4 Ocak 2025 Cumartesi

AĞAÇ

Üner Taha Aydemir

Bütün fırtınalar 
Hayatımızı bozmak için gelmezmiş
Bazıları yolumuzu temizlemek içinmiş

Fırtınalar temizlemek istiyor beni de
Düşünüyorum
Birinin yoluna mı çıktım diye
Çünkü
Şiddetli
Çok şiddetli
Rüzgârlar var etrafımda
Bense güçsüz ve mecruh bir ağaç gibiyim
Bunca kıyametin ortasında

Yaslanacak bir yer arıyorum kendime
Yıkılmayayım diye
Ve sonunda bulduğuma inanıyorum
Yıkılmayacağım
Sağlam bir duvar olduğuna
Ama hayır yanılıyormuşum

Çünkü unutuyorum
Ağaç düşer yaslandığı yöne 
Bu yüzden dikkat etmeli
Güvendiğin kişiye

YABAN ARISI

Üner Taha Aydemir

Tırmanıyorsun en yüksek dağa
En ihtişamlı, ulaşılması en zor olanına
Ne için?
İnsanlar seni görsün diye
Kibrin kabarıp seni bulutlara çıkarsın diye
Altında kalanları
Dağdaki her bir taşla ezeyim diye
Onların hatası
Benden daha iyi olmamaları
Diye sayıklıyorsun

Aslında en büyük hatayı sen yapıyorsun
Tırmanma en büyük dağa
Görsün diye seni dünya 
Tırman dünyayı görmek için
O zaman en başarılısı sensin
Yaban arısı gibi 
Karşı koymalısın kurallara
Sana mani olanlara
Ve bakmalısın dünyaya
En zirvesinden

SANDIK

Üner Taha Aydemir

Camları buğulu
Ardını göremiyor
Bu kalpsiz varlıklar
Merhametlerini yanlarına
Almayı unutmuşlar
Duygularını saklıyorlar
Zalim sandıkta

Ölmeyi mi bekliyorlar
Kurtulmayı mı
Belirsiz
Fakat beklemedikleri kesin
Unutulmayı
Kaybolup toprağa karışmayı

Sanıyorlar ki sonsuzlar 
Ama bilmiyorlar
İki kez ölürmüş insan
İlki nefesi kesilince
İkicisi ise
Adlarını bilen son kişi ölünce

SUÇLU


Üner Taha Aydemir

Yaratılanı severim
Yaratandan ötürü
Demiş aralarından en hayırlısı
O hâlde ben miyim
Bu âlemin en hayırsızı

Suç mu sevmemek bu insanları
Bileğine zulüm prangalanmış küstahları 
O hâlde ben miyim 
Bu âlemin en suçlu insanı 

Elimde değil
Gözü kararmışları sevmemek
Hatta nefret etmek
Onlar beni istemiyorlar eminim
Nereden mi biliyorum
Çünkü ben de onlardan biriyim

NASİPSİZ NASİPLİ

NURGÜL ASYA KILCI
ZEYNEP YURTTAŞ
KAAN ERDOĞAN 
MEHMET ZAHİD ÖKTEN 
MİRAÇ KAĞAN GÜLER  
TAHA METİN YILDIRIM 
SELİM KURT 
TUNAHAN CEYLAN 


