14 Aralık 2024 Cumartesi

FİRARİ


Üner Taha Aydemir

Durmadan düşünüyorsun fırtınayı
Durmayan yağmuru düşünüyorsun 
Durmadan
Bitmemesinden korkuyorsun karanlığın
Usanıyorsun belki de bulutlardan
Fakat unutuyorsun bazı şeyleri
Mesela gökkuşağı çıkmaz
Yağmur yağmadan

Güvende olmak için
Kaçıyorsun dalgalardan
Okyanusun ortasından
Bir gemi kıyıda güvendedir her zaman
Fakat unutuyorsun bazı şeyleri
Gemiler limanlarda uyusun diye yapılmamıştır
Gemiler denizlerde özgürleşir kaptan

Yağmurun var, rüzgârın var, gemin var
Okyanuslarda doğan
Gökkuşağına inan

DAVETSİZ MİSAFİR

Ayşegül Yıldız

Ne zaman önemli bir işim olsa
Gelip yanımda bitiyorsun
Yanıma gelmekle kalmıyor
Kalbimin atışını tetikliyorsun

Gözlerim kararıyor o anda
Bazen başım da dönüyor
Mesela gelmişsen yanıma bir sınavda
Sınav bir kabusa dönüyor
Senin yüzünden karışıyor
Yanlışlar doğrulara, doğrular yanlışlara
Bildiğimi bile unutuyorsam
Sadece senin yüzünden
Lütfen ama lütfen
Uzak dur benden
Ey davetsiz misafir 
Ey heyecan
Artık kurtulayım senden

 

NOKTALI VİRGÜL

 
İsmet Çınar Altuntaş

Noktayı tanımak ve bilmek zor değil
Pek çok cümlenin sonunda 
Rastlıyorum ben ona
Bir sorun yok aramızda

Virgül deseniz 
Kuyruğundan tanırım
Başka bir yere gitse bile
Sürükler yerine bırakırım

Ünlemle pek işim olmuyor
Çağırdığım, bağırdığım zaman
Gelip yerine konuyor

Soru işaretiyle yok bir sorunum
Ama problemlerde, testlerde görmeye
Dayanamıyorum

Noktalı virgül, benim derim seninle
İki noktanın kardeşi misin
Yoksa virgülün ağabeyi mi
Yoksa noktanın kuzeni mi
Bence yerini bir kez daha düşünmelisin
Sen kimsin
Nerelisin

BÜYÜK TUFAN

AYŞEGÜL YILDIZ
ADEN MİRA KARTAL
GAMZE SENA KUYUCU


Kaç yaşımda olduğumu bilmiyordum. Bildiğim tek şey akrabalarımın birer birer dünyadan ayrılmasıydı. Artık kocaman dünyada tek başımaydım. Belki başka insanlar da vardı dünyanın başka yerlerinde fakat onlara ulaşabilecek donanıma sahip değildim. 
 Aslında birdenbire olmamıştı bu. Kutsal metinlerde yazan tufanlar gibi bir felaket görmüştük önceleri. Bunun sıradan bir doğa olayı olduğunu söylüyordu haber bültenleri. Dünyanın dengesinin bozulduğunu ve aşırı yağışların, ani ısınmaların ve soğumaların yaşanabileceğini belirtiyorlardı. Bir sabah uyandığımızda şehrimizin sokaklarının ırmağa dönüştüğünü gördük. Çoğu evin birinci katları yaşanamaz olmuştu. İlerleyen dönemlerde bulutlar ve güneş arasındaki bir kavga yüzünden bu durumu yaşadığımızı anladık. Güneşin her şeyin hakimi benim, ben olmasam hayat olmaz gibi söylemleri, bulutların gücüne gitmişti ve güneşin önünü perdeleme kararı almışlardı. Bulutlar hiç gitmiyor, yağmur durmadan yağıyordu. Önceleri bunun mevsimlik olduğunu düşünmüştük fakat ilkbahar, yaz, sonbahar, kış hep yağmur yağmıştı. Artık insanlar şehirleri boşaltıp yüksek yerlerde yaşamaya başlamıştı fakat günlerce bitmeyen yağmurdan dolayı artık hayat yaşanmaz bir hale gelmişti. Denizler ve okyanuslar birbirine karışmış yeni yeni ırmaklar, göller ortaya çıkmıştı. Herkes kaçıyordu bir yerlere ve benim de yaşamak için bir yer bulmam gerekiyordu. Arkadaşlarım ve akrabalarımla şehrin en yüksek tepesine çıkmaya ve orada yaşamaya karar vermiştik fakat buraya çıkıncaya kadar yaşlılar ve çocuklar çoktan dünyasını değişmişti. Buraya çıktığımızda yanımda olan birkaç kişi de soğuğa ve açlığa fazla dayanamadı ve nihayet tek kaldım. Mücadeleyi bulutlar kazanmıştı lakin insanlar yaşam mücadelesini kaybetmişlerdi. Yeryüzünde tek başıma kalakalmıştım. Adem bile yeryüzüne tek başına gelmemişti. Havva vardı yanında fakat ben tek başımaydım. 
Bulutlar, usul usul dağılmaya başlamıştı fakat güneş görünmüyordu. Gökyüzünde kocaman bir mavilik vardı yalnızca. Gece ve gündüz de fark edilemiyordu. Bu değişimden sonra yeryüzünde kaç canlı kalmıştı merak ediyordum. Yağmurun durmasıyla beraber etrafta usul usul tepecikler belirmeye başladı. Birkaç ay boyunca bulduğum otlarla, ortaya çıkmaya başlayan ağaçların yapraklarıyla, kökleriyle beslenmeye çalıştım. Kaç zamandır görünmeyen kuşlar da yeniden görünür hale gelmişti. Dünyada bir hareketlilik var gibiydi. Aylardır uzak kaldığım şehri merak ediyordum. Sular iyice çekilince şehre doğru bir yolculuk yapmayı düşündüm. Her yer çamur ve su birikintileriyle doluydu fakat yine de yürüyebiliyordum. Şehre indiğimde her yer savaştan çıkmış evlerle dolu gibiydi. Evlerde canlılık belirtisi yoktu. Bazıları yıkılmış bazılarının pencereleri kırılmıştı. Duvarlar, pencereler çamur içindeydi. Şehrin en büyük marketine ulaşmam lazımdı. Belki depolarında, raflarında yiyecek bir şeyler bulurum umudundaydım. Market de yaşanan felaketten nasibini almıştı ama en azından bina sağlam görünüyordu. Dışarıya taşan malzemeler de vardı. Önce dışardaki malzemelerden başladım işe fakat yenecek gibi değildi hiçbiri. Ağaç yaprakları bile daha lezzetliydi. Çamurlara bata bata marketin içine girdim. Birkaç kat yukarıya çıktığımda bunca çabaya değdi, dedim içimden. Bazı raflar hiç zarar görmemiş gibiydi. Paketle, tenekeyle, koliyle hayli yiyecek vardı. Bir rüyada gibiydim. Bulduğum ne varsa hepsinden biraz yedim. Yeniden insan olduğumu, dünyada olduğumu hatırladım. Bir kâbus muydu bu? Eğer değilse ne gibi bir günah işlemişti insanlık? Yalnızca bulutların ve güneşin mücadelesi böyle bir sonuca getirmemeliydi insanlığı. Çok fazla yediğim için uykum gelmişti. Şimdi kendime uyuyacak güzel bir yer bulmak vaktiydi. 
Marketin yiyecek bölümünden çıktım ve ev eşyalarının olduğu bölümüne geçtim. Elektronik eşyalar o kadar anlamsız ve boş görünüyordu ki. Oysa önceleri insanlar bunlara sahip olabilmek için ne kadar emek harcıyordu. Şimdi hepsi hantal ve kaba eşyalardı. İşe yaramazdı hiçbiri. Biraz ilerledikten sonra yatakların, bazaların bulunduğu bölüme geldim. Burası da çamurlu ve ıslaktı fakat yataklardan bazıları naylon ambalaj içinde olduğu için kuru kalmışlardı. Birkaç yatağın ambalajını çıkardım ve üst üste koydum. Her tarafı çamur içinde olan ayakkabılarımı çıkardım ve derin bir uykuya daldım. 
Kaç saat, kaç gün uyudum bilemiyorum fakat uyandığımda bir sıcaklık vardı etrafımda. Sanki güneş doğmuş ve yaz gelmiş gibi bir sıcaklık fakat gökyüzünde güneş halen yoktu. Bu sıcaklığın nereden geldiğini düşünürken birdenbire yanı başımda bir insan gördüm. Bütün insanların bu felakette öldüğünü düşünüyordum fakat nihayet birini görmüştüm. Şaşkınlıkla:
-Merhaba, ben tek başıma kaldığımı düşünüyordum dünyada. Aylar sonra bir insan görüyorum. Adın ne?
-Güneş, dedi sadece. Adım Güneş ve ben de aylardır ilk kez bir insan görüyorum. İsmiyle ne kadar uyumluydu Güneş. Sarışın, parlak saçlarıyla güneşi andırıyordu. Yüzünü görmediğim güneşi. 
Bir süre sohbet ettikten sonra artık benim için güneş doğmuş gibiydi. En azından dünyada tek değildim. 
Burada bulduğum yiyeceklerden bahsettim Güneş’e. Birlikte yeni bir hayat kurabileceğimizden bahsettim. Güneş, çok konuşmayı sevmiyordu sadece susuyordu. 
Yemeklerin bulunduğu bölüme geçtik ve biraz yemek yedik. Uzun süre yetecek gibiydi bu yemek bize fakat Güneş, doymak bilmiyordu. Durmadan yemek yiyordu ve benimle konuşmuyordu bile. Yemekten yorulduğumuzda yeniden dinlenme, uyuma zamanı geldiğini söyledim. Güneş için de bir yatak hazırladım. 
Ne kadar uyuduğumu bilmiyorum fakat uyandığımda şaşkınlıktan dilim tutulmuştu. Güneş yatağa sığmayacak kadar büyümüştü. Onun yanında bir cüce gibi kalmıştım. Oysa böyle bir şey hayal etmemiştim. Belki de rüya görüyorum diye düşündüm. Bu esnada Güneş uyandı. Bu garipliğin nedenini sordum ona. Biraz neşelenmişti. Konuşabiliyordu artık uzun uzun ve sırrını anlattı. 
-Ben Güneş, gerçek Güneş. Hani şu aylardır gökyüzünde göremediğin Güneş. Bulutlar beni cezalandırdı ve dünyaya bir insan olarak düşmemi sağladılar. Hep böyle kalacağımı düşünüyordum ama senin sayende yeniden güçlenebileceğimi keşfettim. Ne zamana kadar sürer bu bilmiyorum ama gücümü topladığımda yeniden eski yerime dönebilirim diye düşünüyorum. 
Kafam karışmıştı. 
-Senin için ne yapabilirim, diye sordum.
-Bana inan ve bana destek ol, dedi yalnızca. 
Güneş’e inandım. Onunla ne kadar zaman geçirdik bilmiyorum fakat her geçen gün büyüyor ve etraftaki çamurlar, su birikintileri azalıyordu, kuruyordu. 
Bir gün uyandığımda gökyüzünün farklı göründüğünü hissettim. Güneş, nihayet yerine yükselmişti ve bana tebessüm ediyordu. Dünya, normal hâline dönecek gibiydi. Yalnız kalmıştım yeniden fakat yaşanabilir bir dünya bırakmıştı bana Güneş. 
Kaç yaşımda olduğumu bilmiyordum. Kocaman dünyada tek başıma olduğumu düşünüyordum. Belki başka insanlar da vardı dünyanın başka yerlerinde fakat onlara ulaşabilecek durumda değildim. 



