gamze sena kuyucu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gamze sena kuyucu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Mart 2025 Cumartesi

SEN GELİNCE

 

Gamze Sena Kuyucu

Sen gelince
Sen gelince sevinç kaplıyor içimi
Hasretle bekliyorum gelmeni
En güzel kıyafetlerimi giyerim
Saçlarımı en güzel şekilde yaparım

Sen gelince kapanır okullar
Herkes tatile gider
Herkes eğlenmek ister
Dondurmalar içecekler meybuzlar
Sen gelince hatırlanır bir anda

Herkesin en sevdiği
Gelmesini merakla beklediği şeysin
Sen yaz mevsimisin

11 Ocak 2025 Cumartesi

GÜNEŞ, AY ve İNSANLAR

Gamze Sena Kuyucu

Bilir herkes güneşin tanımını
Samanyolumuzun tek yıldızı
Biliyor herkes ayın tanımını
Dünyamızın tek uydusu

Ama bana göre öyle değil
Yazın yakınırız
Hava sıcak niye çok güneş var diye
Kışın yakınırız
Hava çok soğuk, niye güneş yok diye
Olsa da olmasa da
Yaranamaz güneş bize

Güneşin batmasını bile zevkle izler insanlar
Kilometrelerce yol kat ederler
Oysaki güneşin doğuşunu
İzlemek için tatlı uykularından
Vazgeçemezler 

Ben kimseyi gündüz
Güneşi izlerken görmedim
Güneşi düşünerek izlerken görmedim
Oysaki ay öyle mi?
Gece huzur bulur insanlar
Saatlerce gökyüzüne
Aya bakarlar

Ay azıcık bulutların arkasına geçse
Üzülür herkes
İşte böyledir insanlar
Bazılar güneş, bazıları aydır
Güneşler ne yaparlarsa yapsınlar
İnsanlara yaranamazlar
Herkes onun batmasını ister
Çok değerli olsa bile
Ayları ise herkes sever
Severek izler
Bir şey yapmasalar bile


TATİL ÖDEVİ


FATMA BEREN KARATEPE
AGAH TAHA TEMİZKAN
ELA EYŞAN POLAT
AMIRHOSSEIN HAMEDISHAHRAKI
ELVİN RANA PELİT
ATAKAN KIVANÇ AĞCA
GAMZE SENA KUYUCU
ZÜMRA ŞAHİN 


Nihayet okulun ilk dönemi sona ermişti. Melih, Melisa ve Merih aynı sınıfta okuyan üçüz kardeşlerdi. 
Melih, Melisa ve Merih’ten iki dakika daha büyüktü. Bu yüzden kardeşlerinden kendisine ağabey demelerini istiyordu oysa onun boyu diğerlerinden daha kısaydı. 
Melisa iki erkek kardeşinin arasında büyüdüğü için onlara benzemişti. Onlarla aynı oyunları oynuyor hatta aynı kıyafetleri giyiniyordu. Sadece saçları uzundu kardeşlerinden. 
Merih, üç kardeşin en afacan olanıydı. Yerinde durmak bilmiyor, mutlaka başına bir bela açıyordu her seferinde. Diğer kardeşleri sayesinde başına açtığı belaları savuştursa da bu, her zaman kolay olmuyordu. 
Okulun ilk dönemi sona ermişti. Üç kardeşin de not ortalaması aynıydı sorun yoktu fakat tatil için verilen ödevler şimdiden yığılmıştı. Bu ödevler yaz tatilinde bile yetişmeyecek türdendi. Türkçe öğretmeni 10 kitap vermişti okunması için. Matematik öğretmeni her gün 100 soru çözmelerini istemişti. Fen bilgisi öğretmeni 10 deney vermişti evde yapılmak üzere. Beden eğitimi öğretmeni bile ödev vermişti: Günlük 30 dakikalık koşu. Resim öğretmeni, suluboya, pastel ve yağlıboya tabloları istemişti beşer tane. Bu kadar ödev üç öğrenci tarafından üstelik aynı evde yapılacaktı. Bu, çok da mümkün görünmüyordu. Üç kardeş, öğretmenlere bu ödevleri üçe bölüp bölemeyeceklerini sordular fakat olumlu bir cevap alamadılar. Çaresiz bu işlerin hepsi yapılacaktı hem de iki hafta içinde. 
Tatil, başlamadan zehre dönüşmüştü. Oysa tatilde sınırsız oyun oynayacaklardı. Kar yağarsa dışardan içeriye girmeyecek, kayak tesislerine gideceklerdi. Akraba ziyaretlerine gideceklerdi. Aylardır tatilde izlemek için film listesi yapmışlardı, akşamları bu filmleri izleyeceklerdi. Aylardır yemedikleri cipsleri ve kuruyemişleri tatil boyunca tüketeceklerdi. Şimdi ise önlerine okul döneminden daha yoğun bir tatil ödevi programı konulmuştu. 
Karneler dağıtılmış ve tüm derslerin ödevleri hatırlatılmıştı yeniden. Hatta matematik öğretmeni şöyle demişti:
-Ödevini bitirmeyen pazartesi okula gelmesin ya da başka bir okula naklini aldırsın. 
Karneleriyle eve gelen üç kardeş önce ödevlere başlamayı düşündü fakat erkendi. Birkaç gün sonra başlamak iyi fikirdi. Zaten aileleri de bir süre dinlenmelerini önermişti. En azından cumartesi ve Pazar günü dinlenmeliydiler. Okula ait her şeyi odalarından çıkardılar ve keyiflerince bir tatile başladılar. Tatilin ilk günü, ikinci günü, üçüncü günü, dördüncü günü… derken ödevler unutulmuştu bile. Ta ki son Pazar akşamına kadar. Tatilin son günü Pazar gecesi tam uykuya dalacakları anda Merih büyük bir çığlık attı:
-Ödevleri yapmadıııııııık!
Melih ve Melisa’nın bu çığlıkla uykuları kaçtı ve yerlerinden kalktılar. Bir süre ne yapacaklarını düşündüler ancak artık vakit çok geçti. Matematik öğretmeninin söylediklerini hatırladılar. Acaba yarın okula gitmesek mi, diye düşündüler. Bir diğer çözüm de okul değişmekti. 
Çok fazla düşünmenin anlamı yoktu. Üç kardeş, kendi aralarında bir iş bölümü yaptılar. Matematik ve fen bilgisi ödevlerini Melih yapacaktı. Kitapları okuma işini Melisa yapacaktı. Merih, resim ödevlerini halledecekti. Beden eğitiminin ödevi kendiliğinden yapılmıştı çünkü günlerdir hareket halindeydiler; koşmuşlar, zıplamışlar, oynamışlardı. 
Bütün gece ödevleri halletmekle geçmişti. Sabah güneş doğmak üzere iken üç kardeş de uykuya dalmıştı. Gözlerini açtıklarında öğlen vakti yaklaşmıştı. Anneleri kahvaltının hazır olduğunu söylüyordu. 
Melih, Merih ve Melisa okul malzemelerini topladılar. Kahvaltı için vakit yok, diye düşünüyorlardı ki anneleri odalarına girdi:
-Tatil bitmeden ödevleri bitirmeyi düşündünüz demek, aferin. 
Merih:
-Tatil bu sabah bitmedi mi anne, okulda olmamız gerekmiyor mu şu saatte, diye sordu. 
Anneleri:
-Tatilin henüz bir haftası bitti ve ikinci haftasına yeni başlıyoruz, dediğinde Melisa takvime baktı. Anneleri haklıydı.
Bu yersiz telaşla ödevlerin neredeyse tamamı bitmişti hem de bir gecede. 
İlerde bir hafta süreleri vardı. Bir hafta koca bir tatil. 
Sayılı gün çabuk geçti. Bu bir haftalık tatil de su gibi aktı ve okullar açıldı. En azından ödevleri tamamlamışlardı. Acaba arkadaşları ne yapmıştı? Herkes onlar gibi üç kardeş değildi. 
Okulun ilk günü büyük bir sessizlik vardı sınıfta. Önce matematik, sonra Türkçe, ardından fen bilgisi dersleri vardı. İlk ders matematik öğretmeni ödevlerin konusunu hiç açmadı. Öğrencilerden de kimse ödevlere dair bir şey söylemiyordu. Tam ders bitmek üzereydi ki Merih çılgın gibi parmak kaldırmaya başladı. Öğretmen söz hakkı verdi:
-Öğretmenim, çözmemiz gereken sorular vardı. Günde yüz soru çözecektik ve siz ödevlerini yapmayan pazartesi okula gelmesin demiştiniz. Ödevlere bakmayacak mısınız?
Bütün sınıf Merih’e kinle baktı. Sadece bütün sınıf değil Melih ve Melisa da…

