8 Şubat 2025 Cumartesi

ELEM

Üner Taha Aydemir

Her sabah aynı
Her gün aynı sabaha uyanıyorum
Seçimler değiştirmiyor bu sabahları
Sadece seçiyorum acılarımı

Her şey sıradan
Herkesin kalbi taştan
Sadece biri var
Beni anlayan

Sürekli konuşuyorum onunla 
Dertlerimi anlayan
Bir tek o var aslında
Benim yüzümden uyuyamayan

Eskiden düşünüyordu
Gökyüzündeki yerini
Şimdiyse
Topraktaki yerini

Olanların sebebi benim belki de
Durup dururken şöyle diyorum kendime
Bu hayırsız dünyanın evladına
Davranmasaydım böyle 

Hep böyle değildi
Önce onu sevinçleri terk etti
Hiç istenmediğini anlayan
Bir insan gibiydi

Saklambaç oynayan bir çocuktu
En büyük korkusu
Değildi bulunmak
Yalnızca aranmamak

Biraz büyüdü
Ama büyüdükçe 
Hayalleri küçüldü
Doğan güneş onu üşüttü

Bu vakit çok bir elemli
Düşünüyor karşılayamadığını
Hiçbir beklentiyi

Sanmıyorum anladığını
Benden başka kimsenin
Onu tanımadığını

7 Şubat 2025 Cuma

SON İLE -SUZ

Ezgi Budak 

Bir son ve bir başlangıca sahip olmak kaçınılmazdır zira doğduğumuz andan itibaren koyun sürüsü misali zaman adlı bir çoban tarafından ileriye güdülüyoruz. Başımızda bir çoban olduğu doğrudur fakat nasıl otlayacağımız bize kalmış: Geviş getirerek mi yoksa her seferinde farklı otları tadarak mı? Uyanık mı, yoksa bayık mı? 
Hiçbir şey sonsuz değildir. Bir düşününce belki de sonsuz olan şeyler vardır. Ne var ki biz onlardan biri değiliz.
Son ile başlangıç, doğum ve ölüm müdür? Peki ya insan bu iki kelime arasına sıkışmış bir yaratık mıdır? Geri dönme fırsatı olmadan yürüyüp gidecek miyiz? Nereye gidiyoruz? Neden yürüyoruz, geriye dönemediğimiz için mi, dönmek istemediğimiz için mi? 
Sonsuz olmamamız acınası bir şey mi?
Her nasıl bir karganın bedeni yüzmek için uygun değilse biz de sonsuzluk için uygun değiliz. Hiçbir canlı uygun değil. Bunun yaşlanmakla ya da bedenimizle alakası yok. Zaman yıpratır, doğru ama sonsuzluk süre değil, algıdır. Yani sonsuzluk algısı, bizi zaman gibi yıpratmaz. Sonsuzluğa uygun değiliz çünkü anlama yetimiz kısıtlı. Kısıtlı olan bir yere sonsuzluk sığamaz. Eğer sonsuz olsaydık, hiçbir şey anlamlı ve değerli olmazdı. Yine de birçok şey değişirdi ama bir tek şey aynı kalırdı: Başımızdaki çoban. Tabii ki değişen şeylerle beraber o çobanın adı da değişirdi ve yerini unutkanlık alırdı. Zaman akıp gittikçe o çoban da bizi takip ederdi, sürekli beynimizden parçalar aşırır bu da algımızı bozardı. 
Ortalama ömrümüz seksen iken bile birçok şeyi unutuyoruz. Sonsuz olsaydık kim bilir neleri unuturduk. “Sonsuz olmamamız acınası bir şey mi?” sorusunun yanıtını şu cümle verir: Unutmak bir lütuf mu yoksa lanet mi?
Sonsuzluk, gıpta edilecek; ölüm de korkulacak bir şey değildir. Sonsuz olsaydık hiçbir şeyin anlamı kalmazdı. Uzun ve anlamsız bir ömür yaşamaktansa kısa ve öz yaşamak daha iyidir. 
Ölüm, hayatın tadını çıkaralım diye bize verilmiş bir geçektir. 

