-deneme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
-deneme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Ekim 2025 Perşembe

RUHUN MEVSİMİ


Yasin Kesürük
Herkesin sevdiği mevsim farklıdır. Bunu biraz da belirleyen insanların kişiliğidir, diye düşünüyorum. Yaz ve ilkbahar mevsimini sevenler çoğunlukla gezmeyi, yaşamayı seven ve hayattan zevk almayı bilen insanlardır. Kış mevsimini ise genelde durgun mizaçlı insanlar sever. Sonbahar, benim mevsimim. Yalnızca benim mevsimim değil elbette çünkü sonbaharı seven hayli insan tanıyorum. 
Sonbahar, her şeyden önce yoğun sıcaklara veda edilen dönemdir. Haftalarca, aylarca susuzluktan çatlayan topraklar da sonbaharı bekler, sıcağa dayanan ağaçlar da. Dağlar, taşlar, ırmaklar, dereler hep sonbaharı bekler coşmak, yenilenmek için. Öğrenciler yeniden okula koşmak için sonbaharı bekler. Ebette bazı öğrenciler için bu iyi bir mevsim olmayabilir ama dedim ya mizaç meselesi. 
Yaprakların sararması, gölgelerin uzaması, güneşin etkisini yitirmesi, sabahın ve akşamın daha serin olması bir hüznü de beraberinde getiriyor yeryüzüne. Sararan yapraklar arasında hışırtıyla yürümek ya da bir yağmur sonrasında ciğerlerimize çektiğimiz toprak kokusu belki de içimize hüzün serpen etkenlerden sadece birkaçı. Tabi sadece hüzün değil bir huzur da geliyor sonbaharla birlikte. 
Yalnız kırsal alanlarda değil şehirlerde de sonbahar kendini gözle görülür bir biçimde hissettiriyor. İnsanlar sonbaharda yoğun bir çabaya girmeye başlıyor. Bunu en çok sokaklarda ve Pazar yerlerinde görmek mümkün. Turşu, konserve hazırlıkları, kışlık patates ve soğan satan traktörler ve kamyonetler, mağazalarda değişen vitrinler, eskisi kadar kalmasa da odun kömür telaşı… Bunlar, her sonbahar şehrin simasına yansıyan bazı manzaralar. 
Sonbahar, biraz da kışın habercisi galiba ve bu yüzden kimi insanlarda telaş anlamına geliyor. Özellikle kış mevsiminin şiddetli geçtiği yöreler için geçerli bu durum. Yoksa Akdeniz ya da Ege bölgesinde yaşayan insanların çok da umurunda olmasa gerek bazı şeyler. 
Yaz günlerinde insanlar parklarda, bahçelerde, balkonlarda vakit geçirirken sonbaharda evlerine döner, evlerin kalbi olan odalarına döner. Sonbahar, evlerin ve ailenin değerinin anlaşıldığı bir mevsimdir biraz da. Evin bir sığınak olduğunu insan en çok güz mevsiminde anlar. Yağmurlu bir günde aile bireyleriyle içilen çayın, izlenen filmlerin bambaşka bir anlam kazandığı mevsimdir sonbahar. Bir yağmur sonrası yürüyüşünden sonra eve gelerek battaniyeye sarılmanın mevsimidir sonbahar. Hele bir de soba varsa evde… Soba üzerinde kaynayan ıhlamurun tadı ya da pişirilen kestanenin lezzetini başka bir yerde bulmak mümkün mü?
İlkbahar nasıl doğanın uyanışı ise sonbahar da galiba doğanın uykuya yatma zamanı. Doğanın akşamı belki de… Yaz boyu gecelerimizi huzursuz eden sinek, sivrisinek türevlerinin birer birer yok olması sonbahar ya da yılanların, kertenkelelerin, akreplerin, karıncaların artık bizim dünyamızdan uzaklaşması… Kuşların telaşı bile değişiyor sonbaharda. Serçeler daha geç uyanıyor güne ya da kargalar daha az inşaat faaliyetinde bulunuyor. 
Doğanın tam tersine sonbaharda bütün duygularım yenileniyor benim. Yeni bir dünyaya adım attığımı hissediyorum. Tüm renkleri barındıran bir dünya. Yazın tembelliğini üzerimden bir örtü gibi alıp atan bir dünya. Sonbahar serinliği demek, uyanış demek benim için. Yeni bir sınıfa başlamak, yeni bir hayata başlamak demek biraz da. Herkesin sevdiği mevsim farklıdır. Bunu biraz da belirleyen insanların kişiliğidir, ben sonbahar adamıyım. Güzün kıymetini bilenlerdenim. Zaten güz olmasa ne yazın anlamı kalırdı ne ilkbaharın. Bütün mevsimleri tadında yaşamak için sonbaharı yaşamalı önce insan. 

13 Eylül 2025 Cumartesi

Bİ’ DÜŞÜNSENE


Yusuf Kerem Köse

Bir düşünsene, büsbüyük bir kasabada ya da şehirde yaşıyorsun ama o kasabadaki tek sağlıkçı sensin. Aslında senin bölümün kan alma ile ilgili ama bir anda o hastanedeki “her şey” sen oluyorsun. Tüm bölümlerin işleri sana kalıyor ve senden geriye kalan şeyler de “hiçbir şey”.  
İş gününe uyanıyorsun. Normalde bir üst rütbe kişiler olması gerekiyor, her birimden sorumlu birilerinin bulunması gerekiyor ama yok... İşe istediğin gibi istediğin zaman gidebileceğini sanıyordun ama yanılmışsın. 
Tüm kasaba ya da şehir buraya toplanmış gibi dolu hastane. İlk başta gözün korkuyor. Sıra numarası kesen ve insanları yönlendiren güvenlik görevlileri olmadığı için bu iş sana düşüyor ve en sonunda herkesi gerekli yerlere göndermeyi başarıyorsun fakat sonradan hatırlıyorsun ki tek doktor sensin burada. Hastanede homurdanmalar başlıyor. Ne yapacağını bilmeden önce önemli şikayetlerle gelen hastalara bakıyorsun, onlarla ilgilenmeye çalışıyorsun ama hastanede homurdanmalar artıyor. Bazıları kusuyor, kimileri bayılıyor, bir kısmı acı acı inliyor, feryat ediyor bazıları da bağırıp çağırıyor. Sen de strese girip işini bırakıp kendi alanına, kan alma bölümüne gidiyorsun ama o kadar streslisin ki damarları yanlış açıyorsun. Kan alamıyorsun. Tüm hastane senin üstüne geliyor, yandan yaşlı bir teyze sana bağırıyor, bir bebek bağıra bağıra ağlıyor, gençler yüksek sesle video izleyip sana homurdanıyor... Kafan çatlayacak gibi oluyor. Ya da düşünmeye gerek yok çünkü böyle bir iş ortamın olsa fazla düşünmeden kıyafetlerini çıkarır ve sessizce kaçardın. 
Şimdi bu anlattıklarımı unut ve geleceğe dair hayal kurmaya devam et. Mesela doktor ya da sağlıkçı olmayı düşünerek rahat bir iş sahibi olmayı düşleyebilirsin. 