14 Aralık 2024 Cumartesi

BÜYÜK TUFAN

AYŞEGÜL YILDIZ
ADEN MİRA KARTAL
GAMZE SENA KUYUCU


Kaç yaşımda olduğumu bilmiyordum. Bildiğim tek şey akrabalarımın birer birer dünyadan ayrılmasıydı. Artık kocaman dünyada tek başımaydım. Belki başka insanlar da vardı dünyanın başka yerlerinde fakat onlara ulaşabilecek donanıma sahip değildim. 
 Aslında birdenbire olmamıştı bu. Kutsal metinlerde yazan tufanlar gibi bir felaket görmüştük önceleri. Bunun sıradan bir doğa olayı olduğunu söylüyordu haber bültenleri. Dünyanın dengesinin bozulduğunu ve aşırı yağışların, ani ısınmaların ve soğumaların yaşanabileceğini belirtiyorlardı. Bir sabah uyandığımızda şehrimizin sokaklarının ırmağa dönüştüğünü gördük. Çoğu evin birinci katları yaşanamaz olmuştu. İlerleyen dönemlerde bulutlar ve güneş arasındaki bir kavga yüzünden bu durumu yaşadığımızı anladık. Güneşin her şeyin hakimi benim, ben olmasam hayat olmaz gibi söylemleri, bulutların gücüne gitmişti ve güneşin önünü perdeleme kararı almışlardı. Bulutlar hiç gitmiyor, yağmur durmadan yağıyordu. Önceleri bunun mevsimlik olduğunu düşünmüştük fakat ilkbahar, yaz, sonbahar, kış hep yağmur yağmıştı. Artık insanlar şehirleri boşaltıp yüksek yerlerde yaşamaya başlamıştı fakat günlerce bitmeyen yağmurdan dolayı artık hayat yaşanmaz bir hale gelmişti. Denizler ve okyanuslar birbirine karışmış yeni yeni ırmaklar, göller ortaya çıkmıştı. Herkes kaçıyordu bir yerlere ve benim de yaşamak için bir yer bulmam gerekiyordu. Arkadaşlarım ve akrabalarımla şehrin en yüksek tepesine çıkmaya ve orada yaşamaya karar vermiştik fakat buraya çıkıncaya kadar yaşlılar ve çocuklar çoktan dünyasını değişmişti. Buraya çıktığımızda yanımda olan birkaç kişi de soğuğa ve açlığa fazla dayanamadı ve nihayet tek kaldım. Mücadeleyi bulutlar kazanmıştı lakin insanlar yaşam mücadelesini kaybetmişlerdi. Yeryüzünde tek başıma kalakalmıştım. Adem bile yeryüzüne tek başına gelmemişti. Havva vardı yanında fakat ben tek başımaydım. 
Bulutlar, usul usul dağılmaya başlamıştı fakat güneş görünmüyordu. Gökyüzünde kocaman bir mavilik vardı yalnızca. Gece ve gündüz de fark edilemiyordu. Bu değişimden sonra yeryüzünde kaç canlı kalmıştı merak ediyordum. Yağmurun durmasıyla beraber etrafta usul usul tepecikler belirmeye başladı. Birkaç ay boyunca bulduğum otlarla, ortaya çıkmaya başlayan ağaçların yapraklarıyla, kökleriyle beslenmeye çalıştım. Kaç zamandır görünmeyen kuşlar da yeniden görünür hale gelmişti. Dünyada bir hareketlilik var gibiydi. Aylardır uzak kaldığım şehri merak ediyordum. Sular iyice çekilince şehre doğru bir yolculuk yapmayı düşündüm. Her yer çamur ve su birikintileriyle doluydu fakat yine de yürüyebiliyordum. Şehre indiğimde her yer savaştan çıkmış evlerle dolu gibiydi. Evlerde canlılık belirtisi yoktu. Bazıları yıkılmış bazılarının pencereleri kırılmıştı. Duvarlar, pencereler çamur içindeydi. Şehrin en büyük marketine ulaşmam lazımdı. Belki depolarında, raflarında yiyecek bir şeyler bulurum umudundaydım. Market de yaşanan felaketten nasibini almıştı ama en azından bina sağlam görünüyordu. Dışarıya taşan malzemeler de vardı. Önce dışardaki malzemelerden başladım işe fakat yenecek gibi değildi hiçbiri. Ağaç yaprakları bile daha lezzetliydi. Çamurlara bata bata marketin içine girdim. Birkaç kat yukarıya çıktığımda bunca çabaya değdi, dedim içimden. Bazı raflar hiç zarar görmemiş gibiydi. Paketle, tenekeyle, koliyle hayli yiyecek vardı. Bir rüyada gibiydim. Bulduğum ne varsa hepsinden biraz yedim. Yeniden insan olduğumu, dünyada olduğumu hatırladım. Bir kâbus muydu bu? Eğer değilse ne gibi bir günah işlemişti insanlık? Yalnızca bulutların ve güneşin mücadelesi böyle bir sonuca getirmemeliydi insanlığı. Çok fazla yediğim için uykum gelmişti. Şimdi kendime uyuyacak güzel bir yer bulmak vaktiydi. 
Marketin yiyecek bölümünden çıktım ve ev eşyalarının olduğu bölümüne geçtim. Elektronik eşyalar o kadar anlamsız ve boş görünüyordu ki. Oysa önceleri insanlar bunlara sahip olabilmek için ne kadar emek harcıyordu. Şimdi hepsi hantal ve kaba eşyalardı. İşe yaramazdı hiçbiri. Biraz ilerledikten sonra yatakların, bazaların bulunduğu bölüme geldim. Burası da çamurlu ve ıslaktı fakat yataklardan bazıları naylon ambalaj içinde olduğu için kuru kalmışlardı. Birkaç yatağın ambalajını çıkardım ve üst üste koydum. Her tarafı çamur içinde olan ayakkabılarımı çıkardım ve derin bir uykuya daldım. 
Kaç saat, kaç gün uyudum bilemiyorum fakat uyandığımda bir sıcaklık vardı etrafımda. Sanki güneş doğmuş ve yaz gelmiş gibi bir sıcaklık fakat gökyüzünde güneş halen yoktu. Bu sıcaklığın nereden geldiğini düşünürken birdenbire yanı başımda bir insan gördüm. Bütün insanların bu felakette öldüğünü düşünüyordum fakat nihayet birini görmüştüm. Şaşkınlıkla:
-Merhaba, ben tek başıma kaldığımı düşünüyordum dünyada. Aylar sonra bir insan görüyorum. Adın ne?
-Güneş, dedi sadece. Adım Güneş ve ben de aylardır ilk kez bir insan görüyorum. İsmiyle ne kadar uyumluydu Güneş. Sarışın, parlak saçlarıyla güneşi andırıyordu. Yüzünü görmediğim güneşi. 
Bir süre sohbet ettikten sonra artık benim için güneş doğmuş gibiydi. En azından dünyada tek değildim. 
Burada bulduğum yiyeceklerden bahsettim Güneş’e. Birlikte yeni bir hayat kurabileceğimizden bahsettim. Güneş, çok konuşmayı sevmiyordu sadece susuyordu. 
Yemeklerin bulunduğu bölüme geçtik ve biraz yemek yedik. Uzun süre yetecek gibiydi bu yemek bize fakat Güneş, doymak bilmiyordu. Durmadan yemek yiyordu ve benimle konuşmuyordu bile. Yemekten yorulduğumuzda yeniden dinlenme, uyuma zamanı geldiğini söyledim. Güneş için de bir yatak hazırladım. 
Ne kadar uyuduğumu bilmiyorum fakat uyandığımda şaşkınlıktan dilim tutulmuştu. Güneş yatağa sığmayacak kadar büyümüştü. Onun yanında bir cüce gibi kalmıştım. Oysa böyle bir şey hayal etmemiştim. Belki de rüya görüyorum diye düşündüm. Bu esnada Güneş uyandı. Bu garipliğin nedenini sordum ona. Biraz neşelenmişti. Konuşabiliyordu artık uzun uzun ve sırrını anlattı. 
-Ben Güneş, gerçek Güneş. Hani şu aylardır gökyüzünde göremediğin Güneş. Bulutlar beni cezalandırdı ve dünyaya bir insan olarak düşmemi sağladılar. Hep böyle kalacağımı düşünüyordum ama senin sayende yeniden güçlenebileceğimi keşfettim. Ne zamana kadar sürer bu bilmiyorum ama gücümü topladığımda yeniden eski yerime dönebilirim diye düşünüyorum. 
Kafam karışmıştı. 
-Senin için ne yapabilirim, diye sordum.
-Bana inan ve bana destek ol, dedi yalnızca. 
Güneş’e inandım. Onunla ne kadar zaman geçirdik bilmiyorum fakat her geçen gün büyüyor ve etraftaki çamurlar, su birikintileri azalıyordu, kuruyordu. 
Bir gün uyandığımda gökyüzünün farklı göründüğünü hissettim. Güneş, nihayet yerine yükselmişti ve bana tebessüm ediyordu. Dünya, normal hâline dönecek gibiydi. Yalnız kalmıştım yeniden fakat yaşanabilir bir dünya bırakmıştı bana Güneş. 
Kaç yaşımda olduğumu bilmiyordum. Kocaman dünyada tek başıma olduğumu düşünüyordum. Belki başka insanlar da vardı dünyanın başka yerlerinde fakat onlara ulaşabilecek durumda değildim. 



BAŞKAN YARDIMCISI

 FATMA BEREN KARATEPE
AGAH TAHA TEMİZKAN
ELA EYŞAN POLAT
ELVİN RANA PELİT
ATAKAN KIVANÇ AĞCA
GAMZE SENA KUYUCU
ZÜMRA ŞAHİN

