21 Eylül 2024 Cumartesi

KAPIDAN KAPIYA


Üner Taha Aydemir

Kapıya sırtını döndü ve uzaklaşmaya başladı. Bu kaçıncı kapıydı uzaklaşmak zorunda kaldığı, düşündü, sayamadı. Önündeki bütün kapılar kapalıydı. Kimi içerden kilitliydi kapıların kimi dışardan. Biraz ilerledikten sonra döndü ve kapıya yeniden baktı. Kapı açılmıştı ama tekrar oraya gitmek istemiyordu. Kendisine açılmayan kapılar bazen böyle kendiliğinden açılıyordu. Kime açılıyordu? Bilmiyordu. 
Yukarıdaki satırları yeniden okudu ve bir hikâyenin kapısının böyle açılmaması gerektiğini düşündü. Okuyanlar böyle bir hikâyenin önünden dönebilirlerdi. Daha başka bir kapı bulmalıydı hikâyeye girmek ve ardından okuru davet etmek için. Hikâye yazmak zorunda mıydı? Değildi. Bir şeyler yazmak zorunda mıydı? Değildi. Öyleyse masadan kalkmalı ve hayatın akışına kendisini bırakmalıydı. Hayata karışmalıydı. 
Düşündü, şu saatlerde yollar, koşuşturan insanlarla dolu olmalıydı. İnsanların ellerinde, kollarında mutlaka çantalar vardı. Mağazalar büyük ihtimalle tıklım tıklım doluydu. Sanki bir savaş başlayacaktı da insanlar stok yapıyor gibiydi. Bu manzara hep böyleydi. Günlerdir, haftalardır, aylardır böyleydi. Ömür boyu belki de birkaç kez giyebileceği elbise için telaşla alışveriş yapanlar, hiç kullanmayacağı elektronik malzemeler satın alıp kısa bir süre mutlu olduktan sonra bir çekmecede unutanlar, son kullanma tarihi geçinceye kadar dolapta bekleyip sonra çöpe gönderilmek üzere poşetlerde taşınan gıdalar…
Dışarda manzaranın böyle olabileceğini tahmin etmek zor değildi. Bu hayata karışmak da en az bir hikâyeye başlamak kadar zordu onun için. Hayata karışmak zorunda mıydı? Değildi. Sokağa çıkmak zorunda mıydı? Değildi.
Soruların cevabı hep “değildi” şeklinde geliyordu ve bu cevaplar onu hareketsiz bırakmaya yetiyordu. 
Yeniden masasının başında kendini yazmaya konsantre etti ve bu kez hikâye değil de farklı bir türde yazmaya karar verdi. Bir süre düşündü, en iyisi şiir yazmaktı. Şiir, bazen kendi kendine bir çorap söküğü gibi gelebiliyordu. Hikâye de öyleydi ama bu kez yazdığı hikâyeler tıkanmıştı. Hikâyenin kapısını bir türlü aralayamıyordu. Bu kapının önünde daha fazla beklemek anlamsızdı. 
Şiir yazmalıydı. Gözlerini kapattı, ilk dizeler zihnine düşmüştü bile: 
Açılsın diye bekliyorum önünde
Yıllardır ulu bir kapının





MİSAFİR

Üner Taha Aydemir 

Önce kırlar düştü
Uçsuz bucaksız 
Bir kar örtüsü beyazlığında 
Ama göğsü kor gibi sıcaktı

Sonra soldu
Sanki sonbaharda düşen
Her bir yaprakla beraber
Tane tane soldu
Kupkuru kaldı
İçinden çürümüş yalnız ağaçlar gibi

Ama mutluydu
İşte bu yüzden
Kandım
İnandım
Yuvamızdayız sandım

Yanılmışım, misafirmişiz
O da hepimiz gibi misafirmiş
Lakin o bizi 
Beklemedi
Erkenden gitti
Sanıyorum ki
Beklemeyi pek sevmezmiş kendisi

BEYAZ ELBİSE


Üner Taha Aydemir

Bu beyaz elbise sana hiç yakışmadı
Dedi öfkeyle
Aslında kolu, düğmesi, yakası olmasa da
Beğenmişti gömleğini
Ama bilemezsin ki
Kimsenin kıymetini
Yitirmedikçe en yakınındakini

Sonra hatırlarsın
Sual olunmaz sevgini
Bir parça taşın
Bir avuç toprağın önünde

Bu beyaz elbise sana hiç yakışmadı 
Duyuyor musun söylenenleri 
Hiç beğenmediler üzerindekini

UYKU

Üner Taha Aydemir

Gecenin karanlığında
Bırakır kendini insan
Karanlığın avuçlarına
Uyur 
Kaçmak için 

Eğer uyuyamazsa
Yakalanır yalnızlığın girdabına
Yüreğinden mıhlanır
Simsiyah bir tabuta
Zincire ne gerek
Rehin olmak için yalnızlığa

KAPI


Üner Taha Aydemir

Açılsın diye bekliyorum önünde
Yıllardır ulu bir kapının
Eşiğinden içeriye adım atanlar
Biliyorum 
Biliyor artık bilinmeyenleri

Aslında yaşadıkça kapılardan geçiyorum
Kimi içerden kilitli
Kiminin dışarda anahtarsız paslı kilitleri

Yaşamak kapıları açmak biraz da
Kimi taştan, kimi demirden kapıları
Yaşamak eşikleri aşmak biraz da
Kiminin önünde bekleyerek sabırla
Demirden çarıklarla, asayla

Bir kapı var önümde açılmayan
Hatta tutmak için kolu bile olmayan
Vurmaya çekindiğim
Eşiğinde üşüdüğüm
Kocaman, kanatlı bir kapı

DEMİR KAPI

Üner Taha Aydemir

Saatlerdir aynı bankta oturuyordu. Sağa sola bakmıyordu. Sadece ayaklarının ucuna bakıyordu. Küçücük sarı karıncalar geçiyordu ayaklarının ucundan. Telaşlı böcekler geçiyordu. Hava serindi ama üşümüyordu. Yanından geçen insanların farkında değildi. Yakınından geçen araçların da farkında değildi. Saatin kaç olduğunu bilmiyordu. Günlerden neydi?.. Bilmiyordu. Yaşadığı yılı biraz düşünse tahmin edebilirdi. Biraz düşündü fakat bir tahminde bulunamadı. Ayaklarına baktı. Ayaklarının biri önde diğeri gerideydi. İki ayağını da aynı hizaya getirdi. Birkaç saniye sonra ayakkabılarından birinin üzerine iri bir yağmur damlası düştü. Bu damlanın nereden geldiğini merak etmedi. Başını kaldırıp gökyüzüne bakmadı. Hatta içinde küçük bir mutluluk hissi uyandırdı ansızın düşen bu yağmur damlası. Birkaç saniye sonra bir yağmur damlası da başına düştü. Yine gökyüzüne bakma ihtiyacı hissetmedi. Sağa sola bakma ihtiyacı da hissetmedi. Yağmur damlaları çoğalmıştı ama tedirgin olmadı. Kendini hayli keyifli hissetmeye başlamıştı. Yağmur damlaları etrafına düşerken küçük küçük ses de çıkarıyordu ve o bu seslerden mutlu olduğunu hissetti ama dönüp bakmadı yine. Yağmur bir anda hızlandı. Ayaklarının altındaki zemin ıslanmıştı. Oturduğu bankın her yeri ıslanmıştı. Kendisi de ıslanmıştı. Artık yağmur suyu alnından, paçalarından, kollarından akıyordu. Akan suya bakıp daha da mutlu oldu. Yağmur dinmiyordu, üstelik şimşek çakmaya başlamıştı. Gök gürlüyordu arada ama başını kaldırıp sesin nereden geldiğine de bakmıyordu. Büyük bir eğlencenin ortasında hissediyordu kendisini. Bu esnada elinde şemsiye ile yanına biri geldi:
-İçeri girmelisiniz, hastalanacaksınız. Yağmur sizi epey ıslatmış. Haydi benimle içeriye gelin, dedi.
Saatlerdir hareket etmemişti, ilk kez başını çevirme ihtiyacı hissetti. Beyaz elbisesi ve siyah şemsiyesi ile yanında duran bu adamı tanımıyordu. Bakışlarını hemen kaçırdı ve ekledi:
-Merak etmeyin, iyi yüzücüyümdür. Bu güzel ortamdan uzaklaşmak istemiyorum. Hem hastalanacak bir durum da söz konusu değil. 
Kaç dakika boyunca yağmur yağdı, bilmiyordu. Ne kadar ıslanmıştı, onu da bilmiyordu. Etrafta kimseler kalmamıştı. Karıncalar da kaybolmuştu, telaşlı böcekler de. Oturduğu yerde küçük bir göl oluşmuştu. Ayakları suyun içindeydi fakat umurunda değil gibiydi bu durum. Bir süre sonra yağmur dindi. Yürümek istedi ve yerinden kalktı. Elbisesi üzerine yapışmıştı. Kollarını, bacaklarını salladı. Yine hiçbir tarafa bakmadı. Gözleri halen yerde, ayaklarındaydı. Kalktığı yerde bıraktığı ceketini gördü ve eline alarak saçlarını, kollarını kurulamaya çalıştı tamamen ıslanmış ceketle. Daha sonra da ceketini omzuna attı ve yürümeye başladı. Yürümek ona hep iyi geliyordu. Attığı her adımda yeni yürümeye başlayan bir bebeğin heyecanını yaşıyor gibiydi. Saatlerce kendisini bir taş yığını gibi hissetmişti. Şimdi hareket edebildiğini, yer değiştirdiğini görmek, hissetmek ona sonsuz bir mutluluk veriyordu. Bu nasıl olabiliyordu? Az önce bankta otururken şimdi yer değiştirmiş ve değiştirmeye de devam ediyordu. Tıpkı önünde yürüyen karıncalar gibi, hızla koşuşan böcekler gibi kendisi de yer değiştirebiliyordu. Bu, çok büyük olaydı onun için. Birdenbire yürümeyi kesti. Durdu. Arkasına ve önüne baktı. Sağına soluna baktı. Kimse yoktu. Oysa karıncalar tek başlarına gezmiyorlardı. Önlerinde, arkalarında başka karıncalar vardı. Böcekler de yalnız hareket etmiyordu fakat kendisi tek başınaydı. Öyleyse ben bir karınca değilim, bir böcek de değilim diye düşündü. Bu düşünceden sevinç mi duymalıydı üzünç mü karar veremedi. Yeniden yürümeye devam etti. Tam yalnız olduğunu düşünüyordu ki elinde tuttuğu bir tepsi ile kendisine doğru yaklaşan birini gördü. Evet, önünde hareket eden biri vardı. Nihayet karşı karşıya geldiler. Hemen önünde duran kişi tepsinin üzerinden aldığı iki şekeri kendisine doğru uzattı ve:
-Yağmurdan dolayı saatini geçirdik biraz ama içeriye gelmediniz. Daha fazla zamanını geçirmemek için bunları size getirdim, dedi. 
Soru sormadı, cevap da vermedi. Kendisine doğru uzatılan şekerimsi nesneleri aldı ve tepsinin üzerinde duran bardaktaki suyu içti. Karıncaları hatırladı. Peş peşe yürüyordu onlar. Elinde tepsiyle yürüyen kişinin peşinden yürüdü, yürüdü. O nereye dönüyor, yürüyorsa kendisi de o şekilde yürüdü. Kısa bir süre sonra büyük bir kapıdan içeriye girdi. Burada başka insanlar da vardı ve kimse kendisine bakmıyordu. Ardından yürüdüğü kişiyi kaybetmemeliydi. Merdivenleri geçtiler, birkaç kez sağa sola döndüler. Nihayet önünde yürüyen kişi geriye döndü ve:
-Buyurun, sizin odanıza geldik. Benden bu kadar, diyerek hızla ayrıldı yanından. 
Saatlerdir aynı yatakta yatıyordu. Gözleri tavanın aynı noktasına bakıyordu. Ne zamandan beri bu yatakta olduğunun farkında değildi. Nerede olduğunu ve neden burada bulunduğunu merak etti. Hızla yatağından doğrulmaya çalıştı fakat her tarafı kemik gibi kaskatı olmuştu. Kolları, bacakları, boynu ağrıyordu. Başında kocaman bir ağırlık asılı gibiydi. Bir yerlere tutunarak kalktı. Odanın kapısına doğru yönelmişti ki önünde küçük servis aracıyla içeriye biri girdi. Araçta yiyecek, içecek ve renkli atıştırmalıklar vardı. Canı bir şeyler yemek ve içmek istemiyordu. Servis aracıyla odasına giren kişinin bir anlık dalgınlığından faydalanarak dışarıya çıktı. Merdivenleri hızla indi. Yürüdükçe açılıyordu. Yürümek ne güzel bir eylem, diye düşündü. Bina kapısından çıktı ve neşeli bir biçimde bahçe kapısına doğru ilerledi. Bahçenin kocaman, demirden bir kapısı vardı. Kapının hemen yanında da küçük bir kulübe. Kapıyı açmaya çalıştı fakat açılmıyordu. Duvarlar, atlamak için fazla yüksekti. Kapıyı zorlamaya devam etti. Bu esnada omzuna konan bir el ile irkildi. Üniformalı bir genç konuşuyordu:
-Selim Bey, ne yapmaya çalışıyorsunuz? Sizin burada işiniz ne? Lütfen odanıza dönün ve size verilecek ilaçları zamanında almaya özen gösterin.
Geriye döndü ve binaya baktı. Önündeki demir kapıya baktı. 

MUTLULUK

 Nurgül Asya Kılcı, Zeynep Yurttaş

Etrafımızdaki insanların çoğu
Mutsuzluktan bahsediyor
Oysa bu dünyada
Mutsuz olmak için çok çaba gerek

Mesela yaşıyoruz ve sağlıklıyız
Mesela gökyüzü açık ve bulutlar var
Mesela önümüzde yiyecek ekmek
İçecek su var

Mutlu olmak için 
Onlarca neden var
Ama bilmiyorum neden
Mutsuz bütün insanlar

ASIRLIK DÜĞÜM

 
Nurgül Asya Kılcı, Zeynep   Yurttaş
Kaan Erdoğan, Mehmet Zahid Ökten
Miraç Kağan Güler, Taha Metin Yıldırım
Selim Kurt, Tunahan Ceylan


