17 Şubat 2024 Cumartesi

SANDAL SEFASI

 

 Emir Aras İmirhan, Emir Subaşı, Yusuf Çağrı Ekici

     Mesai biteli birkaç saat geçmişti. Akşam yemeğini yemiş, kahvesini hazırlamayı düşünüyordu. Keyfine diyecek yoktu. Hayatı, arkadaşlarına göre hayli güzeldi. İyi kazanıyordu, evi ve arabası vardı. Daha ne olsundu? Tam bunları düşünüp keyfine keyif katacakken telefonun iğrenç sesiyle irkildi. Bu saatte genelde arayan soran olmazdı. Göz ucuyla telefonunun ekranına baktı, arayan patronuydu. Düşünmeden telaşla telefonu açtı:
    -Bay Sufuy, acilen iş yerine gelmeniz gerekiyor. Bana nedenlerini, niçinlerini sormayın. Otuz dakikada derhal burada olun, çok önemli bir konu var. Patronun cümleleri biter bitmez telefon kapandı. Hemen ardından tekrar patronunu aradı ancak ulaşılamıyordu. Kafasında binbir soru işareti vardı. Çok önemli ne olabilirdi? Acaba patron rehin mi alınmıştı? Müfettişler mi gelmişti? Hiç hayra alamet değildi bu telefon. Ocağı açmıştı kahve için, ancak yakmayı unutmuştu bu trafikte. Bir süre düşündü mutfakta. Gitmekten başka çaresi yoktu. Ocağın altını kapatmadan dışarı çıktı.
    Aracına binerek hızla iş yerine doğru ilerlemeye başladı. Her yer karanlık ve yollar tenhaydı. Durmadan bir müzik sesi duyuyordu uzaklardan. Tanıdığı bir müzikti bu. Daha önce de bu saatlerde dışarıya çıkmıştı ama hiç böyle tenha ve karanlık değildi yollar. Yol boyunca da olumsuz düşünceler zihnini terk etmiyordu. Zaten eviyle iş yerinin arası yarım saatti ve evden on dakika geç çıkmıştı. Bir yandan saate bakıyor bir yandan gaza basıyordu ki birden tanımadığı bir yerde olduğunu fark etti. Her zaman gittiği bu yol nasıl değişmişti. Etraftaki binalara baktı. Hiçbirinin ışığı yanmıyordu. Trafik ışıklarının hepsi sırayla yanıp sönüyordu. Frene bastı ve el frenini de çekti. Niyeti araçtan inmekti ki arka taraftan garip sesler duydu. Arkasına baktı, onlarca insan frenin etkisiyle sarsılmış homurdanıyordu. Durmadan bir müzik sesi duyuyordu uzaklardan. Tanıdığı bir müzikti bu. Kendisini aracında zannediyordu ama şu an içinde bulunduğu kocaman bir otobüstü. Başı döndü, tekrar yerine oturdu. Bir otobüsün şoför koltuğuydu oturduğu. Kendini toparladı ve dışarıya çıktı. Merdivenlerden indi. Dışarıya adım attı, derin bir nefes çekti. Dönüp arkasına baktığında otobüs yerine kendi aracını gördü. Ne oluyordu böyle? Aklı karmakarışıktı. Aracına dönerek kapıya yönelmişti ki aracın arkasından biri indi. Tam inen kişinin kim olduğunu anlamaya çalışıyordu, biri daha indi, sonra biri daha, biri daha, biri daha… Sayamıyordu. Az önce otobüste gördüğü insanlara benzetti bunları. Artık inen kimse kalmayınca aracının arka koltuğuna baktı, kimse yoktu. Aracına bindi, hızla buradan uzaklaşmalıydı. Arkasına bakmaya korkuyordu. Az ilerde bir tünel vardı. Tünele hızla girdi. Aracın ışıklarından başka bir ışık yoktu tünelde. Durmadan bir müzik sesi duyuyordu uzaklardan. Tanıdığı bir müzikti bu. Birazdan tünelden çıkacağını umuyordu ancak tünel bitmiyordu. Patron yarım saat demişti ve yarım saat çoktan geride kalmıştı. Artık patronu filan umursamıyordu. Nerede olduğunu, başına bunların neden geldiğini düşünüyordu. Nihayet tünel bitmişti ki birdenbire büyük bir okyanusun ortasında küçücük bir sandalla sallandığını gördü. Artık bu kadarı fazlaydı ama daha da fazlasının başına geleceğini bilmiyordu. Sandalın arka tarafından sesler duydu. Dönüp baktığında yüzü görünmeyen iki adam:
    -Patron seni bekliyor sen burada sandal sefası yapıyorsun. Yakışıyor mu sana, dedi.
Sinirlenmişti. Bir şeyler demek istedi, bütün kelimeleri unutmuş gibiydi. Bağırıyordu ama sesi çıkmıyordu. Başı döndü, bulunduğu yere uzandı. Durmadan bir müzik sesi duyuyordu ama yakından geliyordu bu ses. Tanıdığı bir müzikti bu.
    Ayıldığında bütün iş arkadaşları yanındaydı. Patronu elinde kolonya şişesi ile ellerini ovuşturuyordu. Arkadaşlarından biri:
    -Gözlerini açtı şükür, dedi.
    Bir diğeri:
    -Güya sürpriz yapacaktık, şu olanlara bak, dedi.
    Patronu da sevinmişti duruma.
    -Suyuf Bey, güya arkadaşlarla sana doğum günü partisi hazırlamıştık iş yerinde. Eğlence düzenlemiştik. Ama sen gecikince şüphelendik. Kaç kez aradık seni, sen bize dönmeyince de buraya geldik. İnsan ocağın altını kapatmaz mı? Geldiğimizde baygındın. Şükür kendine geldin, dedi.
Suyuf, gözlerini kısarak arkadaşlarına baktı. Patronuna baktı ve kısık bir sesle:
    -Ben zaten geliyordum yanınıza, siz niye buraya kadar yoruldunuz ki, dedi. Sağa sola baktı, evinden hiç çıkamamış olduğunu, gördüklerinin doğalgaz sızıntısı yüzünden bir kâbus olduğunu anladı.
    -Hiç evden çıkamamışım haklısınız, hoş geldiniz, dedi.
    Patronu birden ciddi bir tavra büründü. Yüzüne doğru eğildi ve:
    -Evet, geliyordun. Sandal sefan bitince değil mi, dedi.