Elinden gelen başka bir iş yoktu. Mesela sıvacılık yapamazdı, tarımla uğraşamazdı, hayvan besleyemezdi. Bunların hepsi hem tecrübe istiyordu hem de beden kuvveti. Yapabileceği tek iş esnaflıktı. Ticarete atılmalı ve tez zamanda köşeyi dönmeliydi. Cengiz amca yıllar boyu her işi denemiş fakat hiçbirinde başarılı olamamıştı. Aslında onun başarısızlığının nedeni fazla dürüst olmasıydı. Hak ettiğinden fazla ücret almamıştı hiçbir işten. Bazı işleri de ücretsiz yapıyor, bunun için paraya gerek yok, diyordu. Etrafında onun bu özelliğini bilenler hep ona aptal muamelesi yapıyordu, üstelik tüm işlerini de ona hallettiriyorlardı çünkü Cengiz amcanın sözlüğünde “hayır” kelimesi yoktu. Acıkan biri olduğunda Cengiz amcaya geliyor ve şöyle diyordu:
-Bana yemek ısmarlar mısın, karnım çok aç. 
Cengiz amca cebinde para olmasa bile mutlaka o kişiye bir ziyafet çekiyordu. Borç buluyor, borçlanıyor ama yine de o kişiyi tok olarak gönderiyordu. 
Ya da bahçesi, bostanı ekilecek olan biri Cengiz amcaya geliyor ve ona diyordu ki:
-Benim canım hiç çalışmak istemiyor. Nasıl olsa boş adamsın. Sevabına şu bahçeye bir düzen versen, tohumları eksen, bellesen. 
Cengiz amca bahçe bostan işlerinden anlamamasına rağmen günlerce sürse bile o kişinin işini mutlaka görüyordu. Üstelik yemek ve su istemeden. 
Şimdi ticarete atılmalıydı ve çok para kazanmalıydı. Geride bıraktığı yılları telafi etmeliydi. Ticaretten iyi anladığını bildiği Kayserili bir arkadaşıyla günlerce konuştu, dinledi ve sonunda bir firmanın düdüklü tencerelerini satmaya karar verdi. Tencereleri firmadan ücretsiz alacak ve sattıktan sonra üzerinden prim alarak tencerenin ücretini firmaya verecekti. Kaç tencere satarsa o kadar çok kazanacaktı. Bunun için bir dükkana da ihtiyaç yoktu. Sabahın erken saatlerinde eline birkaç tencere alacak, sattıkça gidip yeni tencereler temin edecekti. Üstelik sattığı tencerelerin yarı fiyatı kendisine prim olarak verilecekti. Düşündü, günde on tencere satarsa ayda üç yüz tencere yapıyordu. Belki ilerde tencereleri kendisi bile imal edebilirdi. 
İlgili firmayla ayaküstü konuştu anlaştı ve ilk etapta üç tencereyi alarak firmadan ayrıldı. Kapı kapı dolaşıp tencereyi tanıtması gerekiyordu. Bir süre ilerledikten sonra ilk binanın önünde durdu tam zile basacaktı ki içerden gelen sesleri duydu. Karı koca birbirine bağırıyordu. İstemediği halde biraz kulak misafiri oldu. Kavganın sebebi düdüklü tencereydi. Kadın tüm gücüyle bağırıyordu:
-Bana sormadan ne tenceresi aldın sen? Bu tencere bir kez bile kullanılmaz. Verdiğin paranın onda biri bile etmez. İnsan bakmaz mı alacağı eşyaya.
Bu sözleri duyan Cengiz amca hızla bu kapıdan uzaklaştı. Birkaç adım daha atmıştı ki girmeye niyetlendiği kapının önünde onlarca ayakkabı gördü. Üstelik kapı açıktı. Üç tencerenin üçünü de burada satarım, diye düşündü. Tam kapıdan adım atıyordu ki kendisine doğru uzatılan helvayı fark etti. İki eli de dolu olduğu için helvayı almakta zorluk çekti. En son tencerelerden birinin içine helvayı koydu ve utanarak geri döndü. Dönerken de sessizce helvayı uzatan kişiye:
-Allah rahmet eylesin, dedi. 
Helvayı uzatan kişi gözleri yere bakar vaziyette cevap verdi:
-Hep o düdüklü tencere yüzünden. Rahmetli, mutfakta iken patlamış ve kapak başına gelmiş. Şimdi o firmayı dava etmeyi düşünüyoruz. 
Bu cümleyi duyan Cengiz amca elindeki tencereleri arkasına doğru itti ve ayrıldı. 
Morali bozulmuştu iyice. Bu kadar olumsuzluk, nasipsizlik biraz fazlaydı onun için. Bir süre daha ilerledi. Gözüne kestirdiği ilk evin kapısında durdu. Zile bastı fakat içerden herhangi bir tepki gelmedi. Zile bir kez daha bastı, bir süre bekledi bir kere daha bastı. Nihayet içerden sesler gelmeye başlamıştı. Kapı usulca açıldı ve ardında yaşlı bir adam göründü. Kalın, kocaman gözlükleri vardı adamın. Elinde bir de bastonu vardı. Kocaman göbeği, pijamasının düğmelerini zorluyordu. Cengiz amcaya hiçbir şey sormadan elinde tuttuğu şekerliği uzattı ve:
-İyi bayramlar çocuğum, şekerini buradan alabilirsin. İstediğin kadar alabilirsin. Harçlık da vermek isterdim ama emekliyim ben kusura bakma dedi. 
Cengiz amca cevap vermeyince:
-Sen ne kadar utangaç bir çocuksun, şu poşetini uzat bakalım, diyerek tencerenin içine iki tane bayram şekeri koydu. 
Cengiz amcanın dili tutulmuştu sanki. Bayrama daha kırk gün vardı. Şekerler de Ramazan Bayramı’ndan kalmıştı ihtimal. Bir an üç tencereyi de oraya bırakmak ve dönmek istedi fakat firma ya tencereleri ya da satış ücretini bekliyordu.
Yürüyecek gücü kalmamıştı. Az ilerde bir park gördü. Parka doğru gitti ve boş bir banka oturdu. Yanına da tencereleri dizdi. Bu esnada helvayı hatırladı ve helvayı tam yerken bir ses duydu:
-Amca kaça satıyorsun bu tencereleri?
Bu ses yabancı değildi ama sesin sahibini hatırlamıyordu. Sorusuna cevap alamayan adam devam etti:
-Düdüklü tencere yüzünden az kalsın yuvamız dağılıyordu. Bana şimdi güzel ve kaliteli bir tencere lazım. Bunlar iş görür mü?
Cengiz amca bu sözler üzerine sesin sahibini hatırladı. Az önce kavga seslerinin geldiği evden tanıyordu bu sesi. 
Tencerenin fiyatını söyledi. Kalitesi hakkında bilgisi olmadığını ama iş görecek bir tencere olduğunu ilave etti. Üstelik tencere alan ilk müşteriye iki şeker de hediye edeceğini söyledi. Adam, şekerleri görünce tencerenin kalitesini sorgulamayı unuttu ve istenen ücreti ödeyerek koşar adım evine doğru gitti. 
Cengiz amca şaşkındı. Helvayı yemeye devam edecekti ki yine bir ses duydu:
-Bu tencere patlamaz değil mi?
Cengiz amca:
-Patlamaz merak etmeyin. Oldukça kaliteli bir ürün. 
Fakat bu sesin sahibini de bir yerlerden tanıyordu. Dikkatlice bakınca az önce kendisine helva ikram eden kişiyi tanıdı. 
-Öyle ise bir tane alayım, dedi sesin sahibi. 
Cengiz amca ikinci tencereyi de satmıştı. Hem de oturduğu yerde. Artık helvayı yiyip kalan tek tencereyi de firmaya götürmeliydi. Bu iş ona göre değildi galiba.
Helvayı bitirmişti nihayet. Kalan son tencereyi eline alıp kalkıyordu ki az önce kendisine şeker veren dedeyi gördü karşısında. Dede bir tencereye baktı bir de Cengiz amcaya:
-Ben seni tanıyorum çocuk ama nereden tanıyorum bilmiyorum. 
Cengiz amca bozuntuya vermedi. 
-İnsan insana benzer dedeciğim. 
Bu yakınlığı duyan ihtiyar devam etti:
-Bayramdan sonra düğünümüz var ve ev eşyası topluyoruz. Sen ne satıyorsun? Yanındaki kutuda ne var?
Cengiz amca:
-Düdüklü tencere, dedi.
Fiyatını bile sorma ihtiyacı hissetmeden dede devam etti:
-Aldım gitti. 
Cengiz amca üçüncü tencereyi de satmıştı. Morali artık düzelmişti. Kayserili arkadaşının söylediği hiçbir şey işe yaramamıştı. Kendisi daha iyi bir tüccardı galiba. Nasibin peşine düşmemek lazımdı. Nasip gelip insanı buluyordu. Bu park onun nasibinin adresiydi.  Belki üç beş tencere daha getirir ve bu parkta akşama kadar satardı. Keyifle firmanın önüne geldi. Tam kapıdan içeriye girecekti ki bir yazı gözüne çarptı: “Cumaya gittik, ne zaman döneceğimiz belli değil.”
Günlerden pazartesiydi. Üç tencere parası Cengiz amcanın cebindeydi. Paranın yarısını kapının altından içeriye doğru itekledi. Kimsenin hakkına girmek istemezdi. Oysa ilk kez bir işte başarılı olmuş ve para kazanmıştı. Tam yerden doğrulacaktı ki kafasına düşen düdüklü tencere ile olduğu yere yıkılıverdi. 

BAŞIMIN ÜSTÜNDE YERİ VAR

 EYMEN ÇAM 


Kafana takma diyorlar
Takmamak olur mu hiç
O kafamda değilken
Kendimi iyi hissetmiyorum


Kışın en ayaz günlerinde
Yazın güneşli saatlerinde
Kafamda onunla geziyorum
Ben onsuz yapamıyorum

O benim için yoldaş
Başımın üstünde yeri olan arkadaş
Ayakkabı nasıl gerekli ise insana
Bence öyle gerekli güzel bir şapka

KARAMSAR GÜNLER

 YUSUF KEREM ACAR 

Ne kadar iyimser olsam da
Yine de gelip beni buluyor karamsarlık
Özellikle pazartesi günleri 
Yanımdan ayrılmıyor bile bir anlık


Bana soruyorlar ne oldu ne var
Bir şey yok diyorum inanmıyorlar
Nasıl geçecek günler cuma nasıl gelecek
Bunu düşünüyorum yalnızca bilmiyorlar

Pazar gününden başlıyor aslında karamsarlık
Çünkü ertesi günü büyük karanlık
Yaz tatillerinde görün siz beni
Yanımdan ayrılmıyor hiç aydınlık

ALIŞAMADIM


İSMET ÇINAR ALTUNTAŞ 

Hâlen alışamadım sana
Oysa benim için vazgeçilmezsin
Sürekli yanımdasın
Burnumun ucunda

Sen varken dünya daha renkli
Sen varken her şey daha anlaşılır
Yokluğun biraz karanlık, karmaşık
Neyse ki derecelerin çok küçük
Umarım daha fazla büyümez onlar
Sevgili gözlük 

KÜÇÜK YALNIZLIK

Aden Mira Kartal


Kocaman bir sınıfta
Nedir yalnız kalmak bilir misiniz
Üstelik en yakın arkadaşınız yoksa yanınızda
Baktığınızda yalnızca boşluk varsa sıranızda
Nasıl geçecek zaman diye düşünürsünüz


Neyse ki uzun sürmeyecek bu ayrılık
Ve arkadaşım geldiğinde yanımdaki sıraya
Bitecek bu küçük yalnızlık