KALABALIK YALNIZLIK

Zeynep Karaman

Bulunduğu kabın şeklini alanlara sıvı deniyor, peki bulunduğu ortama göre şekil değiştirene ne deniyor? Hayır iki yüzlü değil sadece yalnız deniyor yani bana göre. İnsanlara mutlu ve arkadaş canlısı gözükmek için yapılanlar ise tamamen yalnızlıktır. İki yüzlülük tamamen farklı bir şey. İnsanların birbirinin arkasından konuşması iki yüzlülüktür fakat kalıplaşmış fikirlere göre ortamdan ortama kişilik değiştirmek iki yüzlülük sayılıyor. Aslında yalnızlık iki yüzlülükten doğar çünkü senin yanında gibi davranan biri eğer iki yüzlüyse sana yalnızlığı öğretir. Kalabalık yalnızlık ifadesi de buradan türemiştir. Dünya bildiğiniz gibi çok kalabalık bir yerdi fakat insanlar her zaman kendini bu kalabalığın içinde yalnız hissetmişti.

10 Eylül 2025 Çarşamba

ÇARŞAMBA DEDİĞİNİZ

Yasin Kesürük

Elbette cuma kadar ya da cumartesi kadar keyifli bir gün değil çarşamba ama yine de pazartesinden iyidir hatta salıdan. Beş günün arasına konulmuş bir direk gibi durur takvimlerde. Bir köprüdür haftanın tam ortasından karşıya geçmeyi sağlayan. Bir hafta ne kadar zor ve sıkıcı olursa olsun çarşambadan sonra güzelleşmeye başlar. Çarşamba akşamı, tam da yaşam enerjimizin bitmek üzereyken gelir, yetişir.
Her ne kadar günleri pazartesinden başlatıp saydığımızda çarşamba 3. gün olsa da aslında 4. gün anlamına gelen bir birleşik kelimedir kendisi. Artık Türkçeleşmiştir kökeni Farsça olsa da.
Çarşamba, herkes için farklı bir anlam taşıyabilir. Dersi olmayan öğretmen için çarşamba, cuma kadar mübarek sayılabilir. Ya da çarşamba günü hastaneden taburcu olacak bir hasta için çarşambanın anlamı sağlıktır, şifadır, kurtuluştur. Çarşamba günü büyük bir galibiyet alan futbol takımı için çarşamba, günlerin en güzelidir. Mahallesine çarşamba günü pazar kurulan biri için belki gürültü demektir çarşamba fakat o pazarda satış yapan biri için nasip demektir, eve ekmek götürmek demektir.
En yoğun ve sıkıcı dersleri çarşamba gününe denk gelen bir öğrencinin çarşambayı sevmesini çok bekleyemeyiz. Çarşamba günü trafik kazası geçirmiş bir insan için çarşambalar genelde iyi şeyler çağrıştırmaz. Çarşamba günü sevdiği bir insanı kaybeden biri, ömür boyu çarşambayı yas günü olarak hatırlayabilir.
Belki de çarşamba da diğer günler gibi sıradan bir gün ancak onu değerli kılan veya sevilmeyen gün ilan eden şey bizim yüklediğimiz kıymettir. Hayatımıza göre şekilleniyor günler. Evet pazartesini seven çok az insan olabilir fakat pazartesinin gelmesini dört gözle bekleyen insanlar da vardır mutlaka.
Yine de çarşamba başka bir gün bence çünkü pazartesinin gelişi pazardan belli değildir ya da cumartesinin gelişi cumadan belli değildir lakin perşembenin gelişi, çarşambadan bellidir, demiş atalar. Sadece bu söz bile çarşambayı değerli kılmaya yeten bir anlam taşıyor diye düşünüyorum. Üstelik hangi gün ismi bir ilçeye verilmiş ki başka. Hangi günün ismiyle başlayan bir türkü var ki: Çarşamba’yı sel aldı / Bir yar sevdim el aldı.
Çarşamba, günlerin en farklısı, en özeli...

BİR ANDA

Zeynep Ayten

Bazen insanın zihni masmavi bir gökyüzüdür ama bir tane bile bulut bulunmaz. Bir tane bile kuş uçmaz bu gökyüzünde. Sadece büyük, mavi bir boşluktur ortada olan. Yazmak istersiniz, kelimeler kaçar birer birer. Konuşmak istersiniz sadece dilinize “bilmiyorum” kelimesi gelir.
Yorgunluktan mıdır oluşan bu hal? Belki... Hayata karşı küçük bir isyan mıdır bu duruş? Kimbilir?
Böyle anlarda düşünmek bile imkansızdır. Sanki kocaman dünyada tüm kapılar kilitlenmiş gibidir. Tüm perdeler çekilmiş gibidir. Ne bir renk vardır etrafta ne de bir ses. Sadece büyük bir boşluk. Bu perdeler ne kadar kalın olursa olsun, bu dünya ne kadar mat olursa olsun bir anda perdelerin açılması ya da matlığın yerini renklere bırakması an meselesidir aslında.
İnsan zihni bir anda boşluğa düştüğü gibi bir anda yeniden hayatın kılcal damarlarında gezinmeye başlayabilir.
Bazen bir şeyler yazmak için kalemi elimize aldığımızda bütün kelimeler sağa sola kaçışabilir. Bir konuşmaya başlamadan önce bütün kelimeleri unutmuş gibi hissedebiliriz kendimizi fakat böyle durumlarda da dilimizin bağının çözülmesi an meselesidir, kelimeleri birer birer avlamak da an meselesidir.
Mesela bu yazıya başlamadan önce ne yazacağımı kestiremiyordum. Kelimelerin hepsi kendi dünyalarına çekilmiş, kapıları üzerime kapatmış ve perdeleri de çekmişlerdi. Yazmaya başladıktan sonra kapılar, perdeler açılmaya başladı. Kelimelerin ürkekliği kalmadı bir süre sonra ve birer birer ortaya çıkmaya başladılar. Ben yazdıkça, düşündükçe kendileri çıkmaya başladı sahneye. Şimdi ise yeni bir sorun bekliyor beni, onları sıraya dizmek ve birbirleriyle uyum içinde olmalarını sağlamak.
Belki de asıl sorun burada başlıyor, kelimeleri yan yana getirirken onların uyum içinde olması daha büyük bir çaba gerektiriyor ama zamanla onlar beni tanıyacak ve ben onları tanıyacağım diye umuyorum. O zaman, yazmak daha kolay ve keyifli bir hale gelecek. Buna inanıyorum.

