sivas bilsem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sivas bilsem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Ekim 2025 Perşembe

SELA

 Zeynep Ayten
Yeni bir mesajın titrettiği telefonu, onu hayallerinden sıyırıp bu dünyaya döndürmüştü. Telefonunu alıp mesajı okudu. Diğer mesajlar gibi değildi bu. Farklıydı, gizemliydi, daha önce hiç görmediği tarzdaydı. Mesajı gönderen kişi, onu bir yere çağırıyordu. Zaten her gün geçtiği, avucunun içi gibi bildiği bir yere. Fakat mesajda ne bir zaman bilgisi vardı ne de bir isim. Ne zaman gidecekti, buna dair de bir bilgi yoktu? Peki onu kim çağırıyordu, neden çağırıyordu? Gitmeli miydi? Dakikalarca düşündü. Gecenin bu saatinde gidemeyeceğine göre yarın ilk iş oraya gidecekti. Zaten mesajda hemen gitmesini isteyen bir ifade de yoktu. 

Mesaj yüzünden gece boyunca gözüne uyku girmedi, sabahı zor etmişti. Güneşin ilk ışıkları odasına girmeye başladığında daha fazla sabredemedi. Hızlıca hazırlanıp kahvaltı bile yapmadan evden ayrıldı. Yanına sadece telefonunu almıştı. Sabırsızlığın verdiği aceleyle mesajda yazan konuma ulaştı. Etrafa dikkatlice baktı fakat ortalıkta kimse yoktu. Erken mi gelmişti, yoksa tam tersine geç mi kalmıştı? Belki de mesaj geldiği anda gitmeliydi. Bu şans -veya tehlike- için geç kalmıştı belki de. Beklemekten başka yapacağı bir şey yoktu. Bekledi, bekledi… Bekledi... Ama ne gelen vardı ne giden. Saatlerce bir kenarda oturdu, etrafına bakındı. Sonra mesaja tekrar bakması gerektiğini düşündü. Belki de yanlış yerde bekliyordu. Mesajı açtı, tekrar okudu. Mesajın bir de devamı vardı. Karşısındaki kütüphanenin içine girmeli ve en sevilen yazarı bulmalıydı. Ama nasıl? Bunları düşünerek kütüphanenin kapısından içeri girdi. Aklına gelen ilk -ve en basit- fikirle bir görevliye sordu. Görevlinin adını verdiği yazar "Yavuz Bülent Bakiler"di. Doğru ya Sivas'ta böyle bir edebiyatçıdan başka kim sevilirdi ki?
Yavuz Bülent Bakiler'in kitaplarını aramaya başladı. Yarım saat sonra bütün kitaplarını önündeki masaya yığmış kitaplara bakıyordu. Fakat sadece bakıyordu. Kitapların çoğunun sayfası bile açılmamıştı. Oysa Yavuz Bülent’i herkes tanır ve severdi bu şehirde. Belki de bu kitaplar henüz konmuştu buraya. Yoksa okunmaması, sayfaların eskimemesi mümkün değildi. Yavuz Bülent’in bazı şiirleri ders kitaplarında bile vardı. Sivas’ta Yoksul Çocuklar adlı bir şiiri öğretmen birkaç kez ders kitabından okumuştu ve çok sevmişti o şiiri. Bu düşüncelerle kitapların sayfalarını karıştırmaya başladı. Bu esnada Harman adlı kitabı karıştırırken birdenbire gözüne bir not ilişti. Kitabın ortalarında bir yerde kurşun kalemle yazılmış bir nottu bu. Tekrardan sayfaları yavaşça çevirmeye başladı ve notu buldu: 
“Buraya kadar doğru geldin ancak burada bitmiyor. Beş sayfa sonraki şiiri oku ve yeni mesajı bekle.” 
Demek ki bu kitapları mesajı gönderen kişi buraya bırakmıştı. Kütüphaneci ile birlikte çalışıyor bile olabilirdi. Beş sayfa sonraki şiiri açtı ve okudu. Şiir, seneler önce öğretmeninin ders kitabından okuduğu şiirdi: Sivas’ta Yoksul Çocuklar. Şiiri birkaç kez okuduktan sonra yeni mesajı beklemesi gerektiğini hatırladı. Şiirin fotoğrafını çekti ve kütüphaneden ayrıldı. Bir süre yeniden kütüphanenin önünde oturdu ve kendisine gelen mesajları birkaç kez daha okudu. Sonra fotoğrafını çektiği şiiri okumaya başladı. Fotoğrafa dikkatle baktığında şiirde geçen Ulu Cami ifadesinin altının hafifçe çizili olduğunu fark etti. Belki de Ulu Cami’ye gitmeliydi. Zaten çok uzakta değildi Ulu Cami. Üstelik sabah saatlerinde güvercinler bambaşka bir hava katardı cami bahçesine. Telefonunu cebine koyarak Ulu Cami’nin yolunu tuttu. Cami bahçesine ulaştığında içine hafif bir huzur dolmuştu. Hatta bir ara buraya niçin geldiğini bile unuttu. Güvercinler, güller derken yeniden hatırladı niçin burada olduğunu. Belki de yeni mesaj gelmiştir, düşüncesiyle telefonuna baktı. Telefonu kapanmıştı. Gece boyunca şarja takmamıştı zaten. Biraz çaresiz hissediyordu ama yapacağı bir şey yoktu. Bir süre daha oturup evine dönmek en iyisiydi. Bu esnada minarelerden sala sesi yükselmeye başladı. Genelde yaşlıların gösterdiği bir titizlikle salayı dinledi. Şehrimizin büyük kültür adamlarından şair Yavuz Bülent Bakiler Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi 30 Eylül Salı günü… Devamını dinleyemedi bile. Hayli şaşkındı. Evine dönmekten başka çaresi yoktu. Evine ulaşır ulaşmaz telefonunu şarja taktı ve ardından mesaja yeniden baktı. Mesaj kutusu boştu. Telefonunu birkaç kez kapatıp yeniden açtı fakat herhangi bir mesaj göremedi. Pencereden dışarıya baktı, ne çabuk akşam olmuştu, anlayamadı. Yorgundu. Biraz uyumanın her şeye iyi geleceğini düşündü. Telefonunu şarjda bırakarak uzandı. Bir süre sonra telefonun titreşimiyle uyandı. Göz ucuyla telefonuna baktı. Telefonun alarmıydı çalan. İki kez ertelemişti üstelik. İlk kez çalmasının üzerinden on dakika geçmişti bile. Hızla yatağından doğruldu ve dışarıya çıkmak için hazırlandı. Telefonuna son bir kez daha baktı. Herhangi bir yeni mesaj yoktu. 
Sıradan bir gün geçirdiğini düşünüyordu ki öğlen vakti minarelerden yükselen bir sela ile irkildi. Şehrimizin büyük kültür adamlarından şair Yavuz Bülent Bakiler Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi 30 Eylül Salı günü…

30 Eylül 2025 Salı

YENİ BİR DÜNYAYA AÇILMAK

 Ali Çağhan Yılmaz

Tıpkı renkler gibi
Diller de çeşit çeşit
İngilizce Almanca Fransızca
Konuşabilsem keşke hepsini

İspanyolca benim için ayrı
Bir gün bol bol vaktim olursa
İspanya’ya gideceğim
Yeni bir dünyaya açılmak için
İspanyolca öğreneceğim

VAZGEÇİLMEZ SEVDAM


Kerim Yuvacı

Bana en sevdiğim renkleri sorduklarında
Düşünmeden söylüyorum sarı ve kırmızı

Bana en sevdiğim hayvanı sorduklarında
Düşünmeden söylüyorum aslan
Anlıyor tabi birazcık futboldan anlayan