ÇAY AŞKINA

EYMEN ÇAM 
YUSUF KEREM ACAR 
İSMET ÇINAR ALTUNTAŞ 
ADEN MİRA KARTAL



Ekmeksiz yaşarım ama çaysız asla, diyordu. Daha çocukken başlamıştı çaya. Akranları süt içerken o çay içmişti sadece. Şehirlerarası yolculuklarda onun yaşındakiler meyve suyu, kek, bisküvi, çikolata isterken muavinden o yalnızca çay istemişti. Okul kantininde sabahın ilk saatlerinden itibaren her teneffüs çay içiyordu. Çay içmediği gün kendini çok kötü hissediyordu. Hiçbir şey yapası olmuyordu. Ramazan ayında en çok çaysızlık onu zorluyordu. İftarı çayla yapıyordu. Sahurda sadece çay içiyordu. 
İyi çayı kokusundan, renginden tanıyor ve bulduğu yerde bardakla değil sürahiyle içiyordu.
Yıllar geride kalıyordu. Okul çağı geldiğinde yazmayı öğrendiği ilk sözcük “çay”dı. Çay kelimesini okumayı zaten birkaç yaşında iken öğrenmişti. Öğretmenleri bir kompozisyon yazın, dediğinde mutlaka çay konulu yazılar yazıyordu. Matematik dersinde çay problemleri uyduruyordu. Resim dersinde yalnızca çay bardağı ve çaydan resimleri çiziyordu. En sevdiği şehir Rize’ydi çünkü ora çayın merkeziydi. İlerde üniversite okumak için Rize’ye gidecek ve orada yaşamaya devam edecekti. 
Çaylar türlü türlüydü fakat onun için adı çay olan her şey önemliydi. Herkes bisküviyi çaya batırırken o çorbaya çay katıyordu. Ekmeğini, simidini çaya bandırarak yiyordu. Gofret, çikolata yemesi gerektiğinde onları da çay bardağına bırakıp öyle yiyordu. 
Çay, onun kırmızı çizgisiydi. 
Çay içmeyen, sevmeyen kişilerle dostluk kuramazdı. Hele kahve içenlerden nefret ediyordu. Yeni tanıştığı kişilere sorduğu ilk soru şuydu:
-Günde kaç bardak çay içersin?
Günde beş bardaktan az çay içenler ona göre güvenilmez insanlardı. Mesela kardeşi…
Sınav sene yaklaşmıştı ve çayı daha da çoğaltmıştı. Arkadaşları suluk taşırken o termos taşıyordu içi çay dolu olan. Gün içinde termos boşalıyor yeniden dolduruyordu onu çayla. 
O gün ikinci termos çay bittikten sonra önce terledi, ardından kaşınmaya başladı. İlk kez düşündü acaba çayı çok mu içiyorum, diye. Belki de sınıf sıcaktı, hava sıcaktı ondandı kaşınması, terlemesi. Son derse girdiklerinde artık yerinde duramıyor sürekli vücudunun bir yerlerini kaşıyordu. Öğretmenleri durumu fark etmişti ama zaten son dersti. Son derste sırtını sınıfın duvarına yaslamış  kurbanlık dana gibi sırtını duvara sürterek kaşıntıyı gidermeye çalışıyordu. 
Okul bitti ve serviste kaşına kaşına eve ulaştı. Eve ulaşır ulaşmaz önce elbiselerini değiştirdi, duş aldı fakat kaşıntısı geçmiyordu. İlk kez bu kadar uzun süre çay içmemişti. Durumu fark eden annesi Çaycan’ın kollarına, vücuduna baktığında kırmızı benekler gördü. Hatta bazıları kanamaya dönmüştü bu beneklerin. Daha fazla beklemeden hastaneye gitmek gerekiyordu. 
Annesi ve Çaycan hastanede önce tahlil verdiler ardından krem alarak ayrıldılar. Tahliller ertesi gün çıkacaktı ve Çaycan saatlerdir çay içmemişti. Hastanenin kantininden bir bardak çay aldı ve dışarıya çıkıncaya kadar bitirdi. Sanki tadı kaçmıştı çayın. 
Ertesi sabah Çaycan yine kaşınarak uyandı. Tahliller sonuçlanıncaya kadar okula gitmemesi gerekiyordu. Belki de bulaşıcıydı bu kaşıntı. Sabahın erken saatlerinde annesi tahlil sonuçlarını açıkladı: Vitamin ve demir eksikliği. 
Çayda yeterince vitamin olmalıydı oysa. Nereden çıkmıştı bunlar şimdi. Demir eksikliği nasıl giderilirdi? 
Annesi hastaneye gitti ve çabucak bir poşet dolusu ilaçla yeniden döndü. Doktorun söylediğine göre bu durumun nedeni çaydı. Çaycan, önce bunu kabul etmek istemedi. Yıllardır çay içiyordu ama bir sorun yaşamamıştı. Hiç değilse bir süre çaya ara vererek denemesi gerekiyordu çaysız hayatı. 
Çaycan, demliklere küskündü. Bardaklarla arasında artık buzdağları vardı. Kahvaltıda, akşam vakti, öğlen vakti, kantinde çayı görmemek için çaba sarf ediyordu. Bir süre sonra bu duruma alıştı fakat artık yeni bir sorunu vardı: ayran. 
Bardaklar dolusu ayran içiyordu her gün. Termosunda da soğuk ve tuzlu ayran götürmeye başlamıştı okula. 

HAYAL


Elif Dağdeviren

Uzaya çıkmaktı benim hayalim
Zaman zaman halen bu hayali kuruyorum
Ama belki de gerçekleşmeyecek bir hayal
Yine de bu hayal ile yaşamaya devam ediyorum 

YEŞİL SIRDAŞIM

Elif Dağdeviren

Rengi yeşil onun
Ve duygularımın tercümanı
Onunla aktarırım kâğıda
Düşüncelerimi, duygularımı, hayallerimi
Neler neler anlatırım ona

Üzülünce, sevinince
Onunla açarım günlüğümün sayfalarını
Bütün duygularımı bilir
Çünkü sadece o beni anlar

Belki de konuşabilse
O da benimle duygularını paylaşır
Ama dili yok onun
O sadece yazar
Benim içimden geçenleri
Kalemim
Biricik sırdaşım

DUYGU HAPİSHANEM

Doğa Uzunpınar

1. Bölüm: Ben
Herkes bana duygusuzsun, karamsarsın ve tepkisizsin diyor. Hâlbuki ben bütün duygularımı yaşıyorum. Dışımdan karamsar olabilirim ama aslında iyimserim. Tepkisiz değilim. Yalnızca tepkilerimi göstermeyen biriyim. Beni neden böyle görüyorlar ki? Hayatın farkındayım. Kötü şeylerden haberdarım. Bu yüzden mutlu olamıyorum. Acıların ağrısı çok ağır geliyor. Yaptıkları hataları düzeltmek yerine böyle sorular sormaları beni çok kızdırıyor. Onlar kim mi? Herkes… Herkes aynı. Hiç kimsenin en ufak bir farkı yok. Herkes, herkesi olumlu veya olumsuz eleştiriyor. Bu da benim duygularımı sarsıyor. Bu sebeple beni böyle görüyorlar. Duygu hapishanemdeki klasik bir günüm, işte her günüm bu düşüncelerle başlıyor. Her gün bana özel yapılmış olan bir hapishanede oturuyorum ama koruyucu olarak değil, suçlu olarak. 