7 Mart 2025 Cuma

KÖRDÜĞÜM

Ezgi Budak

Her ne kadar “cehalet mutluluktur” sözünü hiç sevmesem de cehalet mutluluktur.
Dünyanın bağlayıp önümüze koyduğu kördüğümü o şekliyle sevseydik onu çözmek için bu kadar çabalamazdık. Belki düğümü çözmeye çalışırken canımız yanıyor fakat bir ip ne kadar düzgünse kullanması o kadar kolaydır. 
İnsan, iradesizce içine düştüğü bu tuzakta hep açtır ve her hamlesini doymak adına yapar. 
O tuzak tarafından kandırılmış aç bir insan çıkıyor ve kutsama sandığı farkındalık ve görme hastalıkları yüzünden tuzaktaki kusurları fark ediyor. Diyor ki “Bu kusurlar ortadan kalkarsa dünya daha güzel bir yer olur.” Doyma çabası yüzünden geleceğe karşı beslediği bu beklentiye hayat felsefesi adını veriyor. Gözlerinin cehalet perdesinden sıyrıldığını düşünüp gerçekten gördüğünü zannediyor. Gördüğü manzarada ise tüm o kusurlar kendi türü tarafından büyük bir gayretle kazınmıştır.  Şaşırıyor, zira bu hayat felsefesinin amacı kazıyanları kurtarmaktı ama pes etmiyor. “Herkes bana uyarsa gelecek daha güzel olur.” 
Ne yazık, bilmiyor ki ondan önce gelen herkes aynı şeyi söylemişti lakin yüce geleceğe(!) kalan tek şey kusurlardı. 
Bunun üstüne kendini öncü ilan edip herkesi kendine göre uyarlıyor. Her şeyin yoluna gireceğine inanıyor. 
Ne acı, bilmiyor ki değiştirmeye çalıştığı şey gelecek ya da dünya değil, insanlardı, cahil insanlardı. İnsan aç doğar ve yaratılışı gereği çelişir. Tüm insanoğlu aynı şeyi savunuyor olsa da dokuzu altı, altıyı dokuz gördüler diye birbirlerini yok etmeleri garip değildir. İllaki bir açık bulurlar ve öncünün dayatmış olduğu felsefe, amacının tam zıddı olan kaosu getirir. Cennet olacakken cehennemin kapısı olan gelecekte bir başınadır. 
İnsan doymaya çalışırken doğruyu ya da yanlışı gözetmez. Doyduğunda da başlangıcı, son sanır. Belki de insanı kutuplaştıran dinmek bilmeyen açlığıydı çünkü önüne ne geldiyse benimsedi. 
Öncünün girdiği boş beklentilerin ve çabaların hikâyesi bize yalnızca tarihin tekerrürünü hatırlattı. Asla değişmeyecek ideal gelecek savaşını. Cehennemin kapıları öncü için aralandığında kutsanma dediği şeylerin onu buraya getirenlerle aynı şey olduğunu ancak anlayabildi. Anladığında ise felsefesinden geriye kalan, hüzün ve pişmanlıktı. 
Bilgi güçtür.
Bilgi zayıflıktır.
Bilgi iki tarafı keskin bıçaktır. 
Zamanın bilgesi biri, bir anda en cahili olabilir. Bizler yaşamak için bilgiye muhtacız ama o istediği zaman çekip gidebilir, geride paramparça bir insan bırakarak. Hayatınıza, duygularınıza, fikirlerinize ve işleyişe dair bildiğiniz her şey yalan olsaydı, doymak için yediğiniz onca şeyi kusmak istemez miydiniz? Ama maalesef mide bile bir şeyleri kusabiliyorken beyin bunu yapamıyor. Anlayacağınız, yücelttiğimiz beyin, mideden bile daha kirlidir. 
Yeni şeyler öğrenirken büyük bir kumar oynarız. 
Bilim, şu anki haline gelene değin birçok kez değişmiştir. Her seferinde biri çıkıp yeni teorisiyle diğerlerini çürütmüştür. Şimdi bile bildiklerimizin kalıcılığı, sönmesi bir damla suya bakan bir ateşten farksızdır. Sadece şimdilik bizi aydınlatabilir. 
Bilgi adına yapılmayan kalmamıştır. Bu yüzden maymun iştahlı diyoruz zira insan doymak için her türlü maymunluğu yapar. Bunları yaparken ne kadar mutludur, mutlu mudur?
Cehaletin mutluluk olduğu doğrudur lakin bu mutluluğun bedeli günahkârlıktır.  
Cehalet mutluluktur.
Cehalet günahtır. 
İnsan aç yaşayabilir mi? Dahası duyduğu bu mutluluk ne kadar doğrudur?
Öncünün hikâyesinde her şey, bir şeylerin farkında olduğu için başladı, pişmanlık ve hüzünle bitti.  Peki ya o da o cahillerden olsaydı, son değişir miydi?
Eninde sonunda her şey insanda başlayıp insanda bitmiyor mu? Her savaş, her kayıp, her anlam, her anlamsızlık, her soru ve her cevap…
Kördüğümü çözmek gibi bir sorumluluğumuz var çünkü tuzak bizden böyle istedi. Kim bilir belki de tuzak, çözmek için ömürler harcanmış ve çözüldüğünde düzgün bir ip halini alan o kördüğümü başka masumları kirletip acı çektirmek için hazırladığı ağda kullanacaktır. 
Asıl soru, o kördüğümle mutlu muyuz? Çözdüğümüzde mutlu olacağımızın garantisi var mı? Mutlu olmasak ne olur?
Cehalet mutluluksa mutluluktur. 
Bilgi güçse güçtür. 
İçinden canlı çıkamayacağımız bu tuzakta ne diye çırpınıyoruz o zaman? Başka bir gün ölmek için yaşamıyor muyuz? Her şeyi olduğu gibi kabul etsek ya… Doymak, çözmek, bilmek, değiştirmek, güçlenmek ve görmek için neden çabalıyoruz? Niye bir şeyleri bulmak için bu kadar acı içinde kıvranıyoruz? 
Doğru ya… Çünkü bu tuzağa bir kez düşüyoruz ve hala nedenini çözememiş olsam da insan denilen varlık, o tuzağın içinde bile umudunu korumayı başarabiliyor. 