TUHAF BİR OKUL BAŞLANGICI

     Emir Aras İmirhan, Emir Subaşı, Yusuf Çağrı Ekici

    Yağmurlu bir sonbahar günüydü ve sabahın ilk saatleriydi. Aslında vaktin ne olduğunu saate bakmadan kestirmek mümkün değildi. Saate bakmayı oldum olası sevmezdi. Saatlerden nefret ederdi. En sevdiği şey gün boyunca yorganının altında düşünmek, uyumak, uyanmak ve yine uyumaktı. Şimdiye kadar bir sorun yaşamamıştı birkaç sınav dışında ama ilk kez okula gitme vaktinde uyanamamıştı. Uyandığında ise çoktan servisi gitmişti.
    Düşündü, kendisinde suç aradı ama bulamadı çünkü aylardır geç yatıyor ve geç kalkıyordu. Bu yeni düzene alışmak için saatlerle arasını biraz düzeltmek zorunda kalacaktı. Bu düşüncelerle otobüse doğru ilerledi ve zaten ağzına kadar dolmuş olan araca güç bela kendisini attı.
    Yarım saat kadar sürerdi okulu ancak hiç gitmemekten iyidir, diye düşündü. İlkokulu yeni bitirmişti ve yeni bir okula kaydolmuştu. Bu okulu ve öğretmenlerini, öğrencilerini herkes övüyordu. Öğretmenleriyle tanışmak için can atıyordu ama ilkokul arkadaşlarının yerini birileri tutabilecek miydi? Tutamazdı. O arkadaşları ile kardeş gibiydi. Her şeyi paylaşırdı. Hatta aileleri bile arkadaşlarının aileleriyle dost olmuştu.
    Yağmur başladı ve otobüs de o esnada hareket etti. Herkes yollardaydı. Acaba ilk dersleri neydi? Yoklama alınırken öğretmen neler düşünmüştü kendisinin hakkında. Diğer öğrenciler mutlaka okulun ilk günü gelmeyen bir öğrenci için kötü şeyler düşünmüştü. Kim nereden bilecekti ki yaşadıklarını. Belki de okulun ilk günü olduğu için ilk saatler ders yapılmamıştır, diye kendi kendine bir umut aramaya çalıştı. Okulun ilk günü öyle olmaz mı? İstiklal Marşı ve ardından müdürün saatler süren ancak kimsenin dinlemediği konuşması, öğrencilerin kendinden geçerek okudukları anlamsız ve uzun şiirler… Bunları düşündükçe telaşı azaldı. Burası da bir okuldu ve bu aklından geçenler mutlaka burada da yaşanıyordur şu anda, dedi.
    Saate bakmak istedi ama otobüste görünen bir yerde saat yoktu. Otobüse bindiğinden beri yanında uflayan puflayan ve arada bir telefonuna bakan genç adam yine telefonuna bakıyordu. Biraz da endişeli bir biçimde sordu:
    -Af edersiniz, saat kaç oldu acaba?
Genç adam, çocuğun yüzüne bile bakmadan 9.30 evlat, dedi. Onun bu “evlat” hitabı çok tanıdık gelmişti. Bu kadar genç birisi “evlat” demezdi. Yoksa?.. Öğretmen miydi? Biraz vakit geçtikten sonra genç adam yine telefona baktı ve çocuk bunun farkına vardı:
    -Af edersiniz saat şimdi kaç?
    Genç adam bu kez çocuğun yüzüne baktı, tanıyor gibiydi bu yüzü.
    -9.35 evlat. Sen hangi okula gidiyorsun? Sanırım geç kaldık. Çocuk birden gerginliğini üzerinden attı. Kendisi gibi geç kalmış biri daha vardı ve ihtimal öğretmendi. Genç adama bakarak:
     -Gazi Emir Yusuf Aras Ortaokulu.
    -Hangi sınıftasın sen? Adın neydi, ben dersinize girdim mi daha önce? Çocuk geç kaldığını artık unuttu çünkü bir tatlı sohbet başlamıştı. 