Bölüm 1: Sandığın Keşfi

Yaz mevsimi başlayalı çok olmuştu fakat henüz havalar tam anlamıyla ısınmamıştı. Yağmur yağıyor hava birazcık soğuyor sonra ısınacak oluyor yeniden yağmur yağıyordu. Yaşlılar yaz mevsiminin bu sene gelmeyeceğini düşünüyorlardı. Vakit gece yarısını çoktan geçmişti ve yine dışarda fena bir yağmur vardı. Yağmura yine katlanmak mümkündü ama bir de fırtına eşlik ediyordu ona. Kapılar ve pencereler ıslık çalıyor hatta bilinmeyen bir şarkının bestesini yapıyor gibiydi. Yatılı okulda bu ilk senesi değildi artık tecrübeliydi. Üçüncü senesiydi bu ailesinden uzak geçirdiği. İlk sene çok üzülmüş, ailesini çok özlemişti ama artık arkadaşlarıyla da bir aile gibi olmuştu. Zaten birkaç hafta sonra okullar da kapanacak ve ailesinin yanına dönecekti. Aylar sonra ilk kez bu gece vakti kendisini yalnız hissetti. Arkadaşları uyuyordu ve pencerelerden sesler geliyordu. Ara sıra dışardan rüzgârın etkisiyle gürültüler de geliyordu. Uykusu kaçmıştı bir kez. Uyuyamıyordu ama arkadaşlarını da uyandırmaya kıyamıyordu. Bir süre koridorda gezindi, gezindi. Dışarıya baktı fakat karanlıktan bir şey görünmüyordu. Pansiyonun penceresinde kendisini gördü. Bir anda ürktü fakat gördüğü şey kendisinin yansıması olduğu için korkusu çabucak dağılmıştı. Birkaç saniye sonra koridorun lambaları söndü. Sonunda elektrikler kesilmişti. Heyecanla odasına koştu. Ranzasına uzandı bu esnada odada kalan diğer arkadaşları da uyanmışlardı. Biraz korkmuş bir sesle:
-Saatlerdir uyuyorsunuz. Elektrikler kesildi işte ve yağmurun duracağı yok, uyanın da biraz sohbet edelim, dedi. 
Odada kendisi hariç dört kişi vardı: Mert, Mehmet, Alp ve Hasan. 
Nihayet herkes uyanınca Mahmut:
-Bu karanlıkta oturmayalım ve bir mum bulalım, dedi. Arkadaşları Mahmut’un fikrine katıldılar. Beş kafadar mum aramak için koridora çıktılar. Gürültü yapmamaya çalışıyorlar ara sıra çakan şimşeğin aydınlattığı koridorda el ele tutarak ilerliyorlardı. Sonunda deponun bulunduğu yerde birkaç yarım mum ve bir kibrit buldular. Mumun birini yakarak yeniden dönüş yoluna geçtiler. Adeta bir korku filminin içinde gibilerdi. Hasan bir ara tuvalete gitmek istediğini söyledi. Arkadaşları tek gidemeyeceğini belirterek ona eşlik ettiler. Yeniden odaya döndüklerinde sanki bu gecenin hiç bitmeyeceğini, yağmurun hiç dinmeyeceğini düşündüler. Başka odalarda da sanki kimse yok gibiydi. Beş arkadaş kocaman pansiyonda mahsur kalmış gibiydiler. Bir süre herkes sustu. Mert sessizliği bozdu:
-Mahmut, senin dedenin sana verdiği ve bize içini hiç göstermediğin bir sandık vardı. O sandığı getirsen, içini açsak, baksak. Hem vakit geçer hem de bizim merakımız giderilir, ne dersin?
Mahmut, önce bu fikri beğenmedi fakat yapacak bir şey yoktu. Fikri beğenmedi çünkü dedesi ona bu sandığı asla açmaması gerektiğini, yıllar sonra açması gerektiğini söylemişti. Aradan üç yıl geçmişti ama sandığı açmayı halen düşünmüyordu. Yine de gitti ve dolaptan küçük, ahşap sandığı getirdi. Sandığın kapağını açmaya çalıştığında onun kilitli olduğunu ilk kez gördü. Zaten çok da açmak istemiyordu. 
-Arkadaşlar, gördüğünüz gibi sandık kilitli. Belki de çivilidir. Ben bunu yerine kaldırıyorum, dedi. O esnada Alp, sandığı eline alarak muma iyice yaklaştırdı ve altında silinmek üzere olan yazılar gördü:
-Bu yazıları okuyalım, belki de nasıl açılacağı yazıyordur dedikten sonra hecelemeye başladı.
Bu yağmurlu bir gece
Sordum size bilmece
Sandığı açmak için
Bu yağmurlar bitmeden
İnceleyin sadece
Bunun kendilerine yazılmış bir mesaj olduğunu anladılar ve düşünmeye, incelemeye başladılar. Tam bu esnada oda yeniden karanlığa büründü. Zaten yarım mumlardan birini yakmışlardı ve mum bitmişti. Mert, yeniden yarım bir mum yaktı. Mumu iyice sandığa yaklaştırdı. Hep beraber sandığı incelemeye başlamışlardı. Mahmut sandığın desenlerinde farklı gördüğü bir yere dokunur dokunmaz sandığın altında küçük bir bölüm açıldı. Hepsi heyecanlanmıştı. Bu bölümde küçük bir anahtar ve bir de anahtar deliği yer alıyordu. Acaba sandıkta ne vardı? Gece yarısı bu maceraya niçin başlamışlardı? Yağmur devam ediyor, şimşekler çakıyor, fırtına zaman zaman mum ışığını sallıyordu. Pansiyondaki herkes uyuyordu. 
Mahmut derin bir nefes aldı ve anahtarı yerine yerleştirdi. Sağa sola hareket ettirdiğinde sandığın kilidinin açıldığını hissetti. Kapağı birdenbire açmak istemiyordu. İçinde ne göreceklerini hepsi de merak ediyordu fakat usul usul açmaya karar verdiler. Mumu iyice sandığa yaklaştırdılar. Mahmut kapağı aralıyordu ki bir anda sandık elinden kaydı ve içinden bir şeyler yuvarlandı. Birden hepsi de telaşlandılar. Sandığın içinden düşen şey yuvarlanırken ses de çıkarmıştı. Mumu aşağıya doğru indirdiler. Başka mumlar da yaktılar fakat görünürde boş bir sandıktan başka bir şey yoktu. İçindeki her ne ise düşmüş ve bir yerlere yuvarlanmıştı. Hepsi telaşla sağı solu ararken birdenbire gıcırtıyla odanın kapısı açıldı. Kocaman bir gölge düşüyordu içeriye. Ürktüler, biraz sonra içeriye elinde bir fenerle pansiyon nöbetçisi Mustafa öğretmen girdi.
Öğretmen olup bitenleri sordu. Gecenin bu yarısında neden uyumadıklarını, sürekli odalarından sesler geldiğini ve bunu merak ettiğini söyledi. 
Mehmet:
-Öğretmenim, dedi. Bir şey düşürdük ama ne olduğunu bilmiyoruz, hepimiz onu arıyoruz. 
-Fenerimle size yardımcı olayım, dedi Mustafa Öğretmen fakat Mahmut:
-Gerek yok öğretmenim. Yarın da arayabiliriz, şimdi uyku zamanı, diyerek öğretmenin odadan uzaklaşmasını sağladı. 
Gerçekten de yorulmuşlardı, soğuktu ve uykuları gelmişti. Sandık artık onlar için büyülü bir şey olmaktan çıkmıştı. Zaten içi de boştu ya da önemsiz bir şeyler vardı ve düşmüştü. 
Herkes uyumaya karar verdi. Sadece Mahmut uyanıktı. Sandığı yanına aldı ve yatağına uzandı. Evirdi, çevirdi, dedesini düşündü. Uyuyakaldı. 


Bölüm 2: Sandığın İçindekiler

Dedesi rüyasında ona biraz kırgındı. Dedesinin yanına gitmişti ve dedesi ona:
-Senin gibi torun olmaz olsun. Sana en değerli sandığı hediye ettim. İçinde çok değerli bir şey vardı fakat sen ona sahip olamadın. Kaybettin. Şimdi de keyifle uyuyorsun. İnsan merak etmez mi neydi o yuvarlanan diye? Sen ne biçim bir torunsun. 
Bu sözleri duyan Mahmut, yataktan fırladı. Dedesi haklıydı galiba. Dışarda hava aydınlanmış, sabah olmuştu. Yağmur ve fırtına da durmuştu. Hemen odanın zemininde dün akşam sandıktan düşen ve yuvarlanan şeyi aramaya başladı. Gözleriyle sağı solu tarıyordu ki dolabın hemen altında bir cisim gördü. Yürüdü, cisme uzandı. Bu bir cep saatiydi fakat zinciri yoktu. Saate baktı, tam olarak 6.46’yı gösteriyordu. Odanın duvarındaki saate baktı. O da aynı saati gösteriyordu. Saati kulağına tuttu. Çalışıyordu. Yıllardır bir sandık içinde kalmış bir saatin halen çalışıyor olması ve zamanı doğru gösteriyor olması bir hayli garipti. 
Saati cebine koydu ve kapağı açık sandığın kapağını kapatmaya karar vermişti ki sandığın en altında bir bölüm daha olduğunu fark etti. Bu bölümü eliyle yokladı. Açılacak gibi değildi. Saati cebinden çıkardı. Yeniden sandığa yerleştirdiğinde saat çalışmayı durdurdu ve alttaki gizli bölüm açıldı. Gizli bölümde bir kâğıt parçası vardı. Kâğıdı eline aldı ve pencereye doğru tuttuğunda kâğıdın üzerinde bir harita oluştuğunu gördü. Arkadaşları hâlen uyuyordu. 
Birkaç saat sonra arkadaşları uyandığında hepsi dün gece yaşananları çoktan unutmuş gibiydi. O da hatırlatmadı ve her zamanki gibi derslerine gitti, geldi. 
Gördüğü rüya geldi aklına. Dedesi ona kırgındı ve onun gönlünü almak zorundaydı. Arkadaşlarının arasından ayrılıyor ve sandıkta bulduğu kâğıda durup durup bakıyordu. Sonunda o kağıttaki haritanın nereye ait olduğunu anladı. Harita köylerinin az ilerisindeki harabeye aitti. Burada çok büyük taşlar ve yıkık duvarlar vardı. İlk fırsatta haritadaki yere gitmeliydi ama haritayı daha detaylı incelemeliydi. 
O gece de dedesini gördü rüyasında. Bu kez o kadar sinirli değildi. Tebessüm ediyordu dedesi. 
-Gözüme girmeyi başardın yeniden Mahmut, dedi. Şimdi o haritayı iyice incele. Saati de kullanabilirsin, sana yardım edecek. Çok fazla yardıma ihtiyacın olduğunda ben buradayım. Yani rüya ülkesinde. Sana yeni ip uçları veririm, dedi ve kayboldu. 
Mahmut için artık okul, dersler ikinci planda kalmıştı. Her şey yalnızca bu sandık, harita ve saatten ibaretti. Dedesini özlemişti galiba. Sürekli rüyasına girip duruyordu. 



Bölüm 3: Köye Dönüş

Mahmut’un arkadaşları bir daha sandığını hiç sormadılar. O gün düşüp yuvarlanan şeyin ne olduğunu da merak etmediler. Zaten o günden sonra havalar ısınmıştı. Herkes güneş batıncaya kadar bahçede geziyor, dolaşıyordu. Dersler de yıl sonu olduğu için azalmıştı. 
Bir hafta sonra karneler alınacak ve herkes evine, köyüne dönecekti. Köye dönmeyi en çok bekleyen Mahmut’tu. Haritasını her gün açıyor ve inceliyordu. Dedesi de son günlerde rüyasına girmez olmuştu. Bir gün sessizce bir kenarda yine haritasına bakarken Mahmut’u gören Mert:
-Seni bu kağıda bakarken görüyorum sürekli, ne yazıyor bu kağıtta, diye sordu.
Mahmut, önceleri söylemek istemedi fakat Mert ısrar edince olup biteni anlattı. Mert kağıdı istedi Mahmut’tan ve ışığa doğru tutarak baktı:
-Bu kağıt boş Mahmut. Boşu boşuna hayal kurmayı bırak bence. Zaten iyice ayrıldın aramızdan. Hep kendi başına dolaşıyorsun. Bence dedene bu durumu da söyleme hiç, dedi. 
Mahmut’un morali bozulmuştu fakat kafasında tüm plan hazırdı. 
Nihayet karne günü geldi. Herkes birbiriyle vedalaştı ve duygusal anlar yaşandı lakin Mahmut başka bir heyecanla köy garajının yolunu tuttu. Köye indiğinde doğru dedesini aradı. Dedesi ikindi namazındaydı. Caminin önüne giderek dedesini bekledi. Dedesi namazdan çıktığında Mahmut’u gördü ve sarıldı. Mahmut dedesine yol boyu yaşadıklarını anlattı. Dedesi onu dikkatle dinledikten sonra şöyle dedi:
-Sana bu sandığı hediye ettim ve içinde değerli bir şeyler olduğunu söyledim, bu doğru fakat içinde ne olduğunu ben de bilmiyordum çünkü hiç açamadım. Bana da dedem vermişti bu sandığı ve ona da büyük ihtimalle dedesi vermiş. Yani senelerdir dededen toruna kalan bir sandıktı bu ve açılmamıştı fakat sen açmayı başarmışsın, dedi. Bunun üzerine Mahmut:
-Peki ama dede, rüyalarıma nasıl girdin? Üstelik çok gerçekçiydi ve ben çok etkilendim bu rüyalardan, dedi. 
Dedesi:
-O kadarını bilmiyorum fakat seninle o harabelere gidelim ama şu haritaya bir de ben bakayım, dedi.
Mahmut, haritayı uzattı ve ekledi:
-Işığa doğru tutmalısın, dede. 
Dedesi:
-Bu kağıt boş evladım, dedi. Sen emin misin burada harita olduğundan. 
Mert de aynı şeyi söylemişti. Mahmut yine üzüldü. Dedesinin elinden kağıdı aldı. 
-Sen beni oraya götür, gerisine karışma, dedi. 
Dedesi Mahmut’un bu sözleri üzerine:
-Sen her şeyi çok abartmışsın Mahmut. Üzgünüm ama ben sana yardımcı olamam. Bak, sandıktan güzel bir saat çıkmış. Bunu kullan, sen de torunlarına hediye edersin. Hatta sandık içinde hediye edersin. Okuluna devam et ve kendini böyle şeylerle yorma, dedi.
Dedesi rüyasında böyle demiyordu oysa. 
Eve gelmişlerdi. 
Anne, baba, dede, torunlarla akşam yemeği yendi. Mahmut’un aklında ertesi gün sabah erkenden harabelere gitmek vardı. Harabelere tek başına gidecek ve oradaki sırrı çözecek belki de orada bir define bulacaktı. 

Bölüm 4: Düğüm

Uykusu gelmek bilmiyordu. Yatağın içinde bir sağa bir sola dönüyordu. Oysa pansiyon yatağına göre hayli rahattı yatağı. Yorganı da yündü. Eskiden olsa mışıl mışıl uyurdu bu yatakta fakat şimdi diken varmış bir o yana dönüyordu bir bu yana. 
Ne kadar döndü ne kadar zaman geçti farkında değildi lakin yine bir rüya görüyordu. Dedesi yine rüyasına gelmişti. Belki de rüya değildi bu çünkü odası, dedesinin odasıyla yan yanaydı. Dedesi tebessüm ediyor ve şöyle diyordu:
-Aslan torunum, haydi şimdi kalk ve doğru harabelere git. Gündüz seninle çok ilgilenemedim ama mutlaka bu vazifeyi yerine getirmen lazım. Asırlardır süregelen bu geleneğin, bu sırrın son düğümünü çözmek senin elinde koçum. Haydi, deden senden güzel haberler bekliyor. 
Bu rüyadan uyandığında hava henüz aydınlanmamıştı. Kalktı, abdest aldı ve harabelere doğru yola çıktı. Harabelere vardığında hava zaten aydınlanmıştı. Güneş ufuktan doğmuştu. Yanında getirdiği kazmaya ve küreğe baktı. Nereyi kazacaktı, kazacak mıydı? Burada ne araması gerekiyordu? Uykusunu almadan gelmemeli miydi? Kafası karışmıştı. Haritayı çıkardı cebinden. Bu haritanın ona yol göstermesi gerekiyordu. Bir yandan da saatini çıkardı ve kağıdın üzerine saati koydu. Hiçbir olağanüstü şey olmuyordu. Sonra kağıdı yeni doğmakta olan güneşe doğru tuttu. Gerçekten de kağıt boştu. Oysa daha düne kadar bir harita vardı kağıdın üzerinde. Kağıdı evirdi, çevirdi, o yana döndürdü, bu yana döndürdü, boştu. O esnada saatten gelen tıkırtıyı duydu. Cep saatinin akrep ve yelkovanı çıldırmış gibi dönüyordu. Bir süre döndü, döndü. Mahmut’un da başı dönmüştü ki akrep ve yelkovan bir pusula gibi tek yönü işaret eder biçimde durdu. Bu bir işaretti. Mahmut kazmayı aldı ve saatin gösterdiği yöne doğru Ya Allah, diyerek kazmaya başladı. Dedesinin de rüyasında söylediği gibi bu düğüm çözülmeliydi. 
Dakikalarca kazma ve kürekle çalıştı. Kan ter içinde kaldı. Artık kazdığı çukurun içinde görünmüyordu, çukur boyunu aşmıştı. Ağaç köklerinden ve taşlardan başka bir şey bulamıyordu. 
İyice yorulduğu sırada uzun bir gölge gördü çukurda. Yukarıya doğruldu. Önce seçemedi gölgenin sahibini. Dedesiydi gelen. Dedesinin yüzünde bir tebessüm vardı, Mahmut’a doğru eğildi ve fısıltıyla:
-Aslan torunum, kalktın ve harabelere geldin. Vazifeni yerine getirdin. Asırlardır süregelen bu geleneğin, bu sırrın son düğümünü çözebildin mi bari?
Mahmut başını öne eğdi:
-Çözemedim dede, çözemedim, dedi ve elini dedesine uzatarak kendisini kazdığı çukurdan çekmesini istedi. 