21 Şubat 2025 Cuma

KARMAŞIK DÜŞÜNCELER

Akın Eliş

 Her insanın iç ve dış dünyaları vardır. Toplumla beraber olduğu dünya, dış dünyadır. Dış dünyada insan, başka insanlarla iletişime geçmeyi, kendini düşünceleriyle yalnız bırakmayı tercih eder. Tamamen toplumdan bağımsız olduğu dünya ise iç dünyadır. İç dünyasında insan sadece düşünceleriyle beraberdir. Dış dünyadaki bütün etkileşimlerini iç dünyasında değerlendirir. Dış dünyada yaşadığı bir olay onu çok etkiler ve bu olay iç dünyasına da aynı etkiyi korumaya devam ederse o olay, anı olmaya adaydır. İnsanın iç dünyası çok karmaşıktır. Bazı insanlar, iç dünyalarındaki karmaşadan kaçar. Bu kaçma eğilimi korktuğundan değildir, iç dünyasındaki karmaşayı nasıl bir düzene koyacağını bilememesindendir. İç dünyasındaki karmaşayı kontrol altına alabilenler yani düşüncelerini yönetebilenler sanatçı olmaya ilk adımı atmış demektir. 
Birileriyle iletişim kurmak için dış dünya zorunlu gibi görünse de sanatçı olmak, düşüncelerini kontrol alabilmek iç dünyamızla da iletişim kurabileceğimiz anlamına geliyor. Bunun bir başka örneği ise insan iç dünyasındayken yani düşüncelerinde yalnızken bile düşüncelerini paylaştığı bir ortam vardır. O ortam, iç dünyasında taşıyan kişi tarafından şekillenir, anlamlandırılır. O kişinin düşünceleriyle o ortamda bulunan eşyalar birbiriyle özdeşleşir. Böyle bir ortama sonradan gelecek olan kişi, iç dünyasında yalnızken orada önceden yaşayan kişinin düşüncelerini hissedebilir. Yani her iki farklı iç dünya birbiriyle iletişime geçmiş olur böylece. İç dünyalar kesişmese de birbirinden etkilenebilir, birbiri hakkında izlenim edinebilir. Böyle bir ortama sonradan gelen kişinin hissettiği şeylerle orada daha önceden yaşayan kişinin hissettikleri benzerlik gösterebilir. Elbette farklılık da gösterebilir ve bunu sonradan gelen kişi rahatlıkla hissedebilir.  
Hepimiz insanız, her ne kadar farklılıklarımız olsa da biz aynı türün mensubuyuz. Bir yerlerde düşüncelerimiz birleşebilir ya da ayrılabilir.  Anılarımız da belki de böyle böyle oluşur. İç dünyalarımızdan dış dünyalarımıza kadar bizi etkisinde bırakan olaylar, ortamlar anıları bir ize dönüştürür. Burada dış dünyadan daha etkili olan iç dünyadır aslında.  Anı, insanın birbiriyle fiziksel etkileşiminin zihinsel boyuta aktarılmasıdır. 

7 Şubat 2025 Cuma

SON İLE -SUZ

Ezgi Budak 

Bir son ve bir başlangıca sahip olmak kaçınılmazdır zira doğduğumuz andan itibaren koyun sürüsü misali zaman adlı bir çoban tarafından ileriye güdülüyoruz. Başımızda bir çoban olduğu doğrudur fakat nasıl otlayacağımız bize kalmış: Geviş getirerek mi yoksa her seferinde farklı otları tadarak mı? Uyanık mı, yoksa bayık mı? 
Hiçbir şey sonsuz değildir. Bir düşününce belki de sonsuz olan şeyler vardır. Ne var ki biz onlardan biri değiliz.
Son ile başlangıç, doğum ve ölüm müdür? Peki ya insan bu iki kelime arasına sıkışmış bir yaratık mıdır? Geri dönme fırsatı olmadan yürüyüp gidecek miyiz? Nereye gidiyoruz? Neden yürüyoruz, geriye dönemediğimiz için mi, dönmek istemediğimiz için mi? 
Sonsuz olmamamız acınası bir şey mi?
Her nasıl bir karganın bedeni yüzmek için uygun değilse biz de sonsuzluk için uygun değiliz. Hiçbir canlı uygun değil. Bunun yaşlanmakla ya da bedenimizle alakası yok. Zaman yıpratır, doğru ama sonsuzluk süre değil, algıdır. Yani sonsuzluk algısı, bizi zaman gibi yıpratmaz. Sonsuzluğa uygun değiliz çünkü anlama yetimiz kısıtlı. Kısıtlı olan bir yere sonsuzluk sığamaz. Eğer sonsuz olsaydık, hiçbir şey anlamlı ve değerli olmazdı. Yine de birçok şey değişirdi ama bir tek şey aynı kalırdı: Başımızdaki çoban. Tabii ki değişen şeylerle beraber o çobanın adı da değişirdi ve yerini unutkanlık alırdı. Zaman akıp gittikçe o çoban da bizi takip ederdi, sürekli beynimizden parçalar aşırır bu da algımızı bozardı. 
Ortalama ömrümüz seksen iken bile birçok şeyi unutuyoruz. Sonsuz olsaydık kim bilir neleri unuturduk. “Sonsuz olmamamız acınası bir şey mi?” sorusunun yanıtını şu cümle verir: Unutmak bir lütuf mu yoksa lanet mi?
Sonsuzluk, gıpta edilecek; ölüm de korkulacak bir şey değildir. Sonsuz olsaydık hiçbir şeyin anlamı kalmazdı. Uzun ve anlamsız bir ömür yaşamaktansa kısa ve öz yaşamak daha iyidir. 
Ölüm, hayatın tadını çıkaralım diye bize verilmiş bir geçektir. 

SİZ, NASIL BİR OYUNCUSUNUZ?