HEDİYE

 

Ekin Akçay

Bir hediye nasıl olmalıdır? Kimileri için hediye anlamsız, kenara atılan bir şey. Kimileri için düşünülmesi bile yeterli olan, hayat boyu saklayacakları bir armağan. Bir düşünsenize küçük bir çocuğun aldığı ilk hediyeyi, gözlerindeki sevinci, yanaklarındaki tebessümü, duyduğu şaşkınlığı, onun için açılan ilk kapıyı, ilk köprüyü, bulacağı ilk geçidi. O yüzden küçümsememek gerek. O minicik, renkli kağıtlara sarılmış ufak tefek hediyeyi. 

UÇURUMUN KENARI

 
AKIN ELİŞ

Sonsuzluğa açılan bir kapı gibi uçurumlar, sadece dik yamaçlardan ibaret değildir. O kapının ardında çoğu zaman bilinmezlikler, karanlıklar ya da aydınlıklar saklıdır. Uçurum, insanın içindeki sonsuzluk duygusunu temsil eder aslında, yalnızca doğaya has bir durum değildir. İnsanın içinde de dağlar, ırmaklar, ağaçlar, vadiler olduğu gibi uçurumlar saklıdır. Başkalarının göremediği, bilmediği, bakarken bile başının dönebileceği uçurumlar. 
Uçurum, dibinde ne olduğu bilinmeyen bir yamaç. Uçurum, bir gizem. Uçurum, büyülü bir boşluk. Merak duygusu işte tam burada devreye girer. 
Eğer insan hayata olumlu bakıyorsa olumsuz şeyler yaşıyor olsa bile sonunda iyi bir şey olacağını düşünür ve mutluluk duygusu kendiliğinden uyanır. Eğer insan hayata olumsuz bakıyorsa olumlu şeyler yaşıyor olsa bile mutsuzluk duygusunun pençelerinde kendisini mahveder. Aslında bir uçurumun önünde olmak hâlidir bu. Uçurum onda tedirginlik, korku, endişe gibi duygular ortaya çıkarır. Bence de uçurumlar, insanın korku duygusunu daha çok tetikler. 
Bir paragrafın, bir cümlenin, bir dizenin sonuna konulmuş soru işareti gibidir uçurum. Cevabı beklenmeyen bir sorunun işareti.  İşte hayat da tam böyledir. Bir belirsizliğin önünde durup sonunu asla kestiremeyeceğin şeylere dair kararlar alman gerekir. Bu kararlar da hep soru işaretleri gibidir. Sonunu bilemezsin, hep içinde bir tedirginlik ve bir endişe olur. 
Dış dünyamızdaki uçurumlardan yuvarlanmak kadar iç dünyamızdaki uçurumlardan yuvarlanmak da tehlikelidir. Üstelik dış dünyada bir uçurumdan yuvarlandığımızda belki bir yerlere tutunma ya da kurtulma ihtimalimiz vardır fakat iç dünyamızdaki uçurumlarda yalnızız ve biz bizeyiz. 
Yine de uçurumlar korkulacak yerler değildir aslında. Uçurumların olmadığı bir dünya ne kadar düz ve sıkıcı ise iç dünyamızda uçurumların olmaması da hayatı o kadar sıkıcı kılar. Uçurumlar, hayatımıza şekil ve düzen verir. 

