20 Nisan 2024 Cumartesi

BOŞ KÂĞIT

Hazal Göksu


Boş bir kâğıt

Boş bir kâğıt değildir çoğu zaman

Bir öğretmenin masasında

Ya da bir öğrencinin çantasında

Bekler sessizce yazılmayı


Kâğıtlar da düş görür belki

İnsanlar gibi

Düşünürler boş olduklarında

Başlarına gelecek şeyleri


Boş bir kâğıt gibi bazı insanlar

Otururlar sıralarda

Doldururlar dolmuşları, otobüsleri

Akıllarından bile geçmez

Kelimeler, cümleler

Bomboş beklerler



11 DÖNGÜSÜ

 Davut Eymen Gökbulut, Ahmet Necip Günaydın, Abdullah Emir Sandık, Adem Efe Ballı, Eymen Akif Şahin, Hanzade Eligüzel, Ertan Abdülkadir Erdoğan, Emir Celal Çat, Elvin Su Topçu, Livanur Ekici, Alp Mete Akbaş

Günlerden cumartesiydi. Hava oldukça sıcaktı. Her cumartesi olduğu gibi erkenden kalktı ve yola çıktı. Kahvaltı yapmamıştı çünkü sabahları çok aç hissetmiyordu kendini. Öğleye doğru acıkıyor ve öğlen yemeği ile kahvaltıyı birleştiriyordu. Sabah evden çıkarken kapının üzerindeki numara dikkatini çekti: 11. 

Gün boyu yapacağı şeyleri düşünüyordu ki bugün ayın 11’i olduğunu hatırladı. Aklına fena şeyler gelmeye başlamıştı. Bu 11 sayısı zihnini meşgul etmeye başlamıştı iyice. Sağdan soldan geçen araçlara bakıyordu. Nihayet 11 plakalı bir araç gördü. Okuluna yaklaşmıştı, dersi yoktu ama kütüphanede çalışacaktı bir süre. Aradığı kitaplar vardı, yapılması gereken ödevler vardı. Kütüphanede kendine bir masa buldu, çantasını yerleştirdi ve kaynak kitapları araştırmaya başladı. Nihayet aradığı kitaplardan birini bulmuştu ve kafasından 11 sayısı da uzaklaşmıştı ki kitabı aldığı rafın numarası gözüne çarptı: 11. 

Neler oluyor, diye düşündü. Diğer raflara baktı, oturduğu masanın numarasına baktı. Sıradan bir rastlandıydı bu. Fazla derin düşünmemek gerekliydi. Yapılacak onca iş vardı. Bir an önce ödevlerini bitirmeli, akşam olmadan kütüphaneden ayrılmalıydı. Yoğun bir tempo ile çalışmaya başladı. Aradığı kitapların tümünü buldu ve ödevlerini hazırlamaya başladı. Sabah beri karşısına çıkan bu sayıdan nihayet kurtulmuştu. Böyle şeyler düşünmek insanın elini kolunu bağlıyor, hayattan uzaklaştırıyordu. Her yerde görülebilecek sayılardı bunlar. Mesela 11 değil de 22’yi arasa gözleri ondan da bulabilirdi her yerde. Belki evinin kapısının numarası değildi bu ama 22 plakalı araç görebilirdi, 22 numaralı kitaplıkta işi olabilirdi. Yaşı 22’ydi mesela. Tam bunları düşünürken 22’ye takılmaktan korktu. 11, 22’nin yarısıydı. Gözleri artık boşluğa bakıyordu. Neyse ki ödevi bitmişti. Masayı toplayıp dışarıya çıkmaya hazırlandı. Ödevini yazdığı kağıtlara baktı, epey fazla kağıt vardı masada. Kağıtlara sayfa numarası vererek dosyasına yerleştirecek ve yerinden kalkacaktı. Kağıtlara numara vermeye başladı: 1,2,3… Son sayfaya geldiğinde kalem elinden düştü çünkü 11 sayfa ödev yapmıştı. Yere düşen kalemi aldı ve bu sayının lanetinden kurtulmak için ödevine bir sayfa daha eklemeye karar verdi. Ödevin son sayfasına bir de kaynaklar sayfası ilave etti. Böylelikle sayfa sayısı 12’ye çıkmıştı. 