Okula başladığı günden beri yalnızca Başkan Yardımcısı olmak hayali vardı. Başkan olmak istemiyordu çünkü Başkan demek, sorumluluk demekti. Başkan demek, teneffüslerde hep bir yerlerde işi olmak demekti. Başkan demek öğretmenlerin taleplerini sınıfa iletmek demekti. Başkan demek ses ayarı demekti. Sınıfın sesini ayarlayan kimseydi Başkan. O yüzden Başkan Yardımcısı olmak istiyordu. İlk dört seneyi yalnızca susarak geçirmişti. Öğretmen kendisine söz hakkı vermese tahtaya kalkmaz, parmak kaldırmazdı. Sınıftaki arkadaşlarının onun varlığından bile haberleri yoktu. Hatta okula gitmediği birkaç gün bile yok yazılmamıştı çünkü sınıfta varlığı ile yokluğu arasında bir fark yoktu. 
Nihayet 5. Sınıfa geçmişti. Artık kendisinde bu öz güven ve yeterliliği hissediyordu. Bu sene kesinlikle Başkan Yardımcısı olmalıydı. Yeni bir sınıftaydı ve yeni arkadaşları vardı. Üstelik sakin, durgun bir sınıftı. Burada Başkan Yardımcısı olmak iyi bir düşünceydi. Okulun ilk haftasıydı ve bir Başkan seçmek gerekiyordu. Başkan Yardımcısı olmak için çok büyük bir çaba gerekmiyordu. Başkanlık seçiminde en çok oy alan ikinci kişi Başkan Yardımcısı oluyordu. Kendisini de kimse tanımadığı için oy veren olmazdı zaten. Nasıl olsa kimse Başkan Yardımcısı olmak için seçimlere katılmıyordu. 
Sınıf Öğretmenleri 5. ders saatinde sınıfa gelerek Sınıf Başkanı seçiminin yapılacağını söyledi. Başkan adaylarını görmek istediğini söyledi Öğretmen. 40 kişilik sınıfta 7 kişi Başkan adayı olmak için el kaldırmıştı. Başkan Yardımcılığı işi, biraz sıkıntıya girmiş gibiydi. Bu kadar aday arasında en çok oyu alan ikinci aday olmak biraz zor görünüyordu. Yine de bu büyük hayalini gerçekleştirmek için çekinerek el kaldırdı. Artık aday sayısı sekize çıkmıştı. 
Öğretmen, her seçimde olduğu gibi adayları tahtaya kaldırdı. Hepsinin adlarını tahtaya yazdı: Kiraz, Sude, Ahmet, Mehmet, Ersin, Yusuf, Ferdi, Barış. Adaylar sırtlarını sınıfa döndüler ve öğretmenin dağıttığı boş kağıtlara adayların isimleri yazılmaya başlandı. Ahmet ve Mehmet çok yakın iki arkadaştı. Biri Başkan olursa kesin diğeri de yardımcısı olurdu. Barış ve Ferdi zaten spor olsun diye aday olmuşlardı. Oldukça yaramaz görünüyorlardı. Yusuf ve Ersin Başkan olmaya en uygun kişiler gibi görünüyordu. Sude içine kapanık biriydi. Kiraz, bütün isimleri böylece zihninden geçirdi. Bir an yerine oturmak ve ismini tahtadan silmek geçti. Neden katılmıştı ki bu seçime. Aslında 7 adayı görür görmez hayalini kalbine gömmeliydi. Belki lise yıllarında Başkan Yardımcısı olmak daha iyi bir düşünceydi. Kendini sorgulamaya başladı. Öğrencilik tarihinde yalnızca Başkan Yardımcısı olmak için aday olan var mıydı? İhtimal, yoktu. Böyle saçma bir düşünceye kapıldığı için üzüldü. Ayrıca tüm sınıfa rezil olacaktı ve belki de hiç oy alamayacaktı. Kiraz, terlemeye başlamıştı. Göz ucuyla öğretmen masasına doğru baktı. Oy verme işi bitmişti. Öğretmen oyları sayıyordu. Birkaç kişi de yardım ediyordu. Sayma işlemi bitmişti. Öğretmen adaylara tahtanın önünü açmalarını söyledi. Eline tebeşir alarak adayların aldıkları oyları yazmaya başladı. Barış ve Ferdi hiç oy alamamıştı. Kiraz, kendisinin de sonunun böyle olacağını düşündü ama en azından rezil olmaktan kurtuldum, diye düşündü. Hiç oy alamayan yalnızca kendisi olmayacaktı. Sude’ye yalnızca iki oy çıkmıştı. Ahmet, Mehmet beşer oy almıştı. Kafadan bir hesap yapmaya kalkıştı. 32 katılımcıdan yalnızca 12 kişinin oyları vardı tahtadaki tabloda. Geriye Yusuf, Ersin ve kendisi kalmıştı. Galiba halen Başkan Yardımcısı olmak için bir umut vardı. Eski düşünceleri dağıldı. Yusuf’un alacağı oy sayısına göre artık Başkan Yardımcısı oldum, diyebilirdi. Bu esnada Yusuf’un isminin karşısına 4 rakamını yazdı öğretmen. Artık seçim sonuçları belliydi. Ersin, Başkan; Kiraz da yardımcısı olacaktı. Tam böyle düşünüp seviniyordu ki Ersin’in adının yanına öğretmen 6 yazdı. Kiraz’ın başı dönmeye başlamıştı. Tahtaya bakamıyordu. Belki de birileri boş oy kullanmıştır diye düşünürken adının karşısına öğretmen 10 yazdı. 
Seçim sonuçlarına göre Başkan seçilmişti Kiraz. Başı döndü, midesi bulandı Kiraz’ın. Öğretmen yeni Başkan’ı alkışlamalarını istedi sınıftan. Alkışlar, ıslıklar arasında sınıf git gide kararıyordu. Ersin, Başkan Yardımcısı olmuştu. Kiraz, o gün kendini çok kötü hissetti. Neyse ki Ersin iyi bir yardımcıydı ve Kiraz’a iş bırakmıyordu. 
Yukardaki satırları sıkılarak okudum ama yarın bizim sınıfta da seçimler vardı ve ben de 5. sınıfa yeni başlamıştım. Sınıf Başkanlığı seçimi için ben de aday olmayı düşünüyordum. Bu satırları okuduktan sonra başkanlık fikrimden vazgeçtim. Gerek yoktu bu kadar aksiyona. Ben her yıl olduğu gibi Beslenme Kulübüne kaydımı yaptırmalıydım. Zaten hikâye de karnımı acıktırmıştı. Kitabı bir kenara bıraktım ve mutfağın yolunu tuttum. 

23 Kasım 2024 Cumartesi

HAYAL ETTİĞİM DÜNYA

Gamze Sena Kuyucu

Hayal ediyorum
Acaba ağaçlar ve çalılar
Şekerlerle, kalemlerle dolsa
Daha mı severdi insanlar 
Ağaçları ve çalıları

Düşünüyorum
Acaba ırmaklar
Sütlü çikolata şeklinde aksa
Daha mı değer verirdi insanlar
Suya, suyun varlığına

Değer vermiyorlar, düşünmüyorlar
İnsanlar
Susuzluk ne demek
Oksijen alamamak ne demek
Bilmiyorlar

Sevmiyorlar ağaçları, çalıları
Sevselerdi ağaç dikerlerdi
Onları katletmezlerdi 
Yakmazlardı güzelim çalıları

Değer vermiyorlar suya
Değer verselerdi
Boşuna akmazdı, zehirlenmezdi sular
İsraf olmazdı

Başka bir dünya düşünüyorum
Hayal ediyorum
İnsanların ağaçları ve çalıları sevdiği ve diktiği
Suyun değerini bildiği
Bir dünya düşünüyorum
Bir dünya düşlüyorum




RENGÂRENK DÜNYA

Gamze Sena Kuyucu

Siyah beyaz fotoğrafları herkes sever
Ama ben sevmiyorum
Bazıları siyah beyaz filmleri izlemekten zevk alır
Ama ben almıyorum
Renksiz bir dünya düşünemiyorum

Mesela mavi yoksa insanın hayatında
Ya da yeşil yoksa etrafa baktığınızda
Ne kadar sıkıcı olur hayat
Rastlamıyorsanız günün herhangi bir saatinde
Yol üzerinde bir kırmızıya

Aslında yağmur değildir insanı mutlu eden
Yağmur sonrası gökkuşağını görme umududur
Hatta bulutlar bile seviliyorsa
Belki de bu yüzden

Güneş doğarken ya da batarken
İnsanlar bambaşka hislere bürünüyor
Kimse hayallere dalmıyor gün tepedeyken
Çünkü batarken ve doğarken 
Renkten renge giriyor güneş

Eğer gökkuşağı olmasaydı
Sıkılırdı insanlar yağmurdan
Eğer güneş renkten renge girmeseydi
Boğulurdu insanlar hep aynı şeyi görmekten
Eğer mavi olmasaydı gökyüzü
Kimse kaldırıp başını bakmazdı göğe
Çiçekler renksiz olsaydı
Kim koyardı onları pencere önüne

KÜÇÜK BİR KARIŞIKLIK

FATMA BEREN KARATEPE
AGAH TAHA TEMİZKAN
ELA EYŞAN POLAT
AMIRHOSSEIN HAMEDISHAHRAKI
ELVİN RANA PELİT
ATAKAN KIVANÇ AĞCA
GAMZE SENA KUYUCU
ZÜMRA ŞAHİN