BİZ


Doğa Uzunpınar

Biz kelimesi ne demek
Arkadaşımla ben mi
Ailemle ben mi
Yoksa tanımı olmayan
Belirsiz bir eylem mi

Biz kelimesinin çoğul karşılığı
Sayısı binlere ulaşan bir çoğulluk
Hayatın tamamı
Biz kelimesini kapsıyor olmalı

Biz, biz isek anlamlı
Biz, bir isek anlamlı
Birlikte değilsek 
Biz kelimesi olmamalı 

SİZ

 

Beste KAYA
Siz her şeyi eleştirirsiniz
Siz her şeyi olumsuz düşünensiniz
Biz ne zaman düşüşe geçsek
Hemen dalga geçensiniz

Zayıflarsak hastalandığımızı
Kilo alsak şişmanladığımızı
Hep ne olursa olsun
Her şeye olumsuz bakansınız

Ciddi isek sıkıcı
Komik isek lüzumsuz olduğumuzu
Düşünürsünüz
Siz böylesiniz
Hep bir şeyler bulmakta bize dair
Birincisiniz

Bir kez bile olumlu düşünemezsiniz
Çünkü sizin gözleriniz
Alışmış kötülüğe
Alışmış olumsuzluğa
Unutmuş insanlığı, dostluğu
Ve unutmuş mutluluğu 

10'LAR

 

EKİN AKÇAY

Minik bir çizgiyle başlar
     O koca resimler
Minik bir çizgiyle başlar
    O küçük resimler

Bazısı şöhretler üzerinde
Bazısı buzdolabının üzerinde
Bazısı bir camın altında
Bazısı bir magnetin altında

Önemli olan kimin tarafından yapıldığı mı?
Yoksa kimin onun nereye koyduğu mu?
Ya da neyden yapıldığı mı?
Acaba en çok kimin beğendiği mi?

Ben onlar ayırt etmem
Hepsi gözümde aynı
Ama bir şey var ki
Neden yapıldığı
Bence en önemlisi bu

Bana ne anlattığıdır.

NERGİS



Doğa Uzunpınar

Yunan mitolojisinde
Kendisine âşık olan
Kim olduğunu anlamayan
Bir kişi var adı Narkissos olan

Narkissos ölüyor
Öldüğü yerden çiçekler çıkıyor
Çıkan çiçeklerin adını ise
İnsanlar nergis koyuyor 
Günümüzün nergisleri
İşte böyle bulunuyor
Nergisin çıkışı 
Bize böyle anlatılıyor

GİZEMLİ GEÇİT

Elif Dağdeviren

1. Bölüm

İki haftadır uçun gemimizdeyim. Yanımda arkadaşlarım Rüya, Arda ve Sinan var. Yüzlerce yıldır hiç kimsenin bulamadığı bir gizemi bulmaya çalışıyoruz. Ailelerimizden çok uzaktayız. Bazen yere inip yiyecek aramaya çıkıyoruz. Geceleri birlikte oyun oynuyoruz. Sonra da ailelerimizi arayıp yatmaya gidiyoruz ama her gece iki kişi nöbet tutuyor. 
Bir gece ben ve Arda nöbet tutuyorduk. Ben:
-Arda şu aşağıda parlayan şeyi gördün mü, dedim. 
Arda hemen yanıma geldi ve aşağıdaki cismi o da gördü. Hemen gemiyi durdurmaya gittim. Arda da Rüya ile Sinan’ı uyandırmaya gitti. Kaç gündür uçuyorduk ama hiç böylesini görmemiştik. Saat beş gibiydi ve güneş doğuyordu. Güneş doğarken daha da parlak görünmeye başlamıştı cisim. Acaba aradığımız gizem bu muydu? Kafamda garip sorular vardı. Rüya:
-Asya bu ne? Aradığımız gizem bu olabilir mi, dedi. 
Bu soruların cevabını ben de bilmiyordum ve ben de bu soruların cevaplarını merak ediyordum. Sinan, hemen bir halat getirdi ve ben halat yardımıyla parlayan şeyin ne olduğunu görmek, onu almak için aşağıya indim. Aşağıya indiğimde gördüklerim karşısında şaşırıp kaldım çünkü bu bir anahtardı ve normal boyutundan çok küçüktü. Anahtarı aldım, cebime koydum, halatla tekrar yukarı çıktım. Anahtarı arkadaşlarıma gösterdim. Onlar da çok şaşırmıştı. Bunca çaba küçücük bir anahtar için miydi? Sinan:
-Arkadaşlar, belki de gizem budur, dedi. 
Arda hemen:
-Bu kadar minik bir anahtarın uyabileceği bir kapı var mı ki, dedi. 
Sonra Rüya anahtarı inceleyerek bunun aslında bir kapının anahtarı değil de kırılmış bir şeyin parçası olduğunu söyledi. Rüya:
-Arkadaşlar, bence bu bizim aradığımız gizemin ta kendisi. Baksanıza üzerinde yazana! Yüzyıllar öncesinden kalma bir anahtar, dedi.
Rotayı kendi ülkemize çevirdik. Bir haftalık bir süre vardı. Hepimiz çok heyecanlıydık çünkü hem ailelerimizi görecektik hem de belki de gizemi bulmuştuk. Zaman çok yavaş akıyordu. Bir hafta sanki bir yılmış gibi geliyordu. Hepimiz parlayan minik anahtarın ne olduğunu çok merak ediyorduk. Bir kapının anahtarı, kırılmış bir şeyin parçası ya da başka bir şey olabilirdi bu. Belki de sıradan bir anahtardı. Bunun cevabını ancak ülkemize döndüğümüzde anlayabilecektik. Belki de boşu boşuna dönmüş olacaktık. Günler böyle geçerken sonunda ülkemize dönmeye bir gün kalmıştı. Nihayet kendi ülkemizdeydik. Hemen ailelerimizin yanına gittik ve onlarla hasret giderdik. Yarım saat sonra bir araya geldik ve parlak, minik anahtarın ne olduğunu öğrenmek için neredeyse her yeri araştırdık. Sonunda bir antikacıya girdik ve o bize gerçekleri söyledi. Bu, söylenmesi çok zor bir şeydi. Evet, bu bir anahtardı ancak kapının değil kilidin anahtarıydı. Hiçbirimiz bunu düşünememiştik ama kilitli bir geçidin kilidine ait bir anahtardı. Bu geçit de yüzlerce yıl öncesinden kalmaydı. İşte gizemi bulmuştuk. Hepimiz çok heyecanlıydık ama bulunduğumuz yerden geçidin olduğu yere gitmek, uçan gemimizle bile iki ay sürüyordu. Ben, Rüya, Arda, Sinan; babalarımızı da yanımıza alarak hazırlandık ve uçan gemiye yerleştik. Hepimizin kafasında aynı soru vardı: Acaba geçidin kapısı karşı tarafta nereye açılıyor? Artık gemide herkes gece nöbetini babasıyla birlikte tutuyordu. Yolculuk biraz daha güvenli hâle gelmişti fakat bizi bekleyen maceraları düşündükçe heyecanımız ve korkumuz da artıyordu. 
Devam edecek. 

CEHALET


Elif Naz Özden

Kendi kendine düşünürken içinden geçirdi: "İnsanlar iki günü peş peşe kötü geçince yarın güzel geçecek." diyor. "Oysa dün de bunu dememişler miydi?"