2. Bölüm:  Hapishanem
Gündüzleri benim için özgürlük demekti. Hapishaneden çıktığım zaman çoğunlukla gündüz oluyordu. Bu her zaman değişiyordu. Ben ne zaman uyanırsam çıkıyordum hapishanemden. O yüzden uyumaktan nefret ediyorum çünkü rüyalarım aslında rüya değil, hapishanemde yaşadıklarım.
Şimdi size hapishanemden bahsetmek istiyorum. Burası her hapishane gibi gri duvarlardan oluşmuyor. Burası rengarenk. Oturduğum hapishane odasının rengi ben hangi duyguyu hissediyorsam ona göre değişiyor. Örneğin sevinçliysem sarı, mutsuzsam mavi, kızgınsam kırmızı oluyor duvarın rengi. Bu pek çok kişinin hoşuna gidebilir ancak benim hoşuma gitmiyor. Duvarın renk değiştiriyor olmasının bir anlamı yok. Neticede burası halen bir hapishane. Çıkışı olmayan bir hapishane. 

HAYAT BÖYLE GÜZEL

Beste Kaya

Yeşil bir çevrede
Açan çiçeklerle
Öten kelebeklerle
Hayat güzel böylece

Güzel kokan ağaçlar
Yeşil mi yeşil yapraklar
Bal yapan arılar
Hayat güzel böylece

Güzel insanlarla 
Gittiğimiz okullarla
Öğrendiğimiz bilgilerle
Hayat güzel böylece



MİNİK BİR DÜŞÜNCE


Ekin Akçay


Bir gerçek; kimine göre sadece bir doğrudan, kimine göre sadece bir yanlıştan ibarettir. Ya da çoğu insana göre kişiden kişiye değişen gerçekler vardır değil mi? Hayır; bir gerçek, benim için bundan ibaret değil. Daha da fazlası var. Nasıl milyonlarca olasılık dururken içlerinden iki tanesinin var olduğunu düşünüp de bu iki şık arasından kendimizi seçim yapmaya zorlarız? Birisine doğru, bir diğerine ise yanlış nasıl diyoruz. Oysa düşünülmesi gereken çok şey var bu kararı verirken. Bu kararı bize verdiren nedir? Bu karar, düşüncelerle, mantıkla ya da başka insanlardan etkilenerek mi verilir? Bir gerçek, bu şekilde etkiler altında seçilebilecek, karar verilebilecek şey değildir. Doğru ya da yanlış, yanımızdaki insanların doğru veya yanlış diye kabul ettikleri şey değil ki. Bir gerçek,  bence kalplerimizin tam ortasından geçen o minik bir düşüncedir. Her şeyden bağımsız ve herkesten uzak karar verilir gerçeğin kendisine. 

OYUNCAK

Elif Naz Özden


Zamanın değerini kim anlayabilir ki? 
İki hecelik bu kavramı kim tanımlayabilir ki?
Onun kölesi olmuşuz farkında bile değiliz
Peşinden koşuyoruz zamanın, bunu bile anlayamıyoruz

Onu yakalamaya çalışsak beceremeyiz
Durdurmayı denesek başaramayız
Akışına bıraktığımızda bela oluyor neden
Ne yaparsan yap, giden gidiyor elden

Planlarımızı zamana göre ayarlıyoruz
Kendimizi yirmi dört saate sıkıştırıyoruz
Herkesin bir işi var zamanla
Kısacık görüşmek için bile biriyle kavga ediyoruz onunla

Bazıları ise yarını planlarken bugünü kaybediyor
Şanslı değilsek bu planlar işe yaramıyor
Ancak zamanın yoldaşı hayat çıkagelene dek
Çukurlar açıyor hayat planlarımıza 

Kimisi ihtiyaçlarını bile zamanı varsa görüyor
Kimisi doğum günü şenliği bitti diye üzülüyor
Peki, biz ne yapıyoruz? 
Oyuncağı olduğumuz zamanın, peşinden koşuyoruz

3 Ocak 2025 Cuma

ADINI SUSAN ÇİÇEK


Betül Seyhan

Ne zaman babaannemlere gitsem onu görüyorum salonun bir köşesinde, sessiz ve hüzünlü. Onu görmek yalnızca bir bitkiyi görmek değil benim için. Onu görmek yıllar yıllar öncesinin bir kısa film gibi gözlerimin önünden geçmesi. Onu görmek demek, zamanın donması. Onu görmek demek çocukluğuma dönmek biraz da. 
Adını bile bilmediğim bir bitkinin bu kadar anlam yüklenmesi nasıl oldu, anlamıyorum. Aslında yıllardır oradaydı o ve sadece dedemin gözdesiydi. Elleriyle dikmişti onu, o saksıya ve üzerine titremişti yıllarca. Büyüyen her dalında, açılan her yaprağında dedemin de yüzünde bir tebessüm açardı, sevinirdi çocuklar gibi ve bizlere gösterirdi büyüyen çiçeğini. O zamanlar anlamazdık dedemin sevincini. Çiçek de sanki dedemin dilinden anlar gibi o sevindikçe daha da gelişti, büyüdü. Hatta bir ara daha fazla büyürse nereye sığacak diye düşünmeye başlamıştım fakat daha fazla büyümedi, aksine küçüldü. Bir ekim ayında dedem bizleri bırakıp göçtüğünde sonsuzluğa, onun yadigârı çiçek de küçülmeye başladı. Artık yeni dallar, yapraklar açmadı. Önce büyümeyi bıraktı, sonra küçüldü, küçüldü. 
Çoğu insan için sadece bir çiçek o fakat benim için başka bir dünya, başka bir imge. Dili olmayan, kelimeleri bilmeyen fakat konuşan, fısıldayan, hüzünlenen bir canlı. 
Hani üzerinde güller açsa, çiçekler açsa ismini Dedeçiçeği koyacağım fakat çiçek de açmıyor garibim. Yalnızca hoş bir yeşillik. Hepsi o kadar. 
Babaannem artık fazlaca ilgilenemiyor çiçekle. Belki de ilgilenmek istemiyor.
Dedem onu bize bırakıp gitti. Şimdilerde o yok evinde fakat onun emaneti öylece duruyor ve her yanına gittiğimde sanki bana dedemle yaşadığı şeyleri anlatıyor. Sormasam da, konuşmasam da anlatıyor. 

KÖR SAĞIR ARAYIŞI


İdil Karaman

Sanat, hayat bulur yaşamın her damlasında
Aynı yaşamın sanattan var olduğu gibi
Doğada saf bir maden gibi bulunur
Doğa sanatın kendisiyken
İnsan kendisi yapamaz mı
Yaptığını zanneder ancak
Eğer sanat yansıtamazsa duyguları
Batsın ona sanat diyenler
Yürür insan sanatı bulmak için
Yürüdüğü yol sanatın kendisiyken
Ayağından çıkan her ses bestedir
Lakin asıl olay, bunu fark edebilen olmaktır