SEN ÖNEMLİSİN

 


Gamze Sena Kuyucu

Sensin bana yaşama sevinci veren
Senin olmadığın zamanlarda
Bir eksiklik hissediyorum
Yanımda

Kimileri senin farkında
Kimileri ise hiç fark etmiyor
Oysa benim için çok önemlisin
Çünkü benimsin
Sevgili küpelerim

PENCERE

 Eymen Çam
Pencereler olmasaydı
Mağaradan farksız olurdu evler
Okullar
Bir pencere 
Yetiyor değiştirmek için mekânı

Pencere, koruyor kışın soğuktan
Yazın güneşten
Olmasaydı pencereler
Sabahı fark etmezdik 
Akşamı da

Önünde dışarıyı seyredecek 
Bir pencereniz yoksa
Hep karanlıktasınız demektir
Bu aydınlık dünyada

GİZEMLİ BİR KIŞ MACERASI

Yusuf Kerem Acar
Aden Mira Kartal
İsmet Çınar Altuntaş
Eymen Çam
Gamze Sena Kuyucu

Kış bu şehre yakışıyordu. Baharı ve sonbaharı da güzeldi bu şehrin fakat kışın başka güzeldi. Dağlar aylarca beyaza bürünüyordu. Evlerin bacalarından çıkan dumanlar büyülü bir şehir manzarası ortaya çıkarıyordu. Şehrin en çok sevilen ve simgesi haline gelen nehir kış vakitlerinde tamamen donuyor hele de kar tatili olmuşsa çocukların üzerinde oyunlar oynaması, kızakla kayması bile mümkün oluyordu. 
İşte yine kış gelmişti üstelik bu sene gideceğe de benzemiyordu. Eskilerin anlattığı diz boyu yağan karlar bu sene de yağmıştı ve çocukların ilerde torunlarına anlatacakları soğuklar yaşanıyordu. 
Ece ve Efe bu küçük şehirde doğmuş ve başka bir şehre gitmemiş ikiz kardeşti. Efe, Ece’den iki dakika daha büyüktü ve sürekli kardeşini ağabey, demesi için zorluyordu. Ne de olsa iki dakika daha büyüktü ondan. Ece ise iki dakika kendisinden daha önce dünyaya gelen Efe’ye şöyle diyordu:
-O zaman sen de sınıfımızda senden önceki günlerde, haftalarda, aylarda doğmuş herkese ağabey ya da abla diyeceksin. 
 Şiddetli yağışlara ve soğuğa rağmen bir türlü eğitime ara verilmiyordu. Küçük bir şehir olduğu için her yere yürüyerek gidilebiliyor düşüncesiyle büyükler bir türlü okulların kapanmasına müsaade etmiyordu. O sabah da yoğun yağışa rağmen iki kardeş erkenden okul yoluna düştüler. Zaman zaman birbirlerinin ellerini tutuyorlardı düşmemek için. Okula yaklaştıklarında kapının hemen yanında soğuktan donmak üzere olan bir kedi gördüler. Ece:
-Bu kediyi sınıfımıza götürelim mi Efe, diye sordu. 
Efe:
-Efe, değil ağabey… Götürebiliriz elbette ama öğretmenlerimiz ne diyecek bu işe? 
Soğuktan donmak üzere olan kediyi iki kardeş sınıfa getirdiklerinde sınıfta kimsenin olmadığını gördüler. Bir süre beklediler. Yan sınıflarda da birkaç öğrenci ancak vardı ve öğretmenler de gelmemişlerdi. 
Sınıfta bir süre kediyle ilgilendiler. Beslenme çantalarında kedinin yiyebileceği şeylerden ona ikram ettiler. Kedi ısınıp kendine gelince sınıfta dolaşmaya başlamıştı ki okul müdürü sınıfa girerek:
-Kar ve soğuk sebebiyle okullarımız bir hafta tatil edildi çocuklar. Küçük arkadaşınızı da alarak evinize gidebilirsiniz. 
İki kardeş, artık kendine gelmiş olan kediyle birlikte yola çıktılar. Evleri hayli uzaktaydı ve ırmağın yanından da geçmek zorundaydılar evlerine ulaşmak için. Yanlarından geçen birkaç öğrenci oldu fakat onların evi yakındı okula. Uzaktan gelen yalnızca Ece ve Efe vardı. Efe okuldan çıktıklarında bu kediye bir isim vermek gerektiğini söyledi kardeşine. Ece:
-Pars, dedi. Adını Pars koyalım. Baksana şunun yürümesine. Nasıl da zıplayarak yanımızda yürüyor?
Bir süre Pars yanlarında yürüdü ancak daha sonra önlerinden yürümeye başladı. Kediyi takip ederek, şakalaşarak yürüyen iki kardeş kar yağışının da artmasıyla yarım saat kadar sonra etraflarına baktıklarında ev yolunda olmadıklarını fark ettiler. Hatta yol bitmişti ve etrafta çok az ev görünüyordu. Buraya nasıl ve ne zaman, hangi yollardan geçerek geldiklerine dikkat de etmemişlerdi. Etrafı tanımaya çalışıyorlar fakat tipiden pek bir şey göremiyorlardı. Kaybolduklarından artık emindiler. Şehre ve mahallelerine dönüş yolu yok gibiydi. Pars ise halen oyun peşindeydi ve ıslanan tüylerine rağmen ayaklarının arasında dolaşıp duruyordu. Bir türlü yorulmak, usanmak da bilmiyordu. 
Ece:
-Madem ağabey olan sensin, haydi bizi evimize ulaştır. Ne de olsa iki dakika benden büyüksün ağabey, dedi.
Bu cümledeki “ağabey” kelimesi Efe’nin hoşuna gitmişti fakat hiç zamanı değildi bunun. Geriye dönerek kendi adımlarının üzerinden yürümek iyi bir fikirdi. Bir süre yürüdüler fakat izler kaybolmuştu. Yine bembeyaz kocaman bir boşluğun içindeydiler. 
Pars, artık yorulmuş ıslanmıştı ve sanki Ece ve Efe’den yardım istiyor gibiydi. Ece, Pars’ı kucağına aldı ve bir süre daha yürüdüler. 
Ayakları artık kendilerini taşımaz oluncaya kadar yürüdüler, yürüdüler. Vakit hayli ilerlemişti ve bir türlü şehir görünmüyordu. Artık ikisinin de gücü kalmamıştı yürümek için fakat etrafta dinlenmeye, oturmaya bir yer olmadığı gibi yol sorabilecekleri kimseler de görünmüyordu.
Ece, yaşadıklarının bir kabus olduğunu düşünmeye başladı. Efe’ye sordu:
-Ağabey, bir rüyada mıyız yoksa?
Efe:
-Rüya değil ve başımız dertte. Ben de isterdim bir rüya olmasını yaşadıklarımızın. 
Kaç zamandır Ece’nin kucağında dinlenen Pars uyanarak yere indi ve bir süre iki kardeşin ayaklarının altında dolaştıktan sonra farklı bir yöne doğru yürümeye başladı. 
Ece ve Efe bu kez onun peşinden gitmek istemediler zira onları buraya getiren, kaybolmalarına neden olan Pars’tı. 
-Şimdi evimiz nasıl da sıcaktır, dedi Ece. Üstelik annem, babam endişelenmiştir de. Yemeğimiz de hazırdır fakat biz buralarda…
Tam ağlayacaktı ki Efe ona sabırlı olması gerektiğini söyleyerek elinden tuttu. Pars’a takip etmeye başladılar fakat hava da kararmaya dönmüş, kar da durmuştu. En azından artık uzakları görebileceklerdi. Bir süre yürüdükten sonra uzaktan şehrin ışıkları görünmeye başlamıştı. Işıkları görmek biraz içlerini rahatlattı. Adımlarını daha da hızlandırdılar. Pars’ı takip etmekten uzaklara çok fazla bakamıyorlardı. Artık adım atacak hallerinin kalmadığı anda ırmağın kenarında olduklarını söyledi Efe. Ece, buna inanmıyordu çünkü yorgun ve açtı. Bayılmak üzereydi. Efe ne kadar ısrar ettiyse de Ece yürümemekte direniyor hatta uyumak istediğini söylüyordu. Belki de Pars’ı bir süre taşıdığı için erken yorulmuştu. Başka çaresi kalmamıştı Efe’nin. Kardeşini sırtına aldı ve artık tanıdığı yollardan evine doğru yürümeye başladı. Biraz yürüdükten sonra anne ve babasını karışışında buldu. Annesi ve babası çok merak etmişlerdi. Okulu aramışlar, arkadaşlarına sormuşlardı ve akıllarına bin türlü kötü senaryo gelmişti. Çocuklarına kavuşan anne ve baba evin yolunu tuttu. Pars da bata çıka onların yanında ilerliyordu. 
Eve ulaştıklarında artık Efe de yürümekten bitkindi. Babası, tam Pars’ı dışarda bırakarak kapıyı kapatacaktı ki Efe onu içeriye almasını istedi babasından. 
Ece bir süre sonra kendisine geldi. Efe de kıyafetlerini değiştirdi. Yemek yediler ve çay içtiler. Pars, ıslak tüylerini sobanın kenarında kurutuyordu. 
Nasıl olsa ertesi gün okul yoktu. Dinlenmeleri epey zaman alacak gibiydi bunca maceradan sonra. 
Yorgunlukla Ece ve Efe erkenden uyudu. Pars da mışıl mışıl uyuyordu. 
Sabah Ece uyandığında önce Pars’ı görmek istedi fakat Pars yerinde yoktu. Efe’ye haber etti durumu. Efe de uyandı ve evde Pars’ı aradılar fakat Pars evde değildi. 
İki kardeşin telaşını gören anneleri onlara bunun sebebini sordu. Efe:
-Dün akşam yanımızda gelen ve gece boyu şu minderde uyuyan kedimiz vardı. Adını Pars koymuştuk. Aslında bize bu macerayı yaşatan da oydu. Sabah siz mi gönderdiniz onu dışarıya, diye sordu. 
Annesi biraz şaşkın ve biraz de endişeli:
-Hangi kedi, ne zaman, nerede gibi soruları peş peşe sordu. 
Babasının geldiğini gören Efe ona:
-Dün akşam içeriye almanı söylemiştim baba. Sen kapıyı kapatıyordun, son anda içeriye aldık onu hatırlasana, dedi. 
Babası:
-Dün o cümleyi kurdun ama ben kedi filan görmedim, dedi. 
Babası ve annesi şaşkın şaşkın birbirine bakıyordu. 
Ece ve Efe daha şaşkın birbirlerine bakıyorlardı. Ece, Efe'ye sarıldı ve ekledi:
-Ağabey...

DEĞİŞİK BİR SONBAHAR HİKAYESİ

 Yusuf Kerem Acar
Ayşegül Yıldız
Aden Mira Kartal



Yağışlı bir sonbahar günüydü. Sabahtan beri devam eden yağmurun durmaya hiç niyeti yok gibiydi. Ağaçlarda kalan son yapraklar da yağmurun ve rüzgârın etkisiyle dökülmüştü. Kış, geldim geleceğim diyordu. Geceleri hava hayli soğuk oluyordu. 
Küçük bir kasabaydı burası. Tıpkı filmlerde, kartpostallarda olan kasabalar gibi bir ırmağın kenarına kurulmuştu. Sakin bir kasabaydı ve herkes birbirini tanıyordu burada. Kışa doğru herkeste aynı telaş olurdu: Yakacak ve yiyecek hazırlama… Turşular kurulur, hamurlar kesilir, sebzeler kurutulur, konserveler hazırlanırdı ve çoğu insan bu hazırlıkları tamamlamış gibiydi. İnsanlar bu hazırlıkları birbirlerine yardım ederek tamamlarlardı. Bu yıl sonbahar erken gelmişti. Pastırma sıcakları yaşanmamıştı hiç, havada ve kasabada bir tuhaflık var gibiydi. 
Okul bahçesi normalde gürültülü ve tozlu olurdu fakat gün boyu yağan yağmur yüzünden çocuklar dışarıya çıkamamışlardı. Akşam, eve dönüş saati geldiğinde de herkes hızla evine doğru koşuyordu. Okuldan her zaman en geç çıkan öğrenci Adayke yine geç kalmıştı. Sınıftan çıkmadan önce mutlaka çantasını kontrol eder ve tahtayı silerdi. Adayke, düzenli olmayı seven, ayrıntıları fark eden ve sorumluluk sahibi bir çocuktu. Sınıfta bir şeylerini unutan arkadaşı olursa doğrudan onu uyarırdı. Sınıf temizliği de onun için önemliydi. Evine doğru giderken mutlaka kurallara uygun yürürdü. Ödevlerini asla ihmal etmezdi. Adayke okuldan çıkarken neredeyse okul bomboş kalmıştı ve arkadaşları koşarak gittiği için okul bahçesi, yollar da boştu. Okul bahçesinden dışarıya adım attığında yağmurun ne kadar şiddetli yağdığını fark etti fakat yağmurda yürümeyi severdi. Islanmak istiyordu ve her zamanki gibi sakin sakin yürümeye başladı. Birkaç adım atmıştı ki başını kaldırdığında önünde bir yabancının durduğunu fark etti. Otuzlu yaşlarda, şık giyimli, temiz yüzlü biriydi karşısında duran kişi ve elinde kocaman bir siyah şemsiye tutuyordu. Adayke’ye bakarak:
-Hayli ıslanmışsın evlat. Yağmur da devam ediyor. İstersen şemsiyenin altına gel, seni gideceğin yere kadar götüreyim. 
Adayke, ilk kez kasabada gördüğü bu adamdan önceleri ürkmemişti ama ses tonunun duyunca biraz korktu ve bakışlarını ondan kaçırarak:
-Teşekkür ederim, ben ıslanmayı seven birisiyim. Eve kadar usul usul yürümem gerekiyor. 
Cümlesini tamamladıktan sonra Adayke yürümeye devam etti. Şemsiyeli yabancı ise uzun uzun onun ardından baktı. Köşeyi dönerken Adayke geriye dönerek halen adamın orda olup olmadığına baktı. Adam ortada yoktu. Kimdi bu yabancı? Yağmurlu bir havada nereden gelmişti? Kasabada başka kimse görmüş müydü onu? Okulun önünde neden bekliyordu? Adam, iyi birine benziyordu fakat nedense aklına hiç iyi şeyler gelmiyordu. Peki ama neden diğer arkadaşlarına bu teklifi sunmamıştı şemsiyeli adam? Yağmur altında yürüdükçe soruları çoğalıyordu Adayke’nin. Nihayet evinin önüne geldi. Kapıyı açtı. Annesi ve babası kapının açılmasıyla telaşlı bir vaziyette ona doğru koştular. Annesi:
-Sudan çıkmış sıçana dönmüşsün, neden bu kadar geç kaldın. Yarın hasta oldum dersen ben  sana biliyorum yapacağımı, dedi.
Adayke başını önüne eğerek:
-Evet, çorba yaparsın ve çabucak toparlanırım dedikten sonra tebessüm etti. 
Bu kez babası söze girdi:
-Neden hızlı gelmedin, belki daha az ıslanırdın?
Adayke:
-Hiç ıslanmadan da gelebilirdim, dedi. Okulun önünde bir yabancı vardı ve kocaman şemsiyesi ile beni eve bırakmayı teklif etti fakat kabul etmedim. 
Aldıkları bu cevap karşısında şaşıran anne ve babanın içine de bir endişe düşmüştü. Kasabalarında bir yabancı görmeyeli aylar olmuştu. Gelen yabancılar da mutlaka birkaç saatlik iş için uğrar geri dönerlerdi. Kimdi bu yabancı ve okul önünde neden bekliyordu?
Yağmur, yorgunluk ve soru işaretlerinin etkisiyle Adayke erkenden uykuya daldı o akşam. Sabah uyandığında yağmur dinmişti ve güneş yüzünü göstermeye başlamıştı. Saate baktı, okula geç kaldığını fark etti. Annesine seslendi fakat annesinden cevap alamadı. Babasına seslendi, ondan da bir cevap gelmemişti. Neler oluyordu? Neden evde kimse yoktu? Birdenbire aklına dün akşam gördüğü yabancı adam geldi nedense… Okula gitmeliydi fakat evde kimsenin olmaması daha büyük bir meseleydi onun için. Elbiselerini giydi, çantasını hazırladı ve bahçeye çıkarak annesini, babasını aramaya başladı. Bahçede de yoktu kimse. Komşularına sormak üzere onların bahçelerine girdi fakat onların da evlerinin kapısı açıktı ve içerde kimse görünmüyordu. Diğer komşularına baktı fakat onların da kapısı açıktı ve yine evde kimse yoktu. Kapı kapı dolaştı. Tüm kasaba boşalmış gibiydi. İnsan görmek mümkün değildi. Bir süre düşündü ve kasabada hiçbir hayvanın da kalmadığını gördü. Ağaçlarda kuşlar yoktu. Bahçelerde tavuk, kedi, köpek yoktu. Adeta başka bir kasabaya gelmiş gibiydi. Sessizlik ve ıssızlık onu boğacak gibiydi. 
Eve dönüp çantasını alarak okuluna doğru koşmaya başladı. Okulun kapısı da açıktı. Nefes nefese tüm sınıfları dolaştı. Kimsecikler yoktu. Yeniden okulun bahçesine çıktı. Ağlamak istiyordu, nefesi daralıyordu. Bahçenin önüne çıktığında siyah şemsiyeli adamı yine gördü. Yağmur yağmıyordu ama yine şemsiyesini açmıştı. Ona bir şeyler sormak istedi fakat konuşamadığını fark etti. Adam Adayke’ye bakarak tebessüm ediyordu. Nefes alamaz olmuştu Adayke. Bir şeyler yapmalıydı ama ne? Bu esnada annesinin sesini duydu:
-Artık yataktan kalkma zamanı geldi. Okula geç kalıyorsun.