BAŞKAN YARDIMCISI

 FATMA BEREN KARATEPE
AGAH TAHA TEMİZKAN
ELA EYŞAN POLAT
ELVİN RANA PELİT
ATAKAN KIVANÇ AĞCA
GAMZE SENA KUYUCU
ZÜMRA ŞAHİN

Okula başladığı günden beri yalnızca Başkan Yardımcısı olmak hayali vardı. Başkan olmak istemiyordu çünkü Başkan demek, sorumluluk demekti. Başkan demek, teneffüslerde hep bir yerlerde işi olmak demekti. Başkan demek öğretmenlerin taleplerini sınıfa iletmek demekti. Başkan demek ses ayarı demekti. Sınıfın sesini ayarlayan kimseydi Başkan. O yüzden Başkan Yardımcısı olmak istiyordu. İlk dört seneyi yalnızca susarak geçirmişti. Öğretmen kendisine söz hakkı vermese tahtaya kalkmaz, parmak kaldırmazdı. Sınıftaki arkadaşlarının onun varlığından bile haberleri yoktu. Hatta okula gitmediği birkaç gün bile yok yazılmamıştı çünkü sınıfta varlığı ile yokluğu arasında bir fark yoktu. 
Nihayet 5. Sınıfa geçmişti. Artık kendisinde bu öz güven ve yeterliliği hissediyordu. Bu sene kesinlikle Başkan Yardımcısı olmalıydı. Yeni bir sınıftaydı ve yeni arkadaşları vardı. Üstelik sakin, durgun bir sınıftı. Burada Başkan Yardımcısı olmak iyi bir düşünceydi. Okulun ilk haftasıydı ve bir Başkan seçmek gerekiyordu. Başkan Yardımcısı olmak için çok büyük bir çaba gerekmiyordu. Başkanlık seçiminde en çok oy alan ikinci kişi Başkan Yardımcısı oluyordu. Kendisini de kimse tanımadığı için oy veren olmazdı zaten. Nasıl olsa kimse Başkan Yardımcısı olmak için seçimlere katılmıyordu. 
Sınıf Öğretmenleri 5. ders saatinde sınıfa gelerek Sınıf Başkanı seçiminin yapılacağını söyledi. Başkan adaylarını görmek istediğini söyledi Öğretmen. 40 kişilik sınıfta 7 kişi Başkan adayı olmak için el kaldırmıştı. Başkan Yardımcılığı işi, biraz sıkıntıya girmiş gibiydi. Bu kadar aday arasında en çok oyu alan ikinci aday olmak biraz zor görünüyordu. Yine de bu büyük hayalini gerçekleştirmek için çekinerek el kaldırdı. Artık aday sayısı sekize çıkmıştı. 
Öğretmen, her seçimde olduğu gibi adayları tahtaya kaldırdı. Hepsinin adlarını tahtaya yazdı: Kiraz, Sude, Ahmet, Mehmet, Ersin, Yusuf, Ferdi, Barış. Adaylar sırtlarını sınıfa döndüler ve öğretmenin dağıttığı boş kağıtlara adayların isimleri yazılmaya başlandı. Ahmet ve Mehmet çok yakın iki arkadaştı. Biri Başkan olursa kesin diğeri de yardımcısı olurdu. Barış ve Ferdi zaten spor olsun diye aday olmuşlardı. Oldukça yaramaz görünüyorlardı. Yusuf ve Ersin Başkan olmaya en uygun kişiler gibi görünüyordu. Sude içine kapanık biriydi. Kiraz, bütün isimleri böylece zihninden geçirdi. Bir an yerine oturmak ve ismini tahtadan silmek geçti. Neden katılmıştı ki bu seçime. Aslında 7 adayı görür görmez hayalini kalbine gömmeliydi. Belki lise yıllarında Başkan Yardımcısı olmak daha iyi bir düşünceydi. Kendini sorgulamaya başladı. Öğrencilik tarihinde yalnızca Başkan Yardımcısı olmak için aday olan var mıydı? İhtimal, yoktu. Böyle saçma bir düşünceye kapıldığı için üzüldü. Ayrıca tüm sınıfa rezil olacaktı ve belki de hiç oy alamayacaktı. Kiraz, terlemeye başlamıştı. Göz ucuyla öğretmen masasına doğru baktı. Oy verme işi bitmişti. Öğretmen oyları sayıyordu. Birkaç kişi de yardım ediyordu. Sayma işlemi bitmişti. Öğretmen adaylara tahtanın önünü açmalarını söyledi. Eline tebeşir alarak adayların aldıkları oyları yazmaya başladı. Barış ve Ferdi hiç oy alamamıştı. Kiraz, kendisinin de sonunun böyle olacağını düşündü ama en azından rezil olmaktan kurtuldum, diye düşündü. Hiç oy alamayan yalnızca kendisi olmayacaktı. Sude’ye yalnızca iki oy çıkmıştı. Ahmet, Mehmet beşer oy almıştı. Kafadan bir hesap yapmaya kalkıştı. 32 katılımcıdan yalnızca 12 kişinin oyları vardı tahtadaki tabloda. Geriye Yusuf, Ersin ve kendisi kalmıştı. Galiba halen Başkan Yardımcısı olmak için bir umut vardı. Eski düşünceleri dağıldı. Yusuf’un alacağı oy sayısına göre artık Başkan Yardımcısı oldum, diyebilirdi. Bu esnada Yusuf’un isminin karşısına 4 rakamını yazdı öğretmen. Artık seçim sonuçları belliydi. Ersin, Başkan; Kiraz da yardımcısı olacaktı. Tam böyle düşünüp seviniyordu ki Ersin’in adının yanına öğretmen 6 yazdı. Kiraz’ın başı dönmeye başlamıştı. Tahtaya bakamıyordu. Belki de birileri boş oy kullanmıştır diye düşünürken adının karşısına öğretmen 10 yazdı. 
Seçim sonuçlarına göre Başkan seçilmişti Kiraz. Başı döndü, midesi bulandı Kiraz’ın. Öğretmen yeni Başkan’ı alkışlamalarını istedi sınıftan. Alkışlar, ıslıklar arasında sınıf git gide kararıyordu. Ersin, Başkan Yardımcısı olmuştu. Kiraz, o gün kendini çok kötü hissetti. Neyse ki Ersin iyi bir yardımcıydı ve Kiraz’a iş bırakmıyordu. 
Yukardaki satırları sıkılarak okudum ama yarın bizim sınıfta da seçimler vardı ve ben de 5. sınıfa yeni başlamıştım. Sınıf Başkanlığı seçimi için ben de aday olmayı düşünüyordum. Bu satırları okuduktan sonra başkanlık fikrimden vazgeçtim. Gerek yoktu bu kadar aksiyona. Ben her yıl olduğu gibi Beslenme Kulübüne kaydımı yaptırmalıydım. Zaten hikâye de karnımı acıktırmıştı. Kitabı bir kenara bıraktım ve mutfağın yolunu tuttum. 