    -Adım Emir Çağrı Subaşı. Bu sene okula yeni başladım ve 5/C sınıfındayım ama ilk derse yetişemedim gördüğünüz gibi, dedi.
    -Ne kadar şanslısın Emir, benim de ilk dersim 5/C’ye… Artık sınıfa birlikte gireriz, dedi.
Artık okula yaklaşmışlardı. Otobüsten ineceklerdi ki bir ses duydu Emir. Birinin telefonu çalıyor gibiydi ve telefonu çalan kişi telefonuna bakmıyordu. Yürümeye başladılar ama ses halen devam ediyordu. Emir o esnada uyandı. Yaşadıklarının bir rüya olduğu belliydi ve okula geç kalmamıştı. Hızlıca giyindi, dışarıya çıktı. Servis birkaç dakika içinde geldi ve Emir’i aldı. Halen rüyanın etkisindeydi. Okula yetişemeyeceğini düşünüyordu. Nihayet okul göründü ve okulun bahçesine doğru ilerledi. Artık rüyasını unutmuştu ki bayrak direğinin yanında duran öğretmeni görünce irkildi. Bu, az önce rüyasında gördüğü öğretmendi. Yoksa yine rüyada mıydı? Artık ikinci rüyaya katlanamazdı. Usulca ilerledi. Tam öğretmenin yanından geçiyordu ki bir ses duydu:
    -Hoş geldin Emir, tam zamanında geldin okula. Bakıyorum artık geç kalmıyorsun. Emir oracıkta donup kalmıştı.


ÖZGÜRLÜK VE KORKU

 
Zehra Yıldırım


Bana sorsalar
En özgür olduğun acun hangisi diye
Düşünmeden söylerim
Rüyalarım

Rüyalarda yok imkânsızlıklar
Yok zaman ve mekan
Yok kurallar ve kanunlar

Bana sorsalar
En çok korktuğun şey ne diye
Düşünmeden söylerim
Kâbuslarım

HASTALIK

 
Meryem Katırcı

 
Hasta olduğunda insan
Yorgun da oluyor usanmış da
Hele bir de öğrenciyse
Günlerden cumartesiyse

Hasta olduğunda insan
Her şeyi bir rüya zannediyor
Uyanık mıyım diye düşünüyor bazen
Uykuda olmadığını anlıyor

Hasta olduğunda insan
Anlıyor kıymetini sağlığın
Güzel günlerin
Ama iyileşince hemen
Unutuyor her şeyi
İnsan

YORUCU BİR CUMARTESİ

     