Bir ben değilim gönül vermiş bu renklere
Galatasaray varken
Başka takım tutulur mu hiç
Düşünün bir kere

HAYATIN ANLAMI



İbrahim Gül

Eğer sen olmasaydın
Hayatın da bir anlamı olmazdı
Olmazdı hiçbir şeyin tadı
Yemenin içmenin adı anılmazdı

Sen varsan evde beni bekleyen
Koşarak eve gidiyorum 
Keşke yanımda olsan okulda diye
Dualar ediyorum

Hangi yaylalardan hangi dağlardan
Koşup da geldin soframıza bilmiyorum
Fakat ey madımak aşı
Sensiz bir sofra düşünemiyorum

27 Eylül 2025 Cumartesi

ERTELENEN ŞEYLER

 Aden  Mira Kartal

Bir arkadaşın yokluğu
Sadece bir yokluk değildir çoğu zaman
Sessizliktir, yalnızlıktır
Bütün kelimelerin saklanmasıdır
Perşembe gününe ertelenmesidir
Tebessümlerin 
Bir arkadaşın yokluğu bazen
Bir dünyanın yokluğudur

Korku

Yusuf Kerem Köse


Kitap bile yazılır sadece adından
İnsanlar çekinir onun kötü şanından 
Bazen insanlar anlatmasa da 
Var herkesi ürkütecek, terletecek bir olay

Eğer yaşıyorsan onu
Çoğunlukla üstüne gidemezsin
İçindekileri kimseye söyleyemezsin
İsmini bile duysan
Tir tir titreyebilirsin

Benim de var korkularım
Bazen benden bile büyük bazen de küçücük
Atlattıklarım veya atlatamayacaklarım
Ama ne olursa olsun
Korkularımı içimde tutmayacağım

Teselli

Nurgül Asya Kılcı

Sıkıldığımda kalabalığından şehrin
Bir doğa köşesi arıyorum
Bazen parka koşuyorum
Bazen bilmediğim bahçelere dalıyorum

Huzur bulmak zor şehirlerde
Hele de trafiğin yoğun saatlerinde
Ya da akşam vaktinde
Yanarken sokaklarda lambalar
Reklam tabelaları, araç farları
Kayboluyor gökte yıldızlar
Bir dağ başı özlüyorum gökyüzüne yakın
Bir kır köşesi arıyorum böcek, kuş sesleriyle örülü
Saksıdaki çiçeğe su veriyorum
Kendimi bir şelale kıyısında düşünüyorum

Doğa varsa huzur var
Doğa varsa insan var
Bunu düşünüyorum, anlıyorum. 

Rüzgâr

Ayşegül Yıldız

Kimi zaman kendimi
En yüksek dağları bile koşarak aşacak kadar
Güçlü hissediyorum.
Yüzlerce sayfalık bir kitabı
Bir günde bitirebileceğimi düşünüyorum. 
Ödevler az geliyor sayfalar dolusu olsa bile
Bir çırpıda hepsini tamamlıyorum. 
Koşarak gitsem eve
Servisten hızlı ulaşacağımı düşünüyorum.

Kimi zaman ise yanımdaki biri yüzünden
Adım atasım gelmiyor.
Bir sayfayı bile sonuna kadar okumak
Ölüm kadar zor geliyor.
Kalem elimden düşüyor bir harfi yazınca
Ödevlerim boynu bükük kalıyor.
Servise yürümek bana
Dünyanın en yüksek tepesine tırmanmak kadar zor geliyor.

Bilemiyorum 
Ben mi gel git yaşıyorum
Yoksa arkadaşlarıma mı kapılıyorum. 
Onların rüzgârıyla savruluyorum.

13 Eylül 2025 Cumartesi

Bİ’ DÜŞÜNSENE


Yusuf Kerem Köse

Bir düşünsene, büsbüyük bir kasabada ya da şehirde yaşıyorsun ama o kasabadaki tek sağlıkçı sensin. Aslında senin bölümün kan alma ile ilgili ama bir anda o hastanedeki “her şey” sen oluyorsun. Tüm bölümlerin işleri sana kalıyor ve senden geriye kalan şeyler de “hiçbir şey”.  
İş gününe uyanıyorsun. Normalde bir üst rütbe kişiler olması gerekiyor, her birimden sorumlu birilerinin bulunması gerekiyor ama yok... İşe istediğin gibi istediğin zaman gidebileceğini sanıyordun ama yanılmışsın. 
Tüm kasaba ya da şehir buraya toplanmış gibi dolu hastane. İlk başta gözün korkuyor. Sıra numarası kesen ve insanları yönlendiren güvenlik görevlileri olmadığı için bu iş sana düşüyor ve en sonunda herkesi gerekli yerlere göndermeyi başarıyorsun fakat sonradan hatırlıyorsun ki tek doktor sensin burada. Hastanede homurdanmalar başlıyor. Ne yapacağını bilmeden önce önemli şikayetlerle gelen hastalara bakıyorsun, onlarla ilgilenmeye çalışıyorsun ama hastanede homurdanmalar artıyor. Bazıları kusuyor, kimileri bayılıyor, bir kısmı acı acı inliyor, feryat ediyor bazıları da bağırıp çağırıyor. Sen de strese girip işini bırakıp kendi alanına, kan alma bölümüne gidiyorsun ama o kadar streslisin ki damarları yanlış açıyorsun. Kan alamıyorsun. Tüm hastane senin üstüne geliyor, yandan yaşlı bir teyze sana bağırıyor, bir bebek bağıra bağıra ağlıyor, gençler yüksek sesle video izleyip sana homurdanıyor... Kafan çatlayacak gibi oluyor. Ya da düşünmeye gerek yok çünkü böyle bir iş ortamın olsa fazla düşünmeden kıyafetlerini çıkarır ve sessizce kaçardın. 
Şimdi bu anlattıklarımı unut ve geleceğe dair hayal kurmaya devam et. Mesela doktor ya da sağlıkçı olmayı düşünerek rahat bir iş sahibi olmayı düşleyebilirsin. 