MERDİVEN

Akın Eliş


1. Bölüm
Serin bir bahar gecesiydi. Yarın için okul çantasını hazırlıyordu. Zihninde bir durgunluk vardı, anlam veremediği bir durgunluk. Çantasını hazırladıktan sonra lambasını kapattı ve yatağına uzandı. Yavaşça gözlerini yumdu ve uyumak için kendini bir süre zorladı ama uyuyamadı. 
Zihnindeki durgunluk daha da büyümüştü. Bir eksiklik seziyordu hayatında, büyük bir boşluk. Bu eksikliği anlamlandırmaya çalıştı. Evet, mutlu olmamıştı kaç zamandır. Mutluluğu unutmuştu. Kahkaha atmayı, tebessüm etmeyi bile unutmuştu. Neden mutsuz olduğunu bilmiyordu. Hayatındaki eksikliği bulmuştu ama bir çözümü yoktu bu eksikliğin, tıpkı bir nedeni olmadığı gibi. 
Bu sorunu düşündükçe mutsuzluğunun daha da arttığını hissetti. Gecenin bir yarısında onu uyutmayan tek sebep mutsuzluğuydu. Düşündükçe hatırladı, bu eksiklik hissi, birazcık mutlu olabileceği anlarda bile gelip karşısına dikiliyor ve onun mutsuzluğuna mani oluyordu. Düşünmekten yorulmuştu. Her şeye rağmen uyudu. 
Uyandı, hazırlandı ve okula doğru yola çıktı. Her yerde mutsuzluğunun nedenini düşünüyordu. Mutlu olamayacağını düşünmek, onu daha da mutsuz ediyordu. Bu düşüncelerle günü tamamladı ve akşam olduğunda evinin yolunu tuttu. 
Bu eksiklik hissini unutabilse belki de biraz mutlu olabilirdi ama nasıl unutacaktı eksiklik hissini. Bu düşüncelerle ilerlerken bu yol üzerinde daha önceden hiç görmediği bir ara sokak gördü. Oysa defalarca evine gidip gelmişti bu yoldan fakat bu ara sokağı ilk kez görüyordu. Mutsuzluğunu unutmak için farklı bir yoldan evine gitmek iyi bir fikir olabilirdi. Belki görebileceği yeni şeyler karşısına çıkar ve kendisini neşelendirirdi. Daha fazla düşünmeden ara sokağa girdi. Küçük ve dar bir sokaktı burası. Etrafta kimseler görünmüyordu. Bir film setini andırıyordu. Yollar taş döşeliydi ve yol kenarlarında araç da yoktu. Zaten yol kenarında araç olsa buradan başka bir aracın geçmesi mümkün olmazdı. Evlere baktı, pencerelerine, balkonlarına baktı. Evlerin pencerelerinde bir hayat belirtisi bile yoktu. Sokağın diğer ucu, bu ucundan görünüyordu ve diğer ucunda ışıltılı bir kapı görünüyordu. Bu kapı sokağın en sonundaki apartmanın yangın merdivenine ait olmalıydı. Daha sokağa sapar sapmaz iyi gelmişti bu sokakta yürümek ona. Işıltılı kapıyı merak ediyor ve heyecanlanıyordu. Yaklaştıkça aydınlık sanki daha artıyordu. Sonunda kapının önüne gelmişti. Etrafta kimseler yoktu. Biraz endişe etti ama içinden bir ses ona kapıyı açmasını söylüyor gibiydi. Bilmediği bir sokakta, tanımadığı bir apartmanın yangın merdiveninin kapısını açmak, çok doğru bir şey değildi fakat ellerine hakim olamıyordu. Sanki başka biri tarafından eli havaya kaldırılmış ve ışıltılı kapının kolu üzerine bırakılmıştı. Kapıyı açtı. Kapıdaki ışıltının kapının ardındaki aydınlıktan geldiğini anladı. Kapının ardı çok aydınlıktı ve hemen önünde bir merdiven uzanıyordu. Bir yangın merdiveni için hayli lükstü basamaklar. Birkaç adım attı ve kafasındaki tüm olumsuz düşüncelerden ayrılarak merdivenleri birer birer çıkmaya başladı. Attığı her adımda sanki yükü hafifliyordu. Takati kesilinceye kadar hızla devam etti merdivenlerden çıkmaya fakat merdivenler bitmiyordu. Oysa uzaktan çok yüksek bir görünüşü yoktu burasının. Biraz dinlenmesi gerekiyordu. Dinlendikten sonra devam etmeyi düşünüyordu. Merdivene oturduğu anda geriye doğru baktı ve aslında hiç yol almamış olduğunu fark etti. Halen merdivenin ilk katındaydı ve çıkış kapısı görünüyordu. Şaşkındı fakat şaşkınlığı uzun sürmedi ve mutsuzluğa dönüştü. Merdivenden indi ve evine doğru yürümeye başladı. 
Ertesi gün yine geleceğinden emindi. Hava çoktan kararmıştı. Evdeki işlerini hallettikten sonra yatağına uzandı. Bu günden sonra artık iki sorunu vardı: Biri mutsuzluğu, diğeri de anlam veremediği bu yangın merdiveni. 

2. Bölüm
Sabah uyandığında okula gitmek yerine önce yangın merdivenin olduğu binaya gitmeyi düşündü. Bunun için biraz erken çıkması gerekiyordu evden. Kahvaltısını bile bitirmeden yola çıktı. Bir süre yürüdü fakat dün akşam gördüğü ara sokağı bir türlü bulamadı. Oysa dün akşam nereden, hangi köşeden döndüğünü hatırlıyordu. Yolu birazcık değiştirmek amacıyla farklı bir sokağa girmişti fakat şimdi o sokak yoktu. Biraz daha dolaşacak olsa okula geç kalacaktı, bu yüzden okula gitmeye karar verdi. 
Gün boyu o sokağı neden göremediğini düşündü. Belki de ters yönden geldiği için zihni ona bir oyun oynamıştı. Okuldan evine giden yolda, orasını bulmak daha kolay olabilirdi. Bu yüzden gün boyu derslerin bitmesini bekledi. Üstelik bu kez merdivenlere işaret koymayı düşünüyordu. Böylelikle yaşadığı şeyleri biraz daha anlamlı hâle getirebilir ya da mantık düzeyine indirebilirdi. Mutsuzluğunun önüne geçmişti bu merdivenin esrarı. Bunu çözmeliydi. Bu durumu anlatabileceği bir arkadaşı olsaydı keşke, onunla beraber gitseydi yangın merdiveninin yanına fakat yoktu böyle bir arkadaşı. Hem olsa da belki alay ederdi yaşadıklarını ona anlatınca. 
İlk kez bir arkadaşın hayalini kuruyordu. Belki de mutsuzluğunun sebeplerinden biri buydu: arkadaşsızlık. Kocaman okulda bir tanecik bile olsun insanın arkadaşı olmaz mıydı? Yoktu işte…
Bu düşüncelerle okuldan ayrıldı ve dün akşam yolunu değiştirdiği yere kadar geldi. Yine aynı ara sokağı görmüştü. Sabah da bakmıştı buraya oysa fakat sabah bu sokağı görememişti. Biraz morali yerine gelmişti. Hızla yolun sonunda kendisini çağıran binaya doğru ilerledi. Artık bildiği bir sokaktı onun için burası ve binanın da yabancısı değildi. Bu kez ışıltılı kapıya yürürken içinde bir endişe yoktu. Kapının kolunu açarken de bir endişe hissetmedi. Zaten elleri, ayakları kendinden bağımsız hareket ediyor gibiydi. Kapıyı araladı, kapının ardında daha önceden de gördüğü aydınlıkla karşılaştı. Hemen önündeki merdivenden dün zaten çıkmıştı. Çıktığını zannediyordu. Çantasından renkli bir kalem çıkardı. Bu kez merdivenleri çıkmak için acele etmedi. Basamakları yavaş yavaş çıkıyordu ve çıktığı her basamağa bir sayı yazıyordu. Bir süre sonra rakam yazma işini daha da pratik hale getirmiş ve adımlarını hızlandırmıştı. Basamaklar hiç bitmeyecek sanıyordu. Kaleminin mürekkebi bitmeye yaklaşmıştı ki son basamağa 486 sayısını yazdı. Bitmişti artık basamaklar ve önünde parıltılı bir pencere gördü. Sanki güneşe yaklaşmıştı merdivenleri çıkarak. Pencereyi açmayı düşündü fakat pencerenin kolu yoktu. Biraz daha yaklaşarak aşağıya bakmaya çalıştı. Aşağıda bir şey görünmüyordu. Sadece buluta benzeyen bir sis tabakası vardı. Yukarıya bakmaya çalıştı fakat gözleri kamaştı. Kısık gözlerle bile yukarıya bakamıyordu. Merdivenin sırrını çözme çabasındayken yeni sorular geliyordu zihnine. Şimdi aşağıya doğru inmenin zamanıydı. Sayılara bakarak inmesi gerekiyordu. Yönünü aşağıya çevirdi. İlk basamakta oturdu. Bir süre dinlenip inmeyi düşünüyordu. Birdenbire aydınlığın daha da büyüdüğünü fark etti. Hiçbir şey görünmüyordu etrafta aydınlıktan. Gözlerini kapamak zorunda kaldı birkaç saniye. Gözlerini yeniden açtığında merdivenin ilk basamağındaydı ve çıkış kapısı karşısındaydı. Heyecanla dönüp geriye baktı, merdivenlere yazdığı sayıların hiçbiri görünmüyordu. Kaçmak, buradan çıkmak istiyordu. 
Hızla dışarıya çıktı. Buraya yeniden gelmek istiyor muydu, emin değildi. Mutsuzluğundan kurtulmak isterken bir belaya düşmekten endişe ediyordu. Zihin ve ruh hâlinin kötüye gitmesinden endişe ediyordu. Evine doğru ilerlerken iki gün önceki hayatının aslında ne kadar rahat ve güzel bir hayat olduğunu düşündü. Boşu boşuna kendine bir mutsuzluk icat etmişti. Mutlu olma, mutluluğu arama çabası onu büyük bir huzursuzluğa düşürmüştü. Yaşadıklarını belki de yazmalıydı. Günlük tutmak iyi bir fikirdi ama son iki günü geçerek başlayacaktı günlüğe. Bu düşünceler, içini biraz rahatlatmış ve zaten evinin önüne de gelmişti. 