Hayri, Eren, Dudu, Merve ilkokuldan beri aynı sınıfa devam eden dört arkadaştı. Başka arkadaşları da olmuştu fakat onlar ilerleyen sınıflarda yolları ayırmışlardı. Bazıları başka okullara bazıları başka illere gitmişlerdi. Evet, başka illere gitmişlerdi çünkü yaşadıkları şehirde büyük bir doğal afet yaşanmış, evlerin yarıdan fazlası kullanılmaz hale gelmişti. Aslında yaşadıkları şehrin nüfusu da azalmıştı epey. Şehir, savaştan çıkmış bir kasabayı andırmıştı aylarca. Şimdilerde ise her şey geride kalmıştı. Değişmeyen tek şey Hayri, Eren, Dudu ve Merve’nin dostluğuydu. 
Bir sene sonra üniversite sınavına gireceklerdi ve 11. sınıftaydı bu dört arkadaş. Yıllar süren bu birlikteliği üniversite hayatı ile devam ettirmek istiyorlardı. Aynı şehirde, aynı üniversitede ve aynı bölümde okumak gibi bir hayalleri vardı. Artık aileleri de bu dört kişilik arkadaş grubuna alışmışlar ve çocuklarının arkadaşları ile birlikte iken güvende olduklarına inanır olmuşlardı. Bu dört kişinin aslında kişilik olarak birbirine benzeyen bir yönü yoktu. Her birinin kişisel özellikleri ve ilgi alanları farklıydı. 
Hayri; arabesk dinler, kitap okumayı çok sevmez, garip diziler izlerdi. Dersleri çok iyi değildi ve okula yalnızca arkadaşları için geliyordu. Arkadaşları olmasa okulu çoktan bırakmıştı. 
Eren ise hayli düzenli bir çocuktu. Genellikle rap dinlerdi. Yabancı dili çok iyiydi. Derslere ilgisi vardı fakat matematikten fazlaca anlamıyordu. Yine de okulu seviyor ve eğitim hayatına devam etmek istiyordu.
Dudu, içlerinde okumayı ve konuşmayı seven tek öğrenciydi. İşi gücü kitap okumak, ilginç kelimeler bulmak ve bunları arkadaşlarına anlatmaktı. Derslerinde hayli başarılıydı. Öğretmenleri ondan ümitliydi. 
Merve, içlerinde en sessiz olanıydı. Çoğu zaman sorulmadan konuşmazdı çünkü bütün enerjisini evinde ailesi ile harcıyordu. Evde ne kadar hareketli ise dışarda o kadar sessizdi. Hatta Merve birkaç kez okula devamsızlık yapmış fakat devamsızlığı kayıtlara geçmemişti. Öğretmenleri bile fark etmemişti Merve’nin okula gelmediğini. Öğretmenler, veli toplantılarında en çok Merve’yi hatırlamakta zorlanıyordu. Ailesi bu duruma alışmış olmalıydı ki veli toplantılarına Merve’nin fotoğrafını götürüyorlardı. Merve, müzik dinlemezdi. Kitap da okumazdı. Dersleri umursamazdı ama nasıl oluyorsa sınavlardan hep yüksek notlar alıyordu. Merve ayrıca oyun bağımlısıydı. Arkadaşları ile birlikte iken pek oyunlara dalmasa da evde boş kaldığı zamanların tümünü oynayarak geçiriyordu. 
Bunca farklılığa rağmen nasıl bir arada kalmışlardı senelerce, hiçbiri bilmiyordu. Hatta bunu düşünmemişlerdi bile. 
On birinci sınıf, biraz farklı olacak gibiydi. Öğretmenler değişmiş, dersler biraz ağırlaşmıştı. Dudu’nun durumu iyiydi fakat arkadaşları adına her geçen gün umutsuzluğa kapılıyordu. Bir gün öğlen yemeği vakti Dudu arkadaşlarına:
-Arkadaşlar, şayet bundan sonraki hayatımızda da birlikte olacaksak biraz derslere asılmanız gerekiyor. Aksi durumda 12. sınıftan sonra yolları ayıracak gibiyiz, dedi.
Dudu’nun söylediklerinden en çok Hayri alındı. Hayri:
-Şimdiye kadar nasıl geldikse bundan sonra da devam ederiz. Aynı bölüm olmasa bile aynı şehirde, aynı okulda devam edebiliriz bence, dedi. 
Kısa bir sessizlikten sonra Eren:
-Bence Dudu haklı. Kendimize bir program yapalım ve haftanın dört günü birlikte çalışalım. Her gün bir arkadaşımızın evinde olalım, dedi. 
Bu fikir hepsi tarafından onaylandı. İlk olarak Merve’nin evinde buluşacaklardı ve yoğun bir tempo ile ders çalışacaklardı. Dudu, bir kaynak listesi oluşturdu ve tüm arkadaşlarının bu kitapları temin ederek ertesi gün Mervelerde olmaları gerektiğini söyledi. İster istemez hepsi bu fikri benimsedi. 
Ertesi gün okul çıkışı hep birlikte Merve’nin evinde toplandılar. Merve’nin annesi güzel yemekler hazırlamıştı. Yemeğin hemen ardından ders çalışmak için evin salonuna geçtiler. Merve’nin annesi, durumdan hayli memnundu. Sürekli çay, pasta servisi yapıyor, bir ihtiyaçları olup olmadığını soruyordu. Hayri bile ortamdan etkilenmişti. Anlamadığı konuları sürekli soruyor, bir şeyler öğrenmeye çalışıyordu. Tek mutsuz vardı: Merve. 
Bir saatlik ders sürecinden sonra küçük bir mola vermişlerdi ki Merve’nin yanlarında olmadığını fark ettiler. Bir süre beklediler fakat Merve dönmüyordu. Bunun üzerine Merve’nin annesine sordular Merve’yi. Annesi üç arkadaşını da yanına alarak Merve’nin odasının önüne geldi:
-Buyurun çocuklar, Merve ihtimal içerde şu an. 
Kapıyı açan arkadaşları Merve’yi bilgisayar başında buldu. Merve, arkadaşlarının odaya girdiğinin farkında bile değildi. Dünyadan uzaklaşmış bir vaziyette habire bir şeyler yapıyordu. Kocaman bir kulaklık takmıştı başına. Masayı yumrukluyor bazen tekme atıyor bazen de bağırıyordu. Yine kızdığı bir an sandalyeden kalkar kalkmaz arkadaşları ile göz göze geldi. Herkes suskundu. Merve, usulca sandalyesine oturdu. Kulaklığı çıkardı:
-İşte ben buyum, benim hayatım bu. Benim yapmaktan zevk aldığım tek şey bu. Evdeki hayatım bundan ibaret anlıyor musunuz, dedi ve ağlamaya başladı. 
Üç arkadaş sessizce bekliyordu. Annesi, öfkeli bir biçimde odayı terk etti. Dudu, Eren ve Hayri odada boş buldukları yerlere oturdular ve yerdeki halının desenlerini izlemeye başladılar. 
Sessizliği Dudu bozdu:
-Biz, senelerdir birlikteyiz ve ortak hedeflerimiz var. Yalnızca senin değil bu hatalı durum, biz de suçluyuz galiba. Neden şimdiye kadar farkına varmadık ki bu yaşantının?
Eren:
-Benim de durumum çok iyi değil ama bir yola girdik ve verdiğimiz sözleri yerine getirmemiz lazım.
Hayri bu esnada bilgisayara doğru yaklaştı ve fişini çekti. Daha sonra kabloları sökmeye başladı. 
-Bu günden sonra artık bu cihazla arkadaşlığın bitti. Ya bu cihaz ya da biz. Tercih senin.
Dudu:
-Ya bu odada sonsuza kadar küfleneceksin ya da bizimle birlikte güzel anılar biriktirmek için çalışacaksın. 
Merve, bulunduğu yerden kalktı. Hep birlikte ders çalıştıkları odaya yeniden geçtiler. Sessizdiler fakat anlamadıkları yerleri birbirlerine sormaya devam ediyorlardı. 
Birkaç hafta içinde çalışma sistemleri artık oturmuştu ve hepsinin derslerinde gözle görülür bir yükseliş vardı. Öğretmenler de aileler de durumdan memnundu. 
Büyük gün gelmişti. Sınav günü hepsinde de bir heyecan ve gerginlik vardı fakat sınavdan sonra hepsinde büyük bir huzur oluştu. Şimdi sınav sonuçlarını beklemek ve aynı şehirde okumak için plan yapmak zamanıydı. 
Kısa bir süre sonra sınav sonuçları da açıklandı. Merve, ara verdiği bilgisayar işlerine daha rahat devam edebilmek için bilgisayarla ilgili bir bölüm istiyordu. Dudu’nun tek amacı tıp fakültesiydi. Eren, hukuk fakültesinde okumak istiyordu. Hayri ise mühendislik bölümünün kendisi için uygun olduğunu düşünüyordu. 
Sınav sonuçlarının ilan edilmesinden sonra hepsi hepsinin aynı üniversitede okuyabileceği tek şehir vardı: Ankara.
Tercihlerini önce aynı üniversiteden yaptılar sonra da Ankara’daki başka üniversitelerden. Geriye yalnızca beklemek kalmıştı. Bir yandan da gidecekleri şehre dair araştırmalar yapıyorlardı. 
Yerleştirme sonuçları geldiğinde Dudu dışındaki herkes hayatının en büyük hayal kırıklığını yaşamıştı. Dudu, Ankara’da bir tıp fakültesine yerleşmişti fakat Merve; Antalya’da, Eren; Amasya’da, Hayri ise Adana’da istedikleri bölüme yerleşmişlerdi. İllerin nasıl böyle karıştığını anlamıyorlardı. Yollar ayrılmıştı fakat hepsi de bir üniversiteye yerleşmişti. Şehirlerin nasıl karıştığını kimse anlayamadı. İtiraz etmek için vakit de yoktu. 

2 Kasım 2024 Cumartesi

UZAKLARA YELKEN AÇMAK

Gamze Sena Kuyucu

Herkes kitabın tanımını bilir. Okuma kitapları, boyama kitapları, ders kitapları… sürüyle kitap çeşidi vardır ama kitap benim için tüm düşünceleri unutup farklı dünyalara yelken açmaktır. Tüm kitapların tanımı benim için yolculukla eş değerdedir. Öğrenmek için vardır kitap, bilgili olmak, hayal dünyamızı geliştirmek için vardır. Bazıları sevmez kitabı. Onları hiç anlamıyorum. Kitap sevgisi nedir, bilmiyorlar. Oysa kitap sevgisi o kadar farklı ki… Bir ilaç gibi kitaplar. Kitap okuyunca düzelir moralim. Bilgisiz ve kitap okumayı sevmeyen insanlar, kitapları da sevmez. Onlar, kitabın değerini bilmezler. 
Büyülü bir kapıdır kitap. Başka dünyalara gitmek, bir kitabın kapağını aralamakla başlar. Ne kadar kitabın varsa o kadar bilgilisindir, tabii kitap okuyorsan. Diyorlar ya bazıları “kitabı ne yapacaksın” diye. “Okuyacağım” diyorum. “Sizin yapmadığınız işi yapacağım, bol bol kitap okuyup kendimi geliştireceğim, sizin gibi ön yargılı olmayacağım. Özellikle kitaplara karşı. “