KARŞILAŞMA

 
Yusuf Kerem Köse
Ayşegül Yıldız
Aden Mira Kartal

1. Bölüm
Sabaha kadar gözüne uyku girmedi. Nihayet okula başlayacaktı. Okula gidip de mutlu dönen hiç kimse tanımıyordu etrafında. Kimse okulların açılmasını istemiyordu. Herkes tatillerde mutluydu sadece. Okul, iyi bir yer olsa böyle olmazdı. Üstelik okuldan dönen çocuklar sanki savaştan çıkmış gibi görünüyordu. Yorgun, isteksiz, acıkmış, kıyafetleri kirlenmiş hatta yırtılmış, sökülmüş. Evlerinin yakınında bir okul olsaydı gidip uzaktan incelerdi ama sadece birkaç kez başka mahallelerdeki okulların önünden geçmişti ve çok korkmuştu. Okulun etrafı tıpkı filmlerde gördüğü gibi hapishane duvarlarını andıran parmaklıklarla çevriliydi. Bir keresinde bir okulun önünden geçerken zil çalmıştı ve çocukları dışarıya fırlarken görmüştü. Okulun içinde her ne oluyorsa çocukların kendilerini dışarıya atmalarından iyi bir şey olmadığı belliydi. Çıldırmış gibi merdivenlerden atlıyorlar ve arkalarına bakmadan koşuyorlardı. Yüksek duvarlar ve demir kapıların önüne kadar gelip dışarıya bakıyorlardı “kurtarın bizi” dercesine. Üstelik onların hemen peşinde öğretmenler oluyordu ve çocukları yönlendiriyorlardı. Okul, korkunç bir yer olmalıydı. O duvarların ardında ne vardı? İçinde neler yaşanıyordu? 
Anne ve babası çok mutlu görünüyordu. Yavrumuz okula başlayacak, diyorlardı ama belki de o görmeden gizli gizli ağlıyor, üzülüyorlardı hâline. Haftalarca, aylarca okula gidecekti artık ve ihtimal sırtında kocaman bir çanta olacaktı. Elinde beslenme çantası olacaktı. Yeni okul kıyafetleri alınmıştı ve hiç sevmemişti bu kıyafetleri. Ne gereği vardı ki yeni kıyafetin. Eşofmanla gidilebilmeliydi mesela okula. Saat, gece yarısını çoktan geçmişti ama uyuyamıyordu. Utanmasa ağlayacaktı. Okula gitmese olmaz mıydı? 
Bir diğer konu da okuldaki diğer çocuklardı. Kim bilir nasıl insanlarla karşılaşacaktı. Hırçın mı, ağlak mı, şakacı mı, kibirli mi?..
Göz kapaklarının ağırlaştığını hissediyordu. Düşünmekten beyni yorulmuştu. Sonunda uykuya yenik düştü. 
Uyandığında sabah olmuştu. Yorgun ve uykusuz bir gecenin ardından okulda ilk günü yaşayacaktı. Keşke bir ağabeyi, ablası olsaydı da okulu ona anlatsaydı. Bu düşüncelerle yerinden kalkmaya çalışırken annesi odasının kapısını araladı ve seslendi:
-Haydi bakalım minik yolcu. Okulun seni bekliyor. 
Yerinden doğrulmaya çalıştığında başı döndü ve biraz da midesinin bulandığını hissetti. Onun bu halini gören annesi telaşla sordu:
-Çocuğum, iyi misin?
-Biraz geç uyudum anne, başım çok kötü, üstelik midem de sanki bulanıyor, diye cevap verdi. 
Annesinin şefkat dolu bakışlarını fark eder etmez bu rahatsızlıkları daha belirgin bir halde sergilemeye başladı. Annesi:
-Kahvaltıdan sonra bir şeyin kalmaz. İlk günden okuldan ayrı kalmak da olmaz. Haydi bakalım, diyerek elini uzattı. 
Kahvaltı ve okul hazırlığı çok kısa zamanda geride kalmıştı.  Okulun ilk günü olduğu için servis yerine ailesiyle okula gidecekti. Kısa bir yolculuktan kalabalık okul bahçesinin önünde durdular. Çocukların yüzlerine bakıyordu, konuşmalarını anlamaya çalışıyordu. Okulun bahçesinden içeriye adım atarken bir an annesinin elinden kurtulup kaçmayı düşündü. Hele de ağlayan çocukları görünce… Ağlayan birkaç çocuk vardı etrafta ve ailelerin de durumları çok iyi görünmüyordu. Bu düşünceden vaz geçti ve annesinin elini daha sıkı tutmaya başladı. Okul bahçesinin tam orta yerine geldiklerinde kümeler halinde bekleyen çocukları ve aileleri gördü. Birileri isimler okuyor, ismi okunan çocuk annesinden ayrılıyor ve sıraya geçiyordu. Birkaç tuhaf çocuk dışında hiçbiri mutlu değildi ismi okunan çocukların. Hatta annesine, babasına sarılıp ağlayanlar bile vardı. Bu esnada kendi adını duydu: Yarkın Arkın. Bir yandan isminin okunduğu yere doğru ilerlerken bir yandan annesine baktı. Annesi de hüzünlüydü. Bir annesine sarılmak istedi fakat ayrılık vakti gelmişti. Hıçkırıklarını içine gömerek ve gözyaşlarını tutarak diğer çocukların yanına ulaştı. Geriye dönüp bakmak istemiyordu. Geriye dönse annesine koşabilirdi. Geriye dönse gözyaşlarına hâkim olamayabilirdi. Geriye dönse… Geriye dönüş yoktu. 
Hemen yanında durduğu çocuk da Yarkın’la aynı duygu ve düşünceleri paylaşıyor olmalıydı ki sadece yere bakıyordu. Bir anda Yarkın kendi üzüntüsünü, korkusunu unutarak yanında duran çocuğu izlemeye başladı. Çocuğun gözleri doluydu. Yarkın usulca çocuğun omzuna dokunarak:
-Adım Yarkın, dedi. Galiba benim en sevdiğim arkadaşım sen olacaksın. 
Bu sıcak ve samimi cümlenin ardından çocuğun yüzündeki endişe, korku azaldı. Yarkın’la göz göze geldiler. Sanki kelimeler olmadan da anlaşabilecek gibiydiler:
-Adım Kerem, dedi. Kerem Kendir… Yarkın’ın gözlerinin içine bakarak diğer çocuk. 
Bu esnada içinde bulundukları grup okul binasına girmek üzere yürümeye başlamıştı. İki arkadaş korkuyla okulun dış kapısından içeriye adım attılar.
 
2. Bölüm
Saat sabahın 6’sını gösteriyordu. Okulun ilk günüydü ve yıllardır sabah bu saatlerde uyanırdı okulun tatil olduğu günlerde bile. Bir süre yatağından kalkamadı. Yaşlılıktan oluyordu belki de bu durum. Arkadaşlarının çoğu emekli olmuştu hatta bazıları hayattan emekli olmuşlardı. Emekli olmayı düşünmüştü o da ama onun için öğretmenlik hayatın kendisiydi. Çocuklar olmadan, çocuklarla konuşmadan, paylaşmadan bir hayat geçirebileceğini düşünmüyordu. 61 yaşındaydı ve dört sene sonra zaten emekli olmak zorundaydı. Son bir sınıfı daha 4. sınıfa kadar emanet olarak alıp hayata hazırlayacaktı. Az sonra son kez emek vereceği yeni sınıfının öğrencileriyle tanışacaktı Yarkın Arkın Öğretmen ama bu garip rüyanın etkisinden de kendisini kurtaramıyordu. Daha önceden okula dair, okulda geçen çok rüya görmüştü fakat ilk kez bu kadar tuhaf ve etkileyici bir rüya görmüştü. Rüyayı görmemiş, yaşamıştı sanki. Zihnini yokladı, ilkokulda adı Kerem olan bir arkadaşım var mıydı, diye düşündü… Yoktu öyle bir arkadaşı. Hatta Kerem adlı bir tanıdığı bile yoktu. Bu düşüncelerle hazırlığını yaptıktan sonra okul yoluna düştü. 
Okul bahçesinden içeriye girdiğinde büyük bir kalabalık gördü. Artık alışıktı okulların ilk günü bu tür kalabalıklar görmeye. Kırk yıldır aynı şeyleri yaşıyordu. Binadan içeriye girdi ve ilgili müdür yardımcısından sınıfına ait listeyi aldı. Bahçeye çıktı ve diğer öğretmenlerin ardından kendi sınıfına düşen öğrencilerin isimlerini okumaya başladı. Öğrencilerin bir kısmı heyecanlı, bir kısmı hüzünlüydü. Ailelerde de aynı telaş vardı. Ağlayan öğrenciler de vardı ama bu duruma da alışıktı. Şimdi ailesinin yanında ağlayan çocuklar iki saat sonra canavar kesiliyordu. Listeyi okumaya devam edecekti ki birden durdu. Gözlüğünü cebinden çıkarıp yeniden listeye baktı. Kekeleyerek listede gördüğü ismi okumaya başladı:
-Ke-ke Kerem Kendir. 
Kalabalık içerisinden bir çocuk yanına doğru geldi. Kendine doğru gelen çocuğun gözleri çakmak çakmaktı ve yere bakıyordu. Çocuğun omzuna elini koydu ve:
-Adım Yarkın, dedi. Galiba benim en sevdiğim son öğrencim sen olacaksın. 