İNSAN ÜZERİNE

Ezgi Budak

Duygular insanları güçsüz mü kılar? Birçoğumuz böyle düşünüyoruz, belli oluyor gözler önündeki vaziyetimizden.
Manavdan meyve seçerken nelere dikkat ediyorsunuz? Kabuğuna mı, şekline mi, rengine mi, boyutuna mı? Neticede hepsinin tek tek içini açıp bakmıyorsunuz. Diyelim ki manavdan parlak kabuklu, güzel görünümlü mandalinalar aldınız fakat içlerini açıp tattığınızda ne denli acı olduğunu fark ettiniz. O mandalinalar insanlardır. Kabuklar, duygular gibi içteki tatsızlığı saklar. İç kısmı ise salt insandır. Eğer güçlü olmanın vicdan azabı çekmemek ya da ağlamamak olduğunu savunuyorsanız bu çok büyük bir yanılgıdır. Duygulardan arınmış insanlar salt hallerine geri dönmüş demektir, yani o kabuksuz ve tatsız haller. İçlerinde yalnızca mantar gibi onlara yapışmış acılar ve intikam hissi kalmıştır. İntikam uğruna verilen manasız savaş, onları güçsüz yapar. Bir hiç uğruna verilmiş savaş, güçsüzlük değil midir? İçlerinde bu güdülerini dizginleyemeyecek kadar hiçbir şeyin kalmayışı ve kendilerini bitirecek derecede güçsüz olduklarını rahatça görebiliriz. İnsanlık bu yöne doğru evrilirse katliam kaçınılmazdır. Asıl güç, bu güdüyüz dizginleyecek vicdana ve iradeye sahip olmaktır. Bu iki kelime insanı canavardan ayıran tek şeydir keza duygular da öyle. Her insan intikamın cazibesine aldanabilir. Ne de olsan insan buna kanacak kadar ikiyüzlü mahlûktur. Ancak güçlü olanlar kendilerine sahip çıkar, bunu da duyguları sayesinde yaparlar. Yine duygular vasıtasıyla katliamdan uzak dururlar. Duygular insanı insan yapar ve onu günah çizgisinden uzak tutar. Bazen güç, yapmaktansa yapmamaktır, yapmayacak kadar güçlü olmaktır. 
Duygular güçsüzlük arz etmez aksine insan gibi güçsüz bir varlığı güçlü kılar. Bu yüzden onlara sahip çıkmalıyız. Duygularından vazgeçmiş bir insan, insanlığından da vazgeçmiştir çünkü güç, hâkim olabilmektir; nefret ve intikam güdüsünü hiçe sayabilecek kadar kendine hâkim olabilmektir. Bu da ancak duygularla sağlanabilir. 

SAHİCİ YALANLAR

İdil Karaman

Farklı zihinlerde aynı hayaller barınamaz. Herkes farklı bir açıdan ve zihnin büyüklüğü ya küçüklüğü kadar bakar aynı zannedilen hayale. Aynı tohum, aynı toprakta, aynı güneşi ve suyu alsa bile nasıl farklı farklı şekillerde boy veriyorsa insan zihni de böyledir. Aynı evde yaşıyor olmak, aynı yaşta olmak, aynı sınıfta aynı öğretmenlerden aynı dersi almak aynı sonuca götürmüyor insanı, aynı hayale nasıl götürsün?
Farklıyız, hiçbirimiz benzemiyoruz birbirimize. Benzeyemiyoruz, benzeyemeyiz. Ortak kesişen noktaları benzerlik zannediyoruz ki bu kesişmeler de zaten anlık. Sıcak bir günde soğuk suya duyulan hasret gibi, çok açken aynı yemeği düşlemek gibi. Yani ihtiyaç zamanlarında yalnızca insan değil, bütün canlılar bu reflekse kanar. Bu, benzerlik değildir, çaresizliktir. Bu çaresizlik birlikte tutar insanları ve ortak hayale, ortak düşünceye inandırır. Oysa bu bir yanılgıdır. Aynı hayale sahip olunduğunun yanılgısı. 
Hayallerin ve düşüncelerin ortak bir noktada buluşamayacağının diğer göstergesi de bu iki kavramın sabit olarak kalmamasıdır. Hayaller değişir. Her yaşta değişir, her mevsimde hatta her ayda değişebilir. Değişirken gelişir aynı zamanda. Detaylanır, büyür. Bir bitki tohumunun toprak altında kök salması, derinlere inmesi gibidir hayal. Düşünce de yine aynı şekilde zihinde kurgulanır ve dış dünyaya göre şekillenir. Bütün bu etkenlere rağmen nasıl insanlar aynı hayali kurabilir. Aynı şeyi düşünebilir. 
Seni anlıyorum, cümlesi doğru zannedilen bir yalan. İnanılası bir yalan. Söyleyeni bile inandıran ve söyleneni mutlu eden bir yalan. Seninle aynı hayalleri paylaşıyoruz, cümlesi ise çıngıraklı yalan. 
Farklı zihinlerde aynı hayaller barınamaz.

2 Ocak 2025 Perşembe

ZAMANIN KARMAŞASI


Rukiye Tokgöz
Meryem Katırcı

1. Bölüm: Bela

Son günlerde telefonuyla başı beladaydı. Durup dururken telefonu kapanıyor, kapalıyken açılıyordu. Şarjı bazen yüzde yüz dolu iken birdenbire bitiyordu. Bu da yetmiyormuş gibi bazı uygulamaların kendiliğinden açıldığını görüyordu. Artık bu telefonu değişmenin zamanı geldi, diye düşünüyordu ama bu telefonu alalı henüz birkaç ay olmuştu. 
Telefonunu sıfırladı, uygulamaları sildi, hatta telefondan, yazılımdan anladığını düşündüğü arkadaşlarına gösterdi fakat onlar telefonu eline aldığında her şey normale dönüyordu. Telefon, onun için artık hayatı kolaylaştıran değil zorlaştıran bir araca dönmüştü. En iyisi evde olduğu zamanlar telefonunu kapalı tutmak, dışarıya çıkınca açmaktı. 
Evdeydi ve telefonunu kapattı. Bir süre sonra gözü telefonuna ilişti, telefon kendiliğinden açılmıştı. Kapatmaya üşendi. Çözmesi gereken sorular, yapması gereken ödevler vardı. Bir süre sonra ekran ışığı yeniden dikkatini çekti. Üstelik bir de bildirim sesi gelmişti. Belki de arkadaşı yarın yapılacak sınav hakkında bir şeyler soruyordu. İstemsizce telefona uzandı. Telefonuna bir mesaj gelmişti ama gönderen kişi görünmüyordu. Bu tarz mesajlara tıklanmaması gerektiğini biliyordu. Yeniden derslere döndü fakat bir kez daha bildirim sesiyle dikkati dağıldı. Bu kez doğrudan doğruya mesajlar düğmesini tıklayarak okumaya başladı. Bu bir bilgilendirme mesajına benziyordu: 
Yarın, 2 Ekim 2068 tarihinde kuvvetli rüzgâr ve şiddetli meteor yağışı beklenmektedir. Tedbirli olmanız ve sığınaklardan çıkmamanız önemle rica olunur. 
Bunun mesajın gereksiz bir şaka olduğunu düşünerek ders çalışmaya yöneldi fakat diğer mesaj da aklındaydı. Henüz onu okumamıştı. Yine istemsizce diğer mesaja göz ucuyla baktı:
Dün, 2 Ocak 2032 tarihinde yaşanan depremden dolayı hasar tespit çalışmaları için en kısa zamanda kurumumuza müracaat etmeniz gerekiyor. 
Her iki mesajın da gönderen kısmında bir isim yoktu. Bu bir şaka olmalıydı. Aynı kişinin gönderdiği saçma sapan bir mesajdı. Zaten mesajları okuduktan sonra telefon kapanmıştı. Açmaya çalıştı fakat telefon açılmıyordu. Ders çalışmalıydı. Böyle garipliklerle uğraşacak zamanı yoktu. Hem iyi notlar alırsa belki de ailesi yeni bir telefon almak için gönüllü olabilirdi. Gecenin geç saatlerine kadar ders çalıştı. Artık sınava hazırdı. 
Ertesi gün sabah telefonunu açmaya çalıştı ancak telefonu yine açılmıyordu. Belki de servise göndermeliydi. Halen garantisi devam ediyordu. Sınava girdi, çıktı. Telefonsuz hayat da aslında fena değildi. Kimse aramıyordu, kimseyi de arama ihtiyacı hissetmiyordu. Artık birileriyle irtibatı kesmek için bir bahanesi de vardı: Telefonum bozuk. 
Gün bitip eve döndüğünde ertesi günün sınavına çalışmak için masasına oturdu. Telefonunu da yine yanına koydu. Artık açmaya bile lüzum yoktu. Tam ders çalışmaya başlamıştı ki telefon yine kendiliğinden açıldı. Telefonu umursamıyordu artık fakat yine bir bildirim sesi geldi. İçinden, yine başlıyoruz saçma mesajlara, diye geçirdi. Göz ucuyla telefona baktı. Gelen bir video mesajdı. Açıp açmamakta tereddüt yaşadı. Sonunda videoya tıkladı. Bir öğrenci, bir okul çıkışında merdivenlerin önünde açıklama yapıyordu. Mikrofonlar tutulmuştu öğrenciye. Öğrenci şöyle diyordu:
Sınava çok çalıştım ancak bu kadar iyi bir başarı elde edeceğimi ben de bilmiyordum. Hayalimdeki üniversiteye kayıt yaptırmak benim için harika bir duygu. 
Bu sesi bir yerden tanıyordu ama nereden? Bu yüzün sahibini bir yerden tanıyordu ama nereden? Birkaç kez daha aynı videoyu izledi. Bu esnada telefon kapandı ve siyah ekranda kendi yüzünü gördü. Videoda konuşan kişi kendisine çok benziyordu. Üstelik sesi de aynı kendi sesi gibiydi. Çok mu uykusuz kalmıştı, çok mu besinsiz kalmıştı? Bu yaşadıkları, zihninden geçenler… Hepsi saçma sapan şeylerdi. Belki de dün mesaj filan da gelmemişti. 
Telefonu yeniden açmaya çalıştı. Bir süre uğraştı ve sonunda başardı. Hemen mesajları açtı, gerçekten de düne dair herhangi bir mesaj yoktu. Az önce gördüğü ya da gördüğünü sandığı video da yoktu. Telefonu yeniden kapattı ve sonraki günün sınavına çalışmaya devam etti. 
Bu dönemin son sınavını da geride bırakmıştı. Sınavların bittiği gün telefonu normale dönmüştü. Artık açmak istediği zaman telefon açılıyor, kapatmak istediği zaman kapanıyordu. Uygulamalardan da kendi kendisine çalışan yok gibiydi. Her şey normal görünüyordu ta ki bir hafta sonrasına kadar. 