SİZ, NASIL BİR OYUNCUSUNUZ?

Akın Eliş

Bizler; bir filmde, dizide rol yapan, kendisine verilen kişiliği canlandıran insanlara oyuncu diyoruz. Oysa insanların hepsi birer oyuncu. Hem de iyi oyuncu. 
Şimdi düşünün; kaç kez mutlu olmadığınız hâlde size nasıl olduğunuzu soran arkadaşlarınıza “iyiyim” diyerek tebessüm ettiniz ya da çok üzücü şeyler yaşadığınız halde ertesi gün arkadaşlarınızla buluştuğunuzda onları güler yüzle karşıladınız ve ruh durumunuzdan hiç bahsetmediniz, üzüntünüzü dışarıya sızdırmadınız? 
İşte bu yüzden hepiniz birer oyuncusunuz. 
Bu ve benzer olayları o kadar çok tekrarladınız ki siz bile ne zaman, ne kadar mutlu olduğunuzu bilemiyorsunuz. Kendinizi diğer insanlara olduğunuzdan daha iyi ve mutlu gösterme çabası içindesiniz daima. 
İnsanlar, olduklarından daha iyi olmak istiyor eğer bunu yapamıyorsa olduğundan daha iyi görünmek istiyor. Oysa elindekilerle yetinse belki daha mutlu olacak.
İnsan her şeye sahip olmak istiyor, her şeyi yaşamak istiyor ve sürekli mutlu olmak istiyor aslında. Bunu da başkalarına göstererek yapmak istiyor. Sonsuzluğu istiyor farkında olmadan. Bunlar gerçekleşemeyince ya da sınırlı kalınca başlıyor film ve insan bir oyuncuya dönüşüyor. Bu hisleri, düşünceleri gerçekleştirme yolunda insanın etrafının zarar görmesi de kaçınılmaz oluyor bazen. Bu durumda insanın bu sonsuz isteklerini yatıştırması gerekiyor ve orada başlıyor huzursuzluk, mutsuzluk ve film devam ediyor, oyun devam ediyor, roller değişse de oyun bitmiyor. 
Fakir, tez zamanda zengin; zengin de daha zengin olmak istiyor fakat bu hayatta sadece elindekilerle yetinen, daha iyisi için gerektiği kadar çabalayan ve daha iyi olmak için hırslanmayan kişiler gerçekten mutlu ve huzurlu yaşıyor.  
Hepimiz oynayarak yaşıyoruz bu dünyada. Kimimiz daha az kimimiz daha çok oynuyoruz. Çoğunlukla mutlu, huzurlu insan rolünü oynuyoruz. Her zaman, her insan bu oyunu sergilemese de herkesin hayatında mutlaka oyuncu rolüne büründüğü zamanlar oluyor.

AFORİZMALAR


Ezgi Budak
 

Umudun olduğu her yerde karamsarlık vardır. 
Nefretin olduğu her yerde sevgi vardır. 
İnsanın olduğu her yerde vicdan vardır. 
***
Varoluş sorgulanamaz yine de ben şansımı deneyeceğim. İnsan neden var? Bir cevap bulamıyorum fakat varoluşa karışabilmemiz için bizlere verilmiş bir sorgulama yeteneğimiz var. 
***
Kalbiniz beyaz olmasın. Çok çabuk kirlenir. 
***
Pişmanlık bir zamanlar doğru olduğunu sandığımız yanlışlardır. 
***
Bize ait olmayan beklentiler baskıya dönüşür, baskı da beceriksizliğe. 
***
Heplik ve hiçlik aynı anda var olduğu için mi evren hiçbir şeydir?
***
İnsanlık dışı, deriz. Oysa o, insanın ta kendisidir. 
***
Genelleme, en büyük ön yargıdır. 
***
Doğru ve yanlıştan emin olmamak lazım. Hiçbir şeyin kesin olmayışı gibi bu zıtlık da kesin değildir ve yine bu tamamen dünyanın işleyişini nasıl gördüğümüzle ilgilidir. En kesin doğruda ve yanlışta bile şüphe vardır çünkü kesin de kesin olana kadar şüphe olduğu kesindir. 
***
İçten yazılmayan hiçbir şey gerçek anlamda yazılmamıştır. 
***
Yalnızca objektif bir gözle bakarsak dünyayı tüm şeffaflığıyla görebiliriz. 
Öz kıyım bir cesaret örneği değildir. Yaşamak, ölümden çok daha zor ve çilelidir. Bunu cesaret bilenler, yaşamayı bilmeyenlerdir. 
***
Değişmeyen hiçbir şey yoktur, değişim de değişir. Sekiz milyar insan arasında değişimin anlamı sürekli değişir. 
***

Bir şey kaybettiğin için mi boş hissedersin yoksa boş hissettiğin için mi o şeylerin adı kayıp olur? 
***
Korku, karanlık bir odadır. Görmek için ışığa ihtiyaç duymazsın, orada kalman yeterli. Bir süre kalırsan alışırsın, alışırsan da korkmazsın. 