TEK VALİZ

 

Doğa Uzunpınar
Ekin Akçay
Elif Serra Yıldırım
Nehir Güver
Elif Naz Özden
Elif Dağdeviren
Şeyma Ateş
Beste Kaya

Şimdilerde doğduğum topraklarda sonbahar ne güzeldir, diye düşündü. Oysa bu ülkede ve bu şehirde sonbahara dair yaşanabilecek güzellikler ne kadar azdı. Mesela ayaklarının altında hışırdayan yapraklar yoktu. Mesela göç eden leylekler yoktu. Turşu yapan, elma kurutan, salça yapan kimseler de yoktu. Okul alışverişleri ile dolup taşan caddeler, sokaklar yoktu. Ama burada olan şeyler de doğduğu şehirde yoktu. Burada kargaşa ve gürültüden başka bir şey yoktu aslında fakat kargaşanın ve gürültünün her türü vardı. Binalar gökyüzüne kadar uzanıyor bazıları bulutları sıyırıyordu. Yollarda iğne atsanız yere düşmezdi. İnsanlar yürümekten çok koşuyor gibiydi ve taşıtlar gün boyu, gece boyu vızır vızır ilerliyordu. Yalnızca yerde değil gökyüzünde de benzer bir trafik vardı. Alışılacak gibi görünmüyordu bu hayata. Bu ülkeye, bu şehre geleli henüz birkaç gün olmuştu ve buradaki yaşam tarzını henüz kavrayamamıştı. Kaç gündür doyasıya yemek yememişti. Makarna ve salata dışında hiçbir şeye yaklaşamıyordu. Çünkü kendi ülkesindeki mutfak kültürünün en küçük kırıntısı bile yoktu buralarda. Zaten insanlar tıpkı sokakta yürüdükleri gibi yemek yiyordu. Olabildiğince hızlı yiyorlardı. 
Zihninden hep düşünceler geçiyordu ve bir an bile düşünmeyi bırakamıyordu. Zihni hep meşgul olduğundan birkaç kez yanlış sokağa girmiş ve kaybolmaktan son anda kurtulmuştu. Zaten sokaklar hep birbirine benziyordu. İnsanlar da hep birbirine benziyordu. Bu kadar benzerlik içinde tek aykırı görünen kendisiymiş gibi hissediyordu. Çirkin Ördek Yavrusu masalını yaşıyor gibiydi bu ülkede. Sadece gündüzler değil geceleri de hayli yorucuydu onun için çünkü gece boyu da gürültüler bitmiyordu. Güç bela uykuya dalıyor sonra karmaşık rüyalardan kan ter içinde uyanıyordu. Bu düşünceler zihninde dolaşırken kaldığı yurdun kapısının önüne geldiğini fark etti. Yurda karşı bir aidiyet hissi yoktu. Ülkesindeki en ucuz otel bile onun için buradan daha cazipti. Buraya ait olmadığını her adımda hissediyordu. Fakat yapacak bir şey yoktu, buraya eğitim için gelmişti. Onca sınavdan geçmiş, onca başarı elde etmiş ve bu üniversiteye davet edilmişti. Pek çok arkadaşının hayaliydi bu. Kendisinin de hayali buydu fakat gerçekler hayallerindeki gibi değildi. Yurt dışını deneyimleyen bütün arkadaşları onu teşvik etmişti fakat kimse bu zorluklardan bahsetmemişti. Birdenbire acıktığını hissetti. Keşke üzerine tereyağı dökülmüş bir mercimek çorbası olsa ve yanında küçük bir salata bulunsaydı. 
Annesi ne güzel yemek yapardı. Memleketinin ekmeklerini, ekmek kokusunu bile özlemişti. Fırınların önünden geçerken burnuna gelen ekmek kokularını hatırladı. Daha ilk günlerde bu kadar memleket özlemi fazlaydı. Fazla duygusallaşmıştı. Oysa neşeyle binmişti uçağa ülkesinden ayrılırken. Kendisini toparlamalı ve bu hayata ayak uydurmalı, hayallerini gerçekleştirmek için çalışmaya başlamalıydı. Kaldığı yurdun merdivenlerinden bu düşünce ile odasına doğru ilerledi. Odasında kendisinden başka biri daha kalacaktı fakat şimdilik yalnızdı. Odasının kapısını açtığında odada yeni birini gördü. Kendisiyle aynı yaşta görünen bu genç kızı görür görmez düşünceleri dağıldı. Bir oda arkadaşına sahip olacağı için sevindi ve heyecanla:
-Merhaba, dedi. 
Bu kelimeyi duyan genç kız gülümsedi ve ayağa kalktı:
-Türk müsün? 
İkisi de heyecanlanmıştı. 
-Elbette Türk’üm. Adım, Gülce. Ankaralıyım. 
-Benim adım da Rengin. Bugün geldim buraya ve kendimi çok yalnız hissediyordum az önceye kadar. Şimdi öyle mutlu oldum ki. Sanki Aksaray’da gibi hissettim kendimi. Aksaray’dan ilk kez çıktım şehir dışına ve buraya geldim. 
Gülce:
-Tanıştığımıza sevindim, dedi. Şu birkaç gün ne kadar zor geçmişti benim için bir bilsen. Artık sen varsın ve yalnız değilim.  
Sonraki günler Gülce ve Rengin için çok fazla sıkıcı değildi. Arkadaşlarıyla da usul usul tanışıyorlar, dil öğreniyorlar ve anlaşmaya çalışıyorlardı. Hatta zaman zaman kendi aralarında bile Türkçe konuşmadıkları oluyordu. Artık Gülce ve Rengin bu şehrin yemeklerine, sokaklarına, hayatına alışmaya başlamışlardı. Günler hızla geçiyordu. Rengin, Gülce’yi ülkelerine döndüklerinde Aksaray’da misafir edecekti. Gülce de Rengin’i Ankara’ya davet etmişti. Heyecanla ülkelerine dönecekleri günü bekliyorlardı. Bir yandan da dersler sona ereceği için üzülüyorlardı. 
Nihayet okulun son günü gelmişti. Hazırlıklar yapılmıştı memlekete dönmek için. Gülce de Rengin de başarılı geçen bir seneden dolayı mutluydu. Artık bu şehrin, ülkenin yabancısı saymıyorlardı kendilerini ve çok iyi İngilizce konuşabiliyorlardı. Rengin, valizini tam olarak toplamadığı için sınıftan erken ayrılmıştı. Son ders bitmiş, herkes vedalaşmaya başlamıştı. Bu esnada dersin öğretmeni, Gülce’ye yaklaştı:
-Tebrik ederim Gülce.  Bir sene boyunca odanda tek yaşadın. Çok uzaklardan farklı bir coğrafyaya gelmene rağmen bu başarıyı elde ettin. 
Bu sözler Gülce’yi korkutmuştu. Hemen sınıftan ayrıldı. Koşarak odasına çıktı. Odasında sadece bir dolap, bir yatak ve kendisinin hazırladığı valiz vardı. 

KARANLIK YOL



Fatma Beren Karatepe
Agâh Taha Temizkan
Ela Eyşan Polat
Amırhosseın Hamedıshahrakı
Elvin Rana Pelit
Atakan Kıvanç Ağca
Zümra Şahin



Yağmurlu bir sonbahar günüydü. Güneş batmak üzereydi. Günler iyice kısalmıştı, çabucak akşam oluyordu. Yollardaki ağaçların yaprakları kaldırımlara serilmiş sarı bir halı manzarası oluşturuyordu. Güneş batar batmaz hava iyice serinleyecekti. Oysa öğle vakti sıcaktan bunalıyordu insanlar. 
Aslında sonbaharı seviyordu ama sonbaharda okullar açıldığı için biraz canı sıkılıyordu. Senelerdir her sonbahar aynı şeyi yaşıyordu. İlkokula başladığı günden beri sonbaharlarda yüzü gülmemişti. Sonbahar demek evden uzak kalmak demekti, okul demekti, kantin, dersler, öğretmenler, teneffüsler, ödevler demekti. Hatta müdür demekti. Neyse ki evleri okuluna yakındı. Tam sekiz senedir gidip geldiği bu yolları ve bu yollardaki insanları ezberlemişti. Hatta bazen yol sıkıcı olmasın diye gözlerini kapatıyor biraz yürüyor sonra yeniden açıyordu. Yalnızca insanları değil hangi kaldırım taşlarının bozuk olduğunu, hangi ağacın kurumak üzere olduğunu, hangi ağacın üstünde hangi tür kuşun yuva yaptığını bile ezberden biliyordu. Çöp kutularının içinden ansızın fırlayan kedileri de tanıyordu ve her birine bir isim vermişti onların. Bunları düşünürken yolu yarılamıştı ama artık bu sene yol uzun geliyordu ona. Sıkılmıştı. Tam gözlerini kapatıp biraz da gözleri kapalı yürümek istemişti ki ilk kez farklı bir şey gördü. Önündeki yol ikiye ayrılıyordu. Oysa sekiz senedir bu yol dümdüz evlerine kadar onu ulaştırırdı. Durdu, sağa sola baktı. Gözlerini ovuşturdu. Evet, yol ikiye ayrılıyordu. Ne zaman yapılmıştı bu yol? Kim yapmıştı? Sabah görmemişti bu yolu. Üstelik sağa doğru ayrılan yol hayli karanlık ve sessiz görünüyordu. Belki de o yolu sadece kendisi görüyordu. Çünkü yanından geçen insanlardan hiç kimse o tarafa dönmüyordu. Belki de insanlar o yolu görüyor fakat girmekten korkuyordu. Birdenbire onun da içine bir korku düştü. Oysa merak ediyordu o yolun nereye çıktığını. Tek başına gidecek cesareti yoktu. Ansızın sekizinci sınıf olmanın verdiği usancı unuttu ve kafasında binbir soruyla eve doğru ilerledi. Evine ulaştığında annesi ondaki farklılığı sezmişti ama sormadı bile. Akşam yemeğini yedi. Testlerini çözmek üzere masaya oturdu fakat bir türlü okuduklarını anlayamıyordu. Gözünün önüne hep o karanlık yol geliyordu. Bir bahane bulsa da evden çıkabilse o yola girecekti fakat akşamları dışarıya çıkmaması gerekiyordu. Pencereye baktı. Dışarısı hayli karanlıktı. Sanki pencerenin arkasında kendisine bakan biri var gibiydi. Korkmaya başladı. Pencereye doğru yürüdü, pencereyi açtı. Kim olabilirdi ki bu saatte pencerenin önünde. Üstelik 8. Katta oturuyordu. Kendisini sorgulamaya başladı. Belki de psikolojisi bozulmuştu. Pencerede gördüğünü zannettiği şey belki de kendi yansımasıydı. 
Düşünmekten yorulmuştu. Çabucak uykusu geldi ve sabah aniden uyandı. Rüya görmüş müydü? Belki… Hiçbir şey hatırlamıyordu sadece aklında o karanlık yol vardı. Sanki gözlerini kapatmış ve birkaç saniye sonra sabah olmuş gibiydi. Giyindi, kahvaltısını yaptı ve hızlı adımlarla okula doğru yola çıktı. Aslında o sağa ayrılan yolu merak ediyordu. Yolun ayrıldığı yere gelince gördüklerine inanamadı. Dün akşam gördüğü yol kaybolmuştu. Bir süre bekledi, gözlerini ovuşturdu. Salavat getirdi. Kaldırım taşlarından birine oturdu ve bekledi lakin yol yoktu. Okula geç kalmamak için yeniden yola koyuldu. 
İlk ders, ondaki farklılığı sezen arkadaşları teneffüste ne olduğunu sordular. Biraz korkmuş biraz da şaşırmış vaziyette olan biteni anlattı. Arkadaşları da heyecanlanmıştı. Öğlen arasında yasak olmasına rağmen okuldan ayrılarak o bölgeye gitmeye karar verdiler. Hepsi birden çıkamazdı, bu dikkat çekerdi. Birer birer ayrılacaklar ve köşe başında buluşacaklardı. Plan hazırdı. 
Derslerin nasıl geçtiğini de anlamadılar çünkü dinlemediler. Hepsinde büyük bir heyecan vardı. Toplam beş kişiydiler. Öğlen vakti gelince sessiz sedasız birer birer okuldan sıvıştılar. Köşede buluşup hızlı adımlarla bölgeye geldiler. Mert, olay yerine gelince yine morali bozuldu çünkü sabah gördüğü manzaranın aynısıydı burada karşılaştığı. Arkadaşlarına anlatmaya başladı. Arkadaşları Mert’e bakarken üzülmeye başladılar. Mert ne kadar heyecanla anlatsa da bu hikayeye kimse inanmadı. Arkadaşlarından Efe, Mert’e baktı ve konuştu:
-Dün sen öğlen yemeğinde ne yemiştin?
Mert, bu sorunun nedenini anlamıştı. Cevap vermedi. Bu esnada Ferdi girdi söze:
-Günde kaç saat uyuyorsun Mert?
Mert, bu soruya da cevap vermedi. Sorular peş peşe geliyordu. Meral devam etti:
-Sen buradan geçerken saat kaç oluyor akşamları?
Mert, saati hesap etmek üzereydi ki Elisa söze girdi:
-Ben sana inanıyorum Mert. Okuduğum bazı kitaplarda zaman bölünmesi, boyut değişimi gibi bazı şeylere rastlamıştım. Fantastik kitaplarda sık karşılaşırım bu durumla, dedi. 
Ders saatinin yaklaştığını fark ettiler. Hızla okula yöneldiler. Okula girerken toplu halde girmişlerdi ve Müdür’ün pencereden kendilerini gördüğünü fark etmediler. Müdür, bu öğrencileri tanıdığı için sorun çıkarmadı. Mutlaka kırtasiyeye ya da benzer bir yere gitmişlerdir, diye düşündü. 
Mert, öğleden sonraki dersler boyunca sustu. Arkadaşları da Mert’in yanına uğramadı. Keşke söylemeseydim, diye düşündü Mert. Belki de haklılardı. Zaten kendisi de bir kez görmüştü bu yolu. 
Akşam eve dönerken bu yolu artık göremeyeceğini düşünüyordu ki yine aynı şey olmuştu. Sağ tarafta yolu yine gördü. Büyülenmiş gibi bir süre yola baktı. Tam bu esnada dün gece pencerede gördüğü yüze benzer bir yüz gördü yolun karanlığa kavuşan noktasında. Salavat getirdi. Besmele çekti. Yol karışışında duruyordu. Bu yolun gerçekten var olduğunu bir şekilde ispatlamak için birilerini aradı gözleri. Yolda kimse yoktu. Hatta bu vakitte çoğalan kuşlar bile yoktu ortada. Dünya durmuş gibiydi. Yola girip girmemekte endişeliydi. Belki de son kez görüyordu bu yolu. Bu yola girmeliydi. Bu yolda yürümeliydi. Sonucu ne olursa olsun bu tecrübeyi yaşamalıydı. Yolun ötesinde görünen silik yüz kendisini çağırıyor gibiydi. Gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı. Cesaret toplamaya çalıştı. Yola girmek için gözlerini açtı ve ilk adımını attığında yolun kaybolduğunu gördü. Daha fazla burada bekleyemezdi. Evin yolunu tuttu. 
Yolda yürürken Elisa’nın söyledikleri aklına geldi. Bu konularda yazılmış kitaplardan bahsetmişti. 
Evine girdi, tüm işlerini hallettikten sonra temiz bir kağıt koydu masaya. Kalemlerini çıkardı. Bir hikaye yazmalıydı. Önce hikayenin adını yazdı kağıdın en başına büyük harflerle:
KARANLIK YOL…