    Emir Baran İpek, Zehra Yıldırım, Meryem Katırcı

    Yorucu bir cumartesi gününün akşamıydı. Üç arkadaş oturmuş bir hikâyenin başında bekliyordu sessizce. Hikâye bir türlü kendisini açmıyordu. Kelimeler tam yazacakken kaçıp pencereden uçarak gidiyordu. O esnada akşam nasibini toplamak isteyen bir karga pencereden kaçan kelimeleri tutuyor ve yiyordu. Belki o da bir hikâyenin peşindeydi ya da istemeden içine girmişti. Meyrem bu hikâyenin saçma bir biçimde ilerlediğini yüksek sesle söylemekten çekinmedi ancak pencerenin kenarındaki karga hikâyeden ümitliydi. Rime usul usul hikâyeye ısınıyordu. Zaten ortama geç gelen Arhez ise keyif almaya başlamıştı. Ekipten biri yoktu. Penyez zaten turist gibi arada bir uğrardı buraya. Oysa yazarken keyif aldığını söylüyordu. Şimdi ardından konuşmak gibi olmasın belki de cidden önemli bir mazereti vardır. Belki “Kahraman Geri Döndü 2”yi yazıyordur. Belki uçan kapıların peşindedir. Bu konuyu geçelim.
    Yorucu bir cumartesi gününün akşamıydı. Zaten hangi gün yorucu değildi ki? Pazar günleri bile onun için eziyetti. Haftanın beş günü derslerle, ödevlerle boğuşmak yetmiyor gibi hafta sonları da dersler tarafından işgal edilmişti. Ne zaman yaşayacaktı çocukluğunu? Aklında hiçbir soru olmadan, saate bakmadan, bir sonraki günü düşünmeden doyasıya koşup, eğleneceği bir gün yaşayacak mıydı dünyada? Günde 25 saat ders çalışıyor, haftada 8 gün test çözüyordu. Yetiyor muydu? Yetmiyordu. Onun özlemini çektiği hayatı yaşayan arkadaşları vardı aslında. Eğitimi çok önemsemeyen, okula yalnızca devlet memuru gibi gidip gelen, ödevlerini yapmadığı zaman hiç azap duymayan kişilerdi bunlar. Onlar için hafta dokuz günlük oyun ve eğlenceden ibaretti. Bu dokuz gün meselesi de can sıkıcıydı. Galiba onların hayatı esas alınarak ara tatiller dokuz güne denk geliyordu.
    Bu düşüncelerden sıyrılıp yine ders çalışmaya başlaması gerekliydi. Kafasında bu konuları düşünürken bir yandan yemek yemişti. Odasına geçti. Masanın kenarında, duvarların dibinde, pencerenin önünde yığılı test kitapları vardı ve bunların hepsi, her satırı okunmuş, çözülmüştü. Önünde yeni bir kitap vardı. Gece boyunca bu kitapla uğraşmak zorundaydı. Pazartesi yapılacak sınavdan en iyi notu alması için bu kitabı bitirmesi şarttı. Masasına geçti, kronometreyi açmadan önce kalemlerini açtı ve birer mermi gibi yan yana dizdi. Hemen kenarına silgilerini dizdi. Karşısında bir şişe su vardı. Şişenin kapağını da gevşetti. Bununla uğraşamazdı. Kronometreyi açıp derin bir nefes aldı ve kitabın kapağını araladı. Bir yarış atı nasıl nefes nefese koşarsa soruları adeta öyle çözüyordu. Sorular onun için imha edilmesi gereken düşman, aşılması gereken engel gibiydi. Kalemlerinin ucu köreldikçe kitaptan başını kaldırmadan eliyle uzanıp diğerini alıyordu. Aralıksız altı saat masanın başında kalmıştı. Uykusu gelmişti. İlk kez su isteği oluştu. Kitaptan başını kaldırdı ve suyunu içti. Tekrar kitaba baktığında sayfaları bomboş gördü. Gözlerini ovuşturdu, kitabın ilk sayfalarına döndü, son sayfasına baktı. Kitap sanki bir deftere dönüşmüştü. Kapağında bile yazılar silinmişti. Çok morali bozulmuştu bu durum karşısında. Hemen yandaki kitaplara uzandı. Onları daha önceki günlerde çözmüştü. Bu kitapların da sayfalarının boş olduğunu gördü. Çıldırmamak elde değildi. Ne oluyordu durup dururken? Masasından kalktı. Duvar dibinde, pencere önünde yığılı kitaplara baktı. Hepsinin sayfaları tertemizdi. Hepsi deftere dönüşmüştü. Gözlerini sildi, pencereden dışarıya baktı. Geceydi. Ağlamamak, bağırmamak için kendisini zor tutuyordu. Tekrar masaya oturdu. Kitabını eline aldı. Kitabı boş bir defterdi ve kaldırıp fırlattı, ardından çığlık attı. Ağlamaya başladı. Masadaki tüm kitapları hırsla savurdu. Ellerinin ve kollarının ıslaklığını hissetti. Gözyaşlarından ıslandığını düşündü her yerin. Gözlerini sildi. Baktı, kitap eski haline dönmüş, masa hayli dağılmış, şişe devrilmişti. Kronometreye baktı çalışmaya başlayalı yedi saat geride kalmıştı. Kitabın da son sayfasındaydı. Bütün gördüklerinin kabus olduğunu düşündü. Son sayfayı çözmeyecekti. Masadan kalktı. Daha önce bitirdiği kitapların tümünü odasından dışarı çıkardı. Son sayfası kalan kitabı da ıslak haliyle onların üzerine koydu. Uyumak için yatağına uzandı.
     Yorucu bir cumartesi gününün akşamıydı. Üç arkadaş oturmuş bir hikâyenin başında bekliyordu sessizce. Hikâye birden kapılarını açmıştı. Üç arkadaş geride kalan kelimelere baktılar. Bunlar kargaların yakalayamadığı, pencereden kaçamayan kelimelerle oluşan cümlelerdi. Pencereyi açtılar, yazdıkları hikâyeyi pencereden uçurdular.

VEZN-İ ÂHAR ÇALIŞMASI

 Hanzade Eligüzel

 

Neşe ile      /  her sabah       / uyanırım   / sevinçle
Her sabah  / başka güne      /  koşarım    / çok erkenden
Uyanırım /   koşarım          /  sağlıkla     / mutlulukla
Sevinçle / çok erkenden    / mutlulukla / yaşarım

VEZN-İ ÂHAR ÇALIŞMASI

Emir Celal Çat

Gel su / ister  / çiçek  / olur
İster    / çiçek / bitki   / olur
Çiçek /bitki   / güzel  / gül
Olur / olur    / gül      /olur

SATRANÇ

 Tayfun Tabuk

Bulduğumda boş bir satranç takımı
Hemen kendime rakip arıyorum
Rakip bulamazsam eğer
Kendi kendimle oynuyorum
Ve hep kazanıyorum

Aslında başka oyunlar da var
Ama satranç oynamak başka
Şah var, fil var, at, kale, vezir
Sanki bir oyun değil de tarih sahnesi

Sultanlar da oynamış mahkûmlar da
Satranç başka bir oyun
Satranç başka bir dünya




YENİ ARKADAŞ

 Hanzade Eligüzel
    Mahallenin birinde küçük bir kız varmış. Bu kız ailesiyle geçirdiği araba kazasından sonra bir travma geçirmiş ve o günden sonra bir daha konuşmamış. Üstelik bu kazada küçük kız ablasını kaybetmiş. Ailesi küçük kızın bu nedenle konuşmadığını düşünüyormuş ama yine de hiç kimse küçük kızın neden konuşmadığını bilmiyormuş. Küçük kız ise ailesinin hiçbir sorusuna cevap vermiyormuş. Üstelik ailesi bu durumdan dolayı birçok kez kızın öğretmeniyle okulun rehber öğretmeni ve psikologlarla konuşmuş. Fakat hiç biri bu sorunu çözememiş. 