Akın Eliş

Bizler; bir filmde, dizide rol yapan, kendisine verilen kişiliği canlandıran insanlara oyuncu diyoruz. Oysa insanların hepsi birer oyuncu. Hem de iyi oyuncu. 
Şimdi düşünün; kaç kez mutlu olmadığınız hâlde size nasıl olduğunuzu soran arkadaşlarınıza “iyiyim” diyerek tebessüm ettiniz ya da çok üzücü şeyler yaşadığınız halde ertesi gün arkadaşlarınızla buluştuğunuzda onları güler yüzle karşıladınız ve ruh durumunuzdan hiç bahsetmediniz, üzüntünüzü dışarıya sızdırmadınız? 
İşte bu yüzden hepiniz birer oyuncusunuz. 
Bu ve benzer olayları o kadar çok tekrarladınız ki siz bile ne zaman, ne kadar mutlu olduğunuzu bilemiyorsunuz. Kendinizi diğer insanlara olduğunuzdan daha iyi ve mutlu gösterme çabası içindesiniz daima. 
İnsanlar, olduklarından daha iyi olmak istiyor eğer bunu yapamıyorsa olduğundan daha iyi görünmek istiyor. Oysa elindekilerle yetinse belki daha mutlu olacak.
İnsan her şeye sahip olmak istiyor, her şeyi yaşamak istiyor ve sürekli mutlu olmak istiyor aslında. Bunu da başkalarına göstererek yapmak istiyor. Sonsuzluğu istiyor farkında olmadan. Bunlar gerçekleşemeyince ya da sınırlı kalınca başlıyor film ve insan bir oyuncuya dönüşüyor. Bu hisleri, düşünceleri gerçekleştirme yolunda insanın etrafının zarar görmesi de kaçınılmaz oluyor bazen. Bu durumda insanın bu sonsuz isteklerini yatıştırması gerekiyor ve orada başlıyor huzursuzluk, mutsuzluk ve film devam ediyor, oyun devam ediyor, roller değişse de oyun bitmiyor. 
Fakir, tez zamanda zengin; zengin de daha zengin olmak istiyor fakat bu hayatta sadece elindekilerle yetinen, daha iyisi için gerektiği kadar çabalayan ve daha iyi olmak için hırslanmayan kişiler gerçekten mutlu ve huzurlu yaşıyor.  
Hepimiz oynayarak yaşıyoruz bu dünyada. Kimimiz daha az kimimiz daha çok oynuyoruz. Çoğunlukla mutlu, huzurlu insan rolünü oynuyoruz. Her zaman, her insan bu oyunu sergilemese de herkesin hayatında mutlaka oyuncu rolüne büründüğü zamanlar oluyor.

AFORİZMALAR


Ezgi Budak
 

Umudun olduğu her yerde karamsarlık vardır. 
Nefretin olduğu her yerde sevgi vardır. 
İnsanın olduğu her yerde vicdan vardır. 
***
Varoluş sorgulanamaz yine de ben şansımı deneyeceğim. İnsan neden var? Bir cevap bulamıyorum fakat varoluşa karışabilmemiz için bizlere verilmiş bir sorgulama yeteneğimiz var. 
***
Kalbiniz beyaz olmasın. Çok çabuk kirlenir. 
***
Pişmanlık bir zamanlar doğru olduğunu sandığımız yanlışlardır. 
***
Bize ait olmayan beklentiler baskıya dönüşür, baskı da beceriksizliğe. 
***
Heplik ve hiçlik aynı anda var olduğu için mi evren hiçbir şeydir?
***
İnsanlık dışı, deriz. Oysa o, insanın ta kendisidir. 
***
Genelleme, en büyük ön yargıdır. 
***
Doğru ve yanlıştan emin olmamak lazım. Hiçbir şeyin kesin olmayışı gibi bu zıtlık da kesin değildir ve yine bu tamamen dünyanın işleyişini nasıl gördüğümüzle ilgilidir. En kesin doğruda ve yanlışta bile şüphe vardır çünkü kesin de kesin olana kadar şüphe olduğu kesindir. 
***
İçten yazılmayan hiçbir şey gerçek anlamda yazılmamıştır. 
***
Yalnızca objektif bir gözle bakarsak dünyayı tüm şeffaflığıyla görebiliriz. 
Öz kıyım bir cesaret örneği değildir. Yaşamak, ölümden çok daha zor ve çilelidir. Bunu cesaret bilenler, yaşamayı bilmeyenlerdir. 
***
Değişmeyen hiçbir şey yoktur, değişim de değişir. Sekiz milyar insan arasında değişimin anlamı sürekli değişir. 
***

Bir şey kaybettiğin için mi boş hissedersin yoksa boş hissettiğin için mi o şeylerin adı kayıp olur? 
***
Korku, karanlık bir odadır. Görmek için ışığa ihtiyaç duymazsın, orada kalman yeterli. Bir süre kalırsan alışırsın, alışırsan da korkmazsın. 


17 Ocak 2025 Cuma

MERDİVENLİ HAYAT

Akın Eliş

Dünyaya bir baksanıza, dünyada yaşayan insanlara. Özellikle Batı’da yaşayan insanlara. Batı’da her şey adaletli, demokratik, diyoruz. Peki ya ne kadar adaletli ve demokratikler? Kendilerini bütün dünyaya böyle tanıtmışlar, kendilerinin reklamını dünyaya pazarlamışlar ve bunu yaparken en iyi biçimde yapmış olmalılar ki neredeyse hepimiz onları bu özellikleri ile tanıyoruz. Oysa bu dünyanın neresinde olursa olsun insan, değil dünyada, evrende en acımasız canlıdır. Ülkeler, kıtalar, farklı kültürler insanın acımasız yönünü ortadan kaldırmamıştır hiçbir çağda. İnsan, çoğunlukla kendisinden başkasını düşünmez hatta kendisiyle aynı düzeydeki bir insanı ezip onun üstüne çıkmak ister. Bu insanlığın kanunu olmuştur. O yüzden eşitlik, demokratiklik, adalet gibi kavramlar hiçbir zaman, hiçbir çağda tamamıyla dünyada uygulanamamıştır. 
Her zaman insanlar arasında bir sınıflandırma vardır. Bir merdiven vardır ve o merdivende herkesin oturabileceği basamak bellidir. Orda herkes yerini bilir ama hiçbir zaman yerinden memnun olmaz. Kimi bu basamakların altındadır kimi üstündedir, bu merdivende bulunanların tek ortak noktaları amaçlarıdır. Amaç ise aynıdır: En üst basmakta olmak. Bu merdivenin basamaklarını çıkmak için ise bulunduğunuz basamağın bir üstündeki insanlarla iyi geçinmeniz ve onlarla iyi anlaşmanız en geçerli kuraldır. Ya da basamakların üst kısmında tanıdığınız birilerinin olması gerekir. Bu amacı gerçekleştirirken de kendinizi bir üst basamakta bulunan insanlara iyi tanıtmanız gerekir, yani onların sizi olumlu yönlerinizle tanıması lazımdır ama insan acımasız bir canlıdır. Sizin bir basamak üstünüzdekiler çoğunlukla sizin iyi yaptığınız şeyleri ufak bir tebrikle geçiştirirken küçük bir hatanızda sizi silerler, unuturlar, görmek istemezler. Hatta ellerinden geliyorsa bulunduğunuz yerden bir alt basamağa iteklerler. 
Siz, kendinizi bir basamak üsttekilere ne kadar iyi tanıtırsanız tanıtın ve ne kadar üst basamağa layık olursanız olun; onlar, kendilerinden alt basamaktakileri her zaman eksiklikleriyle, üst basamaktakileri ise en olumlu yönleriyle görürler çünkü kendilerinin de üst basamağa çıkması bu bakış açısına bağlıdır. Bu bakış açısına sahip olmayanlar aynı basamakta beklemeye mahkûmdur. 
Bu basamakları tırmanırken eğer merhametli yani sizi ezip kendisi üst basamaklara çıkmak istemeyen biriyle karşılaşırsanız onun kıymetini bilin. Eğer siz de onun gibiyseniz bu merdivenli hayata 1-0 önde başlarsınız ve bir yol arkadaşınız olur. Zorluklar, zorbalıklar da yine olur ancak sizi anlayan, sizinle aynı düşünen birisiyle yol yürümek bu zorluklara göğüs germenize katkıda bulunur ve size güç, inanç, azim verir. 

