbir şeye şaşıramayacağını düşünüyordu ki babası içeri girdi. Sude’ye ve ağabeylerine çok ama çok sevecen ve içten bir şekilde “Günaydın.” dedi ve gidip annesinin yanağına bir öpücük kondurdu. Bu kadar iyi davranmak yetmemiş gibi bir de annesine oturmasını söyleyip yemek işini kendisi devraldı. Kısa bir süre sonra Sude’nin servisinin kornası duyuldu. Evdekiler ona iyi şanslar dilediler ve Sude şaşkınlıkla evden ayrıldı. 
Gün boyunca hem serviste hem okulda herkes ona çok iyi davrandı. Her ne kadar şaşırmış olsa da artık alışmış sayılırdı bu duruma. Yeni beden hocasının yanına da gitti ama hoca ona dünyadaki en yaramaz öğrenciymiş gibi davrandı, hatta onu neredeyse odasından kovdu. Dünyada ona iyi davranan tek insandı oysa daha dün. Şimdi ise ona kötü davranan tek insandı. Dünya tersine döndüyse bu durum normal olmalıydı. Derken okul bitti, servise bindi. Servisten indiğinde hâlâ bu ters dünyayı düşünüyordu. Aslında bu dünya çok daha iyiydi diğerine göre. Rüya gibi bir yerdi. Eğer bu bir rüyaysa da asla uyanmak istemezdi. Bunları düşünerek kapıya doğru yürürken yerinden çıkmış kaldırım taşını görmedi ve yüzüstü yere düştü. Bunu gören büyüğün küçüğü olan ağabeyi koşarak yanına geldi, bir şeyi olup olmadığını sordu. İyi olduğundan emin olduktan sonra onu eve kadar götürdü. İçeri girerken annesinin ortanca abisine şunları söylediğini duydu:
-Sude dün gece sayıklıyordu. Önemsemedim ama bugün çok tuhaf davranmıyor muydu? Geceleyin bu kıza ne oldu anlamadım gitti.
Düşmenin acısını unuttu o anda Sude. Yüzünde bir tebessüm, gözlerinde bulutlanmalar oluştu. Gerçek sandığı dünyanın rüya, rüya sandığı dünyanın gerçek olduğunu anlamıştı. Mutlulukla ağabeyinin peşinden eve girdi. Bu esnada yanağından süzülen damlanın düşmenin acısıyla olduğunu düşünüyordu ailesi. Mutluydu, hem de çok mutlu. 
