    Küçük kızın okuldaki arkadaşları çok anlayışlılarmış. Küçük kız ise her zaman olduğu gibi hiçbir kelime etmiyormuş. Küçük kızın bir de kardeşi varmış. O da ablasına sürekli yardımcı oluyormuş. Küçük kız yine tek kelime etmiyormuş. Ailesi hiçbir şekilde umutlarını kesmiyormuş ama öğretmeni ise küçük kızın konuşması için bir mucize olması gerektiğini söylüyormuş. Birgün küçük kızın sınıfına yeni bir kız gelmiş. Bu kız küçük kızı ilk gördüğü andan itibaren onunla arkadaş olabileceğini düşünmüş. Üstelik küçük kızın yanının boş olduğunu görmüş ve sevinerek küçük kızın yanına oturmuş. Küçük kız bu kızı çok sevmiş ve kıza:
    -Seninle arkadaş olalım mı, diye sorumuş. Küçük kızın öğretmeni bunu duyunca çok sevinmiş ve hemen küçük kızın ailesini aramış. Onlara küçük kızın konuştuğunu söylemiş. Küçük kızın ailesi bunu duyar duymaz okula gelmişler. Öğretmene bunun nasıl olduğunu sormuşlar. Küçük kızın öğretmeni sınıfa yeni gelen öğrencinin sayesinde olduğunu söylemiş. Ailesi kıza binlerce kez teşekkür etmiş. O günden sonra sınıfa yeni gelen kız ve küçük kız en iyi arkadaş olmuş.


DUA

 Livanur Ekici

 
6 Şubat gecesi
Bir felaket yaşandı
O parlayan gözlerden
Yaşlar yere boşaldı

Unutmak zor o günü
Hepimiz için zordu
Bir daha yaşanmasın
Herkes yeni ev kurdu


TERS YAZILAR

 Celal Emir Çat


Herkes okuyordu o günlerde
Kitabı sokakta bahçede
Denediler mi bir kere
Yazıları bir kez ters okumayı
Sana göre absürttür
Kime göre farklı
Belki de ters okuyunca
Anlarlar bu günlerde

AĞAÇLAR

 Evlin Su Topçu

Doğanın süsüdür ağaçlar
Kökleriyle toprağa tutunurlar
Ne güzel ağaçlar
İnsanın içini açarlar
Ağaçlar olmasa
Ormanlar olmaz
İnsanın içi ferahlamaz
Ah ne güzel ağaçlar

Hele çiçekleri
Çok güzel kokarlar
Kokladıkça koklayasım gelir

GÜNLÜK

 Belinay coşkun


Benim özelimsin
Benim birimsin
Sen benim sırdaşım
Bir de arkadaşım
Kimseyle paylaşamadığım
Şeyleri paylaşırım
Benim küçük arkadaşım
Sessiz günlüğüm

KİTAPLAR

Belinay Çoşkun


Sessiz dost kitaplar
Onu okuyanlar bilgi toplar
Onunla geçer haftalar aylar
İyi ki varlar
Kitaplar
Bir kere okusa insan
Bin kere kitap okur
Aylarca yıllarca
Elinden bırakmaz
Ömrü boyunca


DEPREM

 Muhammed Aziz Toptaş

Gece uyandım sallanıyoruz
Ailemi uyandırdım
Haberlere bir baktım
Ülkemiz sallanıyor
Yıkılıyor

On bir ilde ağızlar suskun
Kulaklar açık
Kalpler kırık
Binalar yutmuş insanları
Ses yok

Belki birisi ses verir diye
Dinleyen çok
Sağlam dediğimiz binalar
Bizi vurdu
Mezar oldu
Seksen milyon kalp bir oldu

KAR

 Zehra Fırat

Pamuk gibi rengi
Kışın temsilcisi
Soğuktur kendisi
Tanelidir hepsi

Üç tane küre yaparız
Üst üste koyarız
Atkı bere zeytin havuç
Oldu size bir adam
Hem de kardan adam
 

 

TENEFFÜS

 Zehra Fırat


Kırk dakikadan sonra
On beş dakika mola
Yani dersten sonra
Teneffüste mola

İhtiyaçlarımızı karşılarız
Sonra da oyun oynarız
Teneffüsü severiz
Teneffüste coşarız

YILDIZLAR

 Ecrin Kılıç

Gökyüzüne asılmış lamba gibiler
Parlayan beyaz noktalar
Sıra sıra giderler
Onlar yıldızlar