Akşam, çok önemli bir maç vardı ve futbol seyretmek en büyük keyfiydi. Kütüphaneden çıktı. Hayli acıkmıştı. Bir şeyler yemeliydi ve maç izleyecek bir yerler bulmalıydı kendine. En yakın lokantaya gitti, yemeğini yedi ve çayını içti. Yemek, iyi gelmişti. Biraz dolaştıktan sonra artık rahat bir kafa ile maç izleyebilecekti. Zihnindeki tüm karmaşa dağılmıştı. Daha çok meşgul olacak şeyler bulmalı ve saçma sapan düşünceleri kafasından uzaklaştırmalıydı. Birkaç saat önceki hallerine güldü. Neler düşünmüşüm, diye içinden geçirdi. Stadyumun yolunu tuttu. Heyecanlıydı. Günlerdir beklediği maç nihayet gelip çatmıştı. Zaraspor ve Suşehri Belediye Spor karşı karşıyaydı. Ezelden beri Zarasporluydu. Stadyuma girdi ve ön sıralardaki yerine oturdu. Maç başladı, insanlar bağırıyor, çağırıyor, tezahüratta bulunuyorlardı. Bir ara yerinden kalktı ve o da tezahüratlara katıldı. 

Maçın henüz başlarındaydı ve hayli çekişmeli geçiyordu maç. Birdenbire tüm tribün ayaklandı. Zaraspor, gol atacak gibiydi. Tezahüratlar, bağırışlar ve ıslıklar arasında maçın ilk golü atıldı. İstemsizce skor tabelasına takıldı gözü: Zaraspor: 1, Suşehri Belediye Spor: 0 11. Dakika… 

Eski bir yara gibi 11 sayısı içini sızlattı. Tabelaya bakmamak için sahaya çevirdi gözlerini. Her takımın 11 oyuncusu olduğunu gördü. Başı dönüyor, gözleri kararıyordu. Maç, orada bitmişti onun için. Kimsenin sesini duymuyordu artık. Stadyumdan çıktı. Yürüyecek gücü kalmamıştı. Stadyumun tam çıkış noktasında bulunduğu yere önce oturdu. Sonra uzandı ve gözlerini kapattı. 

Uyandığında sabah olmuştu. Gözlerini sildi, sağa sola baktı. Saatine baktı, koşup pencereden dışarıya baktı. Daha az uyumalıyım, diye düşündü. Üstelik daha kütüphaneye gidecek ve ders çalışacaktı. Günlerden cumartesiydi. 


16 Nisan 2024 Salı

GİZEMLİ ÇOCUK

 Elvin Erva Koçyiğit, Elif Masal Zontul

1. Bölüm: Gölge

Adını “Gölge” koymuştu tanıyanlar. Gerçek adını yalnızca sınıf arkadaşları biliyordu ama onlar da unutmuştu neredeyse. Öğretmenleri bile ondan bahsederken “Gölge” diyordu. Bir gölge kadar sessizdi. Varla yok arasıydı. Bazen bahçede görünüyordu bazen koridorun en sonunda. Bazen kütüphanede rastlayanlar vardı ona bazen sınıfın en arka sırasında eski püskü kalın defterine bir şeyler yazarken görenler. Bazı öğrenciler onun aynı anda birkaç farklı yerde göründüğüne inanıyorlardı ama bu doğru muydu? Kimsenin bir fikri yoktu. Onun göründüğü mekânda her şey birden buza kesiyordu. Korku muydu? Belki… Gizem miydi? Evet. Gizemli biriydi Gölge. Üstelik her gün değişen bir yüzü vardı. Tanıyanlar onun ruh haline göre yüzünün renginin değiştiğini söylüyorlardı. Neşeli olduğu gün daha sarı, üzgün olduğu gün esmer…

Herkesten önce okula gelmiş oluyordu. Bunun nasıl olduğunu bilen yoktu. Öğretmenlerden bile önce okuldaydı. Bu yüzden de bir dedikodu dolaşıyordu: Gölge, geceyi okulda geçiriyor. 

Bu okula geleli henüz birkaç ay olmuştu. Ailesine, geçmiş yaşantısına dair kimse bir şeyler bilmiyordu. Elindeki eski bez çantayı hiç yanından ayırmıyordu, bu çantanın içinde kalın, eski bir defter ve bir de ağaç kalemden başka bir şey yoktu. Defterin içinde neler yazılı olduğu da en az Gölge kadar merak konusuydu. Sınıf arkadaşları birkaç kez deftere bakmaya çalışmış ancak terslenmişlerdi. 

Gölge, sanki bütün okulun üzerine düşmüş bir gölgeydi ve en çok da ben merak ediyordum onun hayatına dair detayları. Aslında diğer arkadaşlarım kadar bir gizem görmüyordum onun hayatına dair. Hatta onun için üzülüyordum fakat arkadaşlarımla onun hakkında konuşunca ben de diğerleri gibi düşünmeye başlıyordum yeniden. Bir şekilde onu daha yakından tanımalıydım. Keşke aynı sınıfta olsaydık işim biraz daha kolay olurdu fakat aynı katta bile değildi sınıflarımız. En iyisi kütüphanede yanına gidip bir şeyler sormalı, iletişime geçmeliydim. 

