16 Mart 2024 Cumartesi

ŞİMDİLİK SOĞUK BİR HİKAYE


 Yusuf Çağrı Ekici, Emir Aras İmirhan, Emir Subaşı, Hazal Göksu


1.BÖLÜM
Soğuk bir kış günüydü.  Hava kararmaya başladıkça soğuk daha da artmış, soğuktan kaçan insanlar yüzünden caddeler, sokaklar bomboş kalmıştı. Sokak hayvanları bile kendilerine saklanacak, ısınacak bir yerler bulmuş olmalıydılar ki ortada ne bir kedi vardı ne bir köpek.
Her zaman olduğu gibi iş yerinde yalnızca o kalmıştı ama çıkmalıydı ve evine gitmeliydi artık. Dışarda soğuğun bu kadar artmış olacağını düşünmüyordu bile. Kabanını, atkısını, şapkasını, eldivenini giyerek iş yerinden dışarıya çıktı. Soğuk yüzüne jilet gibi çarpmıştı. Yollarda kimsecikler yoktu üstelik bir de rüzgar başlamıştı. Evi hayli uzaktı. Daha yolun başındaydı ve soğuk onu şimdiden etkilemişti. Kulağının, burnunun fırtınada kopup gideceğinden korkuyor arada bir yokluyordu. Fırtına üzerine kar da yağmaya başlamıştı. Gözünü açamıyor, hangi sokakta olduğunu göremiyor, evine ne kadar yaklaştığını tahmin edemiyordu. Bir süre böyle devam ettikten sonra güç bela etrafına baktı. Evler vardı ama hiçbirinin ışığı yanmıyordu. O kadar üşümüştü ki artık evine ulaşabileceğinden endişe duyuyordu. Bir an önce herhangi bir kapıyı çalmalıydı. Evlere bakıyor, kapıları çalıyordu ama hiçbir kapı açılmıyordu. Zaten içerde birilerinin yaşadığı da hatta bu sokaklarda evlerde birilerinin yaşadığı belli değildi. Başka bir şehre düşmüş gibiydi. Bu sokakları daha önce hiç görmemişti. Evleri hiç görmemişti. Kaldırımları hiç görmemişti. Sendeleyerek yürüyor, arada kapılara vuruyor ancak hiçbiri açılmıyordu. Siyah beyaz bir fotoğrafın ya da filmin içine düşmüş bir yabancıydı. Zaman donmuştu fakat kar yağıyor, fırtına devam ediyordu. Büyük bir uğultu duyunca önce önüne sonra ardına bakma ihtiyacı hissetti. Uğultu git gide büyüyordu. Adım atacak gücü kalmamıştı. Olduğu yere yığıldı ve gözlerini kapadı. 


-2 BÖLÜM

 

-


Gözlerini tekrar açtı. Müzik sesleri geliyordu uzaklardan. İnsanlar etrafından dolaşarak geçiyor, kahkahalar atıyorlardı. Hava çok aydınlıktı ve gözlerini tam olarak açamıyordu. Üstelik çok da sıcaktı. Yanından gelip geçen insanlar onu görmüyor gibiydi. Toparlandı, gözlerini kısarak etrafı yokladı, süzdü. Bu sokağı tanımıyordu, bu insanları tanımıyordu, bu müziği hiç duymamıştı daha önceden. Yürümek istedi. Yürüyebiliyordu. Hızlandı, hızlandı. Sanki ayakları kendisinden bağımsız gibi, havada gibiydi. Koşmaya başladı. Hızlandıkça hızlanıyordu fakat ne terliyordu ne de yoruluyordu.
Yolun sonuna ulaşmış gibiydi. Burada da insanlar eğlence içindeydi. Birilerine yaklaşarak sordu:
-Buralarda kelle paça içebileceğim, katmer, çörek alabileceğim bir yerler var mı?
Sorduğu kişi cevap vermek şöyle dursun, dönüp yüzüne bile bakmadı. Belki de soruyu değiştirmeliydi. Başka bir adamın yanına yaklaşarak:
-Af edersiniz bayım, stadyum buralara yakın mı? Nasıl gidebilirim?
Sorduğu kişi cevap vermek şöyle dursun, dönüp yüzüne bile bakmadı.
Son kez birine daha yaklaştı ve sordu:
-Adınız Aras mı? Daktilo ile yazmaya ne zaman ara vereceksiniz?
İlk kez soru sorduğu biri dönüp yüzüne bakmıştı. Tebessüm ederek:
-Evet, adım Aras. Nerden bildiniz?
Tam bu garip ortamdan kurtulacağını ya da buraya dair bir şeyler anlayacağını düşünürken ismi Aras olan kişinin aslında başka biriyle konuştuğunu ve ona cevap verdiğini anladı. Tüm bu yaşadıkları başını döndürmüştü. Bulunduğu yere oturmak, bir şeyler içmek, dinlenmek istedi. İnsanlardan uzakta bir yer bulmalıydı kendine. Sol tarafında uzanan çölü fark etti. Orası tenha görünüyordu. Çöle, insanların olmadığı yerlere gitmeli ve kendine bir gölge bulmalıydı. Dinlenmeliydi. Belki de bir rüyaydı yaşadıkları. Kum fırtınası başlamıştı. Gözlerini kapadı.

