7 Mart 2025 Cuma
BİR BARDAK
26 Aralık 2024 Perşembe
VESVESE
28 Kasım 2024 Perşembe
BİRLEŞEN YOLLAR
ZEHRA YILDIRIM
ZEYNEP KARAMAN
MERYEM KATIRCI
RUKİYE TOKGÖZ
FARK
31 Ekim 2024 Perşembe
YENİ HAYAT
ÜÇLÜ PÜRÜZ
3 Ekim 2024 Perşembe
HÜZÜNSÜZ KÜÇÜK BİR VEDA
28 Mayıs 2024 Salı
ONUN ARABASI VAR
16 Mart 2024 Cumartesi
GİZEMLİ DAKTİLO
Meryem Katırcı, Zeynep Karaman, Merve Hoşgiz, Zehra Yıldırım
1- Usuşrut Kılatalas
Her şey bir daktiloya heves etmesiyle başlamıştı. Epey uzun araştırmadan sonra nihayet bir daktilo bulmuştu. Filmlerde gördüğü gibi değildi daktiloyla yazmak. Üstelik klavyesi farklıydı. Günlerce bir şeyler yazmak için uğraştı. Geceler boyu uykusuz kaldı. Bir türlü olmuyordu.
Bir şiir yazmalıydı ama daktilonun başına oturunca yazamıyordu.
Bir hikâye yazmalıydı ama daktilonun başına oturunca yazamıyordu.
Bir masal yazmak istiyordu ama daktilonun başına oturamıyordu bile.
Belki de yazarlık kendine göre değildi. En iyi bildiği işe, turşu satışına geri dönmeliydi. Aslında turşuculuk da bir şiir gibiydi yerine göre ya da her turşunun bir hikâyesi yok muydu? Vardı…
Yalnız yaşadığı evindeki tek canlı, Salatalık Turşusu adını verdiği kuşuydu. Bu yazarlık, şairlik sevdasından vazgeçmeliydi. Vazgeçti de. Hayatında ilk kez bir şeylere heveslenmişti onun da sonu hüsranla bitmişti.
Daktilosunu komodinin üzerine koydu. Birkaç gün sonra çantasına koyar, kaldırırım, belki de satarım, diye düşündü. Günlerdir üzerine tek cümle yazamadığı kâğıt halen daktiloda takılıydı.
Ramazan gelmişti ve turşu işine yeniden dönmenin tam zamanıydı. İnsanlar ramazan ayında özellikle turşu, baklava, hurma, pide gibi yiyeceklere fazla düşüyorlardı. Ertesi sabah erkenden kalktı, turşu sattığı Pazar yerine vardı ve önlüğünü takarak bağırmaya başladı:
-Turşuuu, turşuların en güzeli… Hikâyesi olan turşular. Şiir gibi turşulaaaar….
İnsanlar anlamıyordu turşunun hikâyesi, şiiri nasıl oluyor? Yine de alıyorlardı onun turşusundan. Pazarda ilk günü hayli yorucu geçmişti. Eve gelir gelmez uyudu. İftara henüz iki saat vardı. Gözlerini açamıyordu ama daktilo sesi geliyordu bir yerlerden.
İftar ezanıyla beraber uyandı. Orucunu açtı. Salatalık Turşusu’na da ramazanlarda oruç tutturuyordu. –Turşuuu, koş bir tanem, rızık zamanı, diye bağırdı. Kuş, kafesten sofraya kondu, yemini yedikten sonra daktilonun üzerine kondu. Tüylerini, ayaklarını bir yerlere kıstıracak diye endişe eden sahibi, daktilonun başına geldiğinde büyük bir korku oluştu gözlerinde. Elleri titriyordu. Daktilonun üzerine uzandığında bir sayfalık hikaye metnini gördü. Elleri titreyerek kağıdı çıkardı. “Usuşrut Kılatalas” hikayenin adı böyleydi. Ne anlama geldiğini fazla düşünmedi. Rumca, Ermenice, Zazaca gibiydi. Neyse ki hikayenin adı garip olsa da kendisi anlaşılabiliyordu. Hikayeyi okudu, beğendi. Daha önce bir yerlerde okumuş gibiydi. Fakat bu nasıl olmuştu?