12 Aralık 2024 Perşembe

ŞAŞIRMAYAN MEBRURE

HÜLYA DOĞANCIK
RUKİYE TOKGÖZ


Yetmiş yıldır aynı şehirde, mahallede, evde yaşıyordu. Bayramlar geçmişti bu evde, ramazanlar, doğum günleri, cenazeler, yılbaşı kutlamaları, baharlar, kışlar yaşamıştı. Şaşırmayı unutmuştu artık. Hiçbir şey onu şaşırtmıyordu. Yetmiş yılda bir insanın başına gelebilecek her şeyi görmüş, duymuş bazılarını da yaşamıştı. Depremler yaşamıştı, trafik kazaları geçirmişti, hastanelerde kalmıştı bir süre. Bir kez hacca on kez de umreye gitmişti. Bunların hepsini hayat arkadaşı Abdurrezzak ile birlikte yaşamıştı. 
On çocukları dünyaya gelmişti ama ikisi yurt dışındaydı, biri uzay yolculuğuna çıkmış fakat dönmemişti. Geriye kalan yedi çocuk da hayırsız evlat çıkmıştı. Babalarına çekmişlerdi belki de. Aynı evde yaşamalarına rağmen bir kez olsun hâlini sormuyordu Abdurrezzak. Sessizdi, konuşmuyordu. Şimdi bir Köroğlu, bir Ayvaz kalmışlardı evde. Yani eşiyle kendisi. Haftada bir bina temizliği için gelenler dışında kapılarını çalan kimse yoktu. Reklam için arayanlar dışında telefonlarını arayan kimse de yoktu. Son zamanlarda bu aramalar da kesilmişti. 
Bir Köroğlu, bir Ayvaz kalmışlardı kalmasına ama geçimsizlik zirvedeydi. Bu yaştan sonra boşanmak akıldan geçebilecek bir kelime bile değildi ama artık birlikte yaşayamıyorlardı. Birbirlerinin yemek yemesinden tutun, horlamasına kadar hepsi sorundu. Aslında horlayan da yemek yerken gürültü çıkaran da Abdurrezzak amcaydı. 
Mebrure teyze yaklaşık on sene önce Abdurrezzak amcayı salona şutlamış, odasında yalnız yaşıyordu. Yalnızca yemek vakitleri aynı mekânda bulunuyorlardı. Aslında Mebrure teyze, boşanmak için çok uğraşmıştı fakat Abdurrezzak amca:
-Bu yaştan sonra beni âleme rezil etme kadın, zaten şurada üç günlük ömrümüz kalmış. Ya sen gideceksin tahtalıköye ya ben. İhtimal ben gideceğim çünkü ömrümü yedin, demişti. 
Bu üç gün, on yıldır bitmemişti ve Mebrure teyze de odayı ayırmakta bulmuştu çareyi. Sevgiye ihtiyacı vardı. Hem de çok ihtiyacı vardı. Odasını önce çiçeklerle donatmıştı ve bir süre onlarla konuşmuştu fakat sevdiği kadar sevilmediğini hissetmişti çünkü çiçekler bir süre sonra ölüyordu. 
Daha sonra bir kedi sahiplendi Mebrure teyze. Kedi, çiçeklere göre daha iyi gelmişti ona fakat o da bir mart ayı sabahında balkonun açık kapısından kaçmış, bir daha da dönmemişti. Belki de Abdurrezzak kovmuştu onu. Kim bilir, kıskanmıştı bir kediye gösterilen özeni, yakınlığı, sevgiyi.
Abdurrezzak amca başlarda böyle değildi. Kibar, anlayışlı biriydi. Hiç değilse ayda bir mutlaka Mebrure teyzeye çiçek alırdı, hediyeler alırdı fakat elli yaşından sonra bambaşka biri olmuştu. Aksi, huysuz, aniden öfkelenen, kıyafetlerini ayda bir değişen, düşüncesiz biri. Onun için Abdurrezzak o gün ölmüştü. Yalnız odasını değil dünyasını değişmişti belki de. Başka dünyalarda yaşıyorlardı. 
Belki de göreceği, yaşayacağı her şeyi yaşadığı için Mebrure teyze oldukça sağlıklıydı. Hastanenin yolunu bile unutmuştu. Abdurrezzak amca dışında tek sorunu vardı, şaşırmamak. Şaşırmayı unutmuştu Mebrure teyze. Duyduğu hiçbir haber onu şaşırtmıyor, son derece sakin karşılıyordu her şeyi. Belki de bunun sorumlusu da Abdurrezzak amcaydı. Hayır, sadece o değil, ona benzeyen yedi hayırsız evladın da katkısı vardı bunda. 
Şaşırabilse belki de hayat eskisi gibi neşeli gelmeye başlayabilirdi onun için. Yaşamak, bir eziyete hatta işkenceye dönüşmüştü. Sevgi kalmamıştı Mebrure teyzenin kalbinde. Abdurrezzak amcaya gelince, onun zaten kalbi yoktu ki. Yirmi senedir bir insan kalbi olmadan nasıl yaşar? Abdurrezzak yaşıyordu işte. 
Normalde Mebrure teyze yatsı namazından sonra uyur, sabah ezanına kadar hiç uyanmazdı ama o gece nedense uyku tutmamıştı. Hatta bir ara salonun kapısının önüne kadar gitmiş, Abdurrezzak amcanın horultusunu duyunca yeniden odasına dönmüştü. Kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Bir haber gelecek ve şaşıracak, birini görecek ve hayatı eskisine dönecek gibiydi. Oysa bunların hiçbiri mümkün görünmüyordu. Yatağına uzandı, Ayetelkürsi okudu. Dışarda hava garip görünüyordu. Perdeyi araladı ve gökyüzüne baktı, daha önce hiç görmediği kadar parlak bir yıldız vardı ve hareket ediyor gibiydi. Dilek tutsam mı, diye düşündü. Hatta Abdurrezzak’tan kurtulmak iyi bir dilek olabilir diye aklından geçiyordu ki estağfurullah, dedi. Yıldız zannettiği cisim hareket ediyor, sanki dünyaya doğru yaklaşıyordu. Yatağından kalktı, balkona çıktı. Hava oldukça güzeldi. Gecenin bu saatlerinde uyanık kalmayalı yıllar geçmişti. Oysa eskiden Abdurrezzak amcayla birlikte geceleri balkonda yıldızları seyrederlerdi. Çok eskiden tabii. On yıllar önce. Zihninden bunlar geçerken ışıklı cismin büyüdüğünü ve iyice yaklaştığını gördü Mebrure teyze. Gözlerini sildi, yeniden yeniden baktı. Cisim, balkona doğru yaklaşıyordu. Belki de uykusuzluğun etkisiyle oluyordu bunlar. Yerinden kalktı ve abdest alarak yeniden döndü. Işıklı cisim daha da büyümüştü fakat artık uyku zamanıydı. Zaten şaşıracak bir şey de değildi gördüğü. Son yıllarda uydular, roketler, dronelar… Gökyüzü eskisi kadar sakin olmamalı, diyerek yatağına uzandı. Tam uykuya dalıyordu ki balkon kapısını açık bıraktığını hatırladı. Balkon kapısına yöneldiğinde dışarıdaki aydınlık dikkatini çekti. Cisim, balkonuna inmişti. Etraf gündüz gibi aydınlanmıştı. Binalar, sokaklar, yollar görünmüyordu aydınlıktan. Bu esnada cisimden hareketli iki canlı indi. Biri çok yabancı gelmedi kendine. Dikkatlice bakınca bunun yıllar önce uzaya giden oğlu olduğunu fark etti. İlk kez şaşırıyordu. Yıllardır unuttuğu bu his, varlığını hatırlatmıştı. Şaşkındı. Nasıl da büyümüş, delikanlı olmuştu oğlu. Adını hatırlamaya çalıştı oğlunun fakat unutmuştu bile. Aslında o unutmazdı, oğlu unutturmuştu adını. Şaşkınlık içerisinde öylece beklerken yanına yaklaştı ışıklı cisimden çıkan iki kişi. Oğlunu iyice süzdükten sonra yanındaki kişiye baktı. İnsana benzemiyordu. Masallarda duyduğu perilere benziyordu oğlunun yanındaki kişi. Bir masal perisiydi belki de. Şaşkın, çok şaşkındı. Bu esnada oğlu:
-Anne, sonunda kavuştuk işte. Bu nişanlım Masal. Seninle tanıştırmak için geldim. Babam niye yok yanında, dedi. 
Mebrure teyze şaşkınlıktan bir süre konuşamadı. Oğluna çekinerek dokundu. Yüzünde, saçlarında elini gezdirdi. Masal’a da dokunmaya çalıştı fakat eli boşta kalıyordu. Şaşkınlık üstüne şaşkınlık yaşıyordu. Bu esnada oğlunun sorusunu hatırladı ve cevap verdi:
-Baban içerde horluyor. İçeri girin, sizlere bir şeyler hazırlayayım. Gelin kızımız ne yer ne içer? Biraz değişik görünüyor da…
Önde Mebrure, arkada oğlu ve müstakbel gelin mutfağa doğru yürümeye başladılar. Mutfağın kapısını araladıklarında etraftaki ışık daha da büyüdü. Önünde incecik bir yol vardı sadece. Etrafı göremediği için dikkatli adım atıyordu. Dönüp geriye baktığında oğlunu ve gelinini göremedi. Karşısında büyük, göz kamaştıran bir aydınlık vardı sadece. Uzakta biri duruyordu. Dikkatlice baktığında bunun Abdurrezzak olduğunu fark etti. Tıpkı elli yaşından önceki gibi genç ve kibar duruyordu Abdurrezzak. Elinde bir buket gül vardı ve gülümsüyordu. 
Üç gün sonra Mebrure teyzeden ses gelmediği için kapısını açan komşular, onu balkonda buldular. Bir eli kalbindeydi, diğer eli boşluğa uzanmış gibiydi. Gözleri açıktı ve bakışları şaşkın bir o kadar da mutlu görünüyordu. 