20 Eylül 2024 Cuma

YARIM

Akın Eliş, Ezgi Budak

Kendini çok eksik hatta yarım hissediyordu. Bir şeyler eksikti hayatında ama ne olduğunu bilmiyordu. Müzik dinliyordu fakat yarımlığını unutamıyordu. Ders çalışıyordu. Kimsenin çalışmadığı kadar çalışıyordu fakat hep bir yarımlık hissi zihninde çivi gibi batıyordu. Kitap okuyordu, parka gidiyordu, yürüyüşe çıkıyordu ama hep bir şeyler eksikti. 
Zaman zaman bu hissi ailesiyle ve arkadaşlarıyla konuşmaya yeltenmişti ancak ailesi onu psikoloğa götürmeyi teklif etmişti. Arkadaşları ise az ders çalışmasını ve az kitap okumasını önermişlerdi. Ciddiye alınmamıştı kimse tarafından bu sorunu. Ne yapsa, ne etse yaptığı, ettiği her şey bir boşluğa düşüyor gibiydi. Kocaman, karanlık bir uçurumdan aşağıya yuvarlanıyordu her eylemi ve sonra bulamıyordu onları. Kayboluyordu yaptığı şeyler, kayboluyordu düşündükleri bile. 
Rüyalarına bile siniyordu bu yarımlık hissi. Rüyaları da kayboluyordu. Hayatı yarım yaşadığını düşünmeye başlamıştı ve etrafını yarım gördüğünü. Her şeyi yarım görüyorum, diyemezdi. Anlatamazdı ki bunu kimseye lakin öyleydi. 
Arkadaşlarının arasında gülüyor, eğleniyormuş gibi yapıyordu. Onlardan ayrı kalınca daha da derinleşiyordu önünde durduğu uçurum. Daha da karanlıklaşıyordu. Onlarla maç yapıyor, onlarla pikniğe gidiyor, yürüyüşe çıkıyordu. 
Yine bir okul çıkışıydı ve herkes evine doğru ilerliyordu. Kimileri de okul önünde bekleyen servis araçlarına doğru gidiyordu. 
Üç kişilerdi birlikte yürüyen. Üç kişilerdi, eve kadar birlikte gidecek olan. Okulun dışına çıkmışlardı. Vakit ikindiydi ve havada hoş bir kızıllık vardı. Gölgeler uzamıştı. Üç arkadaş güneşi arkalarına almışlar, yürüyorlardı. Bir süre sonra beş kişi yürüdüklerini fark etti. Üç kişilerdi ve önlerinde yalnızca iki gölge vardı. Adımlarını yavaşlattı. Bir süre sonra yürümeyi bıraktı. İki arkadaşı ve iki gölge ilerlemişti. Gölgesinin olmadığını fark ettiğinde olduğu yerde kalmıştı. Bir ses duydu bunu fark ettiğinde. Çıtırtıya benzeyen bir ses. Arkadaşları döndü ve yanına geldiler. Gölgeler dönmedi. 

BİLİNÇALTI SANRISI


Ezgi Budak

Belki de bizi ayık tutan şey rüyalardır. Rüya, görme isteğiyle topladığımız bilgilerdir. Bilinçaltımıza işleyen, biz farkında olmasak bile bu arzuyla yanan küçük bir istektir. 
Uyku, bir kaçıştır. Hayatın somutluğunu bırakıp soyuta kaçtığın bir yoldur. Kısa sürse bile tüm iplerden ve yüklerden kurtulduğun bir eylemdir. Rüya görmek de cabası. Geçici bir süre bile olsa insanın inandığı bir sanrıdır. Yani rüya sanrı mıdır, değil midir bilmem. Ama en yakın kelime bu galiba. Peki, kabuslar da açgözlülüğün bir sonucuysa? Zaten böyle bir kaçış şansımız varken bir de farklı bir gerçeklik istememizden kaynaklanıyorsa? 
Güçlü bir iradeye sahip olmadıkça göreceğimiz rüyayı seçemeyiz ya da rüya  gördüğümüzü anlayamayız. Tabi kabuslar o gün veya o günler içinde gördüğümüz kötü şeylerin yansıması da olabilir. Ama zaten kötü bir gün geçirmişsek kaçış yolumuz neden bize daha çok yük olsun ki? Belki de kabusları kafamızda büyüten bizizdir. Fakat soluk soluğa uyandıktan sonra etkisini sürdürdüğü de doğrudur. Bu her ne kadar bizim hayal gücümüz olsa da. 
Kabus ve rüya kavramları gerçekten garipler. Gözümüzü kullanmadan bize görüntüler gösteren soyutluğun en güzel güçlerinden biri bence. Rüya ya da bilinçaltı sanrısı anılardan da ibaret olabilir. Kaçışımızın gerçekliği ve gerçekliğin kaçışı. Rüyalar her zaman mantıklı değildir. Lakin insanlar bu kıymetli sanrıya anlam yükler. Kaybetmek istemeyecekleri bir kavram. Her sorun uyuyarak çözülmez ama sorunların çözümü uyuyarak bulunabilir. Rüyaların kısa süreli bellekte yer alması onların unutulması gerektiği anlamına gelmez. Aksine az oldukları için değerlidirler. İnsana özel oldukları için değerlidirler. 

EKSİK TUĞLA


Ezgi Budak
Gözü kapalı resmedilir adalet. Çünkü o insanları dış görünüşüne göre yargılamaz. Her ne kadar bu çağın insanı tam tersini yapıyorsa da. Adalet kavramı soyuttur zira somutluğa ihtiyaç duymaz. İnsan bu iki gerçeklikten oluşuyor olsa bile belki de somutluğun adaleti güçsüz kılacağından soyuttur. Eşitlik ve adaletin aynı kavram olmadığı aşikâr. Eşitlik terazide gösterilemez.  Çünkü o terazinin kefelerine birer insan koyarsak elbet biri aşağıda kalır. Lakin eşitlik için o terazinin kolları aynı hizada olmalıdır. 
Ne yazık ki adalet bu günlerde gerektiği değeri görmüyor. Aslında insanın yaşama arzusunun fitili adalet olsa da o fitil yanamayacak kadar ıslak durumda. Şimdinin insanı insanlığın yani insanlık kelimesinin eksik kaldığının farkında değil. Fakat insanın ruhu evse bir tuğlası bile eksik kalınca içeri yağmurun, rüzgârın, dolunun girmesi kaçınılmaz oluyor. O eksik tuğlanın adı, adalet…
Tabii ki bu konu hakkında genelleme yapmak doğru olmaz. Ne de olsa her insan farklıdır. Bu yalnızca bir gözlem. Zaten bu gözlemi yapması gereken insanın kendisi. Yine de güçlü bir adalet duygusu ruhun gıdasıdır. Çünkü yalnızca adalet barışı getirebilir. 

GÜVEN/SİZ

Akın Eliş

Güven nedir? Tek başına güven kelimesi düşünüldüğünde çok bir anlam ifade etmiyor. Kendine güvenmek veya güvenmemek kelimeleri geliyor peşinden zihnime. Hemen ardından birilerinin güvenini kazanmak ifadesi geliyor. Düşünüyorum, geleceğini güvence altına almak gibi bir söylem de var. Güvenlik görevlileri var her gün sokaklarda karşılaştığımız. Güven kelimesi hayatın içinde aslında fakat ne kadar güvene sahibiz ya da ne kadar güvendeyiz, geleceğimiz güven altında ve kaç kişinin güvenini kazandık, kaç kişi bizim güvenimizi kazandı?

Güveniyoruz kendimize yaşarken, yürürken, düşünürken, konuşurken. Farkında olmasak da bu eylemlerin hepsi bir güven neticesi. Güvenin olduğu yerde kaygıya yer yok. Güvensiz bir ortam önce kaygıyla kendisini hissettiriyor.

Düşünüyorum; bunca güvenlik görevlisi, sigorta şirketi var. Demek ki yolunda gitmeyen bir şeyler de var dünyada. Bu yalnızca bizim ülkemize has bir durum değil. Dünyanın her yerinde, bütün gelişmiş toplumlarda bu sistemleri görmek mümkün fakat dağa başında yaşayan bir kabilede ya da medeniyetin ulaşmadığı yerlerde bu olgulara gerek kalmıyor.

Güven kelimesi yakın dönemde üretilmiş bir kelime. Yani birkaç yüzyıl önce sözlüklerde böyle bir kelimeye rastlamak mümkün değil. En azından bizim dilimiz için durum böyle. Demek ki bundan önceki çağlarda insanların birbirine güven duyması ya da geleceğini güvenceye almak gibi bir sorun yoktu. Dolayısıyla bu tarz bir kelimeye ihtiyaç da hissedilmemişti. Kelimeler de ihtiyaçlardan dolayı ortaya çıkmaz mı?

Güven duymak istiyoruz birilerine, bir şeylere dair ve güven vermek istiyoruz. Güvendeysek kendimizi huzurlu hissediyoruz. Güvensiz ortamlara yaklaşmak bile istemiyoruz. Güvensizliğin büyümesi huzurumuzu bozuyor, mutluluğumuzu azaltıyor.

Durup dururken ortaya çıkmamış bu kelime keşke zamanla unutulup gitse diye düşünüyorum. Herkes güvende olsa, herkesin geleceği güvende olsa. Oysa bu kelimeyi modern hayat tarzı bize icat etmişti. Kim bilir hangi vaatlerin kenarından sinsice bu kelime gelip huzurumuzu, mutluluğumuzu, umudumuzu, yarınlarımızı yerle bir etti. Belki de huzur ve güven metropollerde, şehirlerde modern yaşamlarda değil de doğanın kalbinde.

Şimdi düşünüyorum, güven kelimesinin eski karşılığı itimat imiş. İtimat galiba önce güvene dönüştü sonra güvensizliğe.

Güven, sadece bir kelime işte… Fakat içinde bir sistem, dünya, yaşam tarzı barındıran uzun bir kelime.

19 Eylül 2024 Perşembe

ÖZGÜRLÜĞÜN ÜLKESİ

 Meryem Katırcı

Akşam vakitlerinin benim için ayrı bir güzelliği var. Dolu dolu geçirdiğimi söylemem fakat akşamın sessizliği, sakinliği, dinginliği hoşuma gidiyor. Hele o usul usul çöken karanlık yok mu? Karanlık çöküyor ve sokaklar bambaşka bir hâl alıyor. Yollarda evlerine dönen insanlar, okuldan dönen öğrenciler…
Dikkat ettiniz mi bilmiyorum, akşamları kuşlarda bile bir telaş oluyor ve onlar da yuvalarına dönmek için çaba sarf ediyor. 
Biraz vakit ilerleyince şayet hava açıksa nazlı nazlı bir ay yükseliyor uzaklardan. Yıldızlar göz kırpmaya başlıyor sessiz sessiz. 
Şehirde de akşamın güzelliği başka fakat ben bir dağ başında yaşamak isterdim akşamı. Gökyüzüne daha yakın bir dağ başında. Yıldızları, şehir ışıklarının yutmadığı, ayın parlaklığını perdelemediği bir dağ başında. Bir yanda çekirge sesleri, bir yanda ateş böcekleri olsun isterdim. Uzaktan bir derenin şırıltısı gelsin kulağıma isterdim. Gözlerimi kapatıp açayım ve ay ile, yıldızlar ile selamlaşayım isterdim. 
Gündüzün vedasıdır akşam, güneşin vedası. Ayın ve yıldızların merhabası. 
Her vaktin bir bereketi var ama akşam vakitleri benim için daha bereketli. Özellikle ev halkı uyumaya başladıktan sonra yeni bir dünya, yeni bir hayat başlıyor benim için. Ödevlerin, soruların, sorunların ötesinde kendime ait bir dünya. Galiba akşamı en çok bu yüzden seviyorum. Akşam benim için özgürlüğün ülkesi. Kimse rahatsız etmiyor beni bu ülkede. Bu ülkenin tek sahibi benim ve süsü karanlık, yıldızlar, ay.

OKUL SEVGİSİ

 Meryem Katırcı

Sınıftaki herkes ondan rahatsızdı. Öğretmen bile ondan rahatsızdı. Oysa öğrenmeye çok meraklıydı ve kimseye bir zararı yoktu. Bir şeyler öğrenmek ve hayatında uygulamak istiyordu. Bütün dersleri seviyordu ve kaçırmadan dinlemek istiyordu fakat çoğu zaman ya kapıdan çıkarıyorlardı onu ya da pencereden. Evet, pencereden kovulduğu zamanlar da olmuştu. 
Sesi çok çıkmıyordu. Hatta sadece yakınında olanlar onun sesini duyabiliyordu ve cüssesi de yer kaplamıyordu. Sınıfta olmadığı zaman kimsenin yeri genişlemiyordu ve onun yokluğunu kimse fark etmiyordu da. 
Yoklama alınıyordu ama o olmadığı zamanlarda yoklama fişine “yok” yazılmıyordu. Yaramazlık yapanların isimleri tahtaya yazılıyordu fakat bazen yaramazlık yapmaya yelteniyor ama bir türlü adını tahtaya yazdıramıyordu. Kimse onunla konuşmuyordu. 
Lavaboya gidince de istenmeyen kişi oydu. Onu görmekten en  çok kantinde rahatsız oluyorlardı. Kantinci kaç kez kovalamıştı onu kantinden. Hatta bir keresinde az kalsın bacağı kırılacaktı kantinciden kaçarken. 
Çok şey istemiyordu ki… Sadece ders dinlemek istiyordu. Bilgi sahibi olmak, kültürlenmek istiyordu. Sıradan bir canlı olmamak istiyordu. Açık kitap gördüğünde mutlaka satır satır okurdu. Bazen tahtada yazılı olanları görmek için tahtanın en yakınına giderdi. Özellikle tahtaya yaklaştığında öğretmen değişik hareketler yaparak kovardı onu tahtanın etrafından. Suçu neydi, bu hayat ona neden layık görülmüştü anlamıyordu. 
Anne babası ve arkadaşları onun okula gitmesini istemiyordu. Okul tehlikeli bir yer diyorlardı. Hastalanırsın, bırak bu okul sevgisini, parklar, bahçeler daha güzel diyorlardı ama nafile. Bir kez okul aşkına yakalanmıştı. Okul bambaşka bir yerdi onun için. Teneffüs zillerini de seviyordu, pazartesi sabahları, cuma akşamları müdürün yaptığı konuşmaları da. Birkaç kez de müdür odasına gitmişti ama müdür onu çok korkutmuştu. O günden beri müdüre sadece dışarda selam vermeye başladı. Müdür, onu görünce kızgın bakışlarla değişik davranışlar sergiliyordu. Bir keresinde de öğretmenler odasına girip orada kültürlenmek, yeni şeyler öğrenmek istemişti ama oradan da kovulmuştu. 
Hayatı bir yerlerden kovulmakla geçiyordu. Oysa çok şey istemiyordu ki. Ailesi ve arkadaşları istemese de kış mevsiminde okulun sağladığı imkanlar başka bir yerde yoktu. Kışın sıcacık oluyordu sınıflar. Üstelik akşamları kimsecikler olmuyordu ve o istediği gibi hareket edebiliyordu. Kovulmuyordu akşamları. Tüm koridorlar, öğretmen odası, diğer sınıflar… Hepsine girip çıkabiliyordu. Ders olmuyordu, öğrenci ve öğretmen olmuyordu, kovan olmuyordu ama akşam vakitleri hayli keyifliydi onun için. 
İnsanlar neden anlamıyordu kendisini. Öğrenmek isteyen, bir şeyler dinlemek isteyen bir karasineğin onlara ne zararı olabilirdi ki?