BİR KIŞ GECESİ



1. Bölüm: Bitmeyen Bekleyiş

Hava git gide soğuyordu. Kışın tam ortasıydı. Sobadaki odunlar artık sönmeye başlamıştı ve vakit akşama doğru ilerliyordu. İki kardeş, sobanın etkisi azaldıkça sobaya daha da yaklaşmışlardı ve artık sobanın da bir etkisi kalmadığı için sırtlarına kalın giysiler giymişlerdi. Oysa anne ve babaları sabah evden çıkarken birkaç saat sonra döneceklerini söylemişlerdi. Bir yandan onlara dair endişeler zihinlerinde büyüyordu bir yandan da çok acıkmışlardı. Daha önce hiç böyle bir yalnızlık yaşamamışlardı. Evleri köyün en yükseğinde, ormanın hemen eteklerindeydi. Bu ev, büyük büyük dedelerinden onlara kalmıştı ve hayli bakımsızdı. Duvarları çatlak ve pencereleri ise çok eskiydi. Dışarının soğuğunu kesen tek şey içerdeki sobaydı ama artık o da yanmıyordu. Alp, ağabeyi Efe’ye ara sıra bakıyor fakat Efe’nin ağzını bıçak açmıyordu. En azından Efe yiyecek bir şeyler hazırlayabilirdi. Yaşı biraz daha büyüktü fakat Efe sadece boşluğa bakıyor, konuşmuyordu. Efe’nin bakışlarının olduğu yere doğru Alp da baktı ve dışardaki tipiyi gördü. Her yer bembeyazdı ve hava kararıyordu. Pencerenin yarısı karla kaplanmıştı bile. Çaresizlik büyüyordu. Belki de uyumak iyi bir fikirdi ama aç karnına uyunmazdı ki… Üstelik bu soğukta. Tam Alp’ın zihninden bu düşünceler geçerken Efe ayağa kalktı ve duvarda asılı duran gaz lambasını yaktı. Yağmur ve kar yağdığında tüm köyün elektrikleri kesilirdi. Odanın aydınlanması onları biraz yatıştırmıştı. Belki gaz lambası küçük bir ısı da yayardı içeriye. Bir süre sonra hava tamamen karardı. Pencereye baktıklarında artık iki kardeş kendi yansımalarını görüyorlardı. Titreyen lambanın alevinden duvara yansıyan gölgeleri kimi zaman büyüyor kimi zaman küçülüyor ve değişik bir hâl oluşuyordu. Ansızın penceredeki sesle ikisi de irkildi. Bir tıkırtı geliyordu pencereden. Anne ve babası dönmüş olsa kapıya vururlardı fakat pencereye vuran birileri var gibiydi. Alp, ağabeyi Efe’ye iyice yaklaştı ve pencereyi işaret etti. Efe, korkmuyormuş gibi davranıyordu ama onun da içinde bir ürperti oluşmuştu. Gaz lambasını eline alarak pencerenin önüne kadar yürüdü ve ardından Alp’ı yanına çağırdı. Pencereden dışarıya baktıklarında hiçbir şey olmadığını gördüler. Bu kez de tıkırtı odadaki eşyalardan geliyordu. Umursamamaya gayret ettiler. Korku ve açlık içinde daha ne kadar bekleyebilirlerdi ki. Efe, ağabey olarak bir karar verdi ve kardeşini de yanına alarak amcasının ya da dayısının evine gitme fikrini Alp’a söyledi. Alp, bu fikri çok beğenmedi ama yapacak başka bir şey yoktu. Belki anne ve babalarının durumunu da onlardan öğrenebilirlerdi. İki kardeş evde buldukları tüm kalın kıyafetleri sırtlarına giydiler. Yalnızca ihtiyaç halinde kullandıkları el fenerini Efe babasının erzaklarının içinden aldı ve iki kardeş evin kapısını kilitlemeden dışarıya çıktılar. El feneri yalnızca önlerini aydınlatmaya yarıyordu ve yaklaşık on dakika uzaklıktaki amcalarına gitmeye çalışacaklardı. Kar, o kadar yağmıştı ki Alp’ın neredeyse göbeğine kadar gelmişti. Yürümekte zorlansa da Efe’nin yardımıyla bata çıka ilerliyorlardı. Bir süre yürüdükten sonra etraf tamamen beyaza bürünmüştü ve görünürde tüten bir baca, içinde ışık yanan bir ev yoktu. Az önce üşüyorlardı ama şimdi ikisi de terlemişti. Üstelik yorulmuşlardı. Alp ağabeyine bir adım daha atacak halinin kalmadığını söyledi ve bulunduğu yere, karların üzerine kendini bıraktı. Efe’nin ısrarları boşunaydı. Artık ne yürüyecek takatleri vardı ne de sığınacak bir ev.

2. Bölüm

Karanlıkta, soğukta çaresizliğin ortasında iki kardeş öylece kalmıştı. Efe, bir süre Alp’ın dinlenmesine müsaade etti. Evden ayrılmanın iyi bir fikir olmadığını anlamıştı ancak eve dönmek de artık imkansız gibiydi. Etrafı süzüyordu fakat nerede olduklarını bir türlü kestiremiyordu. Alp dinlenmek yerine iyiden iyiye kendini bırakmıştı ve uykusunun geldiğini söylüyordu. Efe, Alp’ı harekete geçirdi. Bir süre ellerini, dizlerini ovdu kardeşinin ardından yeniden yürümeye başladılar. Birkaç dakika sonra kendi ayak izlerine rastladılar. Demek ki aynı yerde dönüp duruyorlardı. Peki ama köy sağ taraflarında mıydı, sol taraflarında mıydı, önlerinde mi, arkalarında mıydı? Artık ne köyün yolu belliydi ne de evlerinin. Alp, iyice mızmızlanmaya başlamıştı. Efe de kendini yorgun hissediyordu ama soğuğa ve geceye teslim olmak istemiyordu. Alp’ı konuşturmak için ona sorular sormaya başladı:
-Şimdi hangi yemek önümüzde olsun isterdin ?
Alp, güçsüz bir sesle cevap verdi:
-Yaprak sarması olsa güzel olurdu. Yanında sıcacık çay da olsun. Ekmekler de ısıtılmış olsun. 
Bu hayal, biraz onları hareketlendirmişti. Efe devam etti:
-Ben de sıcacık ve acılı bir tas tarhana çorbası isterdim, dedi. 
Tarhanayı duyunca Alp biraz daha kendine geldi:
-Acı ve sıcak… Keşke şimdi önümüzde olsaydı da kaşık kaşık yeseydik, dedi. 
Bu esnada biraz ilerlediklerini fark ettiler ve uzakta birkaç cılız ışık görünmeye başlamıştı. Galiba köyün yolunu bulduk, diye içinden geçirdi Efe ve üşüyen parmağıyla karşıdaki ışıkları gösterdi Alp’a:
-Biraz daha sabredersen kurtulacağız ve sıcacık bir odada yemek yiyebileceğiz aslanım, dedi. 
Işıkları gören Alp cesaretlenmişti. Bata çıka yürümeye devam ediyorlardı. Nihayet köpek sesleri de duyulmaya başlamıştı. Köpek seslerinin duyulması, iyiye işaretti. Bir süre sonra köpekler iki kardeşin farkına varmış olmalıydılar ki seslerini daha da artırdılar. Artan köpek sesleriyle insanlar dışarıya çıkmaya başlamıştı, el feneri ve lamba ışıkları uzaktan da görünüyordu. Efe, artık can çekişen elindeki feneri ışıkların bulunduğu tarafa doğru tutmaya gayret ediyordu fakat adım atacak gücü kalmamıştı. Kardeşi de o da karlar üzerine uzandı. Hem yorgundu iki kardeş hem de uykuları gelmişti. 
Alp, uyandığında bir sobanın kenarındaydı ve biraz da terlemişti. Hemen yanında uyuyan ağabeyi Efe’yi gördü. Etrafı şaşkınlıkla incelemeye başladı. Burası amcasının eviydi ve etrafta kimseler görünmüyordu. Biraz sonra Efe’de uyandı. Bu bir rüya olabilirdi. Efe Kibritçi Kız masalını hatırlardı nedense. Belki de iki kardeş donmuşlar ve şimdi cennettelerdi. Pencereden dışarıya baktı iki kardeş, kar durmuştu. Sabahın ilk saatleriydi. Alp ansızın ağabeyi Efe’nin yanağından sıkı bir makas aldı. Efe sinirle Alp’a ne yaptığını sordu. Alp:
-Rüyada mıyız diye kontrol ediyorum ağabey, dedi.
Rüyada değillerdi. Bu esnada odanın kapısı açıldı. İçeriye giren amcalarıydı. Amcaları gece yarısı donmak üzere iken onları bulduklarını anlattı. 
Her şey iyiydi, güzeldi fakat Alp ve Efe anne, babalarını merak ediyorlardı. Kötü bir haber almamak için de bir türlü soramıyorlardı. Küçük bir sessizlik oluştu. Efe tüm cesaretini toplayarak sordu:
-Amca, annemlerden haber var mı?
Amcası:
-Biz de şimdi onları konuşuyorduk, dedi. Büyük ihtimalle yakın köylerden birine sığınmışlardır, diye düşünüyoruz. Bugün ya da yarın bir haber alırız. Siz dinlenin ve keyfinize bakın, dedi. 
Kahvaltı sonrası köpeklerin sesinin yine yükseldiğini fark eden amca, dışarıya çıktı. Bir süre içeri dönmedi. İçeri döndüğünde yüzü gülüyordu. Efe ve Alp’ı dışarıya davet etti. Efe ve Alp dışarıya çıktıklarında köyün alt tarafından kendilerine doğru gelen anne ve babalarını gördüler. Onlara doğru koşmaya başladılar. 