BİR ANLIK SEYİR

Emir Subaşı

İki kafa birbirine yanaşmış hatta zaman zaman birbirine çarpıyordu. Uzaktan onları görenler çok önemli bir şeyle meşgul olduklarını düşünebilirdi. Dünya ile alakaların kesmişlerdi. Benimle bile zaman zaman ilgileniyorlardı. Dışarda otobüsler, araçlar geçiyordu. Zaman geçiyordu. Zil çalıyor, yeniden çalıyordu fakat o iki kafa hep olduğu yerdeydi. 
Gözler sabit bir noktaya bakıyordu. Zaman zaman değişik sesler çıkarıyorlardı. Çıkardıkları seslerin kimi anlamlı kimi anlamsızdı. Hatta şu an kendilerinin anlatıldığının bile farkında değillerdi. Oysa yanımdalardı. Yanı başımda. Şu an onlara dair çok olumsuz şeyler de yazabilirim. Nasıl olsa duymuyor, görmüyorlar. 
Belki bir rüya görüyorlar. Sayıklayan, rüya gören insanlar da böyle değil midir zaten? Anlamsız hareketler ve anlamsız sözler hep uykuda söylenmez mi? 
-Ben atena paypır almak istiyorum diyordu kafalardan birinin sahibi. 
Diğeri:
-Bak sen ecnebi gâvura, diyordu. 
Bu esnada kafalar birbirinden birazcık uzaklaştı. Galiba kendilerinden bahsedildiğini fark ettiler, diye düşünüyordum ki yeniden, kaldığı yerden devam etmeye başladılar. 
 İki kafa birbirine yanaşmış hatta zaman zaman birbirine çarpıyordu. Önlerinde küçücük bir ekran vardı. Bir ilaçtan daha etkili olan, bir rüyadan daha derin olan, dünyadan uzaklaştıran küçücük bir ekran. 
Uyuyorlardı ama farkında değillerdi. 
Aslında birbirine yanaşmış kafa sayısı üçtü fakat biri, bu yazıyı yazmak için oradan ayrıldı. 

BOŞ ZAMAN

Hazal Göksu

Günümüzde en çok duyduğumuz sözlerden biri “Boş vaktim yok.” İnsanın dünyada boş vaktinin olmamasından daha doğal bir şey yok oysa. Uyumak da bir uğraş, dinlenmek de ve uykuyla, dinlenmekle geçen zaman asla boş değildir. 
Belki de yapılacak bir işin olmadığı zamanları kapsar “boş vakit”. Oysa etrafımızdaki hayat, sadece boş boş oturmaya müsait değil. Mesela öğrenciyseniz mutlaka ya derstesinizdir ya da bir dersin ödevleriyle meşgulsünüzdür. Diyelim ki ders yok, ödevler de bitti. Bu kez de bir sonraki günün dersleri ya da ödevleri bekler sizi. Haydi hepsini bitirdiniz diyelim evde mutlaka küçük bir iş vardır sizi bekleyen. Yemek masasından birkaç bardağı almak, çamaşırlardan birkaçını makinaya bırakmak, odanızı toplamak… Bir öğrenciyseniz bile boş vakit neredeyse yok gibi.
Eğlence zamanları belki de boş zaman olarak düşünülen vakitler ama eğlenmek boş bir uğraş değil ki. Ne kadar ödevin, dersin saati, zamanı varsa eğlence de o kadar gerekli bir aktivite. 
Boş, kelimesi o kadar çok ki hayatımızda… Boş ders, boş laf, boş adam, boş kitap, boş film… Galiba boş kelimesi sandığımızdan çok fazla bir karşılık taşıyor. Boş ders dediğimizde zihnimizde canlanan başka bir şey, boş bidon dediğimizde başka. 
Biz yeniden boş zamana dönelim. Zaman varsa, yaşanıyorsa ve içindeysek asla boş diyemeyiz ona. Boş zaman, galiba boş bir sözcük. Boş insanların kullandığı boş bir sözcük. Zaman, boş bırakılmayacak kadar değerli ve o kadar da hızlı geçen bir şey.

EFENDİ İLE KÖLE

EMİR ARAS İMİRHAN
YUSUF ÇAĞRI EKİCİ


Günlerdir yeni bir oyun tasarımı için uğraşıyordum. Saatlerimi vermiştim bu oyun için. Online oyun tasarlamak, diğer işlere benzemiyordu. Kaç gece uykusuz kaldım bilmiyorum. Kaç ödevi yapamadım, onu da bilmiyorum. Bu, benim en büyük hayalimdi. İlk çevrim içi oyunumdu. Çok iyi bir fikirle başlamıştım bu oyunu hazırlamaya. Kimsenin aklına geleceğini düşünmediğim bir oyundu fakat fikir birazcık ödünç alınmıştı. Oyunum öyle çevrim içiydi ki oyundan çıkılsa bile masaüstü arka planda oyun devam ediyordu. Hatta bilgisayar kapatılsa bile oyun kendiliğinden arka planda devam ediyordu. Bilgisayarı fişten çekseniz bile oyun devam ediyordu. Bu oyunu sonlandırmanın tek yolu mikrofonla yarım saat ricada bulunmak ya da on dakika yalvarmaktı. Oyun ancak bu şekilde kapanıyordu fakat yeniden başlamasının bir kontrolü yoktu. 
Oyunun nihayet son aşamasına gelmişti. Son dokunuşlarla oyunu artık piyasaya sürebilirdim. İsmini CeSeGoying koyduğum oyun, benim kariyerimde zirve noktam olacaktı. O akşam her şeyi tamamlamalıydım fakat bilgisayarımı açtığımda bir gariplik hissettim. Bilgisayarımın oturum adı CeSeGoying olmuştu. Bilgisayarımın adını değiştirerek yeniden başlattım fakat bu kez de açılışta parola istedi benden. Oysa ben parola koymamıştım. Farklı yerlerde kullandığım parolaların tümünü denedim fakat bilgisayarım açılmıyordu. Sonunda CeSeGoying parolası ile bilgisayarımı açtım. 
Oyunumu düzenlemek için açtığımda oyunun son noktaya geldiğini fark ettim. Nasıl olmuştu bu, bilemiyorum fakat oyun kendi kendisini tamamlamıştı. Artık bir şey yapmama gerek yoktu. Oyunu kapatmaya çalıştım fakat kapanmıyordu. Dakikalarca farklı komutlar denedim fakat oyun arka planda çalışmaya devam ediyordu. 
Sonunda her işi bırakıp mikrofonu elime aldım ve yarım saat boyunca ricada bulundum oyunun kendi kendini sonlandırması için. Yarım saat sonra oyun kendiliğinden kapandı. Görünüşe göre her şey çalışıyordu. Böyle bir son düşünmemiştim. Oyun, benim kontrolümden çıkmış ve kendi başına buyruk bir uygulamaya dönüşmüştü. En azından kapatma işleminin nasıl olduğunu biliyordum. Belki biraz daha çalışmalıydım ve derslerime dönmeliydim. 
Ne olur ne olmaz diye gece yatarken bilgisayarın fişini çektim. İnternet bağlantılarını da kapattım. Tam uykuya dalıyordum ki odamdaki ışık yansımalarıyla uyandım. Bilgisayar açılmış ve oyun başlamıştı. Lambayı açtım ve bilgisayarın fişine baktım. Bilgisayarın fişi takılı değildi. İnternet bağlı değildi fakat CeSeGoying ekranda oynanmaya devam ediyordu. Ekrana dikkatle bakarken bir yazı belirdi: Selamünaleyküm köle! 
Hiçbir şey düşünmeden mikrofonu elime aldım ve konuştum:
-Aleyküm Selam Efendim. 