Bu hikayeyi bu daktilo ile kim yazmıştı? Kuşunu daktilo üzerinde gezerken görmüştü fakat tuşlara basamayacak kadar güçsüzdü o. Kim?.. Kim?.. Kim yazmıştı bu hikayeyi? Zaten uyurken kulağına da daktilo sesleri gelmişti fakat o, rüya sanmıştı bunu. Acaba komşularından biri mi ona sürpriz yapmak istemişti? O kadar samimi bir komşusu yoktu, ayrıca kapısı kilitliydi her zaman…
Kötü şeyler düşünmek istemiyordu fakat mantıklı bir açıklaması yoktu bu yaşadıklarının. Belki de hepsi rüya, hayal, hikayeydi.
Daktilo, artık onun için hem heyecanlı hem korkulu bir eşyaya dönüşmüştü. Usuşrut Kılatalas, adlı tek sayfalık hikayeyi aldıktan sonra daktiloya yeni bir kağıt taktı ve uyumak üzere yatağına geçti. Aslında uykusu filan yoktu. Uyumuş gibi yaparak, daktilodan yeni bir hikâye yazmasını bekliyordu. Ya da her kim, kimler gelip yazıyorsa yeni bir hikâye yazsınlar diye kendince kurgu yapmıştı. Dakikalarca bekledi, bekledi. Uyuyakalmıştı. Sabah uyanır uyanmaz gözleri daktiloya ilişti. Yeni bir hikâye duruyordu karşısında.
İyi ama nasıl oluyordu bu?
Meryem Katırcı, Merve Hoşgiz, Zehra Yıldırım, Emir Baran İpek
2- Tığâk Şob
Heyecanla yeni hikâyeyi okudu. Okumakla kalmadı beğendi fakat korkmaya başladı. Evin kapısını yokladı, kapı halen kilitliydi. Pencerelere baktı, kapalıydı. Salatalık Turşusu’na baktı, kafesinde uyuyordu.
İyi ama nasıl oluyordu bu?
Daktiloyu evirdi çevirdi. Altına, üstüne baktı. Besmele çekti, Felak ve Nas surelerini okudu. Daktilo sihirli olamayacağına göre acaba metafizik varlıklar mı yazıyordu bu hikâyeyi? On iki yıldır bu evde oturuyordu ve hiç cin, peri olayı duymamıştı. Belki de bu yaşadıkları gerçek değildi, oruçlu olmanın, ramazan ayında bulunmanın değişik halleriydi. Kötü düşünmemeliydi. Belki de son yıllardaki iyiliğinden, iyimserliğinden ötürü Allah ona yardım etmesi için iyi varlıkları gönderiyordu. Yakında belki de evliya mertebesine ulaşacaktı. Gerçi oruç dışında bir ibadeti yoktu ama kalbi temizdi.
Bunları düşünürken hikâyeyi cebine aldı, daktiloya yeni bir kağıt taktı ve turşu satmak için yine dışarıya çıktı. Bir süre gezecek, akşama doğru turşu satacak ve iftara yakın eve gelecekti. Bugün ikinci hikâye keyfini yerine getirmişti. Evden çıkmadan Salatalık Turşusu’nun önüne yem koymayı ihmal etmedi. Yaşının küçük olduğunu hatırladı kuşunun. Oruç tutmasa da olurdu.
Okuyacağı yeni hikâyenin hevesi ile dolaştı gün boyu, satış yaptı ve malzemelerini erkenden bitirdiği için çabucak eve döndü. Artık evde ilk baktığı yer daktilo idi. Daktiloya hevesle koştu fakat yazılmış bir şeyler yoktu. Kâğıt, sabah taktığı gibi bomboştu. Hayal kırıklığına uğramıştı. Belki de önceki hikayeler de yazılmamıştı. Belki önceki kağıtlar da boştu ve o dolu görüyordu. Belki yavaş yavaş hastalanıyordu, dengesini kaybediyordu.
Bir süre daktiloya bakası gelmedi. İftar hazırlıklarına başladı. Uzun bir hazırlık değildi bu. Bir bardak su, birkaç hurma, ramazan pidesi ve salatalık turşusu. Tam turşuyu masaya koyarken kuşu geldi aklına. Salatalık Turşusu’na baktı, yerindeydi. Önündeki yemi yememişti. Hâlâ uyuyordu. Hiç bu kadar uzun süre uyuduğuna şahit olmamıştı bu kuşun. Kafesin yanına gitti. Kuş hareket ediyordu ama uykudan başka bir haldi içinde olduğu. Elini uzattı, kafesten Salatalık Turşusu’nu dışarı çıkardı. Kanatlarını oynatamıyor, gözlerini açamıyor, sadece ayaklarını titretebiliyordu kuş. Acaba kaç gündür daktiloyu kullanan kim ise Salatalık Turşusu’nu bu hale getiren de o muydu? Durup dururken bu kuş neden bu hale gelmişti? Çok sinirliydi. Daktiloya baktı yeniden, boş kâğıdı çıkardı. Her şey, bu daktilo ile başlamıştı, bir an önce ondan kurtulmalıydı.