10 Eylül 2025 Çarşamba

HIŞIRTININ GÖLGESİ

Yasin Kesürük

Gündüzler halen sıcaktı ama gece vakti başlayınca hava soğuyordu. Özellikle sabaha karşı kış kendisini iyiden iyiye hissettiriyordu. Yaz bitmişti. Gecenin bu saatinde sokağın en izbe yerinde, kedilerin bile uykuya daldığı bu saatte o, uyanıktı ve bir parkın kenarında sessizce oturuyordu. Bazen yılıdzlara bakıyordu bazen etraftan gelen bir çıtırtıyla ürperiyordu. Gecenin ilk saatleri pek de sevmediği bazı ziyaretçiler oluyordu fakat gecenin ilerleyen vakitlerinde kimseler olmuyordu bu parkta. Uykusu kaçtığı zamanlarda hep bu parka sığınırdı. Yalnızca yaz mevsiminde değil kışın en soğuk günlerinde bile güneşin doğuşunu bu parkta izlemişliği vardı.
On altı yaşındaydı ve kısacık ömrüne çok şey sığdırmıştı. Bazen kendisini elli yaşında biri gibi hissediyordu bazen de beş yaşında bir çocuk gibi. Akranları öğrenciydi, akşam olur olmaz evde yemekleri hazırdı. Düzenli bir hayatları vardı yorucu olsa da. Keşke başarılı bir öğrenci olsaydım, diye içinden geçirdi fakat bazı derslerden nefret etmişti. Aslında derslerden değil de derslerin öğretmenlerinden kaynaklanıyordu bu sorun. Önceleri devamsızlık yapmıştı okula, ardından sınıf tekrarı gerekmişti ve sonunda okul hayatını bitirmişti. Kendisine bir gelecek çizmiş miydi? Hayır. Bir hafta sonrası için planı var mıydı? Hayır. Geçmişi düşünüp bir hayıflanıyor muydu? Hayır. Her şey ona göre olması gerektiği gibiydi. Üşümeye başlamıştı ama titretecek bir soğuk yoktu. Sadece üşüyordu, o kadar.
Etrafı süzmeye başladı. Daha önce defalarca geldiği bu parkın yabancısı gibiydi. Görebildiği kadarıyla uzaklara baktı, şehir de hiç tanıdık gelmiyordu. Belki de evinin yolunu tutması gerekiyordu artık. Eve gidince yapacak bir şeyi var mıydı? Hayır. Yine de ev, güven demekti, huzur demekti. Saatlerdir oturduğu yerden kalktı ve ellerini cebine koyarak evin yolunu tuttu. Tam parktan ayrılmak üzereydi ki bir hışırtı duydu. Belki de gecenin serinliğine dayanamayan bir yaprak daha düşmüştü parktaki ağaçlardan fakat hışırtı devam etti. Ardında yürüyen biri olduğu hissine kapıldı. Aniden arkasına döndü ama kimseyi göremedi. Yürümeye devam etti. Hışırtı, ardında ilerliyordu. Bir kez daha arkasını kontrol etti. Kimsecikler yoktu, uzun bir gölgeden başka. Bu, kendisinin gölgesiydi. Sokak lambasından kaynaklanan bir gölgeydi. Hışırtı ondan geliyor olamazdı. Sokak lambasını geçtikten sonra yeniden geriye döndü, gölgesi kaybolmamış ya da yer değiştirmemişti. Evine kadar arada bir ardına bakarak yürüdü, gölgesi onu hiç terk etmiyor peşinden yürüyordu hem de hışırtıyla.
Evine yaklaştı, evin kapısını açtı ve geriye döndü, gölgeyle vedalaşma vakti gelmişti. Artık kendisini yalnız hissetmiyordu. Biliyordu ki kendisini kapıda bekleyen bir gölgesi var. Yalnızlığının bitmiş olmasının verdiği huzurla yatağına uzandı. Belki yarın gece sohbet de ederiz, diye düşündü gölgeyle.
Saat 7.30’u gösterdiğinde çalan alarmla uyandı. Yorgun ve üşümüş hissetti kendisini. Okula hazırlık yapmak için 30 dakikası vardı. Neyse ki ödevlerini önceki gün akşamdan tamamlamıştı. Hazırlığını tamamladıktan sonra kapıya çıktı. Bir an duraksadı, birini arar gibi oldu gözleriyle fakat kapının önünde duran servise koşması gerekiyordu.