5 Şubat 2025 Çarşamba

YALNIZ BEN MİYİM

Zeynep Akbulut

Kim sevinmez ki 
Soğuk bir kış gecesinde
Ansızın gelen kar tatili haberine 

Birazcık kar yağınca
Herkesin gözü ekranlarda
Tatil olsun diye
Herkeste bir çaba
Yalnızca benim 
Tatil olmasını istemeyen
Yalnızca benim galiba

KIŞ DUASI

Zeynep Ayten

Pencere ardından bakmalı insan
Soğuk kış gününde gece vaktinde
Uzak olsa bile mayıs ve nisan 
Beklemek güzeldir onları yine

Her yer uzaktadır karlı gecede
Yıldızlar saklanır belki korkudan
Karşı dağlar bile başka bir ülke
Kuşlar çatılarda donar ayazdan 

Evsiz olanların dertleri başka
Kar onlara azap onlara ayaz
Kimseler sokakta kalmasa keşke
Yazlar uzun olsa ve kışlar hep az




ATLAS

Zeynep Akbulut, Zeynep Ayten

Ailesi adını Atlas koyarken sanki onun kaderini de beraber yazmıştı adının yanına. Gök kubbeyi taşımakla cezalandırılmış Atlas gibi hissediyordu kendisini. Bütün dünya onun sırtındaydı. Dağlarıyla, taşlarıyla, evleriyle, insanlarıyla onun sırtındaydı her şey en azından o böyle hissediyordu. Mesela her gün taşımak zorunda olduğu sırt çantasının dünyadan farkı neydi? İçinde taşıdığı her şey ayrı bir dünya ağırlığındaydı. Her gün yapmak zorunda olduğu işler, yerine getirmek zorunda olduğu görevler… Adını aldığı Atlas, onu görse hâline şükrederdi. 
Sabah altıda uyanıyordu gece on iki sularında uyuyordu. Bazen uyuyamıyor gece bire, ikiye kadar çalışması gerekiyordu. Onun yaşında birinin beş saat uyku ile hayata devam etmesi bile trajediydi. Kimsenin görmediği bir trajedi. Uzmanlar günlük sekiz saat uykudan bahsediyordu, galiba onun hayatını bilmiyorlardı. 
Bu uzmanların hangi dünyada yaşadığını merak ediyordu bazen çünkü aynı uzmanlar günde üç öğün yemekten bahsediyorlardı, yaklaşık üç litre su içmekten bahsediyorlardı. O ise sabahları yarım yamalak bir şeyler atıştırarak evden çıkıyor, öğlen sunta gibi sert bisküviler kemiriyor, akşam eve döndüğünde de önceki günden kalan yemekleri ısıtıp yiyordu. Hatta birkaç kez gıda zehirlenmesi bile yaşamıştı bu yüzden. Üç litre suya gelince, musluk suyundan içse sağlıklı değil marketten alsa ayrı bir masraftı. O, ölmeyecek kadar su içiyordu. Ölüm aklına geldiğinde ürperiyordu. Yaşamam gerek, diyordu; bir gün ailemin şehrine dönmem ve onlara rahat bir hayat sunmam gerek.
Hem okuyor hem çalışıyordu. Çalışmaya başlayalı çok olmamıştı, zaten tecrübesiz olduğu için fazla bir ücret de vermiyorlardı ona. Dersleri biter bitmez iş yerine gidiyordu ve gecenin bir yarısına kadar orada çalışıyordu. Bazı günler boş derslerde de çalışmak için buraya geliyordu. Saat karşılığı ücret alıyordu. Arkadaşları onun gibi değildi. Herkes hayatını yaşıyordu. Kimilerinin arabası kimilerinin kendine özel evi vardı. Kimileri hafta sonları başka illere gezi düzenliyordu kimileri yarıyıl tatillerinde yurt dışına çıkıyordu. Onun yaşadığı hayattan ne hocalarının haberi vardı ne arkadaşlarının. Zaman zaman arkadaşları etkinliklere onu da çağırıyordu ama bir bahane bulup kaçmayı başarıyordu. O, Atlas’tı. Dünyayı sırtında taşıyordu.
Ümitliydi, güzel günler göreceğine inanıyordu ilerleyen yıllarda. Şimdi yaşadığı sıkıntılara katlanmak, güzel şeyler düşünerek mümkündü sadece. Atlas da mutlaka her sabah ve gece geleceğe dair hayaller kuruyordu. Okulu biter bitmez güzel bir iş buluyordu hayalinde. Bir sene içinde çok düzenli ve bol kazançlı bir hayata kavuşuyordu. Ailesini de yaşadığı şehre alıyor, sonsuza kadar mutlu yaşanılan bir hayat düşünüyordu. O günler geldiğinde bu günleri hatırlamak bile istemiyordu. 
Yine gecenin geç saatleriydi ve hayli yorgundu. Tek odalı küçücük evine doğru yola çıkmıştı. En azından burasını kiralayabildiği için kendisini şanslı hissediyordu. Birkaç adım atmıştı ki ayağı bir şeylere takıldı ve sendeledi. Geri dönüp baktığında bunun büyük bir çanta olduğunu fark etti. Gecenin bu saatinde yolun tam ortasında üstelik gösterişli, kocaman bir çantayı kim bırakırdı ki? Atılmış olması imkânsız görünüyordu bu çantanın. Unutulmuş olması da imkânsızdı. Sağa sola baktı. Kimseler yoktu. Çantayı eline aldı ve biraz da endişeyle içini araladı, telaşla hemen geri kapattı. Birkaç adım daha attı. Sokak lambalarından birinin altında durdu, çantayı yeniden açtı. Gördüklerine inanamıyordu. Çantanın içi para doluydu. Terlemiş, kalbinin atışı hızlanmıştı. Bu para belalı gibi görünüyordu. Çantayı hemen oraya bıraktı ve hızla uzaklaşıyordu ki ardından bir ses duydu:
-Delikanlı, çantanı unuttun. 
Geriye dönüp baktı, kimse yoktu. Birkaç adım daha attı yine aynı ses:
-Çantanı almayacak mısın? 
Etrafa baktı, kimseler görünmüyordu. Belki de onun için hazırlanmış bir tuzaktı bu. Çantayı alacak ve başı belaya girecekti. Hızla koşmaya başladı. Her adımda ardından aynı ses geliyordu:
-Çantanı unuttun, çantanı al, o çanta senin…
Normalde kırk dakikada ulaştığı evine on beş dakikada ulaşmıştı. Bir yandan dönüp ardına bakmıştı yol boyu fakat kimseler görünmüyordu. Evine girer girmez pencereye koştu ve ışığı açmadan sokağa baktı. Sokakta kimseler yoktu. Kan ter içinde kalmıştı. Bir süre dinlendikten sonra ışığı açtı, bir şeyler atıştırıp uyumayı düşünüyordu ki gördüğü manzara karşısında donup kaldı. Gözlerini sildi, kendini çimdikledi, gözlerini kapatıp bildiği duaları okudu ve yeniden açtı gözlerini. Az önce yolda bıraktığı çanta yatağının üzerinde duruyordu. Bela değil, büyük bir belaydı bu. Çantayı yeniden aldı eline. Sanki öncekine göre daha ağırlaşmıştı. Işığını söndürdü ve dış kapının önüne bırakarak evine döndü. Işığı açtı, yatağına uzanmak istedi fakat bir yandan dışardaki çantayı merak ediyordu. Bir şeyler de atıştırması lazımdı. Küçük mutfağın kapısından içeri girdiğinde yeniden aynı şaşkınlığı yaşadı. Çanta masanın üzerinde duruyordu. Bu çantadan kurtulmanın mümkün olmadığına ve bu çantanın da normal olmadığına inanmıştı. Çantayı eline aldı fakat az öncekine göre daha da ağırlaşmıştı. Güç bela, sürüyerek çantayı masadan indirdi. İçini araladı. Para doluydu çanta, çok para… Bu parayla ne yapacağını düşündü. Bir kısmını dışarıya çıkaracaktı ki bir not gözüne ilişti. Özenli ve tanıdık bir el yazısıyla notta şöyle yazıyordu:
Kaderinden kaçamazsın Atlas. Hayallerine kavuşmak için yıllarca beklemene gönlüm razı olmadı. Bu para aslında senin fakat bir görevin var bu parayı hak etmek için. Bu görevini yerine getirmezsen para başına bela olur. Görevini yerine getirirsen artık hayallerine kavuşursun. Görevinin ne olduğunu öğrenmen için şehrin eski mesire alanındaki çekirdek çitleyen eşeği bulman gerekiyor. 
Atlas, kâğıdın arka yüzüne baktı. Metni tekrar okudu. Çantaya bir tekme attı. Uykusu gelmişti. Kâğıdı buruşturdu ve fırlattı. Çantayı orada öylece bıraktı. 
Sabah uyandığında saat altıydı. Gece yaşadıkları, hiç aklından çıkmamıştı. Bela, gelip bulmuştu işte onu. Adı Atlas’tı ya… İlla yükü ağırlaşacaktı her geçen gün. 
Gözlerini ovuşturarak mutfağa gitti. Çanta, yerinde yoktu. Belki de rüyaydı yaşadıkları. Evet, yorgun bir gecenin sonunda gördüğü kötü bir rüyaydı. Bundan emindi. Şimdi bir şeyler atıştırıp yola çıkmak zamanıydı. Daha iyi beslenmesi ve daha çok uyuması gerekiyordu belki de. Tam morali biraz yerine gelmiş, kendini toparlamıştı ki yerde buruşturulmuş kâğıdı gördü. Kâğıdı düzelttiğinde gece okuduğu el yazısıyla yazılmış notu yeniden gördü. 