Ertesi gün için planım hazırdı. Öğle arasında mutlaka Gölge kütüphaneye uğrardı. Ben de kütüphanede olacaktım ve ona yakın oturacaktım. Bir şekilde konuşmayı deneyecektim. 

Ertesi gün geldi çattı ve kütüphanedeki yerimi aldım. Gölge’yi bekliyordum. Bir yandan kitap okuyormuş gibi yapıyordum ama dakikalardır aynı sayfa önümde açıktı. Düzyazı ve şiirlerden oluşan bir kitaptı bu. Önümdeki sayfada Hayatın Hayali ve Kendini Yazan Şiir adlı iki şiir vardı. Kitabın kapağına baktım: O Kapının Ardında Akşamüstü Yazılanlar. Kitabın adı güzeldi. Kapıyı merak ettim, neden akşamüstü yazılmış bunlar, diye düşündüm. Bir gözüm sürekli kütüphanenin kapısındaydı. Gölge’nin gelmeyeceği tutmuştu. Daha fazla oturmak anlamsızdı. Kitabı kütüphanedeki en güzel yere bıraktım çünkü okunmayı hak eden bir kitaptı bu. Toparlandım ve tam kapıdan çıkarken Gölge ile göz göze geldik. İlk kez bu kadar yakınındaydım. Savuşup gidecek, diye bekledim fakat o da bana bakıyordu. Gözlerinin ardında kocaman bir karanlık var gibiydi. Kısa bakışmadan sonra Gölge, içeri girdi ve benim bıraktığım kitaba uzandı. O esnada Gölge’ye karşı içimde bir sevgi oluştu ve gizem, merak gibi şeyler uzaklaştı ona dair. İstemsizce ona doğru gittim ve kütüphane boş olmasına rağmen yanına oturdum. Hangi sayfayı okuduğuna bakarken birdenbire Gölge’nin kütüphanede olmadığını fark ettim. Az önceki hislerim yeniden değişti ona karşı. Yine allak bullak olmuştu zihnim. Hangi sayfayı okuduğunu anlamak için kitabı elime aldım. Okuduğu hikayenin adı Gölge’ydi. 

2. Bölüm: Harita

Gün boyu bu şaşkınlıkla dolaştım. Birdenbire nasıl da kaybolmuştu ortadan Gölge ve bunu nasıl yapmıştı? Acaba peşinde olduğumu anlamış mıydı? Artık ikna olmuştum, o bir gölgeydi. 

Şaşkınlığım, dersler bitinceye kadar devam etti fakat ders zili ile yeni bir plan yapmam gerektiğini fark ettim. Takip edecektim onu. Servise binmeyecektim. Merak duygusu içimi kemiriyordu. Bu yüzden her şeyi göze alabilirdim. Yeter ki Gölge’nin sırrını çözeyim, yeter ki artık zihnimde ona dair olan sorular bir cevap bulsun. 

Zil çaldı ve öğretmenin bile sınıftan çıkmasına fırsat vermeden çantamı kaptığım gibi Gölge’nin sınıfının önüne gittim. Gölge, sınıftan hatta okuldan en son çıkan kişiydi genelde. Sınıfın kenarında kendimce oylanmaya, panolara bakmaya başladım. Bir yandan da Gölge’yi arıyordu gözlerim sezdirmeden. Sınıfta kimse kalmadığını görünce uzaktan baktım. Gölge’nin önünde eski defteri vardı ve bir şeyler yazıyordu. Sabırla bekledim. Nöbetçi öğretmenler de gitmişti. Sınıfı temizlemek için gelen görevlileri görünce Gölge defterini topladı ve sınıftan ayrılmak üzere harekete geçti. O anda sırtımı döndüm ve öğretmenler odasına gidiyormuş gibi yaptım. Gölge, yanımdan geçer geçmez düştüm peşine. Çok hızlı yürüyordu. Onu takip etme uğruna nefes nefese kalmıştım. Nasıl bu kadar hızlı yürüyebiliyordu? Defteri elindeydi. O defteri elime geçirebilsem çok şey öğrenecektim onun hayatına dair, emindim. Bu düşüncelerle Gölge’nin peşinden koşuştururken birdenbire defterin arasından bir sayfa rüzgârın etkisiyle havalandı. O sayfayı mutlaka yakalamalıydım. Rüzgâr bir anlığına durdu, sayfa yere düştü. Gölge, bunun farkında değildi. Yerdeki sayfayı aldım. Heyecanla baktım fakat yazı yoktu bu sayfada. Değişik çizimler ve şekiller vardı. Bunun bir harita olduğunu anladığımda Gölge kaybolmuştu gözden. Hangi sokakta olduğumu, nereye gideceğimi bilemeden öylece birkaç dakika kaldım kaldırım ortasında. Eve ne kadar uzaklıktaydım, yürüyerek dönebilir miydim? Aileme haber de vermemiştim. Telefonumu çıkardım ve önce annemi aramaya karar verdim. Annem, benden önce davranmış ve beni yedi kez aramıştı. Bahane bularak aramalıydım annemi. Kütüphane, iyi bir bahaneydi. Annemi aradım ve:

-Anneciğim, telefon sessizdeydi duymamışım. Benim kütüphaneye uğramam gerek, o yüzden servisle dönemedim. Biraz gecikeceğim, dedim. 

Annem beni dinledikten sonra:

-Yeni mi aklına geldi kütüphane? Dün akşam söylemedin bari sabah okula giderken söyle. Haydi o zaman da söylemedin, öğlen arasında işinin adı neydi? Tamam, öğlen arasında telefonun elinde yoktu diyelim, bir öğretmeninden rica edebilirdin bize haber vermesini. Bizim burada kırk türlü senaryo geldi aklımıza, yüreğimize mi indirmek istiyorsun, diyerek telefonu kapattı. Bir anlığına da olsa Gölge’yi unutmuştum fakat telefon kapanır kapanmaz yeniden aklıma geldi. Telefondan nerede olduğuma bakmak istedim. Konumuma baktığım harita, elimde tuttuğum kâğıda ne kadar benziyordu? Kardeşler Mahallesi’ne gelmişim meğer. Annemi daha fazla üzmemek için eve dönmek zorundaydım. Elimdeki kâğıt bir haritaydı ve işaretli bir yer vardı haritada. Burasının Gölge’nin evi olduğundan emindim. 



SON MAÇ

Eymen Arda Aydemir, Ahmet Kerem Şahin

Futbol, onun için her şeydi. Bütün sohbetleri, arkadaşlıkları, ilgisi, okudukları futbol üzerineydi. Bir marketin önünden geçerken açık bir televizyonda futbol maçı görse kapının önünde maç bitinceye kadar beklediği oluyordu. Bir parkta ya da okul bahçesinde maç yapan birilerini gördüğünde hemen yanlarına gidip oyuna dahil olmayı teklif ediyor, kabul edilmezse maç bitinceye kadar izliyordu. Evinde sekiz on tane futbol topu vardı. Biri balkonda, biri oturma odasında, biri mutfakta birkaçı kendi odasında… Mutfakta olan top biraz yumuşak ve hafifti çünkü hayli masraf açmıştı ailesinin başına mutfakta top oynarken. Odasının duvarları büyük futbol takımlarının oyuncularıyla ve formalarıyla süslüydü hatta odasının duvarlarını da tuttuğu takımın rengine boyatmak istemiş fakat ailesi izin vermemişti. Yalnızca odasının tavanına tuttuğu takımın bayrağını asmasına müsaade etmişlerdi.  Okul çantasını tuttuğu futbol takımının renklerinde almıştı. Defterleri ve kitapları yine futbol takımının renklerindeydi. Evin anahtarlarını taktığı anahtarlık da tuttuğu takıma aitti. Çorapları, bilgisayarın kapağı, ekran koruyucusu, telefonunun arka planı hep futbolla ilgili şeylerdi. 

Altıncı sınıf geride kalmak üzereydi. Arkadaşları usul usul lise hayalleri kurmaya, sınavlara hazırlanmaya başlamışlardı ancak onun bu tarz düşünceleri yoktu. Zaten dersleri de salmıştı iyice. Bazen zayıf not aldığı bile oluyordu, umursamıyordu. Nasıl olsa futbolcu olacaktı, iyi bir okulla, eğitimle ne işi vardı ki? Futbolcu olacak ve saatlerce ders çalışan, elinden kitap düşmeyen arkadaşlarına forma imzalayıp gönderecekti. 

Top yuvarlaktı ve dünyada yuvarlaktı. Her ikisi de dönüyordu… 

Her zamanki gibi okuldan çıkar çıkmaz önce okulun bahçesini kontrol etti. Üst sınıflar kendi aralarında maç yapacaklardı. Kalabalığı görünce doğrudan oraya yöneldi ve oyuncuya ihtiyaç olup olmadığını sordu. Önce gülüşmeler oldu ardından iri yarı olan biri:

-Seni benim takıma alacağım ancak hangi mevkide oynayacaksın, dedi. 