Adı yıldız olsa da
Onlar birer taş kütlesi
Ama hepsi bir arada durursa
Düz bir ip gibi
İnsanlar sansa da
Yıldızlar birer göktaşı
Sert kayalardan yapılan
Bir servet

Bana göre onlar tatlı
Görünüşleriyle bir yıldız ise
Tatlı minik bir taş ise
Sert bir kaya ise
Onlar minik yıldızlar



İKİ FARKLI AÇIDAN BAK

Ecrin Kılıç


Kağıdı katladığında
İki farklı açıdan bak
Biri sağdan biri soldan
İki farklı açıdan bak

İki farklı açıdan bak
Bir üçgen çiz
Bir sağdan bir soldan
İki farklı açıdan bak

HAYAL EDERİM

 Sude Gökçe Çelen

Hayal ederim her şeyi
Okyanusları mesela
Hayallerimi izlerim
Pes etmem asla

ÖĞRETMENİM

Emir Asaf Konaç

Canım öğretmenim benim
Geleceğimi borçluyum sana
Sen olmasaydın
Geleceğim ne olurdu acaba

Canım öğretmenim benim
Senin öğrettiğin her şeyi öğrenip
Senin gösterdiğin yolda ilerleyeceğim
Sana olan sevgimi
Başarılarımla göstereceğim

DÜNYA

 Elif Sude Göçer

Dünya oluşur kıtalardan
Kıtalar ülkelerden
Ülkeler ise illerden
İller ilçelerden
İlçeler mahallelerden

Koskoca oluşmuş
Küçücük evlerden
Koskoca dünya

ZAMANLA

 Alp Mete Akbaş


Gidiyor her şey zamanla
Oynardım çamurla
Bitmese asla
Şahane çocukluk zamanla

Ama zaman geçiyor
Beni büyütüyor
Her şey bitiyor
Durdurmak mümkün olmuyor

Neden vakit geçiyor
Beni büyütüyor
Neden ama çocukluğum
Her zaman yerinde kalmıyor

BOYA KALEMLERİ

Belinay Coşkun

Renkli renkli kalemler
Çizerim bir yüz bir el
Avokado limon salatalık
Yaparım araba
Satılık

Resim yapmak zevkli
Boyalarla daha zevkli
Resmimde bile olur çorabım kirli
Çizerim bir
Üç
İki

Renksiz dünya neye benzerse
Renksiz resim de öyle
Canlı renkli kalemlerle
Dünyamız olur böyle

Boya kalemleri
Can verir resmime

LÜTFEN

 Alp Mete Akbaş


Dışlama beni
Koyu tenliyim
Farklı ülkedenim
Sizi bilmediğim için
Beni dışlamayın
Adım olsa da farklı
Yakışır mı sana ön yargı
Yardım edeceğine
İnsan düşman sayılır mı

Benim ülkemde seni dışlasam
Olur mu arkadaş
Lütfen sen de beni anla
Artık dışlama beni


ESKİ GÜNLER

 
Emir Celal Çat

Çocukluğumuz eskide
Fotoğraflar siyah beyaz
Anladım bugün işte
Eskidi günler

Her sabah uyanıp
Buluşurduk mahallede
Çamur, taştan yapardık
Kendimize bir kale
Ama işte
Eskidi günler

VATAN

 Eymen Akif Şahin

Cennet gibi bir vatan
Yaşarız içinde
Kan döktük can verdik
Sahip olmak için ona

GÖZLÜK

 


Zeynep Göktaş

Bir gün gittim doktora
Gözün bozuk dedi bana
Derecemi sordu babam
Hayallerim yandı birden

Bir yirmi beş dedi bana
Üzüldüm ben yana yana
Ve sordum doktor hanıma
Çok kalın olur mu camlar

Doktor bana baktı güldü
Olmaz merak etme dedi
Hem de çerçevesi pembe
Bir gözlükle geldim eve

Şimdi her şeyi görüyorum
Ama bu gözlüklerimi
Ne kadar kullanacağımı bilmiyorum



SAÇ

Ahmet Said Yurttaş

Ona şekil veririz
O da bize şekil verir
İçinde kim bilir kaç bin tel var
İnce ince sürüyle

Kimi sarı, kimi siyah kimi kestane
Güzel görünüm de verir
Başımız onun yurdudur
Erkeklerin saçı kısa
Kızlarınki uzar durur

MİNİK TAVŞAN

 Elif Yüsra Yaralı

Senin orada burada zıplayarak gezmen
Beni mutlu ediyor
Nasıl oluyor da bu kadar hızlı
Koşuyorsun sağa sola
Renklerin ise başka bir güzellik

Keşke bizim evde olsan
Odalarda zıplayıp koşsan
O minik ayaklarınla
Tüylü kuyruğunla
Bizlere neşe katsan

MEYVE

 Aysel Zümra Yuvacı
Benim sevdiğim meyvesin
Başkaları seni sevmesin
Onlar ekşi desinler sana
Sıksınlar çaya salataya
Yakıştırsınlar seni keke, pastaya