11 Aralık 2024 Çarşamba

YARIM ŞİİR

Zeynep Ayten


Herkesin vakti çok dar
Yetişmek zor bir yere
Sorsan meşgul insanlar
Bu telaş acep niye

Koşuyorlar durmadan
Yollarda dizi dizi
Kalmıyor insanlardan
Dünyada ayak izi

Anlamıyorum neden
Bitmiyor bu karmaşa
Hızla yaşayıp ölen
Varıyor mu refaha


ADINI SEN KOY

Zeynep Akbulut

Hayat uzun diyorlar
Ama kısacık bence
Yaşarken bilmiyorlar
Biliyorlar geçince
 
Hayat belki bir rüya
Güzel ve tatlı biraz
Keşke dönmese dünya
Mevsimler olsa hep yaz
 
Neden bazı insanlar
Bilmiyor yaşamayı
Gelip geçer duygular
Öğren mutlu olmayı

BÎUMUT

ASYA ZOROĞLU

Gerçekler
Sandığın gibi değil
Beklentiler
Gerçekleşmeyecekler

İnsanlar
Gördüğün gibi değil
Umutlar
Zaten tükendiler

Baharlar
Eskisi gibi değil
Sevgililer
Sevgiden acizler

Dünya artık umuttan yoksun

HAMUŞ

ZEYNEP AKBULUT
ZEYNEP AYTEN
ASYA ZOROĞLU

On beş yaşımdayım ve bugüne kadar hiç konuşmadım. En azından kendimi bildiğimden beri konuşmadım diye düşünüyorum. Belki bebekliğimde bazı sesleri taklit etmişimdir, belki her bebek gibi anlamsız sesler çıkarmışımdır. Fakat hiç ağlamamışım. Bugüne kadar hiç konuşmadım. Konuşmayı bilmediğim için değil, konuşmaya ihtiyaç duymadım. İnsanları gördüm konuşurken, çocukları gördüm hatta kuşları ve çiçekleri gördüm. Bir çiçek hayatın kısalığından bahsediyordu. Başka bir çiçek, diğer çiçeklerin dedikodusunu yapıyordu. Çiçeklerden biri, kendinden daha güzel bir çiçeğin olmadığını haykırıyordu sağa sola. 
Bulutları, ağaçları duydum fısıldarken. Ağaçlar korkuyordu insanlardan. Yaşlı olan ağaçlar, genç fidanlara yaşadıkları şeyleri anlatıyordu. 
Başka insanların duymadığı sesleri duydum ama konuşma ihtiyacı hissetmedim. Bir kez ağzımı açsam ve bir kelime söylesem sanki dünyam değişecekti. Sanki herkes gibi olacaktım. Sanki büyü bozulacaktı. Belki de zahmetli bir şeydi konuşmak. Konuştum diyelim, insanlar anlayabilecek miydi benim söylediğim cümleleri. Çoğunlukla beni yanlış anladın, söylediklerimi anlamıyorsun, gibi cümleler kuranlar onlar değil miydi?
Çocukluğumun en güzel günleri hastanelerde testlerle geçti. Önce duymadığımı zannetti ailem. Doktorlar da öyle zannetti. Duyuyordum, kimsenin duymadığı kadar. Başımla, ellerimle, gözlerimle, mimiklerimle cevap verdim onlara. Birkaç yıl sonra ailem artık hastanelerden ve doktorlardan ümidi kesti. Beni böyle kabullendi. 
Okumayı ve yazmayı biliyorum. Okumak, derken yüksek sesle olanı kast etmiyorum. Harflerin, kelimelerin, cümlelerin anlamlarını biliyorum. Kimsenin kuramadığı cümleleri kurabiliyorum. Cümlelerimi okuyanlar çok beğendiklerini söylüyorlar. İşitiyor ve cevabımı yazarak veriyorum insanlara. Arkadaşlarım, ailem, öğretmenlerim bu durumu kanıksadı. Kimse benden sözlü bir kelime veya cümle beklemiyor.  Okulumda bütün şiir, hikâye, deneme yarışmalarını beni katıyorlar. Şimdiye kadar katılıp da derece almadığım yarışma kalmadı ve usandım sonunda yarışmalardan. 
Birgün gerçekten konuşma ihtiyacı hissedecek miyim? Bu sorunun cevabını ben de merak ediyorum. Belki gençliğe adım attığımda, belki eğitim hayatım bittiğinde, belki de yaşlandığım zaman… Şimdilik konuşma ihtiyacı hissetmiyorum. 
Konuşmak, benim için herkesleşmek belki de. Konuşularak çözülen bir meseleye hiç denk gelmedim. İnsanlar konuşa konuşa anlaşırmış ya… Ben görmedim o insanlardan. 
Bundan sonra konuşmaya ihtiyacım olacağını da çok sanmıyorum. Dinlemek yetiyor bana. Herkesi dinlemek, her şeyi dinlemek. Zaten insanların birilerine kendilerini dinletmeye ihtiyaçları var gibi hissediyorum, karşılıklı konuşmaktan ziyade. Onları dinlerken her şey yolunda görünüyor fakat ben onlara bir tepki vermeyince bu kez tavırlar değişiyor. Özellikle beni tanımayan ya da yeni yeni tanıyan insanlarda hep bir konuşmaya zorlama çabası oluyor. Beni yakından tanıyan insanlar da belki de ona konuşmayı ben öğrettim demek için halen ara sıra çaba sarf ediyor. Konuşmak yorucu bence. Çok yorucu. Yazmaktan daha yorucu. 
Aslında şu anda yaptığım şey de tam olarak bir çeşit konuşmak değil mi? Sessiz konuşma diyorum buna ben. Yani beni konuşmamakla suçlaması insanların haksızlık aslında. Konuşuyorum fakat sessiz sessiz. Düşünüyorum, sessizce.
On beş yaşımdayım ve bugüne kadar hiç konuşmadım. Konuşmayı da düşünmüyorum. Neden konuşmuyorsun, sorusuna daha fazla maruz kalmamak için elime kalemi aldım ve bu satırları karaladım. 
Sonrasında susacak mıyım? Hayır. Konuşacak mıyım? Buna da hayır. 
Aslında ben konuşan bir suskunum. Kalemiyle, defteriyle konuşan bir suskun. 


10 Aralık 2024 Salı

BİRDEN 1000’E

Emir Kaan Şimşek, Mahmut Eray Erbaş


Bin, önemlidir. Bir şeyleri anlatırken eğer sayılamayacak kadar çoksa “binlerce” deriz. Bin, sayısı masalımsı bir sayıdır. Yoksa neden Bin Bir Gece Masalları adıyla kitap olsun ki? Üç basamaklı bir sayıdan dört basamaklı bir sayıya geçmenin eşiğidir 1000. 
Bin, önemlidir ve şu an okuduğunuz yazı, blog sayfamızın 1000. yazısıdır. 
1000. yazıyı kaleme almak bize nasip olduğu için çok mutluyuz. Aslında 1000. yazının sahibi olmak için bekleyen arkadaşların olduğunu biliyoruz fakat kaderin cilvesi işte. Biz, o kadar hırs göstermemiştik.
Her ne kadar yazımızın başlığı Birden 1000’e olsa da 1000 sayısına ulaşmamız, birdenbire olmadı. 1’den başladığımız doğrudur fakat arada 999 yazı ve yüzlerce isim var. 
Biz, 1000. yazıyı eklediğimizin farkındayız ancak 100. ya da 999. Yazıların sahipleri sanırım bunun farkında değildi. Hatta 777, 555, 888. sayılar da önemliydi belki fakat bu yazıları yazanlar da farkına varmadı. 
Biz farkındayız 1000. yazıyı eklediğimizin. 
1000. yazımız kutlu olsun, herkese ibretialem olsun.