10 Ocak 2025 Cuma

İDEALE ULAŞMAK İÇİN GİDİLEN YOL


Ezgi Budak

Eğer var oluşunuz gerçekten umurunuzdaysa baskı nedir bilirsiniz. Baskı altında hissetmek bizi yorar ve yıpratır lakin bunu hissedebiliyor olmak, yaşamı kaale aldığınızı gösterir. Bu da kısmen iyi bir şeydir çünkü dünya üzerindeki onca televizyon arkasındaki dekoratif ledlerden biri değilsinizdir. Yine de hayatı fazla umursamak da iyi değildir çünkü her şeyin olduğu gibi bunun da bir yaptırımı vardır. 
İnsan olarak doğruyu ve yanlışı yapma hakkına sahibiz beynin bazen bizi yanıltmasından dolayı. Belki de böyle bir beyne sahip olmak için doğmadan önce bir bedel ödemişizdir. -Yanlış anlaşılmasın ben insanı yüceltmiyorum, sadece sahip olduğumuz bu düşünebilme kabiliyetini övüyorum.- Bu bedel, mükemmeliyetçiliktir. -Televizyon arkası dekoratif ledlerden ibaret olmayan insanlara hitaben- Her insan mükemmellik çabasına girer. Yoksa bu beyinler peşimizi bırakmazlar. Ardımızdan koşarken “daha iyisi olabilirdi, çalışırsan olur, geliştirilebilir” gibi şeyler söylüyorlar. Bu amansız yankılar zar zor bizlere tutunmalarını sağladığımız fikirlerimizi de etkiliyor. Tıpkı havası bitince duvara tutunamayan vakumlu bir lif gibi. Bu baskı çağrıları fikirlerimizin vakumunun içindeki havayı sömürüyor. Yere düşünce de lif gibi kirlenmemesi gereken fikirlerimiz kirleniyor.
Belki ardımızdan çığıran bunca sesi kesmemiz mümkündür fakat bir de kesilemeyen tek ve en yüksek ses vardır: iç sesimiz. Henüz kimse iç sesinin uğultusunu kulağında duymamıştır ama iç sesimiz öylesine esnektir ki diğer herkesten gelen sesi içine katabilir. Tüm o gürültü, en nezih ortamı berbat eder: Nereye doğru evirildiği belirsiz beynimizi. Beyin bir kütüphanedir, milyonlarca kitap arasından doğru olanı seçmek için sessizlik gerekir. Ne var ki bu gürültüler kendinden zahmetli işi, daha da zahmetli hale getirir. Sürekli der ki “Mükemmel ol, yoksa bir hiç olursun.” Bu vaveyla tüm kitapları birbirine karıştırır ve bir şey bulunmasını imkânsızlaştırır.
Mükemmellik, bir tür idealdir. İdeal, tanım olarak takip edilen bir amaçtır, olmak için çalışılandır. Bu da demektir ki ideal, sonuç değil yolun kendisidir. Bizler bir ideali takip ediyoruz sanırken ideal, dolaylı olarak gelişiyordur. Yani ideal asla ulaşılamayacak olandır; ideal, kazanılacak olandır. Mükemmelliği ideal yaptıysanız ona asla ulaşamazsınız. Siz hedefinize yaklaştığınızı düşünürken hedefi olmayan bir yere gidiyorsunuzdur ama yolculuğu asıl anlamlı kılan yolculuktur, hedef değil. Mükemmele yaptığınız bu yolculukta yapılan her hata ve her başarı kazançtır. 
“Hiçbir insan mükemmel değildir.” derler. Hayır, herkes mükemmeldir. –Bir kesim hariç, siz kimler olduğunu biliyorsunuz.- sadece bu kadar fazla insan ve bakış açısı olunca mükemmellik kelimesi de çok komplike bir hale geliyor. Bu yüzden mükemmelliği tam olarak tanımlayamıyoruz ve hiç kimse mükemmel değildir, deyip işin içinden sıyrılıyoruz. 
Bırakalım kimse mükemmel olmasın. Bunun uğruna tek kullanımlık ömrümüzü verirsek hiçbir şey olamayız. Daha iyisi olmaya çalışmaz ve seslere takmazsak kütüphanede kitap bulması, okuması, yorumlaması daha kolay olur. Mükemmel olsanız bile o sesler asla susmayacaktır, susmazlar da. Zaten doğru ve yanlışımızın olması bizi mükemmel yapar. Yaptığımız işten gurur duyabiliyorsak gerisi önemli mi?