Son cümleye kadar kulağa hoş geliyordu nottaki cümleler ama son cümle tüm büyüyü bozuyordu: Görevinin ne olduğunu öğrenmen için şehrin eski mesire alanındaki çekirdek çitleyen eşeği bulman gerekiyor. 
Önce umursamak istemedi bu yazılanları fakat belki de gerçekten çekirdek çitleyen bir eşek bulabilirdi. Üstelik eski mesire alanı ifadesi de araştırmasını biraz daha daraltıyordu. Önce eski mesire alanlarını taraması gerekliydi sonra bu mesire alanlarında çekirdek çitleyen eşek (!) bulacaktı. Eşeği bulsa önüne çekirdek koyabilirdi ama bu dönemde köylerde bile eşek bulmak, görmek hayli güçtü. Yapacak başka bir şey yoktu. Evinden çıkacak kadar kendini iyi hissetmiyordu. Bilgisayarını açtı ve “çekirdek çitleyen eşek heykeli” kelimelerini internet arama motorlarına yazdı umutsuzca. Alakasız şeyler çıkacağını düşünüyordu ama yanıldı. Gerçekten de çekirdek çitleyen eşek heykeli vardı ve bir mesire alanındaydı. Heykelin resimlerine baktı, bulunduğu yere baktı. Yaşadığı yere çok uzak sayılmazdı. Trenle bir saatte oraya ulaşabilirdi. Acele ederse sabah trenine yetişebilirdi. Yanına hiçbir şey almadı. Bilgisayarını bile kapatmadı, yola çıktı. İlk trene yetişmişti. İnanmaya başlamıştı bu notta yazılanlara. En azından en saçma bulduğu şey yani çekirdek çitleyen eşek heykeli gerçekten de vardı. Sıkıcı hayatını geride bırakacak ve mutlu olacaktı bugünden sonra. Bir saatlik yol ona çok uzun gelmişti. Vakit geçmek bilmiyordu. Zihninde düşünceler, umutlar, hayaller peş peşe gelip gidiyordu. Nihayet gideceği şehre ulaşmıştı. Telaşla trenden indi ve heykelin bulunduğu alana doğru koşar adım ilerledi. Heykeli uzaktan gördüğünde tebessüm etti. Evet, karşısında bir eşek heykeli vardı ve çekirdek çitliyordu heykel. Şaşkın bakışlar arasında heykelin yanına koştu ve incelemeye başladı. Burada mutlaka bir şeyler olmalıydı onu ilgilendiren. Bir görevden bahsediliyordu notta. Heykel çok göz önündeydi ve çok yalındı. Özel bir şey göremedi dikkatle bakmasına rağmen. Belki de kendisiyle dalga geçen birileri vardı ve şimdi gizli gizli onu izleyip kahkaha atıyorlardı. Eşek heykelinin ağzı açıktı. Son çare olarak oraya bakmalıydı ama dikkat çekmek istemiyordu. Yine de yaklaştı ve hızlıca eşeğin ağzına parmaklarını uzattı. Gerçekten de burada bir şeyler var gibiydi. Bir süre uğraştı gelip geçen insanların şaşkın bakışları arasında fakat sonunda başardı. Küçük rulo şeklinde bir kağıt çıkmıştı buradan. Biraz ilerleyip heyecanla kâğıdı açtı. Yine bir not vardı ve çok küçük harflerle yazılmıştı. Çok çaba sarf etti ancak okunacak gibi değildi yazı. Yakında bir yerlerden büyüteç bulması gerekiyordu. Etrafta gördüğü ilk kırtasiyeye girdi ve en büyük büyüteci rica etti. Tam büyütecin fiyatını ödeyecekti ki dönüş parasının kalmayacağını düşündü. Bir süre satıcı ile bakıştılar. Satıcı durumu anlamamıştı.
-Aslında büyüteç bana sadece bir dakikalığına lazım. Satın almadan burada kullansam sorun olur mu, dedi. 
Dükkân sahibi başka bir müşteriyle ilgileniyordu. Büyüteçle az evvel bulduğu notu okumaya başladı, bu durumdan istifade ederek.
“Bu kadar hızlı ilk görevini yerine getireceğini ummuyordum doğrusu. Şimdi asıl görevinde sıra. Arka sayfadaki bilmeceyi çözdüğünde yeni bir hayat, çanta dolu bir parayla seni bekliyor.”
Kâğıdın arka yüzünü çevirdiğinde dükkân sahibini karşısında gördü. Telaşla kâğıdın arka yüzünü okurken dükkân sahibinin tebessüm ettiğini gördü ve konuştu:
-Gerçekten buna inanıyor olamazsın. Sabahın bu erken vaktinde elindeki küçücük kağıdı okumaya çalışıyorsun hem de heyecanla, ümitle. 
Dükkân sahibinin sözleri bütün heyecanını bitirmeye yetmişti. Sanki neyin peşinde olduğunu biliyor gibiydi bu adam. Bir yandan kâğıdı okumaya çalışıyor bir yandan da adamın küçümseyici, muzip bakışlarına takılıyordu. Adam devam etti:
-Söyle bakalım o kâğıdı nereden aldın? Buraya iki ayda bir mutlaka birileri geliyor senin gibi. Hep de aynı saatlerde geliyor. Hep aynı telaş oluyor bakışlarında. Hemen hemen gelen herkesin yaşı da birbirine yakın. Bir şeyler çeviriyorsunuz ama anlayamadım. 
Dükkân sahibinin sözleri bittiğinde o da bilmeceyi okumayı bitirmişti. Şöyle yazıyordu kâğıtta: Gerçekten buna inandın mı? 
Dükkân sahibi tebessümü bırakmış kahkaha atıyordu. Kahkahası kulaklarında çınlayarak çoğalıyordu. Bir yandan da soruyordu:
-Ne yazıyor orada, görevin neymiş? 
Elindeki küçük kâğıdı buruşturup yere attı ve koşarak istasyona yöneldi. Dönüş biletini alarak yerine oturdu. Bu kez çok kısa sürmüştü yolculuk. Göz açıp kapayıncaya kadar yaşadığı şehre ulaşmıştı. Hatta yaşadığı eve bile girmişti. Etrafına bakındı. Tüm bunların nasıl bu kadar çabucak gerçekleştiğini anlayamadı. Evden hiç çıkmamış gibiydi. Ayaklarına baktı, çorapları yoktu. Kollarına, vücuduna baktı. Pijamalarıyla oturuyordu yatağında. Yaşadıklarının hepsinin garip bir rüya olduğuna inanmaya başladı. Aklına para dolu çanta geldi. Bıraktığı yere gitti ama çanta filan yoktu ortada. Tüm bu yaşadıklarının rüya olma ihtimali yoktu. Hayal görmüş olma ihtimali de yoktu. Midesinin bulandığını hissetti. Güçlükle lavaboya yetişti ve kustu, kustu, kustu. Kustukça kendine geliyordu. Dünya aydınlanıyor, zihni duruluyordu. Çok kötü bir zehirlenme yaşamıştı anlaşılan. En azından saçma sapan notlar ve çantanın yokluğu, dükkân sahibinin kahkahası silinip gitmişti. Kendine geldiğinde saate baktı. Henüz gecenin dördüydü. Uyumak için iki saati daha vardı. Biraz daha toparlanabilirdi bu iki saatte. Artık daha çok dinlenmeli, daha az çalışmalı ve beslenmesine dikkat etmeliydi. Bu yaşadıklarını bir kez daha yaşamak istemiyordu.
Tam yatağına geçerken bilgisayarının açık olduğunu fark etti. Kapatmak için bilgisayarının yanına gittiğinde ekranda çekirdek çitleyen eşek heykeli olduğunu gördü. 