Benim sevdiğim meyvesin sen
Sapsarı renginle
Küçük çekirdeklerinle
Limon

MOĞOLİSTAN

 Umut Pekyiğit

Nedense atlası açar açmaz
Önce Moğolistan’a bakıyorum
Bir şey var bu ülkenin adında ve yerinde
Moğolistan’ı seviyorum

Belki de orada olduğu için
Göktürk Kitabeleri
Belki de yüzyıllar önce
Orda yaşamış olduğu için büyüklerim

Atlası açar açmaz
Önce Moğolistan’a bakıyorum
Sonra çekik gözlü esmer
Moğolları düşünüyorum

GARİP OLAYLAR

 Yiğit İbrahim Karain


Bir gün uyandım
Takır tukur sesler
Uyutmuyor beni
Baktım odaya
Annem babam kardeşim yok

Oturma odasına gittim
Babam telefona dalmış
Baba, baba dedim
Beni duymadı

Kardeşime baktım
Bilgisayarda oynuyor
Kardeşim kardeşim dedim
Beni duyan yok

Anneme baktım
Televizyon izliyordu
Anne anne dedim
Yine duyan yoktu

Dışarı çıktım
Arkadaşlarım dışarda
Tabletle bir şeyler izliyordu
Gelin oynayalım dedim
Beni duyan yoktu

Komşulara baktım
Herkes aynı durumdaydı
Saat sesi geldi
Uyandım
Baktım her şey rüyaymış

TURTA

 Ayça Yıldız

Elmalı portakallı
Keke benzeyen tatlı
Üstünde rendeli
Biraz meyveli tabi

Benzersin
Keke pastaya
Her şekilde yapılırsın
Daha fırından çıkmadan
Ayaküstü kapılırsın

GÖKYÜZÜ

 Elif Erva Öztürk

Geceleri baktığımda
Güneş gidiyor ay geliyor
Bazen de bulut görüyorum
Bazen uzakta yıldızlar


Düşünüyorum hepsini birden
Nasıl taşıyorsun üzerinde
Üstelik yerinde de durmuyor hiçbiri
Hele güneş
Bir gidiyor bir geliyor

GARİP BİR HİKAYE

Mustafa Aktaş Dinçer Kara Zeynep Gökçe Yılmaz Ömer Ali Çamcı Ömer Asaf Koç
 

Afatsum, Remö, Asaf, Dinçer, Gökkuş aynı sınıfta öğrenim gören beş arkadaştı. Bir türlü ortak bir konuda fikir bildiremiyorlar sürekli görüş ayrılıklarına düşüyorlardı. Birlikte bir şeyler yapmak onlar için çok zordu fakat aynı sınıfta bulundukları için çoğu zaman ortak çalışmaları gerekiyordu.
Yapmaları gereken şey ortak bir hikaye yazmaktı ancak daha kahraman isimlerini belirlerken büyük bir kriz çıktı. Öğretmenleri her öğrencinin isminin tersinden okunuşunu bir kahraman olarak yazalım dedi fakat bazı öğrenciler buna karşı çıktı. Bununla da kalmadı fikir ayrılıkları bu kez hikaye mi yazalım masal mı yazalım konusunda görüş ayrılıkları meydana geldi.
Sonunda bu beş öğrenciden bazıları kendi isimlerini bazıları isimlerinin ters çevrilmiş halini bazıları da arkadaşlarının kendisine hitap ettiği isimleri kullanmakta karar verdiler. Ancak halen ortada bir konu yoktu.
Bu esnada Afatsum, sıranın altına girmiş, olaylardan tamamen kopmuştu. Zaten cepleri de taş doluydu. Taşlarla oyun oynamayı seviyordu. Remö ise elinde lazer kalemi bazen sıkılıyor bazen olaya dahil olmaya çalışıyordu. Dinçer, yakın zaman önce takmaya başladığı gözlüklerini arada düzeltiyor, Asaf’la gülüyor, bir şeyler düşünmeye çalışıyordu. Gökkuş ise ellerini birleştirmiş, çenesini ellerinin üzerine koymuş, bir masala başlayamamanın üzüntüsünü yaşıyordu ama gülümsemeyi de ihmal etmiyordu. Aslında Gökkuş, farklı sınıftaydı ama bu sınıfta bulunmak hoşuna gidiyordu. Keşke şu masalı yazabilseydik, diye içinden geçirirken Remö kenarda esniyor ve geriniyordu.
İlk ders, üst sınıftaki öğrencilerin masallarını okumuşlar, çok keyif almışlardı. Aslında bütün amaçları onlar gibi macera dolu bir masal yazmaktı ama bir türlü olmuyordu. Masal yazmak bir ekip işiydi. Ortak düşünce işiydi. Bu esnada Gökkuş:
-Yazdıklarımız ne zaman kitap olacak, diye sordu. Öğretmen, küçük bir açıklama yaparken Dinçer:
-Ben çizgi roman yazıyorum, dedi. Öğretmen:
-Yazıyor musun, çiziyor musun, diye sordu. Dinçer:
-Çizgi roman nasıl oluyorsa öyle yapıyorum, dedi.
Remö, çizgi roman işinin boş iş olduğunu söyledi ve Dinçer’in buna biraz canı sıkıldı. Afatsum, etrafında gelişen bu konuşmaları keyifle izliyordu. Şapkasını başına örtmüş, diş macunu reklamı yapar gibi habire tebessüm ediyordu. Yalnız o değildi diş macunu reklamı yapan arada herkes gülüyordu.
Tüm bunlar olurken aslında ilk ortak hikayelerinin ortaya çıktığının farkına varan Dinçer:
-Hikaye içinde hikaye yazıyoruz, dedi.
Nihayet ilk kez ortak bir iş yapmış gibilerdi üstelik hiç zorlanmadan ve doğal bir halde. İlk ortak hikayeleri ortaya çıktığında Afatsum bazen sıranın altında bazen sandalyenin üstündeydi. Asaf, Dinçer’le yan yana, Remö her zamankinden biraz daha keyifliydi ve Gökkuş “nasıl oldu bu iş” diye düşünmekteydi.