26 Ekim 2024 Cumartesi

EFSANEDEN GERÇEĞE

Ayşegül Yıldız, Eymen Çam, Gamze Sena Kuyucu, Aden Mira Kartal


Tarihin bilinmeyen zamanlarıydı. Asya’nın bozkırlarında yaşayan millet artık eskisi kadar mutlu değildi çünkü bir yandan Çin akınları bir yandan da bastıran kuraklık bölgeyi yaşanmaz hale getirmişti. Hayvanlar açlık ve susuzluktan birer birer ölüyor, halk yoksulluktan yok olma tehlikesi yaşıyordu. Belki açlık ve yoksulluk o kadar etkilemiyordu ama bunların üzerine bir de Çin baskınları iyice milleti huzursuz etmeye başlamıştı. 
Ülkenin Kağan’ı halkına karşı kendisini sorumlu hissediyor, içine düştükleri bu durumdan kurtulmak için çözüm arıyordu. Bilgelerin, şamanların getirdikleri çözüm önerileri işe yaramıyordu. 
Tüm çözüm önerilerinin bittiği bir gece, ansızın yağmur yağmaya başladı. Oysa kuraklık vardı ve havada aylardır bulut yoktu. Herkesi şaşkına çeviren bu yağmurdan sonra şimşekler çakmaya, her yer aydınlanmaya başlamıştı. Yıllardır hasret oldukları yağmur yağarken halk uyuyamazdı, dışarıya çıktılar. Halkın yaşadığı yerin az ilerisinde kutsal olduğuna inanılan üç büyük çınar ağacının üzerine mavi bir ışık inmişti. Halk bu ışığın kendileri için bir kurtuluş olduğuna inandı ve ışığın geldiği yere doğru koşmaya başladı. Göz alıcı mavi ışık etrafı gündüz gibi aydınlatıyordu. Kağan ve bilgeler, şamanlar iyice yaklaştıklarında ağaçların tam üzerinde kocaman kanatlı bir canlı gördüler. Biraz insana benziyordu bu kuş biraz da kurda fakat kanatları da vardı. Yağmur yağdıkça kanatları daha da büyüyor, şimşek çaktıkça gözlerinde ateş gibi bir şeyler parlıyordu. Bu canlıyı Tanrının kendileri için gönderdiğine inandılar ve ona saygı gösterisinde bulundular. Bu canlı, daha önceden efsanelerde duydukları, taşların üzerinde resmini gördükleri Gadayey olmalıydı. Halk ne zaman yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalsa Gadayey onları tehlikeden kurtarmak için ortaya çıkmıştı. En azından yaşlılar çocuklara bu efsaneyi anlatırdı ve yine gelmişti işte kurtarıcı. 
Sabaha kadar yağmur yağdı, gök gürledi. Gadayey büyüdükçe büyüdü, heybetlendi. 
Günün ilk ışıkları artık umut ve kurtuluş için doğuyordu. Kağan etrafta toplanan halkına bir konuşma yaptı:
-Ey Halkım
Gördüğünüz, yaşadığınız gibi güzel olaylar gerçekleşiyor fakat geceden beri burada bulunan şu canlı hakkında ben çok iyi şeyler düşünmüyorum. Bu canlı Çin’in bize bir tuzağı olabilir. Bizi yok etmek için gönderilmiş olabilir. O yüzden sevincimizi çok fazla büyütmeyelim. Önlemlerimizi alalım. 
Kağan, böyle düşünmekte haklıydı çünkü Çin defalarca farklı farklı yöntemlerle kendilerine saldırmıştı. Bu sözler üzerine şamanlardan biri öne çıkarak:
-Kaygınızı anlıyoruz fakat bu canlının bir olumsuzlukla ortaya çıkmış olmasına ihtimal vermiyoruz. Bu canlı Gadayey’dir ve onunla ancak biz iletişim kurabiliriz, dedi. 
Kağan bunun üzerine iletişim kurmaları emrini verdi. Şamanlar bir süre Gadayey’in etrafında değişik hareketler sergileyip sesler çıkardıktan sonra gözlerini kapatarak beklediler. Halk ve Kağan da sessizce olanları izliyordu. Şamanların en tecrübelisi bir süre sonra kendine geldi ve şöyle dedi:
-Kağanım, gün kurtuluş vaktidir. Gadayey bizimle birlikte Çin’e karşı savaşacak bu sırada yağmurlar yağmaya devam edecek. Topraklarımız yeniden yeşerecek. Hastalıklar bitecek ve güçlü bir millet olacağız. 
Kağan’ın gözleri parlamıştı. Gadayey birkaç kez kanatlarını indirip kaldırdı. Kanatlarını açıp kapatması bile küçük bir rüzgâr oluşturmuştu. 
Genellikle baskından korunmak için geceleri nöbet tutan halk yıllardır ilk kez saldırı planı yapmaya başladı. Üç gün boyunca Çinlilerin mevzileri, sınırları konuşuldu ve planlı bir hareket için eli silah tutan herkes savaşa katılmaya çağrıldı. Halk elinde ok ve yaylar, mızraklarla atlanarak Kağan’ın çadırının önünde toplanmıştı. Şamanlar üç kutsal ağacın üzerindeki Gadayey’le iletişim kurarak harekete geçmek gerektiğini bildirdiler. 
Yalnızca geceleri saldırıda bulunacaklardı ve kırk gecelik bir taarruz olacaktı bu. Güneşin batmasıyla birlikte gökte Gadayey, yerde gençlerden oluşan ekip Çin sınırına doğru yola çıktı. Çinliler yaklaşan askerleri önce tebessümle karşıladılar fakat onların hemen üzerlerindeki Gadayey’i görünce şaşkınlıktan donup kaldılar. Gadayey, kanatlarını çırptıkça zaten rüzgar oluşuyordu. Pençelerine aldığı kaya parçaları ve büyük odunları Çin askerlerinin üzerine bırakıyordu. Çinlilerin ne okları ne mızrakları ne de ateş topları Gadayey’i etkilemiyordu. Mücadele çok uzun sürmedi. Gecenin tam ortasında Çinliler gerilemeye başlamıştı ve kaçarken bıraktıkları erzakı toplamak kalıyordu yalnızca askerlere. Toplanan erzak Gadeyey tarafından sabaha doğru halkın yaşadığı yere getirildi. Halk sevinç ve mutluluk içindeydi. 
Kırk gün sürdü bu mücadele. Kırk gece Çin sınırlarına hareket sürdü. Sonunda halkın yüzü gülmüş, kırk gün süren yağmurla her taraf yeniden yeşermeye başlamıştı.
Kırk birinci günün gecesi yine şimşekler çakıyordu. Yağmur daha da hızlanmıştı ama insanlar çadırlarında huzur içindeydiler. Birdenbire gece, mavi bir ışıkla aydınlandı. Halk bu mavi ışığın sebebini görmek için çadırlarından dışarıya çıktı. Büyük bir rüzgar vardı dışardı. Kutsal üç ağacın üzerinde yine mavi ışık belirmişti. Halk, Kağan ve şamanlar rüzgarın kaynağının üç ağaç tarafında olduğunu fark etmişlerdi. Güçlükle üç ağacın yanına gittiklerinde Gadayey’in süratle kanat çırptığını gördüler. Dakikalarca devam etti onun kanat çırpışları. Sonunda tüyleri alev alan Gadayey yanmaya başladı. Artık hareketsiz bir biçimde kül olmayı bekliyordu. Rüzgâr dinmişti. Yağmur azalmıştı. Sabaha kadar sürdü Gadayey’in tüm gövdesinin yanıp küle dönüşmesi. 
Sabah olup güneş doğduğunda Gadayey’e dair hiçbir şey kalmamıştı etrafta. Gençler ve babalar Gadayey efsanesini yüzyıllar sonra bir kez daha yaşamıştı ve torunlarına kim bilir kaç yüzyıl daha anlatacaklardı. 




SIRADAN OLMAYAN BİR SABAH

Fatma Beren Karatepe
Agah Taha Temizkan
Ela Eyşan Polat
Amırhosseın Hamedıshahrakı
Elvin Rana Pelit
Atakan Kıvanç Ağca
Gamze Sena Kuyucu

