Üner Taha Aydemir
Şehrin en tenha ve uzak hastanesinin tek kişilik
odasında tavanı seyrederek yaşıyordu. Oysa milyonlarca insanın yaşadığı bir
şehirdi burası. Trafik, gürültü, koşuşan insanlar, akşamları yanan sokak
lambaları, kaldırımlarda şarkı söyleyen sokak sanatçıları, seyyar satıcıları
ile kocaman bir şehirdi. Karanlık sokakları da vardı, aydınlık caddeleri de. O
ise hepsinin kenarındaydı şimdi. Buraya ne zaman geldiğini hatırlamıyordu. Burada
niçin tutulduğuna dair bir fikri de yoktu. Zaman zaman ihtiyaçları için
birileri yanına geliyor ama kendisiyle konuşmuyordu. Tamamen sessiz bir yer de
değildi burası çünkü bazen garip sesler, çığlıklar, kahkahalar da duyduğu
oluyordu özellikle gece vaktinde. Bu kadar yorgun ve uykulu biri değildi fakat
yerinden kalkmak istemiyordu. Kendisine verilen ilaçlar belki de onu bu hale
getiriyordu. Gözü pencerenin yanındaki örümceğe takıldı. Örümcek bazen çok
yavaş bazen çok hızlı hareket ediyor, kendisine bir ağ örüyordu. Örümceği takip
etmeye başladı. Ağların arasında gözlerini gezdirdi. Baktıkça ağlar
yakınlaşıyor, kalınlaşıyordu. Nihayet incecik örümcek ağı kocaman yollar kadar olmuştu.
Bir yol haritası gibiydi bu ağ. İçinde kendisini küçücük hissediyordu. Bu ağı
takip ederek buradan kurtulabilirim, diye düşündü. Örümcek ağının içinde
yürümeye başladı. O kadar uzun bir yoldu ki bu ayakları kendisini taşımıyordu. Son
virajı dönerken yatağına baktı, küçücük bir böcek büyüklüğünde kalmıştı yatağı
geride. Ağ ile yatağı yer değiştirmiş gibiydi. Viraja girdiğinde önce bir
karanlıkla karşılaştı, ardından güneşli, yeşil bir vadi ile. Nihayet
kurtulmuştu buradan. Önünde yemyeşil çimenler, ağaçlar ve her yerden gelen kuş
sesleri ile yeni bir dünyaya düşmüş gibiydi. Önce sevindi fakat bu uzun
sürmedi. Ne yapacaktı bu yeni mekanda. Kocaman bir boşluğa dönüştü gözlerinin
önündeki manzara. Kuş sesleri kesildi. Yürümeliydi, yürümekten başka zihninde hiçbir
şey yoktu. Ayaklarına ağırlık asılmış gibiydi, kendisini taşımakta zorluk
çekiyordu ama yürüyordu. Biraz yürüdükten sonra burada tek başına olmadığını
fark etti. Hemen birkaç adım gerisinden kendisiyle aynı adımları atan ve
mesafeyi hep koruyarak yürüyen birinin daha olduğunu fark etti. Geriye
döndüğünde göz göze geldiler. İkisi de konuşmuyordu. Birbirini
yadırgamıyorlardı. Sanki baştan beri aynı yolu yürüyorlarmış gibiydi. Arkadaşı
olduğunu düşündü önce ama hiç arkadaşı olmamıştı ki onun. Belki hastaneden
çıkarken peşinden gelen bir görevliydi bu ama görevliler genelde asık suratlı
ve sert bakışları olan kişilerdi. Konuşma ihtiyacı hissetmeden yürümeye devam
etti. Arada geriye dönüyor, hemen ardından gelen kişinin öne geçmesini
bekliyordu ama kendisi durunca o da duruyordu. Bir korna sesiyle ve kendisini
sıyırıp geçen bir araçtan gelen gürültüyle sendeledi. Ne kadar zamandan beri
yürüyordu, şehre ne zaman inmişti bilmiyordu. İşte yine şehirdeydi. Kalabalığın
tam ortasındaydı. Tanımadığı yüzler geçiyordu etrafından. Binalar, araçlar
geçiyordu yanından. Gemiler, trenler geçiyordu. Durdu… O durdukça her şey daha
hızlı geçmeye başladı. Geriye döndü, arkasında yine aynı kişi vardı ve o da
duruyordu. Neden kaçmıştı bir örümcek ağına tutunarak ve onun gösterdiği yolu
takip ederek? Bu şehir için kaçmamıştı. Gökyüzü bile çok uzaktı şu anda
kendisine oysa odasından yattığı yerde bile görebiliyordu gökyüzünü. Her şey koyu
renkteydi, her şeyin sesi vardı beynini tırmalayan. Ufuk nereye kaybolmuştu?
Yıldızlar, ay, güneş, bulutlar nereye kaybolmuştu? Siren sesleri yaklaşıyordu.
Her şey renksizliğe doğru gidiyordu. Dijital sesler geliyordu kulağına hiç
kesilmeden. Saat alarmı gibi ama değil…
Elektronik bir müzik aleti gibi ama
değil…
Arıza vermiş bir makine gibi ama değil…
Açık kalmış bir buzdolabı gibi
ama değil. Sesler ha bire artıyordu. Yükseliyordu. Kalp atışlarını duyuyordu bu
hengâmede. Üzerine bastığı yol, şehir ayaklarının altından kayıp gidiyordu. Yol
arkadaşını hatırladı, döndü geriye baktı göremedi. Kendi etrafında bir daire
çizerek baktı her yere kimse yoktu.
Şehir yoktu, yol yoktu, gökyüzü yoktu…
Bir
boşluğa uzanır gibi uzandı olmayan yere.
Bedeni belli aralıklarla sarsılıyordu. Nefes
almadığını hissetti. Kalbinin sesi de kesilmişti. Damarlarında uğultulu bir
ırmak gibi akan kan yavaşlamıştı. Birkaç büyük sarsıntıdan sonra gözlerini
aralamayı başardı. Kalabalıktı etrafı. Çok kalabalıktı. Cihazlarla dolmuştu
yatağının kenarı. Elleri, ayakları ve gövdesi yatağa bağlanmıştı. Cihazlardan
sesler geliyordu hep. Elinin üzerinde bir iğne takılıydı. Gözleri yanında duran
bir çantanın üzerindeki yazıya kaydı: Akıl ve Ruh Hastalıkları Hastanesi.