(Devam edecek.)
24 Şubat 2024 Cumartesi
GÖLGE
Zeynep Karaman
Peşimde çoğu zaman bir şey dolaşıyor
Bana benziyor ama benzemiyor
Yüzü görünmüyor ama beni andırıyor
Bazen var bazen de yok
Bir zamanlar ondan korkardım
Onu sessiz bir canavar sanırdım
Sonra onu yakından tanıdım
Artık korkmuyorum ondan
Çünkü o benim
Gölgem
Z
Emir Subaşı, Yusuf Çağrı Ekici, Emir Baran İpek,
Zehra Yıldırım, Meryem Katırcı, Zeynep Karaman
Kaç zamandır z harfini düşünüyordu. Mesela Zehra vardı sınıfında ve Zeynep. Onları düşünmüyordu, z harfiydi düşündüğü yalnızca. z, s’ye biraz benziyordu ama “z”nin sesi başkaydı. Zil, zebra, zarf, zakkum, zıkkım, zenci, zalim, zarar, zencefil, zerdeçal… Bunlar birer birer geçti kafasından. Zencefil ve zerdeçal biraz sevimli geliyordu kulağa fakat “z” harfi ona telefon titreşimini hatırlatan bir his veriyordu.
Kaç zamandır z harfini düşünüyordu. Geriye kalan 28 harf umurunda değildi. Bir vakitler “ş” harfini de düşünmüştü ama bu kadar değil. “ş” harfinde bir ışıltı vardı. Su sesi var gibiydi harfte oysa “Sus” anlamında kullanılıyordu kol kola girmiş “ş” harfleri. Oysa “z”-yine düşünmeye başlamıştı işte- arı kanatlarını hatırlatıyordu, sivrisinekleri hatırlatıyordu.
Bir sonraki harfe geçmek istese bile geçemiyordu. Başa dönmek için çok geçti.
Unutmalıydı bu harfi, bir süreliğine ancak yaşadığı yerde çoğu zaman “s” yerine de “z” kullanılıyordu. Mesela “sahur” yerine insanlar “zöhür” diyordu. Tam o anda yine bir yara kanamaya başlıyor, “z” harfi kendisini hatırlatıyordu.
Daha da kötüsü şuydu: Sabah, yerine “zabah” hatta çoğu zaman “zabbah” diyorlardı ve yine bir “z”ye yakalanıyordu.
Zırıltılı bu harfi unutmalıydı. Zoruna gidiyordu böyle yaşamak. Zamanı bir şekilde geçirmeliydi. Zannediyordu ki bu harften kurtulsa rahatlayacak. Zindana atılmıştı sanki ve parmaklıklar z şeklinde demirlerle yapılmıştı. Zincirlerle bağlanmıştı ayakları ve zincirler z harfine benziyordu. Zalimdi bu harf. Zihninden atamıyordu bu harfi. Zorlandıkça başka harfleri çağırıyordu imdada ama hepsi tatile gitmiş gibiydi. Zemheride gibi üşüyordu. Zehirliydi bu harf, usul usul yayılıyordu damarlarında. Zeki biriydi ama bu işin içinden çıkamamıştı. Zaten yorulmuştu düşünmekten. Zıplayıp yatağına uzandı. Zeki Müren dinliyordu yandaki komşu ve sesi onun odasına kadar geliyordu. Zırvalamaya başladığını düşünüyordu. Zengin biri olsaydı apartmanda yaşamaz, bu gürültülere katlanmazdı. Zavallı ben, dedi uykuya dalarken. Zırha sarılır gibi yorganına sarıldı. Zümrüt vadilerde dolaştı rüyalarında. Zürafaları kovalıyordu durmadan. Zurna çalan karıncayiyenler koşuşuyordu etrafında. Zarlar elinde tavla oynamaya gidiyordu.
-Zübeyde, diye seslendi annesi. Sabah oldu kızım, uyan artık.
İsminin ilk harfinin “z” olduğunu hatırladı birden.