-Hayırlı sabahlar, dedi teyzem. Uyandığımda teyzemi başucumda görmek beni şaşırtmıştı. Heyecanla sordum:
-Ne zaman geldin teyze?
Teyzem:
-Kar yağmaya başladığında yola çıkmıştım. Az önce geldim ve seni uyandırmak istedim. Dışarda çok fena kar yağıyor. Her taraf bembeyaz. 
Teyzemle aramın pek iyi olduğu söylenemezdi ama nedense sabah sabah onu görmek beni mutlu etmişti. Okula gitmek için hazırlık yapıyordum ki teyzem ardımdan seslendi:
-Ben sana kar tatili getirdim. Okula gitmene gerek yok, az önce okulların tatil olduğu haberi geçti. Şimdi seninle güzel bir kahvaltı yapacağız. 
Annem bu esnada mutfaktaydı. Oysa okulda en sevdiğim dersler vardı bugün: beden eğitimi, resim, müzik. Üstelik Türkçe öğretmenimiz de raporlu olduğu için dersimiz boştu. Bu güzel günde okula gitmiyor olmak, benim için bir ödül değildi. Okulu seviyordum aslında yani teyzemle evde vakit geçirmek mi, okul mu? Elbette okul. 
Teyzeme karşı neden böyleydim, bilmiyordum. Belki de annemin tavırları teyzem geldiğinde değiştiği için. Belki de teyzemin sürekli çocuklarını benimle kıyaslamasından dolayı. Belki de teyzem de öğretmen olduğu için. Teyzem, evimizin hemen yanındaki okulda öğretmendi ve beni hep öğrencisi zannediyordu. Ya da ben öyle algılıyordum. Oysa onun yeğeniydim. 
Başkalarının teyzeleri böyle değildi. Arkadaşlarımdan teyzelerini annesinden çok sevdiğini söyleyenler bile vardı. Sorun bende miydi, teyzemde miydi bilemiyordum. 
Bu düşünceler zihnimde sıralanırken annem kahvaltı vaktinin geldiğini söyledi. Ben düşünmeye devam ediyordum. Sonunda şöyle bir fikre kapıldım: Belki de teyzem, öz teyzem değildi. Mutfağa gittiğimde kahvaltı için yeterli ekmek olmadığını gördüm. Annem bana dönerek:
-Ekmek yeterli değil dersen markete gidip ekmek alabilirsin. 
Aslında ekmek yeterliydi fakat dışarıya çıkmam ve etrafı görüp biraz moral toplamam lazımdı. Teyzem söze girdi:
-Çocuk daha yeni uyandı. Ben hemen ekmek alıp geleyim.
Annem karşı çıksa da teyzem ayağa kalkmıştı bile. Hızla kapıya yöneldi. Bu fırsatı da elimden almıştı. Çaresiz onun dönüşünü bekleyecektim. Masanın üzerindeki çay bardaklarından çıkan buharları bir şeylere benzetmeye çalıştım anlamsızca. Hiçbir şeye benzemiyordu. Teyzem için konulan bardaktan çıkan buhar biraz farklıydı. Dikkatle bakınca teyzemi andırıyordu çıkan buhar. İyiye gitmiyordu benim düşüncelerim. Kar tatilinin keyfini çıkarmalıydım belki de. 
Bu esnada kapı çaldı ve açmak için koştum. Kapı dürbününden baktım çünkü kapıyı açmadan her zaman bakardım. Teyzem kapıda bekliyordu. Gözleri yerdeydi. Gerçekten teyzem miydi bu? Kapıyı açmalı mıydım? Farklı bir şeyler seziyordum. Bir yabancılık seziyordum. Teyzem bu kez kapıyı tıklattı ve telaşla açıverdim. Yüzüme bile bakmadan söze girdi teyzem:
-Bu marketteki mor kedi ne Allah aşkına? Nasıl bir kedi? Hiç böylesini görmemiştim, çok ürkütücüydü. Siz buradan nasıl alışveriş yapıyorsunuz? Ben bir daha bu markete gitmem. 
Mor kedi oysa çok sevimliydi. Sadece onu görmek için bu markete başka mahallelerden gelen insanlar vardı. 
Mutfağa geçtik, teyzeme karşı olan yabancılık hissim git gide büyüyordu. Kahvaltı masasında daha yakın gözlem yapmaya başladım. Önündeki çaya baktım teyzemin. Bardaktan halen buhar çıkıyordu ve buharda yine teyzem görünüyordu. 
Kahvaltıya başlamıştık ama ne yediğimi ne içtiğimi bilmiyordum. Başkasının yazdığı bir hikâyenin anlamsız kahramanı gibiydim. Her kim ya da kimler yazıyorsa bu hikâyeyi teyzemi benden uzaklaştırmayı başarmıştı. 
Uykudan mı uyanamamıştım daha yoksa bu yaşadıklarım bir şaka mıydı, anlayamıyordum. Kahvaltı bittikten sonra annem hiçbir şey söylemeden odasına gitti, hazırlandı ve evden çıktı. Onun için kar tatili yoktu, bu doğaldı. Babam da kaç zamandır şehir dışındaydı. Teyzem ve ben kalmıştık evde. Ben de bir şeyler söylemeden odama çekildim. Belki de biraz daha uyusam her şey değişecekti. Yatağıma uzandım, uyumaya çalışırken bir gürültü ile kapım açıldı. Teyzem, elinde sopaya benzeyen kocaman bir nesne ile odama dalmıştı. İrkildim ve bağırdım:
-Hayır, kendine gel teyze!
Teyzem tebessüm ediyordu. Elindeki sopaya benzeyen nesneyi yere tutuyordu ve gürültü yükseliyordu. Ben bağırmaya devam ediyordum:
-Teyze, ben senin yeğenin değil miyim?
Bu esnada gürültü kesildi. Teyzem bana yaklaştı. Gözlüğümü takmalı ve evden kaçmalıydım. Gözlüğümü el yordamı ile buldum. Tam takmıştım ki teyzemin elindeki şeyin süpürge olduğunu gördüm. Mahcubiyetle teyzemin yüzüne baktım, teyzem değildi bu. Teyze, diye hitap ettiğim temizlikçi teyzeydi bu. Zaten bana oldum olası soğuk davranırdı. Yüzümü yıkamadığımı fark ettim. Yüzümü yıkamalı ve kendime gelmeliydim. Sabah çok garip başlamıştı. 
Yüzümü yıkadım. Biraz daha kendime geldim o esnada kapı çalındı. Kapıyı açmak için koştum. Kapı dürbününden baktım, gelen teyzemdi. Öğretmen teyzem. 
Kapıyı açtım ve teyzeme sarıldım. 
-Neredesin sen teyze? 


19 Ekim 2024 Cumartesi

DOĞUM GÜNÜ

Eymen Çam 
Yusuf Kerem Acar 

İsmet Çınar Altuntaş 
Ayşegül Yıldız

Aden Mira Kartal
Gamze Sena Kuyucu



Aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Düşündüğüm şeyleri birilerine söylediğimde ya yetersiz buluyordu ya da ilgilenecek vakti olmuyordu. Sınıfta sıramda, evde koltukta boş boş oturuyordum. Zihnime güzel şeyler geldiğini düşünüyordum. İcatlar yapabilirdim, dünyayı içinde bulunduğu kaostan kurtarabilirdim. Adımı tarihe yazdırabilirdim fakat olmuyordu. Kimin dediğini hatırlamıyorum ama bir söz vardı zihnimde dolaşan: Bana bir kaldıraç ve dayanak noktası verin, sizin için dünyayı yerinden oynatayım. Bu güç bende vardı ama kimse bir kaldıraç vermek, dayanak noktası göstermek derdinde değildi. 
Oturmaktan sıkılmıştım. Biraz yürümenin, hayata karışmanın iyi geleceğini düşündüm ve sokağa çıktım. Ne kadar yürüdüğümü, nereleri gezdiğimi hatırlamıyorum. Bir anda önümde küçücük bir şişe buldum. Bir ırmağın kenarındaydım. Şişenin ağzı sıkı sıkıya kapatılmıştı ve içinde bir kâğıt vardı. Bunu duymuştum yani eski dönemlerde insanlar şişe içine notlar yazarak nehre, denize atarmış. Belki de böyle bir notla karşı karşıyaydım. Merakım ve heyecanım yarışıyordu birbiriyle. Kalbimin sesini duyuyordum: güm, güm, güm…
Şişeyi aldım ve üzerindeki yosunları, çamurları temizledim. Kapağını açmak istedim fakat açılmıyordu. Şişeyi kırmalı mıydım? Kıyamadım. Belki şişenin de tarihi bir değeri vardır diye düşündüm. Ne kadar uğraştımsa da şişe açılmıyordu. Eve götürecek ve detaylı bir temizlikten sonra şişenin kapağını açmaya çalışacaktım. Annem, konserve kavanozlarının kapağını açmakta ustaydı. Belki de ondan yardım almalıydım. Mantar bir tıpa konulmuştu kapak yerine ve hayli eskimiş, ucu şişenin içine kaçmıştı tıpanın. Etrafıma baktım, nerede olduğumu kestiremedim. Irmak boyunca yürüdüm fakat halen nerede olduğumu bilemiyordum. Elimde bir şişe ile kaybolmuştum. Güneş tam tepemdeydi ve etrafta yolumu soracağım kimseler yoktu. Yorulduğumu hissediyordum. Şehirden uzaklaşıyor muydum, şehre yaklaşıyor muydum, belirsizdi. Güneş sanki hızla batıyordu. Hava birazdan kararacaktı. Çok sürmedi, her yer karanlığa büründü. Etrafımı göremiyordum. Irmağa düşme riskim de vardı. En iyisi yine oturmaktı. El yordamıyla kendime oturacak bir yer buldum. Yorgundum. Çok yorgundum. 
Kendime gelip gözlerimi açtığımda evimizde, koltukta oturuyordum. İki elimle sıkı sıkıya tuttuğum şişeyi fark ettim. Şişe pırıl pırıldı ve içinde not duruyordu. Bir rüyanın içinde miydim yoksa hayal mi görüyordum. Belki de ırmağın kenarında bayılmıştım, uyumuştum ve halen oradaydım. Bu şaşkın düşüncelerin üzerime üzerime geldiği bir anda annem seslendi:
-Şişeyi açmayacak mıyız?
Bu, bir rüya değildi. Anneme beni nerede bulduklarını, ne zaman eve getirdiklerini sordum. Annem tebessüm ederek:
-Sen evden hiç çıkmadın ki evladım, dedi. 
Şişeye yeniden baktım ve sordum:
-Ya bu şişe?
Annem cevap vermek yerine:
-Haydi o şişeyi açalım, dedi. 
Kafam allak bullak olmuştu. Anlam veremiyordum bu olaylara. Bütün düğümleri birer birer çözmeli ve başımdan geçenleri anlamalıydım. Sadece yürüyüşe çıkmıştım oysa. Bu hikâyenin içine beni kim dahil etmişti, bilmiyordum. 
Annemin de ısrarıyla şişeyi açmayı denedim. Bu kez şişenin tıpası hiç zorlanmadan açıldı ve içindeki kâğıdı çıkardım. Heyecanla açtım fakat kâğıt bomboştu. Yazılar silinmiş miydi yoksa tamamen boş bir kâğıt mıydı anlamak güçtü. Bütün esrarı bozulmuştu yaşadıklarımın. Saçma bir şişe içinde boş bir kâğıt. Üstelik ben ne zaman eve gelmiştim, belirsizlikler devam ediyordu. Bu esnada annem saç kurutma makinesi ile geldi ve saçlarımı kurutmam gerektiğini söyledi. Terlemiş miydim yoksa dünden kalan bir ıslaklık mıydı, bilemiyordum. Saç kurutma makinesini annem saçlarıma doğru tutmaya başladı. Ben, elimdeki kâğıda boş boş bakıyordum. Saç kurutma makinesi üfledikçe kâğıtta bir şeyler belirmeye başlamıştı. Kâğıdı doğrudan kurutma makinesinin önüne tuttum ve geri çektim. Beliren yazıları okumaya başladım: 
İyi ki doğdun oğlum
Sensin benim tek umudum
Yeni bir yaşa girdin
Doğum günün kutlu olsun
Tuhaflıklar bitmiyordu. Kime yazılmıştı bu anlamsız şiir. Anneme baktım ve tebessüm ettiğini gördüm. Annem:
-O şiiri ben yazmıştım sana. Doğum günün kutlu olsun, dedi.
İyi ama şişeyi neden denize atmıştı, ne zaman yazmıştı bu notu. Ben o şişeyi nasıl bulmuştum ve en önemlisi eve nasıl gelmiştim… Sorular git gide artıyordu ve beni çok mutlu etmiyordu doğum günümün kutlanması bile. Hiçbir şey düşünemiyordum. Düşünmek de istemiyordum. Gözkapaklarım kendiliğinden ağırlaşıyordu. Annem, karşıma bir görünüp kayboluyordu. Tavan sanki üzerime uçacak gibiydi. Kollarım, ayaklarım yerinde değil gibiydi. 
Gözlerimi açtığımda etrafımda tanımadığım insanlar vardı. Değişik bir yerdeydim ve yatıyordum. Kolumda serum bağlıydı. Burası bir hastane olmalıydı. Bu kadarı fazlaydı. Artık düşünmek istemiyordum. Bu esnada annem yanıma yaklaştı. Elini alnıma koydu ve:
-Ateşin nihayet düşmüş Alaaddin. Artık iyileştin sayılır. Bugün senin doğum günün. Yeniden hayata döndün şükür. Çok sevindik. 
Alaaddin kimdi? Benim adım mıydı? Belki de öyleydi. Konuşmaları dinlemeye başladım:
-Çocuğunuz hastaneye getirildiğinde durumu çok ağırdı. Bir haftada iyi toparlandı yavrucak. Bu travmanın etkisi birkaç ayda ancak geçer fakat sorun yok, rahat olun. 
Gözüm, yatağımın hemen kenarındaki komidinin üzerindeki lambaya kaydı. Ne de olsa adım Alaaddin’di. 