4 Şubat 2025 Salı

KARLI BİR ŞUBAT AKŞAMI

Mahmut Eray Erbaş

Tatilin yeni bitmiş olması bir şey değil
Hani mevsimlerden kışsa
Dışarda kar yağıyorsa
Haber bültenleri daha da çok kar yağacak
Diyorsa
Ve sen bir öğrenciysen henüz 7. sınıfta
Bakıp bakıp dışarıya
Tatil beklemek
Ayıp sayılmamalı

ELİMDE DEĞİL

Emir Sabri Ünsal

Neşeli biriyim ne yapayım işte
Ses çıkarmadan gülerim ben
Sessizce
Herkesin üzgün olduğu zamanlarda bile
Geliyor içimden 
Derin bir gülümseme
Saklamaya çalışsam da nafile
Tamam
Ses çıkarmıyorum ama
Tebessümüm veriyor beni ele
Neşeli biriyim ne yapayım işte

SİNİR KÜPÜ 2

Mahmut Eray Erbaş
Emir Sabri Ünsal


Tanımadan önce onu
Sinir küpü diyordum
Anladım değilmiş sinir bozucu 
Biraz tanıyınca yakından

Benim de var bir tane
Fakat elimde taşımıyorum
Kimsenin görmediği yerlerde
Ona sessizce bulaşıyorum

Zeka ile ilgisini hâlen bu küplerin
Tam olarak anlayamadım
Ama çantamda onun için
Gizli bir bölüm ayarladım

Her şeye tamam çok sinir bozucu değilmiş
İşe de yarıyor çoğu zaman
İyi olduğu doğrudur boş arkadaşlıklardan
Üstelik benden bir isteği yok
Fakat buna bir isim bulamadım
Görürsem bir yerlerde
Dedem Korkut’a soracağım

GARİP BİR HÂL

Salih Taha Balta

Bu gece
Uyku tutmadı beni
Yatmak istedim ama
Vicdanım el vermedi

Nedenini bir türlü bulamadım
Saat sabahın altısı
ve ben hâlen uyumadım
Dalgın gözlerle yazdım
Bu şiiri kendime

Durumumu anlatamam
Anlatsam da anlamaz kimse
Uykusuzluğu herkes bilse de
Hâlimi anlatamam kimseye