AYNA
Emir Subaşı, Yusuf Çağrı Ekici, Emir Baran İpek,
Zehra Yıldırım, Meryem Katırcı, Zeynep Karaman
Ne zamandan beri resim çizdiğini bilmiyordu ama tek işi resim çizmekti. Ne zaman dünyaya gözlerini açmıştı bilmiyordu. Önceleri yalnızca kendisi için resim çiziyordu, sonraları insanlar gelerek ondan resim istemeye başlamışlardı. Gördüğü yüzlerden esinlenerek resim çiziyor, insanlar bu resimler için ona üzerinde küçük resimler ve sayılar olan kâğıtlar veriyorlardı. O ise verilen bu kâğıtların ne işe yarayacağını bilmiyordu çünkü üstünde zaten küçük resimler vardı insanların uzattığı kâğıtlarda. Bir süre sonra bu kâğıtların üzerindeki resimlerin aynı olduğunu fark etti. Bu kâğıtlara “para” diyorlardı. Ne işe yaradığını bir türlü anlamamıştı ama onun çizdiği tek resim için tomar tomar getirip bırakıyorlardı.
Bir zaman sonra kapısının önünde kuyruklar oluşmaya başlamıştı. İnsanlar sıraya giriyordu ona resim siparişi vermek için. Anlamıyordu insanları. Neden kendileri çizmiyorlar da ona geliyorlardı. Yine de kırmıyordu insanları zaten başka işi yoktu. Zaten yapmayı bildiği başka bir şey de yoktu. Dışarıya çıkmak, kırlarda dolaşmak, şarkı söylemek ve hatta konuşmak ona göre değildi. Ona anlamsız geliyordu insanların hayatı.
Bir sabah uyandığında etrafında gürültülü bir kalabalıkla karşılaştı. İnsanlar ellerinde boş tuvallerle yanına gelmişler, önünde bağırıp çağırıyorlardı.
-Bana çizdiğin resim nerede? Ben bu resmi senden almak için bir ay burada bekledim. Bir tomar para verdim. Ama şimdi resim yok.
Bir başkası tuvali fırlatarak bağırıyordu:
-Bu nasıl bir dolandırıcılık. Hayatımda böylesi başıma gelmedi. Al boş tuvalini başına çal!
İnsanlarla konuşmadığı için onlara günler boyu getirdikleri parayı işaret etti. İnsanlar hırsla ve söylenerek paraların yığılı olduğu yere yöneldi. Kimi verdiğinden daha fazla para kimi de daha azını alarak evlerinin yolunu tuttular.
Artık resim çizdirmeye gelen yoktu. Yine de çiziyordu. Mutluydu. Çizdiği resimlerin başkaları tarafından götürülmemesi de hoşuna gitmeye başlamıştı. Günleri saymıyordu, sayamıyordu ama kırk gün geçmişti yaşanan son arbededen sonra. Kırk resim çizmişti saymasa da. İnsanlar, etrafında bulunan küçük resimlerle kaplı sıkıcı kağıtları da götürmüşlerdi ya… Bunun için de mutluydu. Birbirine benzemeyen kırk resim vardı artık yanında, yöresinde.
Kırk birinci gün yine bir gürültüyle uyandı. Yine aynı insanlar gelmişti yanına. Yine bağırıyorlardı:
-Yeni nesil dolandırıcılık böyle mi?
-Sen nasıl sahtekârsın?
Kendi aralarında konuşuyor, ellerindeki boş kâğıtları göstererek:
-Para diye eve götürdüğümüz şeyler meğer boş kâğıtmış, diye söyleniyorlardı.
İlk kez insanlarla konuşamadığı için biraz üzüldü. Onları anlayamıyordu. Onlara söyleyecek sözü de yoktu. Bir süre sonra nasıl olsa dağılır giderlerdi. Birden sevinmeye başladı çünkü insanlar küçük kâğıtları fırlatarak birer ikişer ayrılıyorlardı oradan.
Ne zamandan beri resim çizdiğini bilmiyordu ama tek işi resim çizmekti. Resim çiziyordu insanların bıraktığı boş kâğıtlara.
Bir gün birkaç kişi hiç konuşmadan ve gürültü yapmadan geldiler yanına. O an yine birileri resim isteyecek ya da kendisine küçük kâğıtlar fırlatacak diye heyecanlandı fakat hiç ona bakmıyorlardı. Karşısında bir şeyler yaptılar. Tuvale benzeyen kocaman bir nesne vardı ellerinde. Mat, kurşunî bir nesneydi çerçevenin içindeki. Üzerine resim de çizilemezdi bunun. Ne işe yarıyordu acaba? Umursamadı, resim çizmeye devam etti. Gelen kişiler de o, hiç yokmuş gibi getirdikleri nesneyi evirdiler, çevirdiler ve tam karşısına yerleştirdiler. Akşam olmuştu.