ACI GERÇEK

 Fatma Beren Karatepe
Agah Taha Temizkan
Ela Eyşan Polat
Amırhosseın Hamedıshahrakı
Atakan Kıvanç Ağca
Gamze Sena Kuyucu
Zümra Şahin


Neden herkes bana tuhaf tuhaf bakıyordu bir türlü anlamıyordum. Gittiğim her yerde insanlar bana bakıyor, bir süre gözleriyle takip ediyor bazıları da yaklaşıp incelemeye çalışıyordu. Hatta yanımda durup fotoğraf çekinenlerin sayısı da fazlaydı. Beni görenler sanki başka bir gezegenden gelmişim gibi davranıyordu bana. 
Yine adlandıramadığım bir sevimliliğim olmalı ki herkes bana iyi davranıyordu. Yiyecek, içecek verenler, yaptığı mangaldan ikramda bulunanlar hatta yaklaşıp bana sevgi gösterisinde bulunanlar… Bu durumdan hoşnuttum aslında ancak neden ben, diye düşünüyordum. 
Beni kovalayan, beni korkutan kimseler olmuyordu. Oysa mahalledeki çocuklar bazen çok zalim olabiliyordu. Taş atabiliyor, sopayla kovalayabiliyorlardı. Bu çocuklar arkadaşlarına bile zalimce davranıp kavga ediyorlardı kimi zaman. 
Bende büyülü bir şeyler vardı sanki. Gittiğim yerde bir hareketlilik oluşuyordu. İnsanlar tebessüm ediyordu. Bu durum benim için bir sorun haline gelmişti ve bunu çözmeliydim.
Her sabah olduğu gibi önce markete girdim. Market çalışanı beni tebessümle selamladı. Birkaç adım atmıştım ki ilk kez markette gördüğüm bir teyze şaşkınlıkla bağırdı:
-Aman Allah’ım! İlk kez böylesini görüyorum. Nereden geldin sen, adın ne bakalım?
Teyze bana sesleniyordu, belliydi. Devam etti:
-İlk kez mor bir kedi görüyorum. 
Market çalışanına döndü ve:
-Siz mi boyadınız tüylerini, yoksa kendi rengi mi, diye sordu. 
Market çalışanı:
-Tabi ki kendi rengi. Hatta biz ona Mordi ismini verdik.
Bir kedi olduğumu öğrendim o gün. Hem de mor bir kedi olduğumu. Üstelik adımı da öğrendim. Artık biliyordum insanların, etrafımdakilerin bana neden böyle baktığını. 

12 Ekim 2024 Cumartesi

GİZEMLİ SESLER


Gamze Sena Kuyucu
Okula başlamadan önce aslında hiç aklımda bu tarz şeyler yoktu. Sıradan bir okul olduğunu düşünüyordum kasabamızdaki okulun. Çocukluğumdan beri bahçesinde oynadığım, etrafında gezindiğim bu okulun içinde bir de Z-Kütüphane vardı. Orasını da çok severdim ve eğlenceli bulurdum. 
Nihayet ben de bu okulun öğrencisi olmuştum artık. Üç katlıydı okulumuz ve ben üçüncü kattaki sınıflardan birindeydim. Ayrıca okulumuzun bodrum katı spor ve konferans salonu olarak kullanılıyordu. Bu katın bir kısmı da yemekhaneydi. 
Halk oyunlarına çocukluktan beri ilgim vardı ve okulumuzda halk oyunları kursu açılmıştı. Halk oyunları çalışmasını okulumuzun zemin bodrum katında yapıyorduk. Eğlenceli birkaç çalışmadan sonra öğretmenimizin gelmediği bir gün garip şeyler olmaya başladı. Her şey buradan sonra başlıyordu aslında. 
Arkadaşlarımızla kendi kendimize çalışırken okulun arka kapısının bulunduğu yerden garip bir ses gelmişti. Önceleri umursamadık fakat sesler git gide sıklaşıyordu ve artıyordu. Bu sesi galiba sadece biz duyuyorduk çünkü başkaları da duysa mutlaka tepki verirdi. Üstelik herkes dersteydi. Bu ses nereden geliyordu, kim çıkarıyordu? Korkulacak bir durum değildi ya da öyle düşünüyorduk. Kocaman, kalabalık bir okuldu burası ve herkes derste, sınıfındaydı. 
Halk oyunları çalışmasını bırakarak sesin geldiği yöne doğru gitmeye karar verdik. Burası, öğretmenlerimizin bize yasakladığı alandı. Merakımıza yenilerek o tarafa doğru gitmeye karar verdik. Madem öğrencinin girmesi yasaktı buraya, o halde sesleri kim çıkarıyordu? Sorular, sorular, sorular… 
Zemin katın merdivenlerinden bir gölge gibi hızla ilerledik ve kameraların göremediği kör noktadan seslerin geldiği yöne doğru sessizce ilerledik. Kalbimiz ağzımıza gelmiş gibiydi. Yaptığımız belki iyi bir şey değildi fakat bizi kendisine çeken bir şeyler vardı. Her yere baktık fakat ses çıkarabilecek bir şeyler, kimseler yoktu. 
Üstelik okulumuzun arkasındaki yıkılmış, terk edilmiş evleri ilk kez bu kadar yakından görüyorduk. Hayalet bir kasaba gibiydi burası. Kimler yaşamıştı, neden terk etmişlerdi, sahipleri acaba neler yaşamıştı? Soruların ardı arkası gelmiyordu. Evler, hep birbirine benziyordu ve sıra halindeydi. Kafamızdaki soruların cevaplarını verebilecek kimse yoktu. Artık derslere, sınıfa dönüş vaktiydi. 
Akşam olduğunda yaşadıklarımızı aileme anlatıp anlatmamakta önce endişe duydum fakat anlatmam gerekiyordu. Yemekten sonra anneme konuşmamız gerektiğini söyledim. Annemin rengi değişmişti. Korkmuş görünüyordu ama meseleyi ona anlatınca yüzündeki gerginlik silindi. Tebessüm etmeye başladı ve şöyle dedi:
-Bu yaşadığınız şeyler senelerdir ara sıra anlatılır kasabada ama kimse önemsemez. Evlerin niçin terk edildiğine dair kimsenin bir fikri yok fakat okulun bulunduğu yerin daha önceden mezarlık olduğu söylenir. Bu söylenti de zaman zaman senin anlattığına benzer olayların yaşanmasıyla ilgili olabilir. 
Aslında korkunç bir şeydi bu fakat annem öyle doğal ve içten anlatmıştı ki tüm endişelerim silinmişti. Ben de tebessüm etmeye başladım. 
Ertesi gün arkadaşlarıma bu konuyu anlatmayı düşünüyordum fakat onlar da ailelerinden aynı hikâyeyi duymuşlardı. Şimdi halk oyunlarına devam etmek vaktiydi. 