14 Haziran 2025 Cumartesi

AKSİYONSUZ

 
Hülya Doğancık

Artık 75 yaşındaydı. Çok yaşlanmıştı, en azından kendisini öyle hissediyordu. Geriye dönüp baktığında geride kendinden hiçbir şey kalmadığını fark etti. Belki vardı bir şeyler ama o göremiyordu. Belki de gerçekten boş bir hayat bırakmıştı ardında. Kocaman bir ömür boşa harcanmıştı.
Hep bir kaos, hep bir geçim sıkıntısı… En son belki yıllar önce gitmişti bir restorana, bir parka. Ne zaman gittiğini hatırlamıyordu bile. En aksiyonlu zamanlarını evde biten süt, yumurta için markete gittiğinde yaşıyordu. Kendi için hiçbir şey yapmadığını hatırladı yeniden. Kendime vakit ayırmanın zamanı geldi, diye düşündü. Çok çılgın bir şey yapmalıydı. O kadar heyecan verici olmalıydı aksiyon olarak düşündüğü market alışverişi dahi yaptığı şey yanında ona boş gelmeliydi. Düşündü, düşündü… Ama ne yapacağına karar veremiyordu.
Bastonu olmadan dışarı mı çıksa, yoksa fiyatına bakmadan yoğurt mu alsa karar vermek çok zordu. En iyisi birine sormaktı. Karşı komşusunu hatırladı. Hiç tanımadığı hatta görmediği karşı komşusunu. Bunca yıldır karşısında oturan birinin olduğunu biliyordu fakat o kadar zaman hiç denk gelmemişlerdi. Ona akıl danışabilirdi. 
Yerinden usulca doğruldu. Kemiklerinin gıcırdadığını hissediyordu her hareketinde. Gidip komşusunun kapısını çaldı. Otuzlu bilemedin kırklı yaşlarında bir kadın açtı kapıyı. Üzerinde çok sıra dışı giysiler vardı. Ayaküstü bir tanışma faslından sonra komşusu onu içeri davet etti. Komşu kadına niyetini, düşüncelerini anlattı. Çılgın bir şeyler yapmak istediğini söyledi. Komşu kadın ona bir hafta sonra Ege turuna çıkacaklarını ve kendisinin de gelebileceğini söyledi. Ne! Ege mi? Bu çılgıncaydı ama düşündüğü şey olamazdı. Ege turu yerine en fazla evinde bir tur yapardı. Komşu kadına bu fikri düşüneceğini söyleyip yeniden evine çekildi. 
Kendini bu tura katılmamak için ikna etmeye çalıştı evde. Bir süre sonra hayatını hep çevresindekiler için yaşadığını hatırladı yeniden. Kendisinin bir hayatı yok gibiydi. Onu bu sıradan ve sıkıcı hayata iten şey de bu değil miydi zaten? Belki bu tur, onun hayattan intikam alması için fırsattı. Bu düşüncelerle uykuya daldı. 
Ertesi gün komşusunun yanına gidip Ege turana katılmayı kabul ettiğini açıkladı. Heyecanlanmaya başlamıştı ve bu heyecanla bir hafta göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Gezi günü gelmişti ve buluşma noktasında tüm gözler onun üzerindeydi. Nedenini pek anlamadı. Komşu kadın yanına geldi ve ona bu kadar valiz almaması gerektiğini söyledi. Alt tarafı 4 tane valiz almıştı. Neden sorun yaratsın ki? Yolcunun işini Allah bilir, demişti atalar. Her senaryoya hazırlıklı olmak gerekliydi. Ya bir dolu yağarsa ve şemsiyesiz olursa, ya elektrikler kesilirse ve ışıksız kalırsa, ya da bir savaş çıkarsa ve kamufle olması gerekirse. Bu durumlar için gerekli önlemi almalıydı. Düşüncelerini açıklayınca oradaki herkes ona garip garip baktı. Biraz daha çırpındıktan sonra şoför de kabul etmek zorunda kaldı. 
Yolculuk çok iyiydi. Kötü senaryoların daha hiçbiri gerçekleşmemişti. Gerçekleşme ihtimali vardı mutlaka. Tetikte olması gerektiğini düşünüyordu hâlâ. Ama istemsizce gerginliği geride bırakmıştı. Rahatlamıştı. 3 gün geçmişti bile. Geldiğine hiç pişman değildi. Hatta yeni arkadaşlar dahi edinmişti. Bir arkeoloji müzesi gezdikten sonra kamp alanına döndüler. Herkes kendi çadırına girdi. Bizimki ise çılgınlığa doymamış olacak ki dolaşmaya gitti. Nehir kenarına vardığında yorulduğunu hisseti. Uyku, üzerine pamuktan bir yorgan gibi bastırıyordu. Karşı koymak imkansızdı. Kenara oturdu ve su sesini dinleyerek uykuya daldı. Daha önce böyle bir uyku uyumamıştı. Uykunun tadına vardığını hissetti ve o mutlulukla uyandı. Biraz sırtı ağrımıştı ama yine de çok huzurluydu.
Kamp alanına geri döndü ama kimse yoktu. Üstelik birileri eşyalarını da götürmüştü. Çok panikledi. Ne yapacaktı? Nasıl hayatta kalacaktı? Nelere ihtiyacı olacaktı? İhtiyaç hissettiği şeyleri nereden bulacaktı? Göz kapakları ağırlaşıyordu, bir anda gözleri kapandı ve yere düştü. Uyandığında bir hastanedeydi. Kafası çok karışmıştı.
Hastane olduğunu anlamıştı ama bildiği hastanelerden değil gibiydi burası. Önlüklü bir adam kendisine yaklaştı. Adam farklı görünüyordu. Ona nerede olduğunu sordu. Adam gayet serinkanlı bir ses tonuyla anlatmaya başladı. Kampta bir kaza geçirdiğini ve düşerken kafasını bir taşa çarptığını söyledi önce. Çarpmanın etkisiyle komaya girdiğini, tam 15 yıl süren komadan yeni uyandığını da ilave etti. Bizimki çok şaşırdı ama ne diyeceğini bilemedi. Sustu. Sadece sustu. Bir hafta sonra taburcu oldu. Evi aynı değildi. Yeniydi. Evinin tarzına hiç alışamadı. Yeni bir sistem vardı evde ve ev, kişinin ihtiyacı olan şeyleri otomatik olarak temin ediyordu. 
Evine girdikten sonra ondan hiç kimse haber alamadı. 
Kimseyle konuşmadan ve hiçbir şeye ihtiyaç duymadan yaşamaya devam mı ediyordu? 
Belki de… 
Hayata veda mı etmişti yoksa? 
Kim bilir... 
Zaman zaman hayatı sıkıcı bulup yeni bir aksiyon yaşam istiyor muydu? 
Yaşıyorsa neden olmasın…
 