DEVAM EDECEK

GİZEMLİ DAKTİLO

 Meryem Katırcı, Zeynep Karaman, Merve Hoşgiz, Zehra Yıldırım

 
1- Usuşrut Kılatalas


    Her şey bir daktiloya heves etmesiyle başlamıştı. Epey uzun araştırmadan sonra nihayet bir daktilo bulmuştu. Filmlerde gördüğü gibi değildi daktiloyla yazmak. Üstelik klavyesi farklıydı. Günlerce bir şeyler yazmak için uğraştı. Geceler boyu uykusuz kaldı. Bir türlü olmuyordu.
    Bir şiir yazmalıydı ama daktilonun başına oturunca yazamıyordu.
    Bir hikâye yazmalıydı ama daktilonun başına oturunca yazamıyordu.
    Bir masal yazmak istiyordu ama daktilonun başına oturamıyordu bile.
    Belki de yazarlık kendine göre değildi. En iyi bildiği işe, turşu satışına geri dönmeliydi. Aslında turşuculuk da bir şiir gibiydi yerine göre ya da her turşunun bir hikâyesi yok muydu? Vardı…
    Yalnız yaşadığı evindeki tek canlı, Salatalık Turşusu adını verdiği kuşuydu. Bu yazarlık, şairlik sevdasından vazgeçmeliydi. Vazgeçti de. Hayatında ilk kez bir şeylere heveslenmişti onun da sonu hüsranla bitmişti.
    Daktilosunu komodinin üzerine koydu. Birkaç gün sonra çantasına koyar, kaldırırım, belki de satarım, diye düşündü. Günlerdir üzerine tek cümle yazamadığı kâğıt halen daktiloda takılıydı.
Ramazan gelmişti ve turşu işine yeniden dönmenin tam zamanıydı. İnsanlar ramazan ayında özellikle turşu, baklava, hurma, pide gibi yiyeceklere fazla düşüyorlardı. Ertesi sabah erkenden kalktı, turşu sattığı Pazar yerine vardı ve önlüğünü takarak bağırmaya başladı:
    -Turşuuu, turşuların en güzeli… Hikâyesi olan turşular. Şiir gibi turşulaaaar….
İnsanlar anlamıyordu turşunun hikâyesi, şiiri nasıl oluyor? Yine de alıyorlardı onun turşusundan. Pazarda ilk günü hayli yorucu geçmişti. Eve gelir gelmez uyudu. İftara henüz iki saat vardı. Gözlerini açamıyordu ama daktilo sesi geliyordu bir yerlerden.
İftar ezanıyla beraber uyandı. Orucunu açtı. Salatalık Turşusu’na da ramazanlarda oruç tutturuyordu. –Turşuuu, koş bir tanem, rızık zamanı, diye bağırdı. Kuş, kafesten sofraya kondu, yemini yedikten sonra daktilonun üzerine kondu. Tüylerini, ayaklarını bir yerlere kıstıracak diye endişe eden sahibi, daktilonun başına geldiğinde büyük bir korku oluştu gözlerinde. Elleri titriyordu. Daktilonun üzerine uzandığında bir sayfalık hikaye metnini gördü. Elleri titreyerek kağıdı çıkardı. “Usuşrut Kılatalas” hikayenin adı böyleydi. Ne anlama geldiğini fazla düşünmedi. Rumca, Ermenice, Zazaca gibiydi. Neyse ki hikayenin adı garip olsa da kendisi anlaşılabiliyordu. Hikayeyi okudu, beğendi. Daha önce bir yerlerde okumuş gibiydi. Fakat bu nasıl olmuştu?
    Bu hikayeyi bu daktilo ile kim yazmıştı? Kuşunu daktilo üzerinde gezerken görmüştü fakat tuşlara basamayacak kadar güçsüzdü o. Kim?.. Kim?.. Kim yazmıştı bu hikayeyi? Zaten uyurken kulağına da daktilo sesleri gelmişti fakat o, rüya sanmıştı bunu. Acaba komşularından biri mi ona sürpriz yapmak istemişti? O kadar samimi bir komşusu yoktu, ayrıca kapısı kilitliydi her zaman…
Kötü şeyler düşünmek istemiyordu fakat mantıklı bir açıklaması yoktu bu yaşadıklarının. Belki de hepsi rüya, hayal, hikayeydi.
    Daktilo, artık onun için hem heyecanlı hem korkulu bir eşyaya dönüşmüştü. Usuşrut Kılatalas, adlı tek sayfalık hikayeyi aldıktan sonra daktiloya yeni bir kağıt taktı ve uyumak üzere yatağına geçti. Aslında uykusu filan yoktu. Uyumuş gibi yaparak, daktilodan yeni bir hikâye yazmasını bekliyordu. Ya da her kim, kimler gelip yazıyorsa yeni bir hikâye yazsınlar diye kendince kurgu yapmıştı. Dakikalarca bekledi, bekledi. Uyuyakalmıştı. Sabah uyanır uyanmaz gözleri daktiloya ilişti. Yeni bir hikâye duruyordu karşısında. 