BİRİCİK GERÇEK

Akın Eliş

Dünyadayken kalbimiz attığında, vücutta yaşamsal faaliyetler gerçekleştiğinde hayattayız, diyoruz. Peki, ne kadar hayattayız? İnsanlar ölmekten korkar, ölünce yakınları üzülür. Peki ya ölünce gerçek hayatı gerçekten yaşayacaksak? Ya da hiçbir zaman ölmüyoruz, biz sadece öldüğümüzü zannediyoruz. Yaşamın normal bir parçası belki de ölüm, biz onu abartıyoruz. Ne zaman öleceğimizi de bilmiyoruz. Ölümün zamanını bilmek, ölümden korkanlar için zor olsa gerek. İnsanların geleceği bilme arzusu da galiba bu yüzden, yani ölecekleri zamanı görme çabasından kaynaklanıyor ancak insanlar farklı bahanelerle bu gerçek niyeti gizliyorlar. Aynı şekilde geçmişe gitme arzusu da özünde ölüm endişesinden kaynaklanıyor. Geçmişte yaptıkları ve pişman oldukları hataları geriye dönerek düzeltme çabası taşıyor bu niyetleri de. İşte yaşamın tek gerçeği ölümdür. Bir dine inanan ya da inanmayan herkes öleceğinin farkındadır. Peki ya şu an yaşadıklarımıza ne oluyor, anlık yaşanıp bitiyor mu her şey? Kayıp mı oluyor yaşananlar? Yoksa hâlen yaşandıkları yerde duruyorlar mı? Eğer yaşadıklarımı, yaşanan anda hâlen duruyorsa öldüğümüz an da hep orada ölüm anında kalacak ve yaşayacak. Ölüm işte böyle garip bir gerçek. 
Aslında insanın dünyaya gelmesinin en büyük nedeni bir gün ölecek olmasıdır. Adına hayat dediğimiz şey, ölüm bizi buluncaya kadar ya da biz ona varıncaya kadar geçen süreden başka nedir ki? Kimi bu süreyi on yıllarla doldurur kimi ise üç beş yılla. Ölümün yaşı yoktur, zamanı ve yeri de yoktur. İnsanların en büyük çaresizliği de aslında bu yüzden ölüm karşısında. 
Ölüm geldiğinde daha önceden kıymetli sayılan her şey değerini yitirir. Uğruna ömür harcanan her şey bir yalana dönüşür. Hatta sevgiler, akrabalık bağları bile ölümün önünde geçerliliğini yitirir. Belki de bu yüzden söylemiş yazar: Ölümün var olduğu bir dünyada hiçbir şey ciddiye alınamaz. 

3 Ocak 2025 Cuma

İNSAN ÜZERİNE

Ezgi Budak

Duygular insanları güçsüz mü kılar? Birçoğumuz böyle düşünüyoruz, belli oluyor gözler önündeki vaziyetimizden.
Manavdan meyve seçerken nelere dikkat ediyorsunuz? Kabuğuna mı, şekline mi, rengine mi, boyutuna mı? Neticede hepsinin tek tek içini açıp bakmıyorsunuz. Diyelim ki manavdan parlak kabuklu, güzel görünümlü mandalinalar aldınız fakat içlerini açıp tattığınızda ne denli acı olduğunu fark ettiniz. O mandalinalar insanlardır. Kabuklar, duygular gibi içteki tatsızlığı saklar. İç kısmı ise salt insandır. Eğer güçlü olmanın vicdan azabı çekmemek ya da ağlamamak olduğunu savunuyorsanız bu çok büyük bir yanılgıdır. Duygulardan arınmış insanlar salt hallerine geri dönmüş demektir, yani o kabuksuz ve tatsız haller. İçlerinde yalnızca mantar gibi onlara yapışmış acılar ve intikam hissi kalmıştır. İntikam uğruna verilen manasız savaş, onları güçsüz yapar. Bir hiç uğruna verilmiş savaş, güçsüzlük değil midir? İçlerinde bu güdülerini dizginleyemeyecek kadar hiçbir şeyin kalmayışı ve kendilerini bitirecek derecede güçsüz olduklarını rahatça görebiliriz. İnsanlık bu yöne doğru evrilirse katliam kaçınılmazdır. Asıl güç, bu güdüyüz dizginleyecek vicdana ve iradeye sahip olmaktır. Bu iki kelime insanı canavardan ayıran tek şeydir keza duygular da öyle. Her insan intikamın cazibesine aldanabilir. Ne de olsan insan buna kanacak kadar ikiyüzlü mahlûktur. Ancak güçlü olanlar kendilerine sahip çıkar, bunu da duyguları sayesinde yaparlar. Yine duygular vasıtasıyla katliamdan uzak dururlar. Duygular insanı insan yapar ve onu günah çizgisinden uzak tutar. Bazen güç, yapmaktansa yapmamaktır, yapmayacak kadar güçlü olmaktır. 
Duygular güçsüzlük arz etmez aksine insan gibi güçsüz bir varlığı güçlü kılar. Bu yüzden onlara sahip çıkmalıyız. Duygularından vazgeçmiş bir insan, insanlığından da vazgeçmiştir çünkü güç, hâkim olabilmektir; nefret ve intikam güdüsünü hiçe sayabilecek kadar kendine hâkim olabilmektir. Bu da ancak duygularla sağlanabilir. 

SAHİCİ YALANLAR

İdil Karaman

Farklı zihinlerde aynı hayaller barınamaz. Herkes farklı bir açıdan ve zihnin büyüklüğü ya küçüklüğü kadar bakar aynı zannedilen hayale. Aynı tohum, aynı toprakta, aynı güneşi ve suyu alsa bile nasıl farklı farklı şekillerde boy veriyorsa insan zihni de böyledir. Aynı evde yaşıyor olmak, aynı yaşta olmak, aynı sınıfta aynı öğretmenlerden aynı dersi almak aynı sonuca götürmüyor insanı, aynı hayale nasıl götürsün?
Farklıyız, hiçbirimiz benzemiyoruz birbirimize. Benzeyemiyoruz, benzeyemeyiz. Ortak kesişen noktaları benzerlik zannediyoruz ki bu kesişmeler de zaten anlık. Sıcak bir günde soğuk suya duyulan hasret gibi, çok açken aynı yemeği düşlemek gibi. Yani ihtiyaç zamanlarında yalnızca insan değil, bütün canlılar bu reflekse kanar. Bu, benzerlik değildir, çaresizliktir. Bu çaresizlik birlikte tutar insanları ve ortak hayale, ortak düşünceye inandırır. Oysa bu bir yanılgıdır. Aynı hayale sahip olunduğunun yanılgısı. 
Hayallerin ve düşüncelerin ortak bir noktada buluşamayacağının diğer göstergesi de bu iki kavramın sabit olarak kalmamasıdır. Hayaller değişir. Her yaşta değişir, her mevsimde hatta her ayda değişebilir. Değişirken gelişir aynı zamanda. Detaylanır, büyür. Bir bitki tohumunun toprak altında kök salması, derinlere inmesi gibidir hayal. Düşünce de yine aynı şekilde zihinde kurgulanır ve dış dünyaya göre şekillenir. Bütün bu etkenlere rağmen nasıl insanlar aynı hayali kurabilir. Aynı şeyi düşünebilir. 
Seni anlıyorum, cümlesi doğru zannedilen bir yalan. İnanılası bir yalan. Söyleyeni bile inandıran ve söyleneni mutlu eden bir yalan. Seninle aynı hayalleri paylaşıyoruz, cümlesi ise çıngıraklı yalan. 
Farklı zihinlerde aynı hayaller barınamaz.