Hiç düşünmeden:

-Sağ kanadı bana ver, gerisini merak etme, dedi. İri yarı çocuk, bu kendinden emin cevaptan hoşnuttu fakat ilave etti:

-Beklediğim oyunu sergilemezsen işin zor…

Kısa süre sonra maç başladı. Kendinden büyük çocuklarla ilk kez oynuyordu. Top ayağına ulaştığında aniden uzun bacaklarla yanında biten diğer takımın oyuncularından kaçamıyordu. Ne zaman top kendisine gelse hemen kaptırıyordu. Sahanın o tarafına koşuyor, bu tarafına koşuyor ancak istediği gibi oynayamıyordu. Sanki ayaklarına demirden ağırlıklar asılmış gibiydi ya da diğer çocuklar çok hızlıydı. Bu arada iteklemeler, bağrışmalar, kan ter içinde kaba sözler peş peşe sıralanıyordu. Bir ara sahaya arkasını dönmüştü ki büyük bir gürültüyle irkildi. Gol yemişti takımı. Bu sırada kendini takıma alan iri yarı çocukla göz göze geldi. Çocuğun gözlerinden kıvılcımlar saçılıyordu. Diliyle dişinin arasında kendine bir şeyler diyordu. Korkmaya başladı. İlk kez bir maçın sonunu beklemeden sahadan ayrılmak istiyordu fakat bu mümkün değildi. 

Artık maç onun için bitmişti. Sadece öfkeli bakışları seyrediyordu. Zaten ayağına gelmeyen top, hiç uğramaz olmuştu. Derken takımı bir gol daha yedi, bir gol daha, bir gol daha… Artık tartışmalar, bağrışmalar futboldan daha ön plandaydı. Derin bir nefes aldı. Odası, hayatı, çorapları, anahtarlığı, çantası hepsini bir anda hatırladı. O, bir futbol çocuğuydu ve yarıda bırakılmazdı hiçbir maç. Aniden bulunduğu yerden fırladı. Kendinden büyük olsa da diğer oyunculardan hızlı koşmaya, onların ayağından topu almaya başladı. Birkaç teşebbüsten sonra nihayet takımının ilk golünü attı. Karşı takımdakiler dalga geçmişti onun attığı golle. Kendi takımındakiler ise bu golü bir yabancıya kaptırdıkları için sinirliydiler. Maç devam ediyordu. Sahada yalnızca kendisi varmış gibi oynuyordu. Beş on dakika geçmeden ikinci golünü de atmıştı karşı takıma. Kendi takımındakilerin de rakibiydi artık. Üç takımlık bir maç oynanıyor gibiydi. Umursamıyordu hiçbir şeyi. Kendine atılan sert bakışları, bağırışları umursamıyor ve yeni bir gol arıyordu. Nihayet üçüncü golü de attığında artık her iki takım da sanki kendine karşı ittifak etmiş gibiydi. Golleri saymıyordu ama birkaç tane daha atması gerektiğini biliyordu. Tüm oyuncular yorulmuş, vakit de biraz ilerlemişti. Bu esnada tam dördüncü golünü atmıştı ki kendini yerde buldu. Onu oyuna alan iri yarı çocuk kalenin tam önünde topu ayağından almaya çalışmış, alamayınca bir çelme ile yere yuvarlanmasına neden olmuştu. Yerinden kalkmaya çalıştı fakat ayağını kaldıramıyordu. Acıdan kıvranıyordu ama yanına gelen kimse yoktu. Bir süre yerde bekledi. Sürüne sürüne sahanın kenarına ulaştı. Gözlerini kapattı ancak ağrısı büyüyordu. 

Gözlerini tekrar açtığında etrafında annesi, babası ve kardeşini gördü. Bir hastane odasıydı burası. Doğrulmaya çalıştı, ayağını fark etti. Kocaman bir alçı vardı ayağında ve ayağı yukarıya asılmıştı. Bir şeyler anlatmak istedi ailesine ama susmak daha iyiydi sanki. Konuşmadı. Bir şey soran da olmadı zaten kendine. Üç gün yattı hastanede. Hiçbir şey konuşmadan üç gün. Hiçbir arkadaşı gelmemişti ziyaretine.  Arkadaşının olmadığını anladı. Duvarları boştu hastanenin. Ayaklarında çorap yoktu. Takımının renkleri silinmişti dünyasından sanki. Karşıdaki televizyonda spor kanalı açıktı ve kıran kırana bir maç vardı. Kumandayı aldı, televizyonu kapattı. 

Futbol, artık onun için bitmişti.