    İyi ama nasıl oluyordu bu?


 Meryem Katırcı, Merve Hoşgiz, Zehra Yıldırım, Emir Baran İpek

2- Tığâk Şob

Heyecanla yeni hikâyeyi okudu. Okumakla kalmadı beğendi fakat korkmaya başladı. Evin kapısını yokladı, kapı halen kilitliydi. Pencerelere baktı, kapalıydı. Salatalık Turşusu’na baktı, kafesinde uyuyordu. 

İyi ama nasıl oluyordu bu?

Daktiloyu evirdi çevirdi. Altına, üstüne baktı. Besmele çekti, Felak ve Nas surelerini okudu. Daktilo sihirli olamayacağına göre acaba metafizik varlıklar mı yazıyordu bu hikâyeyi? On iki yıldır bu evde oturuyordu ve hiç cin, peri olayı duymamıştı. Belki de bu yaşadıkları gerçek değildi, oruçlu olmanın, ramazan ayında bulunmanın değişik halleriydi. Kötü düşünmemeliydi. Belki de son yıllardaki iyiliğinden, iyimserliğinden ötürü Allah ona yardım etmesi için iyi varlıkları gönderiyordu. Yakında belki de evliya mertebesine ulaşacaktı. Gerçi oruç dışında bir ibadeti yoktu ama kalbi temizdi. 

Bunları düşünürken hikâyeyi cebine aldı, daktiloya yeni bir kağıt taktı ve turşu satmak için yine dışarıya çıktı. Bir süre gezecek, akşama doğru turşu satacak ve iftara yakın eve gelecekti. Bugün ikinci hikâye keyfini yerine getirmişti. Evden çıkmadan Salatalık Turşusu’nun önüne yem koymayı ihmal etmedi. Yaşının küçük olduğunu hatırladı kuşunun. Oruç tutmasa da olurdu. 

Okuyacağı yeni hikâyenin hevesi ile dolaştı gün boyu, satış yaptı ve malzemelerini erkenden bitirdiği için çabucak eve döndü. Artık evde ilk baktığı yer daktilo idi. Daktiloya hevesle koştu fakat yazılmış bir şeyler yoktu. Kâğıt, sabah taktığı gibi bomboştu. Hayal kırıklığına uğramıştı. Belki de önceki hikayeler de yazılmamıştı. Belki önceki kağıtlar da boştu ve o dolu görüyordu. Belki yavaş yavaş hastalanıyordu, dengesini kaybediyordu.

Bir süre daktiloya bakası gelmedi. İftar hazırlıklarına başladı. Uzun bir hazırlık değildi bu. Bir bardak su, birkaç hurma, ramazan pidesi ve salatalık turşusu. Tam turşuyu masaya koyarken kuşu geldi aklına. Salatalık Turşusu’na baktı, yerindeydi. Önündeki yemi yememişti. Hâlâ uyuyordu. Hiç bu kadar uzun süre uyuduğuna şahit olmamıştı bu kuşun. Kafesin yanına gitti. Kuş hareket ediyordu ama uykudan başka bir haldi içinde olduğu. Elini uzattı, kafesten Salatalık Turşusu’nu dışarı çıkardı. Kanatlarını oynatamıyor, gözlerini açamıyor, sadece ayaklarını titretebiliyordu kuş. Acaba kaç gündür daktiloyu kullanan kim ise Salatalık Turşusu’nu bu hale getiren de o muydu? Durup dururken bu kuş neden bu hale gelmişti? Çok sinirliydi. Daktiloya baktı yeniden, boş kâğıdı çıkardı. Her şey, bu daktilo ile başlamıştı, bir an önce ondan kurtulmalıydı. 