ÇARŞAMBA DEDİĞİNİZ

Yasin Kesürük

Elbette cuma kadar ya da cumartesi kadar keyifli bir gün değil çarşamba ama yine de pazartesinden iyidir hatta salıdan. Beş günün arasına konulmuş bir direk gibi durur takvimlerde. Bir köprüdür haftanın tam ortasından karşıya geçmeyi sağlayan. Bir hafta ne kadar zor ve sıkıcı olursa olsun çarşambadan sonra güzelleşmeye başlar. Çarşamba akşamı, tam da yaşam enerjimizin bitmek üzereyken gelir, yetişir.
Her ne kadar günleri pazartesinden başlatıp saydığımızda çarşamba 3. gün olsa da aslında 4. gün anlamına gelen bir birleşik kelimedir kendisi. Artık Türkçeleşmiştir kökeni Farsça olsa da.
Çarşamba, herkes için farklı bir anlam taşıyabilir. Dersi olmayan öğretmen için çarşamba, cuma kadar mübarek sayılabilir. Ya da çarşamba günü hastaneden taburcu olacak bir hasta için çarşambanın anlamı sağlıktır, şifadır, kurtuluştur. Çarşamba günü büyük bir galibiyet alan futbol takımı için çarşamba, günlerin en güzelidir. Mahallesine çarşamba günü pazar kurulan biri için belki gürültü demektir çarşamba fakat o pazarda satış yapan biri için nasip demektir, eve ekmek götürmek demektir.
En yoğun ve sıkıcı dersleri çarşamba gününe denk gelen bir öğrencinin çarşambayı sevmesini çok bekleyemeyiz. Çarşamba günü trafik kazası geçirmiş bir insan için çarşambalar genelde iyi şeyler çağrıştırmaz. Çarşamba günü sevdiği bir insanı kaybeden biri, ömür boyu çarşambayı yas günü olarak hatırlayabilir.
Belki de çarşamba da diğer günler gibi sıradan bir gün ancak onu değerli kılan veya sevilmeyen gün ilan eden şey bizim yüklediğimiz kıymettir. Hayatımıza göre şekilleniyor günler. Evet pazartesini seven çok az insan olabilir fakat pazartesinin gelmesini dört gözle bekleyen insanlar da vardır mutlaka.
Yine de çarşamba başka bir gün bence çünkü pazartesinin gelişi pazardan belli değildir ya da cumartesinin gelişi cumadan belli değildir lakin perşembenin gelişi, çarşambadan bellidir, demiş atalar. Sadece bu söz bile çarşambayı değerli kılmaya yeten bir anlam taşıyor diye düşünüyorum. Üstelik hangi gün ismi bir ilçeye verilmiş ki başka. Hangi günün ismiyle başlayan bir türkü var ki: Çarşamba’yı sel aldı / Bir yar sevdim el aldı.
Çarşamba, günlerin en farklısı, en özeli...

BİR ANDA

Zeynep Ayten

Bazen insanın zihni masmavi bir gökyüzüdür ama bir tane bile bulut bulunmaz. Bir tane bile kuş uçmaz bu gökyüzünde. Sadece büyük, mavi bir boşluktur ortada olan. Yazmak istersiniz, kelimeler kaçar birer birer. Konuşmak istersiniz sadece dilinize “bilmiyorum” kelimesi gelir.
Yorgunluktan mıdır oluşan bu hal? Belki... Hayata karşı küçük bir isyan mıdır bu duruş? Kimbilir?
Böyle anlarda düşünmek bile imkansızdır. Sanki kocaman dünyada tüm kapılar kilitlenmiş gibidir. Tüm perdeler çekilmiş gibidir. Ne bir renk vardır etrafta ne de bir ses. Sadece büyük bir boşluk. Bu perdeler ne kadar kalın olursa olsun, bu dünya ne kadar mat olursa olsun bir anda perdelerin açılması ya da matlığın yerini renklere bırakması an meselesidir aslında.
İnsan zihni bir anda boşluğa düştüğü gibi bir anda yeniden hayatın kılcal damarlarında gezinmeye başlayabilir.
Bazen bir şeyler yazmak için kalemi elimize aldığımızda bütün kelimeler sağa sola kaçışabilir. Bir konuşmaya başlamadan önce bütün kelimeleri unutmuş gibi hissedebiliriz kendimizi fakat böyle durumlarda da dilimizin bağının çözülmesi an meselesidir, kelimeleri birer birer avlamak da an meselesidir.
Mesela bu yazıya başlamadan önce ne yazacağımı kestiremiyordum. Kelimelerin hepsi kendi dünyalarına çekilmiş, kapıları üzerime kapatmış ve perdeleri de çekmişlerdi. Yazmaya başladıktan sonra kapılar, perdeler açılmaya başladı. Kelimelerin ürkekliği kalmadı bir süre sonra ve birer birer ortaya çıkmaya başladılar. Ben yazdıkça, düşündükçe kendileri çıkmaya başladı sahneye. Şimdi ise yeni bir sorun bekliyor beni, onları sıraya dizmek ve birbirleriyle uyum içinde olmalarını sağlamak.
Belki de asıl sorun burada başlıyor, kelimeleri yan yana getirirken onların uyum içinde olması daha büyük bir çaba gerektiriyor ama zamanla onlar beni tanıyacak ve ben onları tanıyacağım diye umuyorum. O zaman, yazmak daha kolay ve keyifli bir hale gelecek. Buna inanıyorum.

8 Eylül 2025 Pazartesi

YİTİP GİDEN EZGİ

Agâh Taha Temizkan
 
Bir masal vardı dolaşan kulaktan kulağa,
Bir ana ninni söylerdi ay ışığına,
Şimdi her söz satılık her ses kalabalık,
Gönül suskun
Sokaklar yabancı.

Bir bak eski sokaklara, duvarlar dile gelir
Bir serçe konar saçaklara
Özlemle öter bir bir.
Oyunlar bayram gibiydi bir vakit
Halaylar göğe değerdi.
Şimdi bu soğukluk bu anlamsızlık 
Anlamaya dünyayı yeter mi?