HAYAL/SİZ


Hayrettin Eymen Bulut

Satılık hayal var mı
Kıyıda köşede
Bizde de vardı
Hepsi ıslanmasaydı

DÖNGÜ


Mahmut Eray Erbaş
Emir Kaan Şimşek
Emir Sabri Ünsal

1. BÖLÜM

Hayli yorucu bir gün geçirmişti. Evine gidip dinlenmekten başka bir düşüncesi yoktu. Hatta yemek, içmek için bile uğraşamayacak kadar yorgundu. Evinin kapısını açtığında artık son gücü de bitmişti. Çantasını bir kenara fırlatarak doğruca uyumaya gitti. Sanki uykuya değil de başka bir boyuta geçmişti uzanır uzanmaz. Rüya gibi değildi yaşadıkları. Uzandığı anda bir kapıdan geçmiş ve yeni bir dünyaya girmiş gibiydi. Gözlerini uyanır gibi araladı. Her yer bembeyazdı. O kadar beyazdı ki küçücük bir leke olsa fark edilebilirdi. Tavan beyazdı.  Zemin beyazdı. Duvarlar beyazdı. Gözlerini alıyordu bu kadar beyaz. Bir kapı olmalı, diye düşündü. Pencere yoktu ama bir kapı olmalıydı. Yerinden doğruldu ve elleriyle duvarları yoklamaya başladı. Az önce yorgunluktan bitkindi fakat şimdi kendisini çok dinç hissediyordu. Bunun bir rüya olamayacağını düşündü. Kendine bir çimdik attı, acı hissedebiliyordu. Demek ki rüya değildi bu. Bu esnada elini sürdüğü yerde bir çıkıntı hissetti. Bu bir düğmeye benziyordu. Dikkatle baktı ve tüm gücüyle bu çıkıntıya bastı. Bu esnada bembeyaz duvarda kapı büyüklüğünde bir boşluk oluştu. Kapının ardı karanlıktı. Buradan çıkmak için bir fırsat doğmuştu ve değerlendirmeliydi bunu. Gözleri kamaşıyordu beyazlıktan. Adımını dışarıya atar atmaz bir boşluğa yuvarlandı. Karanlık bir boşlukta düşüyor, düşüyor, durmadan düşüyordu. Aşağılara doğru indikçe hızlanmak yerine yavaşlıyordu. Sonunda yerçekimi etkisini kaybetmiş gibi hissetti. Tam uçuyor muyum diye düşünüyordu ki bir anda gözlerini yeşil bir odada açtı. Filmlerde gördüğü gibi bir yeşillikti bu. Doğal bir yeşillik yoktu etrafında. Her şey yeşildi. Tavan yeşildi. Zemin, yeşildi. Duvarlar yeşildi. Ellerine baktı, yeşil görünüyordu. Kendi ellerinden rahatsız oldu. Ellerini duvara yaklaştırdığında elleri görünmüyordu. Biraz önce yaşadığı tecrübeden hareketle burada da bir düğme olabileceğini düşündü. Duvarları yoklamaya başladı. Tahmini doğru çıktı. Yine bir çıkıntı vardı duvarda ancak bu kez dışarıya adım atıp atmamak konusunda kararsızdı. Var gücüyle düğmeye bastı ve yine bir boşluk oluştu duvarda. Adımını atar atmaz yine düşmeye başladı. Her yer karanlıktı ama git gide aydınlığa doğru yol alıyordu. Ellerine baktı, rengi yerine gelmişti fakat biraz beyaz görünüyordu kendine. Bir ara kuş gibi kanat çırpmayı denedi. Çırpındı, çırpındı fakat bu onun düşmesini engellemiyordu. Sonunda yavaşladı. Yine bir odaya düşeceğim, diye içinden geçirdi. Gözlerini yine kapadı. Düşme hissi bittikten sonra gözlerini usul usul açtı. 
Başucunda maskeli iki kişi vardı. Üzerlerinde beyaz önlük vardı başucunda bekleyen kişilerin. Ellerinde eldiven vardı. Gözlerini açtığını görünce başucundaki kişiler telaşlanmıştı. Kendini toparlamalı ve nerede olduğunu sormalıydı. Kendini toparlayarak:
-Ben neredeyim, sizler kimsiniz, dedi. 
Başucunda bekleyenler sorularına cevap vermek yerine sağa sola ve birbirlerine bakıyorlardı. Doğrulmak istediğinde yatağa bağlı olduğunu hissetti. Tam ayaklarına ve kollarına bakıyorken burnuna doğru sıkılan bir gaz ile gözlerini kapattı. 
Gözlerini açamayacak kadar yorgun olduğunu hissetti. Uyanıktı ama bir şeyler yapmak için gücü yoktu. Gözlerini yeniden araladı. Az önce başucunda duran kişiler yoktu. Üstelik yatağa bağlı da değildi. Tepesindeki lamba çok cılızdı. Bazen sönüyor bazen yanıyordu. Kasavetli bir havası vardı odanın. Duvarlara bakarken bir kapı gördü. Bu, iyiye işaretti. Kapının altından ışık sızıyordu ve gölgeler hareket ediyordu. Kapı aralandı. Ardında sadece bir kişi vardı. Yerinden doğruldu ve sordu:
-Neredeyim ben?
Beyaz önlüklü ve maskeli adam elinde iki şeker tutuyor ve gözlerine bakarak konuşuyordu:
-Şu an senin beyninin içindeyim. Elimdeki şekerlerden birini seçeceksin. Sadece bu kadarını söyleyebilirim, dedi.
Son gücünü toplayarak kendisine şekerleri uzatan adamı duvara doğru itekledi. Bu esnada yere düşen iki şekeri de aldı. Tam ikisini birden ağzına atacaktı ki yeniden her yer karardı.
Gözleri açıktı ama hiçbir şey görmüyordu. Avucunda sıkı sıkıya tuttuğu şekerler erimeye başlamıştı. En iyisi onları yutmaktı. Karanlıkta şekerlerin ikisini birden ağzına attı. Tatlı bir şeyler ummuştu. Şekerlerin biri çok tatlı diğeri acıydı. Kırmızı olan büyük ihtimalle acıydı. Her yer karanlıktı hâlen. Şekerlerden acı olanı çıkarmak istedi ağzından fakat yanlışlıkla bu esnada her iki şekeri de yuttu. Şekerleri yuttuğu anda yine düşme hissine kapıldı. Etrafta hiçbir şey görünmüyordu. Bir yandan midesinin bulandığını hissediyordu. Belki de başı dönüyor, düştüğünü hissediyordu. Gözlerini kapadı bir süreliğine. Tekrar açtığında başucunda yine o maskeli iki kişi vardı. Gözlerini açtığını görünce başucundaki kişiler telaşlanmıştı. Biri diğerine:
-Hiç bu kadar sorun çıkaran olmamıştı. Bu kalitesiz denek kim tarafından getirildiyse tespit edilmesi gerek, bir daha bize böylelerini getirmesin, dedi. 
Demek ki burada bir denekti ve başkaları da getirilmişti. Olan biteni usul usul anlamaya çalışıyordu. Olanca gücüyle toparlandı ve bağırdı:
-Bırakın beni!
Başında bekleyenler iyice usanmış görünüyordu. Gözleriyle birbirlerine işaret ettiler ve yeniden her şey karardı. Bu kez bilincini de yitirmişti. 
Aradan ne kadar dakika ya da saat geçtiğini hatırlamıyordu kendine geldiğinde. Her yanı ıslanmıştı. Yağmur yağıyordu. Önce bulutları gördü, sonra çalıları. Usulca yerinden doğrulmak istedi fakat vücudunda yaralar vardı, ağrımayan yeri yoktu. Hafifçe doğrulduğu anda az ilerde hızla giden bir araç gördü. Kendini yeniden çamurun içine bıraktı. 
Yaraları acıyordu. Biraz kendini toparlayınca kalkmayı düşünüyordu. Bu esnada etrafa bakındı. Çalıların arasında kendisi gibi baygın bekleyen dört kişi daha vardı ve hiçbirinde hayat belirtisi yok gibiydi. Önce kendine gelmeli, ardından onların yaşayıp yaşamadığına bakmalıydı. Bir müddet daha bekledi. Yine dalmıştı. 
Bir süre sonra uyandı. Etrafında hayli su birikintisi oluşmuştu. Yağmur devam ediyordu ve şiddetlenmişti. Etrafındakilerden biri daha kendine gelmiş, sağa sola bakıyordu. O tarafa dönerek sordu:
-Neredeyiz biz? Neden buradayız? 
Gayet bitkin görünen adam cevap verdi:
-Aynı sistemin içinden atılan kişileriz. Artık sistemin bir parçası değiliz. Uyanmak, acı verir. Aslında hissettiğin bütün acılar artık uyanmış biri olmanla ilgili. Sen, ben, biz sistemin dışına atıldık. 
Söylenenlerden bir şey anlamıyordu. 
Belki de diğerleri yalnızca buraya hoş zaman geçirmek için gelmiş sarhoşlardı. Tam buna inanacakken diğer üç kişi de hareketlendi. Önce çamurdan çıkmak gerekiyordu. Güç bela ayağa kalktı ve biraz ilerdeki ahşap kulübeyi gördü. Beş yorgun ve bitkin kişi kulübeye doğru usul usul ilerledi. Konuşacak, birbirlerine anlatacak çok şeyleri vardı fakat hiçbirinin ağzını bıçak açmıyordu. 