KIŞ BİTTİ

Meryem Katırcı, Zehra Yıldırım

Normalde kış mevsiminin usul usul kasabayı terk etmesi, baharın ilk seslerinin duyulması gerekiyordu fakat kışın gitmeye niyeti yok gibiydi. Sanki bu kasabayı sahiplenmiş gibiydi soğuk ve kar. İnsanlar haftalardır devam eden kar yağışı yüzünden evden çıkamaz olmuştu. Çoğu evde yakacak sorunu başlamıştı bile. Eskilerin zemheri dedikleri zaman dilimi çoktan geride kalmıştı. Dedesi böyle zamanlarda cebinde taşıdığı eski defteri çıkarır zemheri, gücük, abrul, kocakarı soğukları gibi şeyler söylerdi ve her seferinde de tutardı onun söylediği hava tahmini ama bu kez tutmamıştı. O defterde neler yoktu ki? Evde yaşayan herkesin doğum tarihi hatta ineklerin buzağılama tarihi, koyunların kuzulama tarihleri bile vardı. Sadece bunlar değil, hangi hastalığa hangi bitki iyi gelir, hangi dua hangi zamanlarda okunur… Kafa defteri derdi dedesi o deftere. Zaten kış en çok dedesini ürkütmüştü bu sene. Karlı dağlara bakıp bakıp bir türkü mırıldanıyordu:
Bu yıl bu dağların karı erimez
Eser bâd-i sabâ yel bozuk bozuk
Dedesi, kim bilir kaç kez kış mevsimi yaşamıştı ama bu mevsim ona ağır gelmişti. Yorgunluğu gözlerinden, yüzünden belli oluyordu. 
Yine sabahın ilk saatleriydi ve yine dışarda kar, kimi zaman çoğalıp kimi zaman azalarak yağmaya devam ediyordu. Kar yüzünden şubat tatili de uzamıştı ve her hafta okulların açılması bir hafta ileriye atılıyordu. Kasabadaki çocuklar başlangıçta bu durumdan hayli keyifliydiler fakat bir süre sonra onlar da usanmıştı. Yeterince kartopu oynamışlar, kardan adam yapmışlardı. Artık onlar da baharın gelmesini dört gözle bekliyorlardı. 
Zeki, pencereden dışarıya baktı ve kahvaltı için mutfağa doğru yöneldi. Zaten herkes masa başındaydı. Kimse kahvaltı boyunca konuşmadı. Dedesi de konuşmadı. Kahvaltı bittikten sonra dedesiyle birlikte dışarıya çıktı ve kapı önünde biriken karları kürediler bir süre. Evin kedisi bile artık dışarıya çıkmak istiyor fakat birkaç adım attıktan sonra koşarak içeriye giriyordu. 
Zeki, dedesini konuşturmak için zihninde konu arıyordu. Bir şey bulamadı ama öylesine ağzından bir soru çıkıverdi:
-Babaannemi özlüyor musun dedeciğim?
Ansızın gelen bu soru karşısında dede birdenbire donup kaldı. Nefesi hızlandı. Gözleri bulutlandı. Kendisini toparladı ve derin bir iç çekişten sonra:
-Özlenmez mi, dedi. 
Başka bir şey demedi. Zeki, bu soruyu nasıl sorduğuna kendisi de şaşırdı. Sorulacak şey miydi şimdi sabah sabah bu? Babaannesi öleli henüz birkaç sene olmuştu ve dedesi onun ölümünden kendisini de sorumlu tutuyordu. Yeterince ilgilenemediğini, değerini bilemediğini uzun süre anlatmış durmuştu. Bu soğuk havadan kurtarmalıydı dedesini. Aklına muzipçe şeyler geliyordu ama dedesinin nasıl karşılayacağını kestiremedi. Sessizce yerden bir avuç kar aldı ve biraz uzaklaşarak dedesine minik bir kartopu fırlattı. Dedesi yine şaşkındı ama küçük bir tebessümden sonra omzuna isabet eden karları temizledi ve karşı atakta bulunmak için eğildi. Zeki, saklanmaya çalıştı ama vazgeçti ve dedesinin fersiz kollarla kendisine fırlattığı kartopunun sırtında dağılmasına müsaade etti. Dedesi artık gülümsüyordu. Zaten kapının önünü de temizlemişlerdi. Tam içeriye girecekleri sırada kar yağışının durduğunu fark ettiler. Bu durum da onları biraz daha mutlu etmeye yetmişti. 
Belki de bekledikleri bahar artık gerçekten gelecekti. Öğleye doğru hava tamamen açıldı ve yumuşadı. Hatta karlar erimeye başladı. Bu hızla karlar erir ve yeniden yağmazsa birkaç güne okullar açılacak demekti. Karların eridiğini ve güneşin çıktığını gören kasabaya bir hareketlilik gelmişti. 
Ertesi sabah uyandıklarında hava yine güneşliydi ve her taraf yavaş yavaş eriyen karların suyuyla doluydu. Kaç zamandır durgun olan dedesi o gün keyifliydi ve yüzüne renk gelmiş gibiydi. Bir bahara daha ulaşmış olmanın sevinciydi aslında dedesinin yaşadığı. Bahar demek, yeni bir başlangıç demekti, tazelik ve yaşama sevinci demekti. 

YALNIZLIK

 Rukiye Tokgöz

Bazen kendimi çok yalnız hissediyorum
Bilhassa güneş batarken
Vakit ikindi olduğunda
Uzayan bir gölge gibi
Gelip yanıma duruyor yalnızlık

Neyse ki bazen geliyor yalnızlık
Hayatımın diğer zamanlarında
Mutluluk veren bir kalabalık
Hep yanımda

GERÇEĞİN AYNASI

Emir Aras İmirhan, Emir Subaşı, Hazal Göksu, Merve Hoşgiz, Rukiye Tokgöz, Hülya Doğancık

1. Bölüm: Gıcık 

Serin bir yaz günüydü ve vakit öğleye yakındı. Kasaba her günküne göre oldukça sakindi ve bu sakinlik uzaktan bakanlar için ürperticiydi. Yaz gelmişti gelmesine fakat halen bahar mevsiminin tazeliği seziliyordu her yerde. Ağaçların bir kısmı çiçek açmayı unutmuş gibi yeni yeni çiçeğe duruyordu. Uzak dağların etekleri de yeni yeşermeye başlamıştı. Ceyengül liseyi bitirdikten sonra tekrar kasabasına dönmüş, istediği üniversiteyi kazanmak için bir süre çalışmayı denemiş fakat sonunda pes etmişti. Bu kasaba onun kaderiydi. Bu kasabada doğmuştu ve bu kasabada ömrünü tamamlayacak gibiydi. Her geçen gün daha da gıcıklaşan ağabeyi dışında aslında hayatından memnundu. Kendisini bu kasabaya ait hissediyordu. Ağabeyi, hiçbir sorumluluğa yaklaşmadığı gibi kendi işlerini de Ceyengül’e yaptırıyordu. Ceyengül her sabah ahırdaki işleri yapıyor, tavukları yemliyor, bahçede yapılacak işleri bitiriyor ardından da duvar ustası babasının yanına giderek kendisine iş olup olmadığını soruyordu. Şayet babası ona ek bir iş vermezse eve dönüyor ve bir genç kız olduğunu hatırlayarak kendisine çeyiz hazırlıyordu. Yastık, yorgan kenarları işlemişti daha önceden. Akrabalara verilmek üzere seccadeler işlemişti. Lif, çorap, hırka örmüştü. Aslında bu işlerden çok zevk almıyordu fakat annesinin zoruyla başlamıştı bir defa bu işlere. Oysa evlenmeyi düşünmüyordu Ceyengül. Sürekli çalışmasının sebebi aslında düşünmekten kaçınmaktı. Düşündüğü zaman içinden çıkamadığı sorunları vardı. Yaşamak istediği hayat ile kasabadaki hayat arasında dağlar kadar fark vardı. 
Vakit öğleydi ve Ceyengül’ün o gün yapacak hiçbir işi yoktu. Çeyizi ile uğraşmayı da canı istemiyordu. Kaç zamandır uğramadığı kasaba çarşısına doğru yola çıktı. Belki bir şeyler alır, birileriyle ayaküstü sohbet ederim, diye düşünüyordu. Yol boyu binbir düşünce zihnine geldi, gitti. Bir anda yolun kenarında yaralı bir yavru köpek dikkatini çekti. Köpeğin gözleri, ağzı yaralar içindeydi ve üzerine sinekler konup kalkıyordu. Önce görmezden gelip yürümeyi düşündü. Hatta birkaç adım da attı fakat ardından gelen yavru köpeğin sesini duyunca geriye döndü ve köpeği almak istedi. Köpek çok kirli ve hastalıklı görünüyordu. Yine de ince kalbi daha fazla dayanamadı ve köpeği yanına alarak yürüdü. Niyeti, onu kasabanın tek veterinerine göstermekti. Bir süre sonra köpeği taşımaya ve üzerindeki yaralara bakmaya alışmıştı. Köpek can çekişiyordu. Adımlarını hızlandırdı ve veterinerin kapısından içeri girdi. Durumu gören veteriner temiz bir bez üzerine köpeği yatırarak dakikalarca pansuman yaptı, dikiş attı. Bir saatin sonunda köpek artık birazcık kendini toparlamıştı. Ceyengül bir yandan borçlanacak olmanın verdiği huzursuzluğu yaşıyordu ki veteriner:
-Bu sevimli köpeğin tedavisi için senden ücret almayacağım çünkü bu köpekten kasabamızda hiç yok. Daha önce bu cins bir köpeği de tedavi etmemiştim, benim için de bir tecrübe oldu. Üstelik sana bazı ilaçlar da vereceğim fakat bir şartım var: Ayda bir köpeği bana onu sevmem için getireceksin, dedi. 
Bu sözleri duyan Ceyengül rahatladı ve bir süre sonra köpeği alarak çarşıda dolaşmadan evin yolunu tuttu. Köpeği evinde besleyemezdi fakat evin hemen yanındaki küçük depo onu beslemek, iyileştirmek için çok uygundu. Depoda köpeği için güzel bir yatak hazırladı. Ağabeyi ve annesi bu duruma pek sevinmemişlerdi.  Bir isim vermek gerekiyordu bu köpeğe. Ağabeyi köpeğin ismini Ceyengül koymayı önerdi fakat bu öneri kabul edilmedi. Annesi bu tekliften dolayı sinirlenmişti. Ceyengül ağabeyine:
-Gıcıklığın lüzumu yok, dedi ve ardından buldum, diye bağırdı. Köpeğimin adı Gıcık olsun. 
Günler çabuk geçti çünkü tüm ailenin artık Gıcık bir meşgalesi vardı. Evin neredeyse tek konusu artık Gıcık’tı. Gıcık da bu sürede hayli toparlanmış artık evin bahçesinde koşmaya, etrafı tanımaya başlamıştı. Gıcık, iyice kendisini toparladığında artık onu Ceyengül gezmeye de çıkarmaya başlamıştı. Kasabanın kenarına, orman tarafına ya da ırmağa doğru Gıcık’la yürüyüşler yapıyorlardı. Yine bu tarz yürüyüşlerden birinde Gıcık farklı bir yöne doğru ısrarla gitmeye başladı ve Ceyengül’ü de o tarafa doğru gitmeye zorluyordu. Ceyengül önceleri anlamadı fakat bir süre sonra Gıcık’ın kendisini bir yere götürmek istediğini farketti. Önde Gıcık, arkada Ceyengül yarım saat kadar koşar adım yürüdüler. Ceyengül artık nerede olduklarını bilmiyordu. Kasabanın bu tarafına hiç gelmemişti. Sanki başka bir dünyaya adım atmış gibiydi. Etrafta kocaman ağaçlar ve kayalıklar vardı. Hava bulutlanmış hatta vakit öğlen olduğu halde kararmaya yaklaşmıştı. Üstelik bir de rüzgar başlamıştı. Bir masalın ortasına düşmüş gibiydi. Okuduğu kitaplar geldi aklına. Bir süre sonra önlerinde eski, yıkık bir kulübe gördü. Okuduğu kitaplarda bu tarz evler pek tekin olmuyordu. İçinde periler bulunabiliyordu ya da ilginç paranormal olaylar yaşanabiliyordu. Zaten havanın birden kararması, aniden bastıran rüzgar da iyice onu ürkütmeye yetmişti. Bu esnada Gıcık’a baktı. Gıcık da onun kadar tedirgin görünüyordu fakat onu kulübenin içine çekmeye çalışıyordu. Bir süre durdu, geriye dönmek istedi fakat hiç bilmediği bir yerdeydi. Buraya onu Gıcık getirmişti, buradan onu kurtaracak olan da oydu. Günlerdir ilk kez Gıcık’tan az da olsa gıcık kapmıştı. İyi mi yapmıştı bu köpeği sahiplenerek kötü mü? Bunları düşünürken kulübenin kapısının önünde buldu kendisini. Kapı kendiliğinden ve büyük bir gıcırtıyla aralandı. Bu durum Ceyengül’ü daha da tedirgin etti fakat Gıcık ondan önce içeriye girmişti bile. Gıcık içerden küçük küçük havlıyor ve Ceyengül’ü çağırıyordu. Nihayet Ceyengül de içeriye adım attı. Adım attığı tahtalar gıcırdıyordu ve her yer örümcek ağlarıyla, tozlarla doluydu. Hatta birkaç iri örümcek telaşla önünden kaçtı. Kulübenin tam ortasına geldiğinde bir kapak gördü. Kapağın önünde Gıcık yine bir şeyler yapıyordu. Kapağın tozlu kulpunu tutarak kaldırdı ve aşağıya doğru inen bir ahşap merdiven gördü. İçerisi karanlıktı fakat basamaklar temiz görünüyordu. Gıcık yine atlayarak basamaklardan aşağıya indi. Gıcık aşağı iner inmez içerisi aydınlandı. Gördüklerine inanamadı. Gözlerini silerek yeniden baktı. Aşağısı pırıl pırıl ve rengarenkti. Artık korkusu dağılmıştı. Hızla basamaklardan indi. Burada yöresine ait temiz kıyafetler, süslü sandıklar vardı. Elbiseleri dokunarak inceledi. Bu tarz elbiseleri ancak kitaplarda görmüştü. Sandıkların içini de merak etmeye başladı. Gıcık yerde keyifle yuvarlanıyor ve sevgi gösterisinde bulunuyordu. Arada bir kuyruğunu da hareket ettiriyordu. Bir rüya mıydı bu yoksa hayal aleminde miydi? Belki de Gıcık’la yürürken bir yerlerde düşmüş ve bayılmıştı. Rüyada olup olmadığını anlamak için bir kenara oturdu. Oturduğu koltuk bir tahta benziyordu. Bunun bir rüya olmadığını anladığında yeni yeni sorular zihnine üşüştü. Bu elbiseler, bu kulübe, bu sandıklar kimindi? Gıcık, onu buraya getirmişti ama mutlaka bir sahibi vardır diye düşündü. Oysa çok ön yargılı davranmıştı. Okuduğu kitaplarda bu tür yerlerde hiç hoş şeyler yaşanmıyordu. Sandıkları açmaya karar vermişti ki Gıcık’ın bir yere yattığını gördü. Papatya ekmek şeklinde bir köpek yatağıydı burası. Demek ki Gıcık buraya aitti ya da burasını daha önceden biliyordu. Hemen elinin altında duran küçük bir sandığa uzandı. Kapağını araladığında bir kez daha şaşırdı. İçinde onlarca altın para vardı. Bu paraların gerçek altın olup olmadığını anlamak için kenarını hafifçe ısırmıştı ki içinde çikolata olduğunu fark etti. Birdenbire büyü bozulmuş gibiydi. Gıcık havlamaya başladı. Artık dönüş saatinin geldiğini fark ediyordu Ceyengül fakat buraya bir daha nasıl gelecekti çünkü geldiği yolu bilmiyordu. Ceplerine altın kaplamalı çikolatalardan doldurdu. Dönüş yoluna bunlardan serpecekti. Bunu da bir masalda okumuştu. Merdivenlerden çıktı. Gıcık’ı çağırdı. Gıcık merdivenlerden yukarıya çıktığı anda aşağısı yeniden karanlığa büründü. Artık kulübeden çıkmanın zamanı gelmişti. Dışarısı çok soğumuş üstelik kar başlamıştı. Oysa mevsim yazdı. Gıcık’ın peşine takıldı ve yürümeye başladı. Yürüdükçe arada bir geriye altın kaplamalı çikolatalardan bırakıyordu. Bir süre sonra hava önce aydınlandı, ardından ısındı. Kasaba uzaktan görünmüştü. Yaşadıklarını, gördüklerini düşündü. Bunları ailesine anlatmalı mıydı? İnanırlar mıydı? Özellikle ağabeyi bu yaşadıklarını duyduğunda ona ne derdi? Düşüncelerle eve ulaştı. Yorgundu. Bahçeye girdiklerinde Gıcık kendi mekanına doğru yürüdü. Hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Yaşadıklarının verdiği yorgunlukla hemen uyudu. 
 