5 Haziran 2025 Perşembe

İSİMSİZ

Rukiye  Tokgöz
 
 I. Bölüm
 Uzun yıllardır burada yaşıyordu. Nice öğrenci mezun etmişti, nice hocalar görmüştü cinnet geçiren. Bu sınıfın öğrencileri hep yaramaz olurdu zaten. Şimdiye kadar bu sınıfa gelen akıllı öğrenci sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi. Buna rağmen nasıl oluyorsa şimdiye kadar sınıfta kalan öğrenci sayısı da bir elin parmaklarını geçmezdi. Büyük ihtimalle hocalar, öğrencilerle bir yıl daha uğraşmamak için hepsini geçiriyordu. 
Sık sık “Keşke yan sınıfta olsaydım.” diye iç geçirirdi. Yan sınıfın öğrencileri o kadar akıllı, o kadar terbiyeli, o kadar efendiydi ki… Yıllardır hep akıllı öğrencileri yan sınıfa, yaramazları ise onun sınıfına koyarlardı. Tabii buna yaramazlık denirse! Sınıf Hababam Sınıfı gibiydi mübarek ama bir farkları vardı: Hababam Sınıfı sürekli sınıfta kalırdı, bu sınıftaki öğrencilerin neredeyse hiçbiri sınıfta kalmazdı. Birkaç kez kırılmıştı, birkaç kez içi cız etmişti, hatta kolu yerinden koparılmış, üzerine içecek dökülmüştü tekmelenmişti. Çok çekmişti birbirine, hocaya trip atan kızlardan. Kimin canı sıkılsa acısını ondan çıkarıyordu. Sınıfı kirli bulan temizlikçi, öğrencilere kızan öğretmen bazen sınıfa giren idareci bile… Bazen ona öyle bir çarpıyorlardı ki bir ay kendine gelemiyordu. Şu sınıfın kızları dövüş öğrenseler rakiplerini tekte yere sererlerdi. Öyle böyle değildi öfkeleri. Uzaktan görenler sevgi pıtırcığı zannetse de yeri geldiğinde Hulk kesilirlerdi. Bu sınıfta erkeklerin en çetin kavgası, kızların öfkesinin yanında hiç kalırdı. Bu, her sene böyleydi. Nasıl oluyorsa yeni gelen öğrenciler eskilerin hınk demiş burnundan düşmüş gibiydi. Şansı yoktu, şanssızdı… Hem de öyle böyle bir şanssızlık değildi bu. 

II. Bölüm
O gün -her zamanki gibi- sınıftaki çocuklar iyice coşmuştu. Bir şeyler olacağı belliydi sınıftaki gürültüden. Hiçbir şey yapamadan sessizce izliyordu etrafı. Bu esnada akıllı tahtanın tam yüzünün orta yerine voleybol topuyla iki, futbol topuyla üç, basketbol topuyla da beş şut çekmişti sınıftakiler. Tahtaya doğru çekilen son şutu görmemek için gözlerini kapatmıştı. Gözlerini açtığında etrafta zavallı tahtanın parçalarını gördü. Bir tahta için daha yolun sonu görünüyordu. İyileştirilemeyecek kadar perişandı. Atılan çığlıklardan sağır oluyordu neredeyse. Çocukların eğlencesi bittiğinde sanki üzerine bir dev oturmuş gibi hissetti kendini. Bu şahit olduğu kaçıncı olaydı? Kaç kez akıllı tahtanın yüzü gözü top izleriyle şekil değiştirmişti? Bazen kendisi de alıyordu bu eziyetten nasibini ama kendisi tahta kadar dayanıksız değildi.  Artık onun için olağan olmuştu yaşadığı şeyler. Sınıf sessizleşmişti. Herkes yerine oturmuştu. 
Maziyi düşünmeye başladı üzüntüsünden. Ne çok akıllı tahta yolcu etmiş ve ne çok yeni tahtaya “hoş geldin” demişti, sayısını bilmiyordu. Yan sınıfın kapısına ne oluyorsa bu durumu dert edinmişti kendisine. Seslerden, tıkırtılardan, sürekli açılıp kapanmasından rahatsız oluyormuş. Sürekli yabancılar gelip geçiyormuş önünden. Gürültü yapıyorlarmış, ıslık çalıp türkü söylüyorlarmış yabancı adamlar. “Anlayamazsın ki…” diyordu yan sınıfın kapısına. “Senin sınıfın her sene akıllı çocuklarla doluyor, anlayamazsın…”