5 Eylül 2025 Cuma

361 SANİYE

Rukiye Tokgöz

    1. Bölüm
    Her saat, her dakika, her saniye telefonunu açık tutmak, şarjı azaldığında daha şarjı bitmeden şarja takmak zorundaydı. Çünkü gelen telefonların ardı arkası kesilmez, telefonu açmadığında da arayanlar sitem ederlerdi ona. Aslında arayan kişileri tanımıyordu ama onlar kendisini tanıdığına göre tanıması gereken kişilerdi belli ki. Tanımadığını, ayıp olmasın diye arayana belli etmez; sanki tanıyormuş gibi karşılıklar verirdi. 
    Bu aramaların içeriği çok değişik olabiliyordu. Bazen arayanlar tek kelime etmeden beş dakika bekleyip sonra da telefonu kapatırlardı. Bazen kim olduğu hakkında hiçbir fikrinin olmadığı kişiler hakkında uzun uzun bir şeyler anlatırlardı ona. Bazen çocuk şarkılarını sözlerini değiştirerek söyler, ardından Tolstoy’un bir sözünü söyleyerek telefonu kapatırlardı. Bazen ise ona yapması için işler sıralayıp ardından tıpkı küçük bir çocuk gibi “Yapmazsan babama söylerim!” derlerdi. Bazen beş dakika boyunca telefonu çalmadığı halde beş dakikadır aradıklarını söyleyip açmadı diye ona sitem ediyorlardı. Bazen hiç bilmediği yabancı dillerde çok hararetli şeyler anlatırlardı. Onca telefon arasında onu en çok tedirgin eden aramalar bunlardı. Çünkü karşı taraftaki kişi iyi bir şey mi, kötü bir şey mi söylüyor emin olamaz, tepki veremezdi. İşin kötü yanı, eğer günde 100 telefon araması alıyorsa bunlardan 68’i yabancı dildeydi. Diğer aramalardan rahatsız olmamayı öğrenmişti, onlara katlanabiliyordu ama bunlardan kurtulmaktan daha çok istediği bir şey yoktu. 
    Tüm bu aramalardan kurtulmanın hiçbir yolu yoktu. Telefon numarasını değiştirdiğinde daha yakınlarına bile yeni numarasını söylemeden numarasını bulup kendisini yine aramışlardı. Engellediği zaman engellediği numaralardan arandığı da olmuştu. Telefonu sessizdeyken bu aramalardan biri geldiğinde telefonu çalardı. İnternet ya da şebeke çekmese, saat çok geç olsa da ararlar ve belli ki kendileri bu durumu hiç garipsemezlerdi. 
    Ama tüm bu aramaların iyi bir yanı da vardı. Telefonu başka bir iş için kullandığında veya telefonunda kayıtlı olan kişilerle görüştüğünde olması gerektiği gibi şarjı azalıyordu lakin bu esrarengiz aramalardan biri gerçekleştiğinde şarjı biraz bile azalmıyordu. Bu, onun için çok avantajlı bir durumdu çünkü her gün yaklaşık 100 telefon görüşmesi yapıyordu. Tüm bu telefon görüşmelerinde şarjı azalsaydı günde 20 kez telefonunun şarjı biter, sürekli şarja takmak zorunda kalırdı. Ayrıca telefon faturası o kadar kabarık olurdu ki altından kalkamazdı. Sırf bu sorunları yaşamadığı için telefon görüşmelerinden rahatsız olmamaya çalışıyordu. Onlara katlanıyor, bu durumu normal bir şey gibi karşılıyordu. 
                                            ***
O gün, telefonu 37. kez çaldı. Saat 16.06’ydı ve ikindi namazını kılıyordu. Namazı bölüp telefona cevap verecek değildi ya! Namazını kılmaya devam etti. Tüm bu süre boyunca telefon da çalmaya devam etti. Arayan kişi pek kararlıydı galiba. Tam namazını bitirmişti, selam veriyordu ki telefon sustu. Zaten namazı bitmişti, yerinden kalkıp kimin aradığına baktı. Yine bu esrarengiz aramalardan biriydi. Telefonun ekranına şöyle bir bildirim düşmüştü:
“Cevapsız arama – 6 dk 1 sn boyunca çaldı.” 
Aramakta bu kadar kararlıysa belki de arayan kişinin aramak için önemli bir sebebi vardı. Önemli olsun olmasın, bu kişinin sebebini merak etti ve merakına yenik düşüp hayatında ilk ve son kez “yeniden ara” butonuna tıkladı. Bu yaptığına kendi bile inanamıyordu. Telefon sadece iki saniye boyunca çaldı, ardından karşı taraf telefonu hemen açtı. Sanki onun aramasını bekliyormuş gibiydi. Daha o tek bir kelime edemeden “Gökyüzünü kucaklamak isteyen, kanatlarının yükünü sırtında taşımalı.” dedi ve telefonu kapattı telefondaki kişi. Bu da neydi böyle?

    2. Bölüm
    6 dakika 1 saniye boyunca telefondaki kişinin söylediği söz üzerinde düşündü. Gökyüzünü kucaklamak isteyen, kanatlarının yükünü sırtında taşımalı… Bu sözü daha önce bir yerde duymuş gibiydi ama nerede, ne zaman duyduğunu hatırlayamıyordu. Ayrıca hiçbir anlam da çıkaramamıştı bu sözden. Sırf bunu söylemek için kim 6 dakika 1 saniye boyunca karşı tarafın telefonu açmasını beklerdi ki?    
Sonra, kendini bunun da diğerleri gibi herhangi bir telefon araması olduğuna ikna etti ve acıktığını fark edip yemek pişirmek için mutfağa gitti. Daha ne yemek yapacağına karar bile verememişti ki telefonu tekrar çaldı. Oflayarak telefonu açmaya gitmişti ki arayanın meçhul biri değil, eski bir arkadaşı olduğunu gördü. Sevinerek telefonu açtı. Yıllardır görüşmediği bu arkadaşını çok özlemişti. Arkadaşı, diğer iki arkadaşıyla birlikte misafirliğe gelmek istediklerini söyleyip müsait olup olmadığını sorunca morali bir anda düzeldi. Müsait olduğunu söyledi ve telefonu kapatıp hazırlık yapmaya başladı. Çok geçmeden çeşit çeşit yemeği ve tatlısı hazırdı. 6 dakika 1 saniye sonra arkadaşları geldi. Kısa bir hâl hatır sorma merasiminden sonra sofraya oturdular. Tam yemeğe başlamıştı ki telefonu çaldı. Müsaade isteyip telefonu açtı. Tam o sırada, arkadaşları işlerinin olduğunu söyleyerek apar topar çıktılar. Ardından telefondaki kişi:
-6 dakika, 1 saniye, diyerek telefonu kapattı. 
Şaşkınlıkla telefonuna baktığında, bu görüşmenin 6 dakika 1 saniye sürdüğünü gördü. Gerilmiş ve içi bunalmıştı. Haberlere bakmaya karar verdi. Ne zamandır olayları takip edememişti. Karşısına çıkan ilk haber kanalında bir son dakika haberi vardı. Spiker şöyle diyordu:
-Romanya’da 6 dakika 1 saniye süren 6,1 şiddetinde ve 6,1 km derinlikte bir deprem oldu. Can kaybının olmadığı ancak 6100 civarında küçükbaş hayvanın telef olduğu tahmin ediliyor. 
Duvarların üzerine geldiğini hissediyordu. İçi daralmıştı ve korkuyordu. Banyoya gidip yüzüne soğuk su çarpıyordu ki bir anda uyandı. Rüyanın etkisinden çıkması 6 dakika 1 saniye sürmüştü. Kendine geldiğinde saate baktı. Saat, dakika ve saniyeyi gösteren dijital saati 00.06.01’i gösteriyordu. Psikolojisi bozulmuştu, gerçek ve rüyayı karıştırmaya başlamıştı. Yemeği gerçekte dünyada mı, rüyasında mı yediğini hatırlamıyordu ama acıkmıştı. Salondaki yemek masasına gittiğinde misafirlerine kurduğu sofrayı gördü. Yemeklerin bir kısmı yenmişti. Nasıl olsa yemekler bayatlamamıştır düşüncesiyle besmele çekerek yemeğe başladı. Yemeği bitirdiğinde daha önce orada olmayan bir kronometre gördü. Yemek yerken duyduğu bip seslerinin kronometreden geldiğini anladı. Anlaşılan kronometre, bir şekilde kendi kendine onun yemek yediği süreyi hesaplamıştı. Başına gelen onca şeyden sonra bu kronometre ona çok da tuhaf gelmedi. Yaklaşıp kronometreye baktığında kronometrenin 6 dakika 1 saniyeyi gösterdiğini gördü. İçinde tuhaf bir duygu oluştu. Karşısına sürekli bu sayılar çıktığına göre bunun bir anlamı olması gerektiğini düşünerek bilgisayarını açtı ve arama motoruna “6 dakika 1 saniye” yazarak arattı. Önüne anında bir kitap çıktı. Kitabın adı Özgürlüğün Formülü idi. Merak edip yazarına baktı. Yazarın adı Emsali Tırsık’tı. Bu yazarı daha önce hiç duymamıştı. Ama belli ki bu kitabın, belki de yazarın onunla bir ilgisi vardı. Bu yüzden kitabı bir an önce satın alıp okumaya karar verdi ama kitabın hiçbir yerde satılmadığını gördü. Bu kitabı nasıl bulacaktı ki? Bir çözüm bulmaya çalışırken aynı zamanda odaya göz gezdiriyordu. Koltukta daha önce orada olmayan bir kitap olduğunu fark etti. Kitap arkadaşlarından birinin olmalıydı. Gözünün önünde olmasına rağmen bu kitabı bulması 6 dakika 1 saniye sürmüştü. Kitabın adı Özgürlüğün Formülü’ydü. Emin olmak için yazarına da baktı, Emsali Tırsık yazıyordu. Aradığı kitabı bulduğu için çok heyecanlıydı, kalp atışları hızlanmıştı. Hemen kitabı eline aldı ve okumaya başladı. Çok hızlı kitap okurdu. O yüzden 361 sayfalık kitabı okuması sadece 6 dakika 1 saniyesini almıştı. 
Bu, bir bilim kurgu romanıydı. Dünyaya bir virüs yayılmıştı ve sadece 361 kişi hayatta kalabilmişti. Bu insanlar, 361 kilometrekarelik bir karantina alanında yaşıyorlardı ve kafalarında oksijen sağlayan fanuslarla yaşamak zorundalardı. Bu fanus onların hareketlerini kısıtlıyor, işlerini engelliyor; özgürlüklerini ellerinden alıyordu. Özgürlüğe kavuşmanın tek bir yolu vardı: 6 dakika 1 saniye kuralı. Bu kuralın çok basit bir mantığı vardı: Başlarındaki fanusu çıkarabilirlerdi ama sadece 6 dakika 1 saniye boyunca. Bu süre azaltılamaz veya artırılamazdı. Kurala uyulmadığında herkes başlarına kötü şeyler geleceğini söylüyordu ama bu kötü şeylerin ne olduğunu kimse bilmiyordu. Bir gün içlerinden biri fanusu 6 dakika 2 saniye boyunca başından çıkarıyordu ve herkes bunu fark ediyordu. Hep birlikte korkuyla süreyi aşan kişinin başına gelecekleri bekliyorlardı ve aslında kuralın sahte olduğunu, başına hiçbir şey gelmediğini fark ediyorlardı. Fark etmedikleri şeyse bu durumu anlamalarının 6 dakika 1 saniye sürmesiydi.  
Kitabın etkisinden hâlâ çıkamamıştı. Kitaba göre özgürlüğün formülü 6 dakika 1 saniye kuralına uymaktı. O da yaklaşık on dokuz saattir bu kurala uyuyor gibiydi. Peki kurala uymazsa onun başına gelecek şey neydi? Yoksa kitaptaki gibi aslında kurala boşuna mı uyuyordu o da? Düşüncelerde kaybolmuştu. Bir anda telefonu çaldı. Telefonu açtı. Telefondaki kişi buz gibi bir sesle konuşuyordu:
-Kitabın etkisinden çıkman, gerekenden 7 saniye daha fazla sürdü. Kurala uymamanın cezasını çekeceksin!
Ama cezam ne, diye soracaktı ki soramadı. 
Camdaki yansıması, başında bir fanus ve üzgün bir ifadeyle ona bakıyordu sanki.