    (Devam edecek.)



14 Mart 2024 Perşembe

MİÇO'NUN SERÜVENLERİ 3

    

 Atıf Kaan Salar, Umut Bulut, Meryem Er

     Metal Kapı
    Miço’nun eğlenecek, masallara inanacak vakti yoktu. Elinde bozuk bir pusula vardı ama barınağı yaşanabilir hale getirmişti. Bir süre dinlenmeli, kendine macera aramamalıydı ama pusula da hiç aklından çıkmıyordu. Arada pusulaya bakıyor, ibresinin hiç hareket etmediğini görünce yeniden cebine koyuyordu. Deredeki suya küçük bir kanal kazarak kulübesinin yanına içme suyu getirmeliydi bir an önce. Her seferinde su içmek için dereye inmek yoruyordu. Birkaç gün çalışarak kapısının önüne tatlı suyu getirmeyi başarmıştı. Çeşmesinin hemen yanına ağaçlar dikti ve küçük bir de gölet yaptı. İlerde bu göleti büyütüp yüzebilirim, diye düşünüyordu fakat o kadar uzun süre adada kalmak korkunç bir düşünceydi.
    Kapının önüne suyu da getiren Miço artık sıkılmaya başlamıştı kimsesizlikten. Hatta bir ara bir basket potası yapmayı düşündü ağaçlardan birine ama top yoktu. Hindistan cevizlerini potadan atmayı düşündü fakat israf olurdu bu. Kurumuş meyveleri ve kurumuş Hindistan cevizlerini atabilirdi potadan. Böyle garip, saçma şeyler düşünürken cebinde unuttuğu pusulanın bir kertenkele gibi kımıldadığını hissetti. Pusulayı çıkardı, ibre yerinde durmuyor, saat gibi hızla dönüyor bir yandan da titriyordu. Günlerdir hiçbir şeyden korkmayan Miço, pusulanın bu halinden korktu önce. Sonra yeniden eline alarak pusulayla birlikte ilerlemeye başladı. Pusula, Miço yürüdükçe dönme hızını ve yönünü değiştiriyordu. Sonunda pusula aniden titremeyi ve dönmeyi kesti. Bu esnada papağan da Miço ile dolaşıyordu. Miço, bu anlamsız şeylerden sıkılmıştı. Yere oturdu. Bu lanet olası adada daha fazla kalmaktan korkuyordu. İnsan görmemek ve yalnızca bir papağanla konuşmak onu iyice delirtmişti. Evet, belki de delirdiği için görüyordu, duyuyordu bu şeyleri. Robinson, papağan, mavi sakallı kaptan bunların hepsi birden onu bulmuş olamazdı. Bir an önce bu masalsı hikâyenin içinden çıkmalıydı. Gerçek ne ise onu bulmalıydı. Bu düşünce ve öfkeyle elindeki pusulayı potaya fırlattı. Belki pota, belki pusula belki bu hikâye yalandı. Pusula, düştü ve yeniden titremeye, kendi etrafında fırlanmaya başladı. Üstelik düştüğü yerde metalsi bir ses de çıkarıyordu döndükçe, titredikçe. Miço, bu masalsı, rüyamsı şeylerden uzak durmaya çalıştıkça ha bire içine dalıyordu. Kalktı, pusulayı aldı. Bir çubuk bularak yeri kazmaya başladı fakat kazılacak gibi değildi. Çok sert bir zemin vardı ayakların altında. Belki toprak kurumuş, sertleşmiştir düşüncesiyle bir kova su döktü buraya. Ne çamurlaşma oldu, ne de ıslanma. Biraz daha sağı solu eşelerken Miço kulp gibi, kol gibi, düğme gibi bir şeye rastladı. Tam olarak neydi bu, anlamadı fakat merak ediyordu. Pusula tamamen sessizliğe bürünmüştü. Papağan da ortalıkta görünmüyordu. Kulpa benzeyen bu şeyi biraz oynatınca az kaldı suratına çarpacak bir cisim yana doğru açıldı. Bir kapıydı burası ve açılmıştı ardına kadar. İçerden soğuk bir hava dışarı üflüyordu. Uzanıp bakmaya çalıştı ama karanlıktı her yer. Az önce suratına çarpmak üzere olan kapıyı yeniden güçlükle yerine oturttu ve kulübesine meşale yapacağı bir şeyler bulmak üzere yöneldi. Bu esnada papağan dönmüş kenarda sessizce Miço’yu izliyordu.
    Miço, her gördüğü kapıdan geçmek zorunda mıydı? Her gördüğü gemiye kaçak binmek zorunda mıydı? Her gördüğü kitabı, defteri okumak ve onlara inanmak zorunda mıydı? İşte yine bir tercihle karşı karşıya kalmıştı. Oysa artık hayatı bir düzene binmek üzereydi. En azından kulübesi vardı, arkadaşı vardı. Epey malzeme de biriktirmişti. Şimdi durup dururken bu gizemli kapı nereden bulmuştu Miço’yu. Pusulayla bulduğu not geldi aklına “ Pusulayı kullanmayı öğrendiğinde bana teşekkür edeceksin.” Galiba ilk kez pusula işe yaramış ve önüne bir kapı açmıştı fakat kapının ardında neler vardı? Görecekleri Miço’yu memnun mu edecekti yoksa hayal kırıklığına mı uğratacaktı. Bunları düşünürken acıkmıştı da. Kulübesinden küçük bir yolluk hazırladı kendine. Meşale yapmak için ne kadar mavi sakal varsa etrafta bunları topladı ve bir değneğin üzerine sardı. Papağanı aradı gözleri fakat papağan uzaktan Miço'yu seyrediyor, yerini belli etmemeye çalışıyordu. Miço tekrar metal kapının önüne geldi, meşalesini yaktı ve kapıyı araladı. İçerisi karanlık değildi. Göz alıcı bir mavi ışık vardı içerde ve hafif ılık bir rüzgâr esiyordu. Meşaleyi kapının önüne bıraktı. Ürkek ama heyecanlı adımlarla ilerlemeye başladı. Bir şey vardı onu içine doğru çeken, çağıran. Büyülenmiş gibiydi.