III. Bölüm 
Aynı bezgin adam yine nefes nefese ve gürültüyle gelmiş ve onu kolundan tutarak sonuna kadar açmıştı. En az onun kadar bezgin iki arkadaşı da ellerinde yeni akıllı tahtayla içeri girdi. Artık alıştıkları için olsa gerek çabuk el hareketleriyle tahtayı monte edip çıktılar. Hemen sonra derslerin bittiğini ilan eden zil çaldı ve sınıf üç saniye içinde boşaldı. Gürültü, şamata bitmiş sessizlik başlamıştı. 
-Hoş geldin arkadaş, dedi tahtaya. Sen de bizdensin artık.
Tahta ne dediğini anlamamıştı.
-Ne dediğini anlamadım ama neyse. Sonra anlarım herhalde. Senin adın ne, dedi. 
Kapı, tahtanın acemiliğine acıdı ve bunun sesine yansımasına engel olamayarak:
-Ne zamandan beri kapılara isim veriliyor ki, dedi ve iç geçirdi. 
Afallamıştı tahta. İlk defa böyle bir şeyle karşılaşmıştı zavallıcık:
-Benim adım Fatih. Aylardır bir sınıfım olsun istiyordum, sonunda dileğim gerçekleşti. Peki nasıldır bu sınıfın öğrencileri, akıllı mı yoksa haylaz mı?” dedi. 
Bu sefer kendine hâkim olamayıp kahkahalarla güldü kapı. Sonra gülmesini zoraki bastırarak konuşmaya başladı: 
-Bunlar öyle böyle yaramaz değil kardeşim. Şansına dünya üzerindeki en yaramaz sınıfa denk gelmişsin, tabii buna yaramazlık denirse. Beni bile kaç kez tamire gönderdiler, tekrar tekrar taktılar. Birkaç kez değiştirmenin eşiğinden döndüler. Ne yazık ki hâlâ buradayım gördüğün gibi. Senden önceki akıllı tahtaya ne yaptılar biliyor musun? Voleybol topuyla iki, futbol topuyla üçü, basketbol topuyla da beş şut çektiler. Kızların hırsla attığı yumruk yüzünden kaç tahtaya veda ettim sayamadım. Öyle böyle fenalar yani. Şimdiden sana da geçmiş olsun kardeşim. Belki ilerleyen günlerde beni duyamaz olursun. Ben peşinen geçmiş olsun diyeyim. 
Bu sözleri duyan Fatih’in gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Duyduklarına inanamıyor, doğru olmamasını umuyordu. O kadar korkmuş, o kadar korkmuştu ki doğru düzgün konuşabilmesi için birkaç dakika derin derin nefesler alıp vermesi gerekti. Sonunda zoraki konuştuğunda söylediği ilk söz şu oldu:
-Nasıl yani? O kadar mı yaramazlar yani? Peki çok ses çıkarırlar mı teneffüste?
-Maalesef. Birkaç kez mahallelinin hatta yoldan geçenlerin şikâyete geldiği de oldu.
-İyi ama benim yüksek sese hassasiyetim var. Ben ne yapacağım?
Fatih ağlamak üzereydi. Kapı ona çok üzüldü. Onu teselli etmek kapının göreviydi. Bu sınıfın demirbaşıydı neticede. Sesine biraz şefkat ve merhamet ekleyerek konuştu:
-Zamanla alışırsın, merak etme. Hem belli mi olur, belki bir mucize olur da akıllanırlar. Ayrıca bir sıkıntın olursa ben buradayım, merak etme.
Fatih’in yüreğine biraz olsun su serpilmişti. Bu sınıfta en iyi dostunu bulduğunu o an anlamıştı. Kendi kendine gülümsedi:
-Umarım artık senin de kaderin değişir, akıllanır öğrenciler biraz.
Yan sınıfın kapısı, tahta ve kapının ne konuştuğunu duymaya çalışıyordu ama hiçbir cümlelerini anlayamamıştı.