Bölüm 2: Sırlı Elbise
Merve Hoşgiz, Hazal Mina Çakmak, Yusuf Çağrı Ekici, Hazal Göksu,  Rukiye Tokgöz

Ertesi gün Gıcık uyandırdı onu. Hiç böyle yapmazdı. Gıcık içeri girmiş ve ısrarla Ceyengül’ü uyandırmaya çalışıyordu. Üstelik ağzında bir de elbise getirmişti. Bu elbiseyi hatırlıyordu. Gıcık’ın götürdüğü harabe evdeki elbiselerden biriydi. Ne zaman getirmişti bu elbiseyi, ne vakit gitmişti tekrar oraya, bunları düşünecek halde değildi. Yatağından doğruldu ve elbiseyi giydi. Elbise tam onun için yapılmış gibiydi. Fakat elbiseyi giyer giymez kendisinde bazı farklılıklar hissetmeye başladı. Sanki ayakları yerden kesilmiş gibiydi. Yürümesine gerek kalmadan hareket edebiliyordu. Pencereye doğru giderken Gıcık peşinden seslendi:
-Cihangül, insan önce teşekkür etmez mi?
Gıcık konuşuyordu. Hiç şaşırmadı bu duruma fakat sordu:
-Cihangül kim? Benim adım Ceyengül, biliyorsun. 
Gıcık devam etti:
-Senin adın Cihangül.
Aralarında bu konuşma geçerken birdenbire mekan değişti ve harabe evin alt katında buldular kendilerini. Bu duruma da şaşırmadı Ceyengül. Ceyengül’ü hiçbir şey şaşırtmıyordu. En azından hemen önünde beliren ihtiyar kadını görünceye kadar. Nur yüzlü  yaşlı bir kadın belirmişti önlerinde. Gıcık, onun yanına giderek kucağına zıplamaya çalışıyordu. İhtiyar kadın da onu elleriyle seviyordu. Belli ki birbirlerini tanıyorlardı. Ceyengül Gıcık’a:
-Tanıyor musun bu teyzeyi? Kimdir, neden burada?
Gıcık garip mutluluk sesleri çıkarıyor, Ceyengül’ü duymuyordu bile. Gıcık az önce konuşmuştu oysa. Şimdi sıradan bir köpek gibi davranıyordu. Bu durum onu şaşırtmıştı. Ceyengül’ün soruları cevapsız kalmıştı ki yaşlı kadın konuşmaya başladı:
-Köpeğimle ne zaman tanıştınız? 
Bu soru karşısında Ceyengül olup biteni anlamıştı. Üzerindeki elbise onu rahatsız etmeye başlamıştı. Bulunduğu mekândan da sıkılmıştı. Boğulacak gibi hissetti kendisini. O anda uyandı.
Her şeyin bir rüya olduğuna önce inanmak istemedi lakin odasındaydı ve etrafta Gıcık da nur yüzlü nine de yoktu. Uyumak onu dinlendirmek yerine daha da yormuştu. Gıcık’ı merak etti ve yanına gitmeye karar verdi. 

Bölüm 3: Arkadaş
Emir Aras İmirhan, Emir Subaşı, Hazal Göksu, Rukiye Tokgöz, Yusuf Çağrı Ekici
Ceyengül, Gıcık’ın kapısını açtığında bu kez gördüklerinin rüya olmasını çok istedi fakat kendisini büyük bir gerçeğin ortasında çaresiz olarak buldu. Gıcık, yoktu. Sağa sola baktı, seslendi, ailesine sordu fakat sonuç değişmedi: Gıcık yoktu. 
Kısa bir süre üzüldükten sonra rüyası aklına geldi ve dün uğradıkları kulübeye gitmeye karar verdi. Eline küçük bir değnek alarak yola çıktı. Değneği bir asa gibi kullanıyordu. Kahvaltı da yapmamıştı. Dün dönüş yolunda yola bıraktığı çikolataları takip ederek kulübeye ulaşmayı düşünüyordu. Bir süre sonra çikolataların ilkine rastladı. Zaten aç olduğu için bulduğu çikolatayı yedi. Biraz bayat gibiydi ama olsun, dedi içinden. Sonra başka bir çikolata, bir çikolata daha… Derken yine birdenbire zaman değişti, iklim değişti. Bu değişimler kulübeye yaklaştığının belirtisi olmalıydı. Tam bunu düşünürken kulübeyi karşısında gördü. Bu kez yalnız olduğu için biraz daha fazla korkmuştu. Sanki dün girdiği kulübe değildi bu. Çok ıssız ve ürkütücü görünüyordu. Hava hafif kararmıştı, rüzgar esiyor ve kuşlar değişik sesler çıkarıyordu. Kapının önünde durduğunda kapı yine kendiliğinden gıcırtıyla açıldı. İçeriye ürkerek adım attı. Evet, bu dün gördüğü kulübe değildi fakat alt kata indikleri kapak yerindeydi. Kulübe daha temiz ve bakımlıydı düne göre. Kapağı kaldırdı, aşağısı aydınlıktı. Demek ki Gıcık buraya gelmişti. Birkaç adım attıktan sonra Gıcık’ı karşısında gördü fakat yanında yaşlı bir kadın vardı. Rüyasında gördüğü yaşlı kadındı bu. Yine bir rüya gördüğünü düşündü. Belki de yol boyu yediği çikolatalar onu zehirlemişti ve bu etkiyle garip şeyler görüyordu. Merdivenlerden tamamen indi. Gıcık, Ceyengül’e çok yabancı davranıyordu. Yanındaki ihtiyar kadın da sanki kendisini görmüyor gibiydi. Evet, bu bir rüya olmalıydı. Yoksa Gıcık çoktan yanına gelir ya da ihtiyar kadın bir şeyler söylerdi. Dün oturduğu koltuk yine boştu. Koltuğa sessizce oturdu. Gıcık da ihtiyar kadın da hâlen sessizdi. Bu rüya olmalıydı yine. Belki de biraz sonra uyanacaktı ve Gıcık’ın yanına gidecekti. Uyanmaya çalıştı fakat bunun bir rüya olmadığı belliydi. Kendini toparladı ve tam bir şeyler sormaya hazırlandı ki ihtiyar kadın sordu:
-Köpeğimle ne zaman tanıştınız?
 Ceyengül, sustu. Çünkü bu soruyu rüyasından hatırlamıştı. Ceyengül gözlerini kapadı, bildiği bütün duaları okudu. Özellikle Felak ve Nas surelerini okudu. Gözlerini usulca açtı. Etrafta kimse yoktu. Gıcık yoktu. İhtiyar kadın yoktu. Her yer aydınlıktı yine de. Dua okuyarak merdivenlerden çıkmaya yeltendi. 
Gariplikler bitmek bilmiyordu. Merdivenlerin olmadığını fark etti. Başı ağrıyordu. Gözlerini yeniden kapattı ancak bu kez hemen açmadı. Bir süre bekledikten sonra gözlerini açtığında ormandaydı. Az önce gördüğü şeylerin hepsi kaybolmuştu. Olağanüstü bir durum yoktu görünürde yalnız eve nasıl gideceğini kestiremiyordu. Bir süre sağa sola bakıp kendisine bir yön tayin etmeye çalıştı. Ağaçların yosunlu olan tarafına sırtını döndü. Köylerinin güneyde olacağını düşündü. Yürümeye başladı yine. Kendini çok yalnız hissediyordu. Gıcık’a ne kadar alıştığını fark etti. Gıcık, onun hayatına girdiğinden beri ne çok şey yaşamıştı, hayatı ne kadar değişmişti. Ya Gıcık bir daha hiç dönmezse diye aklından geçiyordu ki karşısında Gıcık’ı gördü. Gıcık, sevgi gösterilerinde bulunuyor ve Ceyengül’ün önünden yürüyordu. Belliydi, ona kasabanın yolunu göstermeye çalışıyordu. Bazen koşarak bazen de hızlı adımlarla sonunda kasabaya vardılar. 
Ceyengül evine döndüğünde bütün kasaba halkını bahçelerinde gördü. Bu kalabalığın nedenini anlayamıyordu. Gıcık da bu kalabalıktan ürkmüş, korkmuştu. Gıcık’ı kucağına aldı. Annesi biraz da üzgün Ceyengül’e bakarak konuşmaya başladı:
-Kaç zamandır bizi endişelendiriyorsun ama bugün çok daha büyük endişeler yaşadık. Gece gündüz demeden evden çıkıyor tuhaf davranışlar sergiliyorsun. Sabahın köründe yastık kılıfını elbise diye üzerine giyiyorsun. Her şey şu peluş köpeği kucağında getirdiğin gün başladı. Ondan önce bir sorun yoktu ama Allah aşkına sabahın erken saatinde peluş köpek kucağında nerelere gittin, nerelerden geldin?
Ceyengül konuşmak istedi fakat bütün kelimeleri unutmuş gibiydi. Bir film setinin ortasına düşmüş gibiydi. Ne söylemesi gerektiğini bilmiyordu. İnsan önceden bir metin vermez miydi eline ezberlemesi için? Gözlerini kapadı. Uzun süre açmadı. Gözlerini açtığında dört duvarı beyaz boyalı bir odadaydı. Tepesindeki lamba da beyazdı. Etrafındaki insanlar konuşuyordu:
-Fırat buraya yeni geldi. Ceyengül adında bir hayali arkadaşı var. Kırgız olduğunu söylüyor Ceyengül’ün. Ceyengül’ün bir de köpeği varmış hem de adı çok ilginç: Gıcık. 
Bu cümlelerden sonra bir başkası konuşmaya başladı:
-Aslında çok iyi birine benziyor. Tahsili nedir, ne iş yaparmış Fırat?
-Fırat, veterinermiş aslında. Ancak mesleğini yapmak için yanlış bir kasaba tercih etmiş. Kendi kasabasında başlamış bu işe. Elbette çok fazla ziyaretçisi de olmamış. Zaten Ceyengül’ü de orda tanıdığını iddia ediyor. Gıcık’ı Fırat’a getirmiş Ceyengül. 
Ceyengül etrafında sohbet eden insanların yüzlerini seçmeye çalışıyordu. Yaşlı kadın ne kadar da benziyordu Cihangül teyzeye. Bu esnada Gıcık’ın kapıdan girdiğini gördü. Doğrulacak gücü yoktu. Kapının tam yanındaki aynaya baktı. Yatakta yatan birini gördü. Fırat dedikleri galiba bu kişiydi. 

 


18 Eylül 2024 Çarşamba

YALAN

Zeynep Akbulut

Düşünmek dakikalarca ve yazmak
Sonra yazdıklarına inanmamak
Silip atmak her şeyi yazılan
Ve sonra görmek her şeyi yalan
 
Yazmak uzun bir yol yazmak çile
Ne kadar anlatırsan anlat gelmez dile
Başlayan her şiir bir yerde bitiyor
Bazen küçük bir şiir mutluluğa yetiyor

DÜŞÜNMEK YA DA DÜŞÜNMEMEK

 Zeynep Ayten

Düşününce inceden inceye
Bilmediğimi fark ediyorum hiçbir şeyi
Yaşıyorum dünya denilen bu büyük gemide
Bilmeden neyi yitirdiğimi

Düşünmeyince hayat aslında güzel
Düşünmeyince yarın sabahı
Düşünmeyince üç yıl sonrasını
Hayat aslında güzel
Fakat olmuyor düşünmemek
Yetmiyor yalnızca nefes alıp vermek

YARIM

 Asya Zoroğlu

Bir an bile çıkmıyorsun aklımdan
Kendimce tesadüfler yaratıyorum
Şu küçücük öykümde sana dair
Yine de her şey yarım

Kalbim artık bağımsız ruhumdan
Kendimce oyunlar oynuyorum 
Tenhasında yaşamanın, dünyanın
Yine de her şey yarım

"BUGÜN DE ÖLMEDİM"


Asya Zoroğlu, Zeynep Akbulut, Zeynep Ayten


 1. Bölüm: Gözler Yalan Söylemez
Akşam saatlerini oldum olası çok severim. Çünkü akşam demek özgürlük demek. Çünkü akşam demek, eve dönüş demek. Akşamdan daha güzel bir vakit var mı deseler, gece derim. Gecenin yeri bir başka. Herkes için gün batabilir ancak benim için gün gece vakti doğar. Gece, siyah kanatlarıyla çoğu şeyi perdeler fakat ben gece vakti daha iyi görür, daha iyi düşünür ve hayatı bütün derinliğiyle hissederim. 
Akşam saatlerini oldum olası severdim ancak o güne kadar. O günden beri akşam vakitleri beni boğuyor. Akşam vakitlerinde karanlık evham kuşları gelip zihnime konuyor ve gagalıyor. Akşam vakitlerini o günden sonra sevmemeye başladım galiba. 
O gün ne mi oldu? O gün çok şey oldu. 
Akşamın verdiği mutlulukla evime doğru ilerliyordum ki karşıma çıkan bir mendil satıcısı bana mendil isteyip istemediğimi sordu. Mendile ihtiyacım yoktu ama yine de dilim, zihnim bağlanmış gibi oldu ve bana doğru uzatılan mendili alırken satıcının gözlerini gördüm. Gözleri kalın bir kitap gibiydi. Sayfaları kendiliğinden çevriliyordu. Okudum, okudum, okudum. Yalnızca birkaç saniye göz göze geldik ama onun bütün hikayesini okumuştum. Yalnızca hikayesini değil kaderini de görebiliyordum. İrkildim ve aldığım mendili yalnızca test kitaplarımın ve kalemlerimin bulunduğu çantama atarak hızla eve koştum. Bir şey oldu o gün bana, adını koyamadığım bir şey. Her şey, işte o akşam başladı. Mendil satıcısının gözlerinden okuduğum hikayede onun ertesi gün hayatının sona erdiği yazıyordu. Acaba bir rüyanın içinde miyim diye düşündüm fakat test kitaplarım vardı. Belki de ders çalışma işini fazla abartmıştım ve bundan dolayı zihnim bana oyun oynuyordu. Unutmaya çalıştım ama nafile. Ertesi gün akşam yine akşamın verdiği mutlulukla evime doğru her zamanki yolumdan ilerliyordum ki mendil satıcısını görünce birdenbire dün onun gözlerinden okuduklarımı hatırladım. Moralim bozuldu ancak moralimin daha da fazla bozulacağını düşünmemiştim. Gözlerinden okuduğuma göre bu gün bu kişinin hayatının sona ermesi gerekiyordu ve işte hayattaydı. Demek ki çok ders çalıştım diye kendimi teselli ediyordum ki ani bir fren sesi ile irkildim. Mendil satıcısı yerde yatıyordu ve insanlar etrafına toplanmaya başlamıştı. Suçlu muydum? Uyarmalı mıydım o insanı? Kafamda sorularla ilerledim ve eve geldim. Gece boyunca bunun bir tesadüf olduğuna kendimi ikna ettim. 
Ertesi sabah bir buruklukla uyandım ve okula giderken insanların gözlerine, yüzlerine baktım uzun uzun. Hiçbir şey göremedim kimi yorgun, kimi uykulu, kimi enerji dolu gözlerden başka. Evet, bu bir tesadüf diye düşündüm. Gün boyu her zamanki derslerle, işlerle geçti vakit. Akşam eve doğru gelirken sınıf arkadaşlarımdan biri:
-Birkaç gündür sakin görüyorum seni, istersen eve seninle gidelim bugün, dedi. Zaten sınıfımdaki en mutlu arkadaşımdı o. Herkese teselli verir, herkesin sorunlarıyla ilgilenirdi. Hayat doluydu ve herkese tebessüm ederdi. Bana da iyi gelecekti, bundan emindim. Bu teklifi reddedemezdim. Birlikte yürümeye başladık. Ara sıra yolda konuşuyor, duruyor ve onun gözlerine bakıyordum. Evet, gözlerinde bir şey yoktu. Galiba o gün fazla ders çalışmıştım. Güneş batmak üzereydi ve her taraf güzel bir kızıllığa bürünmüştü. Ağaçların yaprakları sarı ile kızıl arasıydı. İnsanların uzamış gölgeleri, kaldırımlar… Efsunlu bir manzara sunuyordu. Manzaranın güzelliğini arkadaşıma söylemek için gözlerine baktığımda yine olan oldu. Susmuştum. O da suskundu. Gözlerine takılı kaldı bakışlarım birkaç saniyeliğine ve yine sayfalar dolusu bir kitap gibi okudum onun hayatını. Ne göründüğü kadar mutluydu ne de huzuru vardı. Yaşadıklarını ve sorunlarını bu yaşta bir insanın nasıl kaldırabildiğini merak ettim. Oysa ona herkes derdini, sıkıntısını anlatır ama kimse ona sormazdı nasıl olduğunu. Ben de sormamıştım. Birkaç saniyeden sonra onun yüzündeki tebessüm de kayboldu. Kendini zorladı ama tebessüm edemedi. Bilinçsizce sordum:
-Nasılsın? 
-Anladın değil mi? Senelerdir sakladığım şeyleri, oynadığım oyunları artık gördün değil mi?
İkimiz de şaşkındık. 
Yürümeye onun takati kalmamıştı. Gözleri de bulutlanmıştı. Vedalaştık. 
Eve dönünce her şeyi baştan düşündüm. Akşamın bir vakti vardı ve o vakitte olanlar oluyordu. Sabahları ya da günün diğer zamanlarında herhangi bir sorun yoktu. Sorun, akşamın aynı vakitleriydi. Fakat arkadaşım nasıl anlamıştı benim onu anladığımı, onun kitabını okuduğumu? İlk işim onunla uzun bir sohbet etmekti.
Arkadaşımı ertesi gün yanıma alarak saatlerce konuştuk. Artık aynı şeyleri yaşayan iki kişiydik fakat o benden biraz daha önce başlamıştı bu hâli yaşamaya. Mutlu görüntüsün altında yatan asıl nedenin de bu olduğunu anladım. Bunu nasıl yapıyordu? Bu oyunu nasıl oynuyordu? Her gün herkese aynı oyunu oynamak zor değil miydi?