12 Mart 2024 Salı

RAMAZAN MANİLERİ

 Eymen Arda Aydemir, Ahmet Kerem Şahin

 

Saat işliyor tik tak
Dön de saatine bak
İftar vakti gelince
Kafaya bir takke tak

Midemde var savaşlar
Gelmiyor neden iftar
Ben beklerken lahmacun
Akşama pırasa var


Gökyüzünde buluttum
Acıktım oruç tuttum
Uzanırken tatlıya
Orucumu unuttum

ÜÇ


Eymen Arda Aydemir

 
Herkes bir şey yapacaksa bunu güce bağlar
Ama atlarlar üç şeyi
Zekadır birincisi
Verimli kullanılır kası kemiği
Cesaret ikincisi
O olmazsa diğerleri neye yarar ki
Kontrol üçüncünün ismi
Kontrol edemezsen biter hepsi

SAAT


Ahmet Kerem Şahin

 
Bozuk bir saat gibiyim bazen
Duvar yerine
Bakışlarının boşluğuna asılmış
İstasyonlarda bekleyenlerin
Hastanelerde bekleyenlerin
Teneffüs bekleyenlerin
İftar bekleyenlerin

(2 Ramazan 2024)

ZİNCİR

 Ezgi Budak

Su boğmayacaksa yüzmenin ne anlamı var?
Spor mu, ulaşım mı? Hepsi iş değil mi sonuçta? Kendine göre zorluğu olmayan iş zaten bitmiştir.
Eğer “iş becermek” istiyorsanız zorluğundan yakınmak tembellik etmektir…
Ateş yakmayacaksa mangal yapmanın ne anlamı var? Sonuçta etleri yakma olasılığın yoksa aşçılar ne güne duruyor?
Eğer zorluk diye bir şey olmayacaksa “yetenekler de” olmaz. Yetenekler olmazsa da farklılıklar… Ne de olsa farklılıklar insanların zorluklarla nasıl baş ettikleriyle ilgilidir.
Her şey nasıl da bağlı birbirine.
Zincir koparsa insanlık çöker. Belki bu sayede dünya da yenilenmeye fırsat bulur. Ne dersiniz? Fark etmek birçok şeyi değiştirebilir ve değişim bir ilaç gibi iyileştirebilir bizleri.