Ertesi sabah uyandığında karşısında kimin çizdiğini anlamadığı, çok güzel bir resim gördü. Gözlerini bu resimden alamıyordu. Tıpkı gerçek gibiydi resim. Belki de gerçekti. Bunu kendisi de çizmeliydi. İlk kez bir resme bakarak resim çizmek içinden geliyordu. Resimdeki adam, tıpkı kendisi gibi uykudan yeni uyanmış görünüyordu.
Çizmeye başladı karşıda gördüğü resmin benzerini fakat karşıdaki resim de onun resmini çiziyor gibiydi. O ilerlettikçe resmi, karşıdaki resim de ilerliyordu. Nihayet çizimini tamamladı. Karşısındaki resmin de çizdiği resim tamamlanmıştı. Sıra boyamaya gelmişti. Kollarından başladı boyamaya. Sol kolu boyamayı bitirdiğinde, sol kolunda bir ağırlık hissetmeye başladı. Sanki tutulmuş, taşlaşmış gibiydi sol kolu. Bu şaşkınlıkla resmin kalan yerlerini boyamaya devam etti. En çok da gözleri boyarken yoruldu çünkü artık gözlerini kırpamıyordu. Nihayet kalan sağ kolunu da boyayıp son fırça darbesini indirdiğinde elinden fırça düştü. Fırçayı almaya çalıştı ancak hareket edemiyordu. Çaresizce karşıya baktı. Karşıdaki resim de bitmişti. Bir ses duydu bu esnada:
-Aylar süren çalışmam sonunda bitti. Da Vinci görse bu resmi, kesin bir daha eline fırça almazdı.
Gözünü bile kımıldatamıyordu. Karşıya baktı uzun uzun. Karşıdaki resim, kendisiydi. Karşısına konulan şeyin bir ayna olduğunu anladı. Aynanın hemen önünde duran sırtı kendisine dönük kişinin elindeki fırça dikkatini çekti. Bu fırça, az önce kendisinin sağ elinden düşmüştü.
10 Şubat 2024 Cumartesi
KAHRAMAN GERİ DÖNDÜ
Zeynep Karaman
Eşyalar zihnimden uçuşuyor yerçekimine inat. Sandalyenin üzerine bir dolap oturmuş ve yan yan uçarak gidiyor. O daha tam uzaklaşmadan bir perde takımı eline çanta almış savruluyor. Kapılar uçuşuyor sonra zihnimde pencerelerden takla atarak çıkıyorlar.
Hava da bugün epey sıcak. Yaz geldi desem gelmedi. Kış desem kış değil. Kış kış desem uçuyor kuşlar. Pencereden takla atarak çıkan kapı uçan kuşların üzerine doğru gidiyor ve kuşlara bağırıyorum:
-Kış… Kışş!
O sırada kuşlar bana doğru geliyor ve soruyor:
-Bize mi seslendiniz hanım efendi? Kuşlar benimle konuşmaya başlıyor. O anda kapılar uzağa doğru gidiyor ve kuşlara diyorum ki:
-İşiniz gücünüz yok mu sizin? Hep gökyüzünde avare avare geziyorsunuz. Kuşlar kendi aralarında konuşuyor ve biri bana diyor ki:
-İşin gücün yok mu senin? Yerlerde avare avare geziyorsun.
Önüme gelen pastanın görüntüsü güzel doğrusu ama tadına bakmam lazım. Herkes konuşuyor etrafta ve önümde güzel bir pastayla bekliyorum ben. Tadına bakmak için kenarından biraz alıyorum. Tatlı, çilekli bir şeyler beklerken bu tatlıdan makarna tadı geliyor hem de salçalı makarna. Canım sıkılıyor bu tatsızlığa. Pastanenin sahibi ekşiyen yüzümü görünce bana doğru yaklaşıyor ve soruyor:
-Salatamızı nasıl buldunuz?
Hiçbir şey demeden kalkıyorum. Az ilerdeki otobüs durağına yürüyorum. Otobüs zaten beni bekliyor ve biner binmez evime doğru ilerliyor. “Duracak” düğmesine basıp trenden iniyorum. Evimin pencereleri açık, kapıları yok. Perdeler de yok. Pencereden odama giriyorum. Neyse ki yatağım yerinde. Elbiselerimi değiştirmeden yatağıma uzanıyorum.
İşte bazen böyle şeyler görüyorum, rüyamda.