BELKİ

Hülya Doğancık
 
Dolaşsam uzaklarda
Denizlere 
Sadece uyurken veda etsem
Çadırım denizin kıyısında
Uyurken dalgaların sesini duysam
Güneşin batışında
Binbir rengin yanında ağaç dallarını görsem
Yaşamak daha anlamlı gelirdi
                                     Belki

22 Haziran 2025 Pazar

ESPRİ MESELESİ

Rukiye Tokgöz

Çok sıcak bir gündü ve okuldaydı. Karne haftası, hem de bu havada okula gelmesinin
tek sebebi babasının ısrarıydı. Karne haftası diye gitmemezlik yapılmaması gerektiğini,
sonuçta okulun açık olduğunu söyleyip duruyordu babası. Babasına karne haftasının etkinlik
haftası ilan edildiğini, ortaokulda olmasına rağmen hocaların saçma sapan oyunlar oynatıp
yetenek paylaşımı adı altında “Hiç mi yeteneğiniz yok?” diye kızdıklarını yüzlerce, binlerce
kez anlatsa da onu ikna edememişti bir türlü. Zaten yedinci sınıflardan okula gelen öğrenci
sayısı on birdi. Beşi ailesinin zoruyla geliyordu, üçü devamsızlığı çok olduğundan, geri kalanı
da haylazlık peşinde olduğundan. En azından karneye sadece iki gün kalmıştı. İki gün daha
etkinlik haftası adlı saçmalığa katlanacak, ondan sonra rahat edecekti. Zaten onun okulla
ilgili bir sorunu yoktu. Okulu seviyordu, dersleri de. Onun sevmediği şey etkinlik haftası
programları ve babasının onu bu günlerde okula göndermesiydi. Bu haftayla ilgili sevdiği tek
bir şey vardı, o da sadece bir kez olan soğuk espri yapma dersiydi. Espri yapmayı çok
severdi ve bu konuda bir hayli yetenekliydi. Okula gelen diğer on kişi de öyle. O yüzden bu
ders çok eğlenceli geçerdi.
Sonunda dört gözle beklediği o ders gelmişti. Herkes haftanın uyuşukluğunu
üzerinden atmış, en soğuk esprilerini hazırlamıştı. Sonunda hoca geldi ve espriler yapılmaya
başlandı. Herkes aklına gelen soğuk esprileri sıralıyordu. Sınıf gülme krizine girmişti.
-İngilizCEM yok.
-Neden?
-Çünkü tanıdığım bütün Cem’ler Türk.
Hatta hocanın bile esaslı bir soğuk esprisi vardı:
-Tebrikler KAZANdınız, şimdi tencere oldunuz!
Ardından bir öğrenci sınıfın diğer ucundan bağırıyordu:
-Geçen gün arkadaşlarla FIRINDA patates yiyorduk, fırın sıcak gelince balkona çıktık.
-Bu iyiliğiniz çok Makbule geçti, şimdi de Fatma geçiyor.
Soğuk espriler havada uçuşuyordu ama o hiçbir espri yapmıyor, kendini tutuyordu. Sonra,
dersin bitimine doğru hoca, onun hiçbir espri yapmadığını fark etti ve şaşırarak niye
yapmadığını sordu. O da,
-Bu sıcak havada soğuk espri yaparsam hasta olurum hocam, diye cevap verdi. O sırada
herkesin sesi kısılmıştı ve öksürüyorlardı. O sadece,
-Ben demiştim, dedi ve sınıftan çıktı.

6 Haziran 2025 Cuma

ÇİÇEĞİN RÜYASI

 

 Akın Eliş

Irmaklar yorulmuştu, denizler, dağlar da. Kuşlar ürkerek uçmaktan yorulmuştu. Ağaçlar yorulmuştu, bulutlar ve insanlar da. Ölüm yorulmuştu dolaşmaktan yeryüzünde.

Kin ve kan kokusuna aldırmadan, yolun nereye çıkacağını bilmeden, gece gündüz demeden koşuyordu. Ansızın bir çiçek kesti yolunu, daha önce resmini bile görmediği bir çiçek. Ayakları yere çivilenmiş gibiydi. Çiçek fısıldadı:

 -Siz, çiçeklerin ve kuşların sesini duyarak cennet gibi bir dünyada kardeşçe yaşamak yerine dünyayı cehenneme çevirmeyi seçtiniz.

Bir çiçeğin rüyasında uyandığının farkında değildi.  

 

3. KÜÇÜREK ÖYKÜ YARIŞMASI 

TÜRKİYE İKİNCİSİ 

 


22 Mart 2025 Cumartesi

SEN GELİNCE

 

Gamze Sena Kuyucu

Sen gelince
Sen gelince sevinç kaplıyor içimi
Hasretle bekliyorum gelmeni
En güzel kıyafetlerimi giyerim
Saçlarımı en güzel şekilde yaparım

Sen gelince kapanır okullar
Herkes tatile gider
Herkes eğlenmek ister
Dondurmalar içecekler meybuzlar
Sen gelince hatırlanır bir anda

Herkesin en sevdiği
Gelmesini merakla beklediği şeysin
Sen yaz mevsimisin