ÖNCEKİ SALILARA BENZEMEYEN BİR SALI

 Ahmet Kerem Şahin, Eymen Arda Aydemir, Elvin Erva Koçyiğit

 
Akşamın nasıl geldiğinin farkında değildi. Günlerden salıydı ama Cuma kadar yorulmuştu. Keşke Cuma olsaydı ve yarın hiçbir şey yapmadan, perdeleri kapatarak akşama kadar uyusaydı. Uyumak… Ne güzel bir kelimeydi ama yıllardır doya doya uyumaya hasretti. Cumartesi, Pazar, ara tatil, yaz tatili… Hiçbiri doyasıya uyumaya yeten bir fırsat sunmamıştı kendine. Günlerden salıydı. Akşam gelmişti gelmesine ama herkes akşam olunca evine gider, yemeğini yer, dinlenirken o ancak gece yarısı evine gidebiliyordu. Şikâyet etmeye hakkı yoktu bu ışıltısız hayatı kendisi seçmişti. Onu birtakım testlere tabi tutmuşlar, sınavlardan geçirmişler ve sonunda aydınlık bir gelecek vaadi ile bir programa dâhil etmişlerdi. Bu program bittiğinde artık dünya üzerindeki sayılı seçilmiş kişilerden biri olacaktı. Başlangıçta her şey güzeldi. O seçilmişliği yaşıyordu. Arkadaşlarıyla da uyum içindeydi ancak zaman geçtikçe seçilmemişlerin hayatı ona daha cazip gelmeye başlamıştı. Hayatını yorucu hale getiren şeylerden sadece birisiydi bu.
Kafasının içinde bu düşünceler dolaşırken kendini sistem binasının önünde buldu. Binanın içinde kendi gibi arkadaşları vardı ve kimse kimseye selam vermiyordu. Kimse kimsenin farkında da değildi. Sadece dolaşıyordu insanlar. Her zamanki odasına geçti ancak her zaman olmayan bir şey oldu. Odasında Tepegöz oturmuş Dede Korkut’la Yüzüklerin Efendisi’nin dedikodusunu yapıyordu. Bir süre kulak misafiri oldu. Lafı bölmemek için dışarı çıktı, bahçede dolaştı ve gördüklerinin bir hayal olduğuna karar verdi. Daha az çalışmalıydı. Böyle giderse daha neler neler görürüm, dedi içinden. Sistem binasının etrafında bir tur atıp yeniden odasına girmeye karar verdi. Tam odasının önünden geçerken pencereden içeriye baktı halen odasında Tepegöz oturmuş Dede Korkut’la Yüzüklerin Efendisi’nin dedikodusunu yapıyordu.
Bu kez biraz ürkerek girdi içeriye. Aslında birilerine durumu haber vermek istedi ancak kendisiyle alay edilmesinden korktu. Birkaç fotoğraf alıp bunu basına verebilirdi ama bu gerçek miydi ki? İçeriye girdiğinde bu kez Dede Korkut ona dönerek:
-Beyim hangi obadansın, Oğuz’un hangi boyundansın? Yüzyıllardır destan söylerim, efsane anlatırım seni buralarda hiç görmedim. Oğulcuğum kimlerdensin, dedi.
Bu esnada kapı gürültüyle açıldı ve Deli Dumrul nefes nefese içeri girdi, kendisini işaret ederek:
-Bre yiğit senin bana borcun var mıdır? Buraya gelirken hangi köprüden geçtin? Benim köprümden geçtinse 30 akçe borcun vardır, geçmedinse bir dayak ve 40 akçe borcun vardır, dedi.
Yaşadıkları artık ona normal gibi geliyordu. Düşündü. Bir köprüden geçmişti fakat bu Deli Dumrul’un değildi. Deli Dumrul’a yönelerek:
-Senin köprüden istesem de geçemem, benim atlar senin köprüyü yıkar Beyim, dedi. Deli Dumrul, dellendi. Üzerine doğru yürümeye başladı. O esnada Tepegöz araya girmeye hazırlanıyordu. Dede Korkut ise biraz endişeli gözlerle olanları seyrediyor bir yandan da:
-Gençler, size yakışıyor mu, diye müdahale etmeye çalışıyordu. O sırada zil sesini duydu. Zil sesi yaklaştıkça Deli Dumrul, Dede Korkut, Tepegöz dalgalanmaya başladılar. Birkaç sallantıdan sonra ortan kayboldular. Günlerden salıydı ama önceki salılara hiç benzemiyordu.