2. Bölüm: Hiçbir Şey
Alçin ile konuşmaya başladıktan sonra artık kafamda bazı taşlar yerine oturmaya başlamıştı. En azından beni anlayan bir arkadaşım vardı ve benden daha tecrübeliydi bu yaşadığım konular hususunda. İçim az da olsa rahatlamıştı. Tek başıma bunları yaşamaya devam etseydim ihtimal çıldırırdım. O bana zaman zaman rehberlik ediyordu. 
En azından şunu öğrenmiştik: Bu yaşadığım hâl sadece güneş batmaya yakınken oluyordu. Aynı durum Alçin için de geçerliydi. Günün başka bir saatinde bu hâli yaşamayacağım için rahattım. Fakat bu kez de bütün gün yalnızca o zaman dilimini gözetmek, hayatı biraz durağan hâle getiriyordu. Alçin ile bu halimiz üzerine konuşurken bu durumun özel bir yetenek olduğunu ve bunu dert etmek yerine kullanabileceğimizi düşündük. Ne için kullanacaktık, ne işe yarayacaktı insanları bu şekilde okumak, tanımak bunu kararlaştıramadık. Alçin bir süre düşündükten sonra:
-Naz, dedi. Biz neden hiç aynaya bakarak kendi gözlerimizden kendi hayatımızı okumaya çalışmıyoruz? 
Fena bir fikir değildi bu fakat korkutucuydu da aynı zamanda. Bir yabancı gibi belki de unuttuğum çoğu şeyi yeniden hatırlamak, eski yaraları kanatmak ve geleceği görmek tedirgin ediciydi. Ya iyi şeyler göremezsek? Bu riskleri Alçin’e de söyledim lakin o bir kez kafasına koymuştu aynadan kendi gözlerine bakma işini. Bu akşam, bu tehlikeli denemeyi gerçekleştirmemiz gerekiyordu. Okul çıkışında buluşmak üzere anlaştık. 
Okul çıkışı Alçin hiç konuşmuyordu. O da benim kadar korkuyordu, bunu seziyordum. Sordum:
-Neyin var Alçin, birazdan bakacağız değil mi kendi gözlerimize?
-Bakacağız Naz. Aslında bu kafamda şimdilerde oluşan bir şey değildi. Çok zamandır düşünüyordum bunu fakat cesaret edemiyordum. Şimdi yanımda sen olunca buna karar verdim. İstersen sen sadece beni izle. 
-Alçin, dedim. Aslında bu yapacağımız denemenin çok bir anlamı yok çünkü birbirimizin gözlerini okuduk daha önce. Yine okuyabiliriz. 
Bunları konuşurken güneşin iyice batış vaktine yaklaştığını hissettik. Alçin yolun kenarında durdu ve çantasından bir ayna çıkardı. Ben de yanıma ayna almıştım fakat niyetim yoktu bu deneye. Alçin gözlerini elindeki aynaya dikti. Bekledi, bekledi. Normalde birkaç saniye yetiyordu başkalarının gözlerini okumak için. Alçin’in aynayı bırakmaya niyeti yoktu. İki dakika boyunca suskunca aynaya baktı. Sonunda elindeki aynaya uzandım ve:
-Ne gördün? Biraz uzun sürmedi mi bu bakış?
Alçin, konuşmuyordu. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Aynayı elinden alıp çantasına koydum. Yola devam etmek istedim fakat Alçin adım atmıyordu. Elinde ayna var gibi bakıyordu hâlen. Sarsmaya başladım. Birkaç kez şiddetli sarsıldıktan sonra Alçin uykudan uyanır gibi sağa sola ve bana baktı.  Ne gördüğünü, okuduğunu sordum:
-Hiç, dedi. Hiçbir şey.  
Onun bu gizemli cevabı beni de aynı şeyi denemeye zorluyordu. Kısa da olsa zamanım vardı bunu yapmak için. Aynayı kendime doğru tutarak gözlerimin içine bakmaya karar verdim. Korku ve heyecanla gözlerime bakmaya başladım. Görebiliyor, okuyabiliyordum kendime ait her şeyi. Geçmişim satır satır geçti gözlerimin önünden. Biraz hüzünlü çok az da keyifliydi bu tecrübe benim için. Alçin’in beni sarsmaya başladığı vakit ölüm tarihimi ve kitabımın son sayfasını okuyordum. Kendime gelir gibi oldum. Alçin sordu:
-Ne gördün? Ne okudun?
-Hiç, dedim. Hiçbir şey. 
3. B/ölüm
Alçin’den ayrılarak evin yolunu tuttuğumda o son sayfa zihnimde yeniden dolaşmaya başladı. 3 Ekim 2024 benim ölüm tarihim olarak görünüyordu ve bu tarih yarındı. Bu bağlantıyı kurduğumda buz gibi olmuştu ellerim ve ayaklarım. Yarın öleceğini bilmek? Bu hep söylenirdi: Yarın öleceğini bilsen ne yaparsın? İnsanların bu soruya verdikleri cevapları düşündüm. Bazıları son günü ibadetle, iyilikle geçiririm, diyordu. Bazıları ise kredi çekmekten, çılgınlıklar yapmaktan bahsediyorlardı.  Ben ne yapacağımı bilemiyordum. Yarın öleceğimi biliyordum ama ne yapacağımı bilemiyordum. Tarihi görmüştüm ama saati görememiştim. Kaç saatim vardı ölmek için? Vedalaşmalı mıydım insanlarla? Bir mektup, vasiyet bırakmalı mıydım? Bu tarz eylemlerin ölümüme dair şüphe uyandırma ihtimali yüksekti. Kimseye söyleyemezdim ama bir günüm kalmıştı ölmek için. Acaba Kül Kedisi masalında olduğu gibi saat tam on ikiyi gösterince mi ölecektim yoksa sabaha karşı uykuda mı? Belki de okul yolunda… Belki okulda, ders esnasında… İhtimalleri düşünmek beynimi yoruyordu. Alçin acaba ne görmüştü? 
Düşünmek yoruyordu beni. Bir gün sonra öleceğimi bilmek ama hiçbir şey yapamamak. Belki de sadece beklemem gerekiyordu. Ya da en iyisi hep uyuyarak huzurlu bir şekilde ölüp gitmekti. Belki de… Belki de ölmeyecektim. Yanlış görmüş, okumuş olamaz mıydım? Kararımı vermiştim. Ölüm saatimi beklemek anlamsızdı. Hazırlık mı yapacaktım sanki? Her gün olduğu gibi okuluma gidecektim. Artık nerede son nefesimi verirsem…
Gece on ikiyi beklemeye niyetim vardı ama öyle yorulmuşum ki sabah okul saatinde ancak uyandım. Hatta uyanınca acaba öldüm mü, diye kendimi yokladım. Hayattaydım. Düşünmeye gerek yoktu. Son kez güneşin doğuşunu izlemek isterdim oysa. 
Okul yoluna düştüm, geçtiğim her yerden bir daha geçemeyecekmişim gibi bir hisle ilerliyordum. Tanımadığım insanlara selam veriyordum. Sahipsiz kedileri seviyordum yol boyu. Karşı kaldırıma geçeceğim sırada kocaman bir kamyonun altında kalmaktan son anda kurtuldum. Oysa tam karşı karşıya kaldığımızda kamyonla, galiba sonum geldi, diye düşünmüştüm. 
Ölmemiştim ama bu ölmeyeceğim anlamına gelmiyordu. Okula ulaştım ve sınıfımı, sıramı, öğretmenlerimi son kez görüyor olmanın hüznü ile duygusallaşmıştım ki Alçin yanıma yaklaştı. Neşeliydi. Ona dün akşamdan bahsetmedim. O da bana bahsetmedi. 
-Bu neşenizin bir sebebi var mı hanımefendi, dedi bana. Oysa neşeli değildim. Göz göze geldik. Ben onun gözlerine bakıyordum o da benim gözlerime bakıyordu. Gülüştük. 
-Akşam vakti gözüme görünme, dedim. Sonra bütün sırlarını ifşa ederim. 
Gün boyu şakalar, tebessümler hatta kahkahalar havada uçuştu. Hatta bir ara bugün öleceğimi bile unutmuştum. Akşam okul çıkışı yeniden hatırladım. Belki de akşamın bir saati ölecektim. Dönüş yolunda mı? Belki… Evimde, yatağımda mı? Kim bilir?
Akşam, hiç olmadığı kadar erken olmuştu. Dönüş yolunda bu kez yalnızdım. Tam, dün aynaya baktığım yere geldiğimde yeniden aynaya bakma fikri geldi aklıma. Neden buna ihtiyaç hissettim bilmiyordum. Belki de ölüm saatimi görebilirim, diye ümit ettim. Zamanı gelmişti o sırlı randevunun. Aynayı çıkardım ve nasıl olsa kaybedeceğim bir şeyim yok düşüncesiyle yeniden kendi gözlerime baktım. Yine aynı sayfalardı gözlerimin önünden geçen. Aynı satırlardı… Üstelik dünkü kadar heyecan ve merak da uyandırmıyordu ama öylesine okuyordum ömrümün hikayesini. Nihayet son sayfaya geldiğimde ölüm tarihimin değiştiğini gördüm: 10 Ekim, 2024.
Ayna elimden yere düştü. Paramparça olmuştu. Her parçasında yüzüm belli belirsiz görünüyordu. Koşmaya başladım. Eve doğru koşmaya… Ardıma bakmadan koştum. Evi geçtim ama halen koşuyordum. Ne kadar koştum, nerelerde dolaştım hatırlamıyorum. Eve girdiğimde ayakta duracak mecalim kalmamıştı. Nasıl olsa ölüm tarihim saçma bir şekilde bir hafta ileriye atılmıştı. Belki de o kamyonun altında kalmıştım ve şimdi ölüydüm. Saçma düşünceler yorgun beynimi zorluyordu. Uyudum ve rüya görmeden uyandım ertesi sabah. 
Bir hafta, bir gün gibi geçti. Hep aynı şeyler, hep aynı yollar, okul, ev… Zihnimde kıymık gibi bir tarih vardı. 10 Ekim… Nihayet 10 Ekim gelmişti fakat ben yorulmuştum. Ölümü beklemekten yorulmuştum. Oysa ne güzel, bir gün içinde ölecektim. Bu bir hafta hem kısa hem uzundu. Saate bakmıyordum, merak da etmiyordum saat kaçta öleceğimi. Belki de bunlar benim beynimin uydurduğu şeylerdi. Hastalanmış da olabilirdim fakat Alçin de durumdan haberdardı. Bu yaşadıklarımı başka birilerine anlatsam kesinlikle inanmazdı ama neyse ki Alçin vardı. Bir hafta boyunca onunla dertleşmemiştik. O, her zamanki gibi neşeliydi. Rolünü güzel oynuyordu. 
Akşama doğru nedense bugün de ölmeyeceğimi düşündüm. Tam bu esnada önümden gürültüyle geçen bir aracın arkasındaki yazı sanki bana bir mesajdı:
Bugün de ölmedim anne.

4. Bölüm: Tuhaf Veda
Bir haftadır insanların gözlerine bakmıyordum. Yüzlerine bakmıyordum. Alçin’in de gözlerine bakmadım hiç. O da benim gözlerime bakmıyordu. İlginç günler geride kalmıştı. Hayatımdan aynaları çıkarmalıydım belki de. 
Eve döndüm, dikkatimi bir şeylere veremiyordum. Sadece boş boş oturuyor, duvarlara, tavana bakıyordum. Bazen yere, ayaklarıma bakıyordum. Ayak parmaklarımı ilk kez görüyor gibiydim. Ne kadar biçimsiz olduğunu fark ettim ayak parmaklarımın. Sonra ellerime baktım. Tırnaklarım ojeliydi. Ne zaman sürmüştüm ojeyi? Düşündüm ama hatırlayamadım. Belki de ben sürmemiştim. Belki de dalgınlığımdan faydalanıp Alçin sürmüştü ojeyi. O severdi böyle şeyleri. Ölüm günümde düşündüğüm şeylere bak, diye kendime geldim. Kendime gelmek istemiyordum. Böyle şeyleri daha çok düşünerek kendimden uzaklaşmak istiyordum. Yaşarsam -ki öleceğime inanmıyordum- Alçin’le uzun bir konuşmaya ihtiyacım vardı. Gözlerimin beni yanılttığını düşünmeye başlamıştım. Uykumun geldiğini hissettim. Sanki yüzyıllardır uyumamıştım. Derin bir uykuya dalsam her şey geçecek gibiydi. Beynim rahatlayacak ve sıradan bir hayata kavuşacak gibiydim. Yatağıma gittim ve uzandım. Kaç zamandır rüya görmediğimi hatırladım. Keşke güzel bir rüya görsem, uzun ve güzel bir rüya… 
Sabah tüy gibi hafiflemiş olarak uyandım. Rüya da görmüştüm ama hatırlamıyordum. Güzel rüya olmalıydı bu çünkü içimde bir huzur vardı. Üstelik hayattaydım. Yani yine çıkmamıştı gözlerimden okuduğum şey. Neşeli bir telaşla okul yolunu tuttum. Okula gider gitmez Alçin’le konuşacak ve bu saçmalığa bir son vermeye çalışacaktım. 
Okula ulaştım ve ilk dersi dinledim. Arkadaşlarıma baktım, öğretmenimin gözlerine baktım. Hiçbir şey ifade etmiyordu benim için yüzler ve gözler. İlk teneffüs Alçin’i görmek için sınıfına koştum fakat yoktu Alçin. Zihnime olumsuzluklar hücum etmişti. Ya Alçin öldüyse? Telaşla sınıf arkadaşlarına sordum:
-Alçin, gelmedi mi?
Yüzüme boş boş bakıyordu sınıftaki birkaç kişi:
-Alçin kim, diye sordu biri şaşkınlıkla. 
-Alçin, şu pencere kenarındaki sırada oturan, siyah düz saçlı, tırnakları hep ojeli olan, neşeli kız var ya… Hani her gün yanına geliyorum ya da o benim yanıma geliyor. Nasıl tanımazsınız onu. Şaka mı yapıyorsunuz?
Ön sırada oturanlardan biri, bir yandan elindeki simitten bir ısırık aldı ve cevap verdi:
-Kaç zamandır bu sınıfa geldiğin doğru. Geliyor ve garip hareketler sergiliyorsun. Bu sınıfta Alçin diye biri yok.
Kendimi zor tutuyordum. Sınıf defterini elime aldım. Sanki herkes sözleşmiş ve bana kötü bir şaka yapıyor gibiydi. Hızla listeyi okudum, okudum, bir daha okudum. Gerçekten de Alçin diye bir isim yoktu. Demek ki bu kötü şakaya idareciler de karışmış ve Alçin’in olmadığı bir liste hazırlamışlardı. Belki Alçin de bu şakanın içindeydi. Hızla diğer sınıflara baktım ve müdür yardımcısının odasına kapıyı bile vurmadan daldım. 
-Size hiç yakışıyor mu böyle şakalara alet olmak, diye başladım söze. Nefes nefese kalmıştım ve çok öfkeliydim. Müdür Yardımcısı önce kolonya ikram etti. Sonra konuyu sordu. Anlattım. Yüzüme üzgün bir biçimde bakarak:
-Bu okulda Alçin isminde biri hiç olmadı. Bahsettiğin sınıfta da olmadı. Emin misin sana farklı bir isim söylenmediğinden?
Kimse beni anlamıyordu. Daha fazla katlanamazdım bu duruma. Sınıfıma gidip çantamı toparladım. Okulda durmak istemiyordum. Yürümem lazımdı. Nereye gittiğimi bilmeden yürümem lazımdı. Çantamı aldım, merdivenleri hızla indim. Okul bahçesinin tam ortasına geldiğimde birinin ardımdan baktığını hissettim. Geriye döndüğümde Alçin sınıflarının penceresinden el sallıyordu.