YALNIZLIK

 Salih Taha Balta

Yalnızlık nedir, bilir misiniz? Eksiklik mi yoksa yokluk mu? Ya da belki nasıl desem?.. Mutfağın boşluğu mu? Belki de kumandanın yerde olması… Ya da yaşadığın odanın boşluğu veya de her gün gördüğün üç dededen sadece ikisini görmek mi?

Sanırım anlatamayacağım yalnızlığı böyle ya da her şey yalnızlıktır. Belki de yalnızlık, düşünce boşluğudur. Hatta sadece boşluktur yalnızlık. 1 sayısı neden bu kadar önemli? Çünkü o da bir başına. Yalnızlık belki de önemli olmaktır, değerli olmaktır ve size kıymet verir. Yalnızlık, dağın zirvesi de olabilir. Etrafında hiçbir şeyin olmamasıdır yalnızlık. Arkadaş kelimesinin anlamını bile bilmemektir. Kocaman dünyada tek başına yaşadığını sanmaktır.  

KAR’AYA VE BEYAZA

Hayrettin Eymen Bulut

Kar mı dünyayı güzelleştiriyor
Yoksa rengi mi şehri sükunete bürütüyor
Beyazın masumiyeti mi
Temizliği mi

Ya da kar sessizleştirdiği için mi 
Beyaz, temiz anılıyor
Beyaz, kar sayesinde mi kazandı masumluğunu
Beyaz, kirlenmeyen saflığını kara mı borçlu 

Belki de her rengi içinde barındırdığı için
Her duyguyu kalbinde barındırdığı için
Belki 
Kar bunun sayesinde sessiz
Masum ve temiz

SONSUZLUK YURDU

Salih Taha Balta

Bir istediğim olmadı kimseden
İstek nedir bilmedim ki ben
Dünya bana bir oyundu
Şimdi neredeyim ben

Dediler bana anlamadın mı
Bir götürdüler beni
Gittim bilmeden nereye gittiğimi
Meğer sonsuzluk yurduymuş
Bütün yolların sonu

MEVLİT KANDİLİ

Salih Taha Balta

Gecenin karanlığında parladı bir nur
Aydınlandı her taraf sabah gibi
Bir mucize ki Allah’ın nimeti
Geldi yine her zaman olduğu gibi
Mevlit Kandili

O gecede yıkıldı putlar yüz üstü
Söndü ateşler 
Bilmedi insanlar, niye?
Her yerde müjdelenmişti onun gelişi
Söyledi İbrahim 
Son Peygamber, diye

Mevlit gecesi 
İnsanların en güzelinin
Dünyaya gelişi 
Ve son buluşu karanlıkların
Doğuşu
Bitmeyecek büyük nurun

AY SELAMI

Mehmet Çınar Köksal


Gün batıyor
Ay selamı, güneş sefası ile
Bitirdiğini sanıyor günü
Aslında yeni başlıyor
İşte benim günüm 

Giriyorum odama
Çıkmıyorum bir daha
Yazıyorum gün batınca
Pencereden dışarıya bakarken
Dökülüyor dudaklarımdan istemsizce sözcükler
Ay selamı, güneş sefası ile
Gün batıyor

SÖZCÜKLER

Utku Kerim Genç

1. Bölüm

Ahmet ve Mehmet, 7. sınıf öğrencisiydi ve bir sonraki dersleri Türkçeydi. Türkçe Öğretmeni, o gün herkesin sözlük getirmesini istemişti. Nihayet ders başladı. Ders başlayınca Öğretmen,”spor” sözcüğünü söyledi ve öğrencilerin sözlükten bu sözcüğü bulmalarını istedi. Sözlüğü taramaya başlayan çocuklar bir süre uğraştı fakat garip bir şeyler vardı. Bir öğretmene, bir de sözlüğe baktılar. O anda gördüklerine inanamadılar. “Spor” sözcüğü sözlükte yoktu. “Spor” sözcüğü yerinden ayrılmış başka başka sayfalarda geziyor ve diğer sözcükleri de ayaklandırıyordu. Büyük bir karmaşa vardı sözlükte. 
Sözlükteki sözcükler, “M” harfinin bulunduğu sayfayı kendilerine başkent seçmişlerdi. “M” harfinin içinde sözcükler bir konsey oluşturmuştu ve kendilerine “spor” kelimesini Başkan olarak seçmişlerdi. Ekonomi Bakanı, “para” sözcüğüydü. Eğitim Bakanı ise “kitap” sözcüğüydü. Sağlık Bakanlığına bu konsey, “doktor” sözcüğünü getirmişti. Sayfalar arasında büyük bir göç başlamıştı. Göçün adı Sözcükler Göçü’ydü. Onlar için çağ açıp çağ kapatan bir olaydı bu göç. Sözcükler heyecanla ders zilinin çalmasını bekliyorlardı. 
Zil çalınca sözcükler, sözlüğün Ahmet’in çantasından düşmesini sağladı ve ardından sözcükler birer ikişer kaçmaya başladı. Beş aylık bir karmaşadan sonra tüm sözcükler, kendilerine yeni bir yer bulmuştu. Terk edilmiş bir fabrikaydı burası. Sözcükler, bu fabrikayı çalıştırmanın yollarını arıyorlardı. “Spor” sözcüğü ABC harflerini görevlendirmişti, birilerini bulmaları gerekiyordu fabrikayı çalıştırmak için. Buldukları kişiyle fabrikayı çalıştırmak için izin alacaklardı.
Bir çözüm aramak amacıyla yola çıkan ABC, tam bir ay sonra geri döndü ve yanlarında Mustafa adlı birini getirmişlerdi. “Spor” sözcüğü Mustafa’nın da bulunduğu bir toplantı düzenledi. Mustafa’nın valiliğe giderek izin alması kararlaştırıldı. Mustafa ayın gün yola çıktı. Yeniden sözcüklerin yanına geldikten sonra dedi ki:
-İzin aldım. On gün sonra sertifikamız çıkacak. 
Fabrika açılmıştı ve buraya Mega Sözcük Fabrikası adını verdiler. Fabrika açıldığında yalnızca beş çalışan vardı ama büyüyeceklerine emindiler. Ayda elli sözlük, kırk bin sözcük üretiyorlardı ve bir de satış mağazaları vardı ama Türkçeyle ilgilenenler dışında kimse ilgilenmiyordu üretimleriyle. Bu aşamadan sonra sözcüklerin aklına yeni bir şey geldi: Kelime Aromalı Dondurma.  Hemen bir de pastane açtılar ve kelimeli pasta, kek ve dondurma satışına başladılar. Aynı zamanda diğer işletmelerinin de reklamlarını yapıyorlardı fakat çalışanların maaşı ödenemiyordu. Satışlar tavan yapmaya başlamıştı ve tüm ülkeye şubeler açmışlardı. 
Ülke artık eğitim alanında refah çağını yaşıyordu ve her şeyi sözcüklere borçlulardı. Herkes sözcüklerin önemini biliyordu ve onlar adına ülkede bir Sözcük adında bir şehir kuruldu. Bu şehir çok gelişti. M harfi sözcüklerin başkenti değildi, yeni başkent Sözcük şehriydi.