Bir hafta sonra ara tatil başlamıştı. Tatil boyunca nasıl vakit geçireceğine henüz karar vermemişti. Tatilin ilk sabahı telefonunun yine kendiliğinden açıldığını gördü ve bildirim sesiyle biraz canı sıkıldı. Yatağından kalkmadan telefonuna uzandı. Yine bir mesaj gelmişti. Belki de virüs girmişti telefonuna. Tüm bu yaşadıklarının başka açıklaması olamazdı. Telefonu bu hafta garantiye göndermeli ve tatil sonrasına daha huzurlu başlamalıydı. Mesajlara baktığında daha önce göremediği iki yazılı ve bir video mesaj yerinde duruyordu. Bu üçüncü mesaj da yazılı olarak gelmişti. Okudu mesajı fakat anlam veremedi. Mesaj şöyleydi:

Galiba şaşkınsın hem de çok üzgün
Elinde telefon hayattan bezgin
Lavaboya git ve uyan hemencik
Evde olanlara söyleme bir şeycik
Cevap bekliyorum senden kaç gündür
Endişe etmeden yazsaydın bana
Kendimi söylerdim belki de sana

Zihnin çok karışık ama panik yok
Artık senin işin zor mu hem de çok
Mesajları atan benim aslında
Anlamak istersen ilk harflere bak
Nasıl da şaşırdın küçük yavrucak