2: Bölüm
Ahşap kulübenin kapısı açıktı ve ortada küçük bir soba vardı. Önce kurumaları ve dinlenmeleri gerekiyordu. Sonradan uyananlardan biri sağda solda sobayı yakmak için bir şeyler aradı. Nihayet bir kutu kibrit bulmuştu ama kibrit nemliydi. Bir süre uğraştıktan sonra birini yakmayı başardı. Soba yandıkça ısınıyorlar ve birbirlerine bakıyorlar, birbirlerini tanımaya çalışıyorlardı. Üstelik acıkmışlardı epece. Kulübe ısınıp elbiseleri kurumaya başlayınca yiyecek bir şeyler aramaya başladılar. Kulübeye yıllardır kimsenin gelmediği belliydi. Yıllardır yanmamış olan sobanın borularından dumanlar çıkıyor ve sular akıyordu. Raflardan birinde duran kutunun üzerinde gofret resmi vardı. Beş kişinin tek umudu bu kutuydu. Kutuyu özenle indirdiler. Gerçekten de içinde gofret vardı. Son kullanma tarihine baktılar, yaklaşık elli yıl önce son kullanma tarihi geçmişti gofretin. Beş mağdur kişinin bunu düşünecek durumu yoktu ve hızla bitirdiler gofretleri. Gofretler bittiğinde hepsinin de uykusu gelmişti. Bulundukları yerde uyudular. Günlerdir ilk kez bu kadar mutlu oldukları yüzlerinden okunuyordu. Bebekler gibi mışıl mışıl uyuyorlar yanlarındaki soba çıtırtılarla yanıyordu. 
Hayli mutluydu uyandığında. Üstelik ağrısı, sızısı yoktu. Yaralarının tamamı iyileşmişti. Yanındaki kişilere baktı, onların da yaraları iyileşmişti. Üstelik hepsinin üzerinde temiz kıyafetler vardı. Yaşadıklarını hatırlamaya çalıştı. Bir ahşap kulübenin içinde olmaları gerekiyordu fakat burası başka bir yerdi. Bu esnada kenarda kendilerini izleyen maskeli ve beyaz önlüklü iki kişiyi yeniden gördü. 
-Gofretlerin tadı nasıldı? Şifalıdır bizim gofretler. Bak, yaralarınız iyileşmiş, dedi adamlardan biri. 
Bu sözleri duyan dört kişi de uyandı. Onlar da hayli mutlu görünüyordu. Elbiselerine, etrafa bakmaya başladılar şaşkınlıkla. 
Maskeli ve beyaz önlüklü adamlardan diğeri konuştu:
-Kurtulmak istiyordunuz, kendinizi huzursuz hissediyordunuz. Artık gidebilirsiniz. Bakın, şurada kapı var. Kapıdan çıkıp bahçeye ulaşacaksınız. Bahçeden de çıktığınız andan itibaren özgürsünüz. Yeni bir hayat sizi bekliyor. Hem de mutlu bir hayat. 

3. Bölüm
Birbiriyle konuşmadan dört kişi hızla bahçeye koştular. Bahçe kapısı yakın görünüyordu ama bir türlü ulaşamıyorlardı. Yürüme bandında koşar gibilerdi. Bir süre koştuktan sonra bahçe kapısına nihayet ulaştılar. Bahçe kapısının arkasında bir hayat onları bekliyordu. Terlemişlerdi. Kapıyı açmadan önce son kez birbirlerine baktılar. Bir veda merasimine gerek yoktu. Buradan kurtulmak gerekliydi. Büyük kapıyı açıp dördü birden dışarıya adım attılar fakat adımları onları dışarıya taşımadı. Bir boşluk vardı ayaklarının altında. Galiba düşüyorlardı yeniden. 
Her yer karardı. Büyük bir sessizlik vardı. 
Uyandığında tekti ve başucunda maskeli iki kişi vardı. Üzerlerinde beyaz önlük vardı başucunda bekleyen kişilerin. Ellerinde eldiven vardı.