28 Aralık 2024 Cumartesi

GRİ VE YALNIZLIĞIN RENGİ

 Elif Naz

Gri kimsenin aklına bile gelmeyen yalnızlığın rengi. O da adı gibi yalnız, kimsenin ilgisini çekmeyen siyah ve beyazın karışımını temsil eden, içinde biraz iyi biraz kötü barındıran, bende çok garip ve karamsar hisler uyandıran renk. O çok farklı ve çok yalnız. İçindeki siyahtan kurtulamayıp beyaza adım atamayan, artık pes etmiş, bıkmış, nötrleşmiş bir renk. İşte bu yüzden beni etkiliyor, tıpkı benim gibi.
Gri ve yalnızlığın rengi. 

ADI PİŞMANLIK

 Ekin Akçay


Kötülük neden bir insan tarafından başka bir şeye yapılır ki? Can sıkıntısı mı, art niyet mi yoksa bir diğerinin başının belaya girmesi mi? 
Bence her ne amaçla olursa olsun bu gerçekten de hoş karşılanacak bir şey değil. Bir düşünsenize karşıdakinin canının yanması, kalbinde derin bir iz bırakır büyüyüp gidecek olan. Karşıdaki hiç düşünmez, bir an bile. Çünkü düşünürse ne olacağını bilir. Üstelik düşünen kişi yürekliyse. Bazen fark edilmez bile karşıdaki söylemezse. Tabii bazıları vardır ki söylemez, yapanın kapılar kapandıktan sonra anladığı. Hani adı pişmanlık olan.

27 Aralık 2024 Cuma

O SES

Akın Eliş


Bir şeyleri sürekli erteleme ihtiyacı duyuyoruz. Bunu o kadar çok yapıyoruz ki artık bir refleks haline gelmiş. Eğer yapmamız gereken işi sevmediğimiz bir şeyse erteleyemeyeceğimiz kadar önemli olsa bile bir yolunu bularak ertelemek istiyoruz. Öyle bir duruma geliyoruz ki artık yapmamız gereken iş bize zevk verse bile onu ertelemek istiyoruz. İçimizden gelen bir ses, bizi buna itiyor ve biz de her seferinde bu sesin buyruğuna boyun eğiyoruz. Artık bu sese dur dememiz, bu sesi kesmemiz gerek çünkü bu ses hayatımızı ele geçirmiş durumda, hayatımıza o yön veriyor. O ses ne isterse onu yapıyoruz yani kontrol ediliyoruz ama kendi tarafımızdan. O sese yenik düşüyoruz çünkü onun istediği gibi yaşamak bizim de işimize geliyor zamanla. O sesin dediğini yapmak kolayımıza geliyor ve insan her durumda kolay olana yönelmekte ustadır. Herkes istediği şeyin gerçekleşmesini istiyor. Dünyamızdaki kargaşanın, kaosun, karmaşanın, çatışmaların asıl sebebi de bu. Her insan o sesin dediğine inanıyor, inanmasa bile bunu bir emir olarak benimsiyor ve yapıyor. Herkes kendi istediğini gerçekleştirmek istiyor ve bu isteklerini yerine getirirken kimseyi umursamıyor. Karşısındakini bir rakip olarak görüyor ve ezmek istiyor. Kim fiziksel ve maddi imkânlar yönünden daha önde ise bu mücadelenin kazananı da o oluyor. Artık dünyanın kanunu bu değil mi?  Dünyaya güç sahiplerinin, güçlülerin dünyası demek daha doğru değil mi? İşte bakın, o derinlerden gelen ses, dünyamızı onların dünyalarına çevirdi ve bizi yani diğerlerinden güçsüz olanları şimdiden bir kolay yol aramaya yöneltti. Bu satırları düşünüp yazarken bile o ses devreye girdi ve güçlülerin galip geleceğine dair bir şeyler fısıldadı.
Bunu anlamak, o sesi bilmek ve onun niyetini tanımak bile bir kazanç diye düşünüyorum. Bir gün o sesi tümüyle keseceğimi biliyorum. 

21 Aralık 2024 Cumartesi

DİĞER BÖCEKLER

 Mehmet Zahid Ökten


Bir böcek yalnızca bir böcekten ibaret değildir. Böceklerin binbir türü vardır. Bazıları çok bacaklı bazıları iki bacaklıdır. Bazıları konuşabilir böceklerin. Bazıları “konuşabilir mi” diye sorabilir. Kahkaha atanları da vardır. 
Böcekler yalnızca tavan arasında, taban tahtalarının altında olmaz. Yalnızca bahçede, balkonda da olmaz. Bazı böcekler sınıflarda olabilir. Sınıfın tavanında ya da tabanında değil sandalyelerinde oturabilir. 
Böceklerin beslenme şekilleri türlü türlüdür. Bazıları çikolata yiyip ambalajlarını masaların üzerinde bırakabilir. Bazıları da zil çalmadan ayağa kalkıp ortada dolaşabilir. 
Hikâye yazabilen böcekler de vardır, yazılan hikayeleri tıklayarak onların çok okunanlar arasına girmesini sağlayanlar da.
Bizim konumuz yalnızca doğadaki böcekler. Diğer böcekler, hayatın her yerinde dolaşıyor zaten. 

GERÇEĞE DAİR BAZI SORULAR


Elif Naz Özden


Hiç düşünmüş müydünüz şu an, gerçek mi? Yaşadıklarımız yalan mı? Arkamdan bir işler çevriliyor mu? Bilmem, belki de yaşayacağımız yüzlerce şey vardır. Belki şu an komadayım ya da yaşadığımı zannettiğim ev tamamen bir hayal ürünü. Annem, babam, ailem aslında bir sanrıdan ibaret. Önümde gördüğüm belki de bir halüsinasyon. Belki birazdan bombalar patlayacak bulunduğum yerde. 
Öyle ya da böyle bir hayatın içindeyiz. Hangisi gerçek, hangisi oyun? Bu oyunun sonu nasıl bitecek, bu bir rüya ise nerede uyanacağım, hepsi boşlukta. Eğer yaşadıklarımız bir oyun ya da rüya ise karşımıza ilerde neler çıkacak? 
Ah biz insanlar! Bunları düşünmeden, bilmeden bildiklerini sandıklarıyla övünen canlılar. Sahip olduğunu düşündüğü şeylerle gururlananlar ve kendilerini belki de bir yalana teslim edenler.