16 Şubat 2024 Cuma

DİPSİZ GÖL

Üner Taha Aydemir

Her ayna bir pencere asılmış duvara

Açılan dışarıya

Ve suskun bütün aynalar

Taşımaktan kendisine bakan

Yüzlerin yorgunluğunu

Mutluluğunu

 

Her ayna dipsiz bir göldür

Ardında ne olduğunu bilemediğimiz

Yine de bakarız yansımıza

Bakmadan ardındaki karanlığa

 

Hayat dediğimiz adına

Karşı karşıya

İki ayna

AYNA

Üner Taha Aydemir

Kendini bildi bileli aynı sorunu yaşıyordu. Okulda, evde, sokakta, otobüste sanki kendisini yokmuş gibi hissediyordu. Yabancıydı yaşadığı dünyada, yaşadığı dünyaya yabancıydı. Aslında karışmak istiyordu hayatın kılcal damarlarına. Herkes gibi birileriyle irtibatta olmak istiyordu. Akşamın bir vakti bir arkadaşı arasın, dışarıya çağırsın istiyordu. Okuluna gittiğinde tebessümle karşılansın ve “nasılsın” diye sorulsun istiyordu. Öğretmenleri tarafından çağırılsın, geleceğe dair planları, hedefleri sorulsun istiyordu. Çok şey istiyordu, bekliyordu ancak etrafındaki herkes ona hep “yok”muş gibi davranıyordu. Okulun çiçeklerini, ağaçlarını bile düzenli aralıklarla suluyorlardı, çerçeveleri siliyorlardı. Eşya kadar bile görünür değildi hiçbir yerde.

Artık kendisinin görünmez olduğu hissine kapılıyordu ara sıra. Yanından geçtiği kuşlar ve kediler bile ürkmüyordu. Oysa başka çocuklardan kuşlar ve bazı kediler ürküyordu. Okula başlayıncaya kadar bu durumun çok farkında değildi. Okula başladığında dikkatini çekmeye başlamıştı varlığı ile yokluğunun farkının olmaması. Kendince testler bile yaptı “yokluğum fark ediliyor mu?” diye. Okulu aksattı bazı günler ama tekrar okula döndüğünde kimse “neredeydin” diye sormadı. “Nasılsın” diye zaten soran yoktu.

En yüksek notları alıyordu derslerden. Sınavlarda en iyi netleri yapıyordu ancak kendisinden daha geride olan öğrenciler bile övülürken kendisine dair kimse bir yorum yapmıyordu. İlk kez gittiği yerlerde önce ona dikkatlice bakıyorlar, hareketlerini izliyorlar sonra orda da “yok”muş gibi davranıyorlardı. Küçük çocuklar büyüklere göre sanki biraz daha bu konuda iyiydi. Her ne kadar bazıları onu gördüğünde ağlıyorsa da en azından “var” olduğunu kabul etmiş oluyorlardı bu hareketleriyle. Bazen de uzun uzun süzüyorlar, garip garip bakıyorlardı.

Hayatın içinde olup da yok sayılmak, görmezden gelinmek artık onda yaşamadığı, görünmez olduğu gibi garip hisler uyandırıyordu. Yaşıyor muydu? Belki… Var mıydı bu dünyada? Bilemiyordu.

Bu hislerin sürekli içinde olmak hayatı katlanılmaz kılmıştı. O gün de yine “yok” gibiydi herkes için. Okuldan çıktı, evine döndü. Hiçbir şey yapmak istemiyordu. Sadece insanları anlamak istiyordu. Neden kendisine karşı “öteki” gibi davrandıklarını merak ediyordu. Aslında “öteki”nin bile yeri vardı dünyada. “Var”lığından kendisi de şüphe duymaya başladı. Var mıydı?.. Bu eller, bu ayaklar kimindi eğer var değilse. Kendisini zora sokan bu beyin kimindi? Vardı, buna inanıyordu. Belki de diğer insanlar yoktu. Zihninde kara bulutlar dolaşıyor, şüpheler ve soru işaretleri peş peşe geliyordu.

Var mıydı dünyada? Vardı… Kendisini de inandırmak için aynaya bakmak istedi. Yürüdü ve salondaki aynanın önünde durdu. Aynadan kendisine bakan bir siyahiydi.