2. Bölüm 
zeynep karaman, zehra yıldırım, rukiye tokgöz, meryem katırcı

Gelen mesajı bir kez daha, bir kez daha okudu, farklı anlamlar bulmaya çalıştı fakat sondan bir önceki dizede “ilk harflere bak” ifadesine gözü takıldı. Mesajların ilk harflerini birleştirdiğinde “Gelecek Zaman” kelimelerini gördü. Gerçekten de gelen mesajlardaki tarihler on yıllar sonrasına aitti. Artık bu şakanın tadı kaçmıştı. Muhtemelen bilgisayar ve telefon işlerinden iyi anlayan bir arkadaşı yapıyordu bu şakayı fakat telefonundaki anormalliğin sebebi neydi? Belki de virüs girmişti telefonuna. Bu cihazı garantiye göndermeliydi ve yazılımının yenilenmesini talep etmeliydi. Tatilini bu saçmalıklarla geçirmeye niyeti yoktu. 
Olan biten her şeyi başından sonuna düşündü ve ailesine anlatmaya, telefonu garantiye göndermeye karar verdi. 
Durumu paylaştığı babası ve annesi telefonu görmek istediklerini söylediler ve olanlara pek anlam vermediler. Telefonu annesine ve babasına uzattı. Büyük bir dikkatle telefonu inceleyen babası anormal bir durumla karşılaşmadı. Mesajlara baktı, silinen mesajlara baktı, dosyalara baktı fakat hiçbir anormallik görünmüyordu. Telefonu annesi eline aldı ve bir süre de o kurcaladı. Kendisine mesaj attı, kendi telefonunu aradı. Kendi telefonundan mesaj attı. Telefonu defalarca kapattı, açtı fakat hiçbir sorun görünmüyordu. Ailesi bu hikâyeye inanmamıştı anlaşılan. Telefonu garantiye göndermek yerine, kendi telefonuyla değişmeyi teklif etti babası. Bunu kabul edemezdi. Ailesinin gözünde artık telefon değil de kendisi anormal görünüyordu. Bunu, sessizlikten ve birbiriyle işaret diliyle anlaşan anne babasının tavırlarından anlıyordu. 
Telefonu hiç açmayacaktı. Hatta internet bağlantısını kesecek, kartını çıkaracaktı. Yeni mesaj geldiğinde ise açmadan annesine, babasına gösterecekti. Telefon, onun için büyük bir gizemdi. Anlam veremediği bir gizem. 
Anne ve babası bu esnada psikolog arayışına girmişlerdi bile. Çocuklarının durumunu hiç iyi görmüyorlardı. Oysa birkaç hafta öncesine kadar bu tarz bir davranış hiç göstermemişti. 
Belki de ailesi haklıydı. Çok uykusuz kalmış ve son zamanlarda arkadaşları da çevresinden iyice uzaklaşmıştı. Bu yaşadıkları belki de sanrıydı. Uyumalı, dinlenmeli ve kendini toparlamalıydı. Düzensiz bir hayat, bu tarz şeylere neden olabilirdi. İnsanın hastalığını kabul etmesi ile başlar iyileşme süreci, diye düşündü. Ailesini daha fazla üzmeden psikoloğa gitmeyi kendisi teklif edecekti. Şimdi yeniden telefonla uğraşmak istemedi. Bilgisayarını açtı ve psikolog aramaya başladı. En azından ailesine, gitmek istediği psikoloğu kendisi söylemeliydi. İnternet tarayıcısını açtığında garip haberler gözüne çarptı. Normalde haberlere hiç dikkat etmezdi fakat bütün haberlerdeki kişilerin kıyafetleri çok garipti. Haberlerin hepsine birer birer bakmaya başladı ve o anda yine morali bozuldu. Açtığı ilk haberin başlığı şöyleydi: “İstanbul’a Uçuş Fiyatları Mars’a Uçuş Fiyatlarını Geçti.” Bir sonraki habere baktı: “Ay’da Bulunan Tüm Otellerde Uzay Böcekleri Yayılıyor.” Hızlıca tüm haberlere baktı. Bunlar da bir şaka olamazdı. Bilgisayarının tarihine baktı 2 Haziran 2072’yi gösteriyordu. Bilgisayarını kapatacaktı ki masaüstünde Windows 33 logosunu gördü. Bilgisayarını kapatmaktan vazgeçti. Ailesine bilgisayarı götürmeyi ve haberleri göstermeyi düşündü. Bilgisayarını masadan aldı ve ailesine götürüyordu ki ekranın karardığını gördü. Tuşlara bastı ama nafileydi. Bilgisayar açılmıyordu. Bu esnada babasını gördü ve bilgisayarın açılmadığını söyledi. Bilgisayarı eline alan babası tek dokunuşla bilgisayarı açtı. Her şey normal görünüyordu. Neyse ki babasına az önce gördüğü şeyleri söylememişti. Sorun kesinlikle kendisindeydi. 
Biraz oyalanmak için televizyon izlemek, iyi bir fikirdi. Salona geçti. Televizyonu açtı. Neyse ki her şey normaldi. Arka Sokaklar, dizisini epeydir izlemiyordu ve özet bölümü geçiyordu. Özet bölümünde kaçırdığı ne kadar çok şey olduğunu düşündü. Bir süre sonra nihayet özet bölümü bitti ve yeni bölüm yazısını gördü. 5602. Bölüm yazısını görünce başı dönmeye başladı. Diziyi izlemeye devam etmeliydi fakat mekânlar, oyuncular değişmişti. Bu esnada annesinin yanına geldiğini fark etti. Annesi odaya girdiğinde televizyona baktı, her şey normal görünüyordu. Az önce gördüğü mekânlar, oyuncular değişmişti. Odasına dönüp uyumalıydı ve düşünmemeliydi. 
Odasına döndü ve uzandı. Kaç dakika, kaç saat uyuduğunun farkında bile değildi ki bir bildirim sesiyle uyandı. Telefonu kapalıydı. İnternetini kesmişti, kartı çıkarmıştı ve şimdi bu telefondan bildirim sesi geliyordu. Eliyle telefona uzandı ve yine bir mesaj geldiğini gördü. Mesajı okudu:
Telefonu kapatmanın çözüm olmadığını gördün. 
Bağlantıları kesmenin çözüm olmadığını da gördün. 
Bilgisayarını gördün. 
Televizyonu gördün.
Gördüklerini başkalarına anlatmanın bir çözüm sağlamayacağını da gördün. 
Artık kabullenmelisin. 
Sen, gelecek zaman içinde gezinebilen birisin.
Hayatını buna göre şekillendirmelisin.
Sen, anormal değilsin. 
Sen, seçilensin.  
Son cümle tüm öfkesini yatıştırmaya yetmişti. “Sen seçilensin.”
Kim seçmişti onu? Neden ve ne için seçmişti? Görevi ne olacaktı? Zihninde bu sorular dolaşırken aklına ilk kez bir şey geldi: Cevap yazmak… Gelen mesaja bir cevap yazmalıydı. Düşünmeden yazmaya başlamıştı bile:
Beni seçen kim? Sen kimsin? Gelecek zamanın bir sınırı var mı? Gelecekteki hangi zamana kadar gidebilirim? Geçmiş zamana da gidebilir miyim? 
Cevap gecikmedi:
Benim kim olduğum önemli değil ama bu telefon senin kaderin. Kaderinden kaçamazsın. Seni kimin ne için seçtiğinin de önemi yok. Sadece kabullen. Geçmişe gitmen mümkün değil. 


MESAİ


Yusuf Çağrı Ekici


Her sabah yedide uyanmak 
Ve uykulu gözlerle hayata başlamak
Gün boyu koşuşturmak 
Bir şeylerin peşinden
Çok sıkıcı böyle yaşamak

Ansızın gelen bir kar tatili
Ya da uzun yorgunluklar sonrası
Önüne vardığımız küçücük tatiller
Yetmiyor mutlu etmeye beni

Yine de gün bitip akşam olunca
Okul formasıyla uzanmak yatağa
Ve ansızın dalmak rüyalara
Yaşamak en çok bu vakitler güzel

Fakat uyanınca yine bir mesai
Bir de diyorlar ki bana 
Hayatın ne güzel, hayatın ne iyi

T/UZAK

Merve Hoşgiz

Herkes uzak kalmaktan şikâyetçi
Ya da uzakta olmaktan bir yerlere
Uzak, o kadar da kötü değil
Uzakta olmak da kötü bir şey değil bence 

Hem insan
Bazen kendinin bile uzağında
Başkasına nasıl yakın olabilir ki
Ya da başka başka mekânlara

Uzak, deyince çoğu insan yıldızları söylüyor
Yıldızlar uzakta değil oysa
Uzak, ötesi değil insanın
Galiba kendisi

Ben mesela
Uzağındayım geçmiş günlerimin
Ve geleceğimin
Uzak, hem de çok uzak
Yarın kadar yakın
Yanımda kadar uzak




DÖRT BOYUTLU OLAYLAR

Emir Aras İmirhan

1. Boyut
Bunda ne vardı ki? Oysa herkesten işitirdim bunları. Kimse saklamazdı. Hatta başkalarından da daha evvelden işitmişti söylediklerimi ama ben söyleyince beni yanından kovdu. Sadece yanından kovsa neyse, işten de kovdu. 
Bizim sultan da işte böyle biri. Kendini dünyanın hâkimi zannediyor. Bazen hiç umursamaz bazen ise alınganlığı tutar. İyi mi oldu? Şimdi işsizim lakin iş çok kötüydü. Belki de hayırlı bir şeydir. Böyle olması gerekiyordu. İşim kolay yahut bu kötü işi yapmak isteğim değildir. 
Zaten Hünkârım ne zaman benden şerbet istese şerbetini götürmeden önce üstünden birkaç yudum alıyordum. Bu iyi şerbetlerden neden bize vermediklerini anlayamıyorum çünkü. Ben de nasibimi alıyordum.  Kurulan toylarda, derneklerde o oturmadan önce mutlaka yemeklerden ısırıklar alıp bırakıyordum. Bunu yapan yalnızca ben değildim, hakikat bu. 
Neyse ki merdivenlerden inerken sürünen kaftanına benim bastığımı ve bu yüzden merdivenlerden yuvarlandığını bilmiyor. Koca göbeğiyle yuvarlanarak inmişti merdivenlerden. 
Gece istirahat halineyken saçlarını kesen kişinin ben olduğumu da bilmiyor şükür. Sabah uyandığında saçlarındaki farklılığı görünce çok tez ve kolay ikna etmiştim onu, iyi saatte olsunların yanına uğradığına. Hatta o kadar ürkmüştü ki yarım saatte Bakara’yı ezberlemişti. Oysa Kevser’i ezberlemek bir ayını almıştı. 