21 Eylül 2024 Cumartesi

SEN ÖNEMLİSİN

 


Gamze Sena Kuyucu

Sensin bana yaşama sevinci veren
Senin olmadığın zamanlarda
Bir eksiklik hissediyorum
Yanımda

Kimileri senin farkında
Kimileri ise hiç fark etmiyor
Oysa benim için çok önemlisin
Çünkü benimsin
Sevgili küpelerim

GİZEMLİ BİR KIŞ MACERASI

Yusuf Kerem Acar
Aden Mira Kartal
İsmet Çınar Altuntaş
Eymen Çam
Gamze Sena Kuyucu

Kış bu şehre yakışıyordu. Baharı ve sonbaharı da güzeldi bu şehrin fakat kışın başka güzeldi. Dağlar aylarca beyaza bürünüyordu. Evlerin bacalarından çıkan dumanlar büyülü bir şehir manzarası ortaya çıkarıyordu. Şehrin en çok sevilen ve simgesi haline gelen nehir kış vakitlerinde tamamen donuyor hele de kar tatili olmuşsa çocukların üzerinde oyunlar oynaması, kızakla kayması bile mümkün oluyordu. 
İşte yine kış gelmişti üstelik bu sene gideceğe de benzemiyordu. Eskilerin anlattığı diz boyu yağan karlar bu sene de yağmıştı ve çocukların ilerde torunlarına anlatacakları soğuklar yaşanıyordu. 
Ece ve Efe bu küçük şehirde doğmuş ve başka bir şehre gitmemiş ikiz kardeşti. Efe, Ece’den iki dakika daha büyüktü ve sürekli kardeşini ağabey, demesi için zorluyordu. Ne de olsa iki dakika daha büyüktü ondan. Ece ise iki dakika kendisinden daha önce dünyaya gelen Efe’ye şöyle diyordu:
-O zaman sen de sınıfımızda senden önceki günlerde, haftalarda, aylarda doğmuş herkese ağabey ya da abla diyeceksin. 
 Şiddetli yağışlara ve soğuğa rağmen bir türlü eğitime ara verilmiyordu. Küçük bir şehir olduğu için her yere yürüyerek gidilebiliyor düşüncesiyle büyükler bir türlü okulların kapanmasına müsaade etmiyordu. O sabah da yoğun yağışa rağmen iki kardeş erkenden okul yoluna düştüler. Zaman zaman birbirlerinin ellerini tutuyorlardı düşmemek için. Okula yaklaştıklarında kapının hemen yanında soğuktan donmak üzere olan bir kedi gördüler. Ece:
-Bu kediyi sınıfımıza götürelim mi Efe, diye sordu. 
Efe:
-Efe, değil ağabey… Götürebiliriz elbette ama öğretmenlerimiz ne diyecek bu işe? 
Soğuktan donmak üzere olan kediyi iki kardeş sınıfa getirdiklerinde sınıfta kimsenin olmadığını gördüler. Bir süre beklediler. Yan sınıflarda da birkaç öğrenci ancak vardı ve öğretmenler de gelmemişlerdi. 
Sınıfta bir süre kediyle ilgilendiler. Beslenme çantalarında kedinin yiyebileceği şeylerden ona ikram ettiler. Kedi ısınıp kendine gelince sınıfta dolaşmaya başlamıştı ki okul müdürü sınıfa girerek:
-Kar ve soğuk sebebiyle okullarımız bir hafta tatil edildi çocuklar. Küçük arkadaşınızı da alarak evinize gidebilirsiniz. 
İki kardeş, artık kendine gelmiş olan kediyle birlikte yola çıktılar. Evleri hayli uzaktaydı ve ırmağın yanından da geçmek zorundaydılar evlerine ulaşmak için. Yanlarından geçen birkaç öğrenci oldu fakat onların evi yakındı okula. Uzaktan gelen yalnızca Ece ve Efe vardı. Efe okuldan çıktıklarında bu kediye bir isim vermek gerektiğini söyledi kardeşine. Ece:
-Pars, dedi. Adını Pars koyalım. Baksana şunun yürümesine. Nasıl da zıplayarak yanımızda yürüyor?
Bir süre Pars yanlarında yürüdü ancak daha sonra önlerinden yürümeye başladı. Kediyi takip ederek, şakalaşarak yürüyen iki kardeş kar yağışının da artmasıyla yarım saat kadar sonra etraflarına baktıklarında ev yolunda olmadıklarını fark ettiler. Hatta yol bitmişti ve etrafta çok az ev görünüyordu. Buraya nasıl ve ne zaman, hangi yollardan geçerek geldiklerine dikkat de etmemişlerdi. Etrafı tanımaya çalışıyorlar fakat tipiden pek bir şey göremiyorlardı. Kaybolduklarından artık emindiler. Şehre ve mahallelerine dönüş yolu yok gibiydi. Pars ise halen oyun peşindeydi ve ıslanan tüylerine rağmen ayaklarının arasında dolaşıp duruyordu. Bir türlü yorulmak, usanmak da bilmiyordu. 
Ece:
-Madem ağabey olan sensin, haydi bizi evimize ulaştır. Ne de olsa iki dakika benden büyüksün ağabey, dedi.
Bu cümledeki “ağabey” kelimesi Efe’nin hoşuna gitmişti fakat hiç zamanı değildi bunun. Geriye dönerek kendi adımlarının üzerinden yürümek iyi bir fikirdi. Bir süre yürüdüler fakat izler kaybolmuştu. Yine bembeyaz kocaman bir boşluğun içindeydiler. 
Pars, artık yorulmuş ıslanmıştı ve sanki Ece ve Efe’den yardım istiyor gibiydi. Ece, Pars’ı kucağına aldı ve bir süre daha yürüdüler. 
Ayakları artık kendilerini taşımaz oluncaya kadar yürüdüler, yürüdüler. Vakit hayli ilerlemişti ve bir türlü şehir görünmüyordu. Artık ikisinin de gücü kalmamıştı yürümek için fakat etrafta dinlenmeye, oturmaya bir yer olmadığı gibi yol sorabilecekleri kimseler de görünmüyordu.
Ece, yaşadıklarının bir kabus olduğunu düşünmeye başladı. Efe’ye sordu:
-Ağabey, bir rüyada mıyız yoksa?
Efe:
-Rüya değil ve başımız dertte. Ben de isterdim bir rüya olmasını yaşadıklarımızın. 
Kaç zamandır Ece’nin kucağında dinlenen Pars uyanarak yere indi ve bir süre iki kardeşin ayaklarının altında dolaştıktan sonra farklı bir yöne doğru yürümeye başladı. 
Ece ve Efe bu kez onun peşinden gitmek istemediler zira onları buraya getiren, kaybolmalarına neden olan Pars’tı. 
-Şimdi evimiz nasıl da sıcaktır, dedi Ece. Üstelik annem, babam endişelenmiştir de. Yemeğimiz de hazırdır fakat biz buralarda…
Tam ağlayacaktı ki Efe ona sabırlı olması gerektiğini söyleyerek elinden tuttu. Pars’a takip etmeye başladılar fakat hava da kararmaya dönmüş, kar da durmuştu. En azından artık uzakları görebileceklerdi. Bir süre yürüdükten sonra uzaktan şehrin ışıkları görünmeye başlamıştı. Işıkları görmek biraz içlerini rahatlattı. Adımlarını daha da hızlandırdılar. Pars’ı takip etmekten uzaklara çok fazla bakamıyorlardı. Artık adım atacak hallerinin kalmadığı anda ırmağın kenarında olduklarını söyledi Efe. Ece, buna inanmıyordu çünkü yorgun ve açtı. Bayılmak üzereydi. Efe ne kadar ısrar ettiyse de Ece yürümemekte direniyor hatta uyumak istediğini söylüyordu. Belki de Pars’ı bir süre taşıdığı için erken yorulmuştu. Başka çaresi kalmamıştı Efe’nin. Kardeşini sırtına aldı ve artık tanıdığı yollardan evine doğru yürümeye başladı. Biraz yürüdükten sonra anne ve babasını karışışında buldu. Annesi ve babası çok merak etmişlerdi. Okulu aramışlar, arkadaşlarına sormuşlardı ve akıllarına bin türlü kötü senaryo gelmişti. Çocuklarına kavuşan anne ve baba evin yolunu tuttu. Pars da bata çıka onların yanında ilerliyordu. 
Eve ulaştıklarında artık Efe de yürümekten bitkindi. Babası, tam Pars’ı dışarda bırakarak kapıyı kapatacaktı ki Efe onu içeriye almasını istedi babasından. 
Ece bir süre sonra kendisine geldi. Efe de kıyafetlerini değiştirdi. Yemek yediler ve çay içtiler. Pars, ıslak tüylerini sobanın kenarında kurutuyordu. 
Nasıl olsa ertesi gün okul yoktu. Dinlenmeleri epey zaman alacak gibiydi bunca maceradan sonra. 
Yorgunlukla Ece ve Efe erkenden uyudu. Pars da mışıl mışıl uyuyordu. 
Sabah Ece uyandığında önce Pars’ı görmek istedi fakat Pars yerinde yoktu. Efe’ye haber etti durumu. Efe de uyandı ve evde Pars’ı aradılar fakat Pars evde değildi. 
İki kardeşin telaşını gören anneleri onlara bunun sebebini sordu. Efe:
-Dün akşam yanımızda gelen ve gece boyu şu minderde uyuyan kedimiz vardı. Adını Pars koymuştuk. Aslında bize bu macerayı yaşatan da oydu. Sabah siz mi gönderdiniz onu dışarıya, diye sordu. 
Annesi biraz şaşkın ve biraz de endişeli:
-Hangi kedi, ne zaman, nerede gibi soruları peş peşe sordu. 
Babasının geldiğini gören Efe ona:
-Dün akşam içeriye almanı söylemiştim baba. Sen kapıyı kapatıyordun, son anda içeriye aldık onu hatırlasana, dedi. 
Babası:
-Dün o cümleyi kurdun ama ben kedi filan görmedim, dedi. 
Babası ve annesi şaşkın şaşkın birbirine bakıyordu. 
Ece ve Efe daha şaşkın birbirlerine bakıyorlardı. Ece, Efe'ye sarıldı ve ekledi:
-Ağabey...