2. Boyut
Ben, ona gösterdiğim yakınlığı iş yerinde kimseye göstermemiştim. O ne etti? Bütün çalışanların yanında bana ağzına geleni söyledi. Beni aşağıladı. Üstelik bunu öyle rahat yaptı ki… Başkalarından da duyduğum şeylerdi bunlar fakat ondan duymak, beni hayli rencide etti. Ben de onu aşağıladım ister istemez. Mümkün olsa aşağıya atacaktım. Dua etsin ki sarayın tek katı vardı. Onun için ve benim için en iyi olan şeyi yaptım, kovdum onu. Kırmızı papyonuyla zaten avare gibi dolaşıyordu her yerde. Kaç kez ona kravat hediye ettim ama hiçbirini kullanmadı. Hem huzurumdan hem işinden kovdum. O şimdi kesinlikle şöyle düşünüyordur: “Başkaları aynı şeyleri söyleyince tebessüm eder, ben söyleyince kovar.” Doğru bu düşüncesi fakat o, başkalarından farklıydı. Ona kimseye göstermediğim teveccühü göstermiştim. O ise bunu suiistimal etti. Başkaları o cümleleri kurarken müdahale etmeliydi. O ne yaptı? Müdahale etmek yerine aynı cümleleri bana karşı kullandı. Yeter senelerdir beslediğim, maaş verdiğim. Kovulmayı hak etti. Zaten çalışma desen yok. İş güç desen yok. Kocaman imparatorlukta ondan başka bu işi yapacak kimse yok sanki. Kendisini ne sanıyor, bilmiyorum. Üç kıta, yedi deniz bana bağlı.
*
Son zamanlarda herkes onun işten kovulmasını konuşuyordu. O kovulduktan sonra Hünkâr da artık eskisi kadar güler yüzlü değildi. Epeyce gergindi. Yanına giren çıkan herkesi işten kovmakla tehdit ediyordu. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Üstelik bu olay dış ülkeler tarafından bile duyulmuştu ve yer yer isyan hareketleri başlamıştı. Hatta ülkelerden birinin savaş için asker topladığı yönünde bilgiler geliyordu fakat bunu kimse Hünkâr’a söyleyemiyordu. Günler böyle geride kaldı. Kimse bir şey konuşmamaya devam ediyordu ki bir sabah uyandıklarında kapıda başka bir ülkenin elçisini gördüler. Hem de hayli kalabalık gelmişti elçi. Artık Hünkâr’a olan biteni anlatmanın zamanı gelmişti. 
Hünkâr hiçbir şey söylemeden olan biteni dinledi. Çok kötü bir durumdaydı kendi ve ülkesi adına. Elçiyi huzuruna kabul etti. Elçi hayli küstah biriydi. Artık Hünkâr’ın emekliye ayrılmasını ve tüm işleri kendilerine bırakmalarını söylüyordu. Şirketi hisselere ayırmazsa zaten batacaklarını da ilave ediyor sanki tehdit ediyordu. Hünkâr sessizdi. Sadece elini havaya kaldırdı. Tam elçiyi de kovacaktı ki kovduğu son eleman aklına geldi. Onun kovulmasından sonra gelişmişti bunların hepsi. Havada duran Hünkâr’ın eli boşta kalmasın diye elçi eliyle karşılık verdi ve “çak” dedi. O sırada Hünkâr içinden konuşuyordu: “Herkesi zaten kovacaktım ama ilk önce onu kovdum.” Şimdi onun yüzünden tüm çalışanları kovmak gerekiyordu. Bir kişiyi işten çıkarınca bütün şirket felakete sürüklenmişti. Hayli düşündürücü bir durumdu bu.

3. Boyut
Hepsi hepsi ben bir elçiydim. Emir kuluydum. Hünkâr son hareketimden çok fazla alınmış. Neymiş efendim kocaman Hünkâr’a “çak” yapmışım. Oysa ben onun eli boşta kalmasın diye yapmıştım bunu. Kocaman Hünkâr’ın eli havada kalır mı? Madem o kadar büyük biri, neden etrafındaki çalışanlardan biri ona müdahale etmedi. Elini tutmadı. 

4.Boyut
Daha az tarih çalışması gerektiğini düşündüğünde saat sabahın beşiydi. Uyusa işe geç kalabilirdi. Uyanık kalmalıydı ve iş yerine zamanında gitmeliydi. Gece boyunca dört kez uyanmış her uyanışında garip rüyalar görmüştü. En iyisi gördüğü rüyaları her zamanki gibi defterine yazmaktı. Defterini açtı ve o günün tarihini attı, yazmaya başladı: Bunda ne vardı ki? Oysa herkesten işitirdim bunları.

31 Aralık 2024 Salı

SİNİR KÜPÜ

Emir Sabri Ünsal / Mahmut Eray Erbaş

Zekâ küpü diyorlar adına
Bakıyorum herkesin elinde var oysa
Herkes bu kadar zeki olmaya hevesli mi
Bence bu oyuncağın adı değişmeli 
Ona rastlayınca bir yerlerde
Sinir küpüne dönüyorum neden/sizce

Renkleri bir araya toplamanın
Zekâ ile nasıl bir ilişkisi var anlamıyorum
Kim verdiyse ona bu ismi
Şimdilerde o kişiyi arıyorum

Eğer bulursam onu 
Ne diyeceğimi biliyorum

GARİP DURUM

 Emir Sabri Ünsal

Bazen sıkıldığımı belli etmemeye çalışsam da
Anlıyor öğretmenim bir anda
Oysa tebessümü eksik etmiyorum yüzümden
Yine de anlıyormuş o halimden

Sol dizim yerinde durmuyormuş
Bir sağa, bir sola gidiyormuş
Bir sonraki derste bağlamayı düşünüyorum onu
Ele vermesin diye
İçimde yaşadığım durumu

KALP AVCISI


Mahmut Eray Erbaş

Kışın soğuk gecelerinde
Aklıma geliyorsun birdenbire
Ya açsan, barınacak yerin yoksa
Uykum kaçıyor saatlerce

Bazen görüyorum seni uzaktan
Yanıma bile uğramadan geçiyorsun
Nereye gidiyorsun, kimlerle geziyorsun
Bilmiyorum ama merak ediyorum

Sevimlisin, güzelsin
İlgi odağısın herkesin
Yalan yok
Hepimizin kalbindesin

Bahçemizin sevimli kedisi
Ah bir de kuşlara sataşmasan
Emin ol yok senin gibisi

UMUT

 HAYRETTİN EYMEN BULUT


Okulun önünden geçerken
Bazı sesler duyuyordum
Arı vızıltısına benzeyen
Belki doğru işitiyordum
 
Okulun tam önündeyken
Karıncaların ayak seslerini duyuyordum
Umuyorum doğru işitiyordum
 
Ağustos böceğinin diğerlerini taklit ettiğini
Düşünmek bile istemiyorum

SOĞUK DÜNYA


Hayrettin Eymen Bulut

Daha önce onu hiçbir yerde
Görmemiştim, tanımıyordum
Ürkekti, kaygılıydı
Önünde uzayıp giden
Karla kaplanmış dağlara uzun uzun bakıyordu
Görmediğim bir şeyi mi görüyordu
Onun kederinden dünyaya bir yalnızlık siniyordu

Dayanamadım sordum
Dedi, yokluğu görüyorum 
Soğuk bir havada titreyen çocuğu görüyorum 
Ama anlayamıyorum
O yüzden burada boş boş dikiliyorum
Bir yoksul çocuk gibi 
Ben de üşüyorum