Zeynep Akbulut, Zeynep Ayten
Ailesi adını Atlas koyarken sanki onun kaderini de beraber yazmıştı adının yanına. Gök kubbeyi taşımakla cezalandırılmış Atlas gibi hissediyordu kendisini. Bütün dünya onun sırtındaydı. Dağlarıyla, taşlarıyla, evleriyle, insanlarıyla onun sırtındaydı her şey en azından o böyle hissediyordu. Mesela her gün taşımak zorunda olduğu sırt çantasının dünyadan farkı neydi? İçinde taşıdığı her şey ayrı bir dünya ağırlığındaydı. Her gün yapmak zorunda olduğu işler, yerine getirmek zorunda olduğu görevler… Adını aldığı Atlas, onu görse hâline şükrederdi.
Sabah altıda uyanıyordu gece on iki sularında uyuyordu. Bazen uyuyamıyor gece bire, ikiye kadar çalışması gerekiyordu. Onun yaşında birinin beş saat uyku ile hayata devam etmesi bile trajediydi. Kimsenin görmediği bir trajedi. Uzmanlar günlük sekiz saat uykudan bahsediyordu, galiba onun hayatını bilmiyorlardı.
Bu uzmanların hangi dünyada yaşadığını merak ediyordu bazen çünkü aynı uzmanlar günde üç öğün yemekten bahsediyorlardı, yaklaşık üç litre su içmekten bahsediyorlardı. O ise sabahları yarım yamalak bir şeyler atıştırarak evden çıkıyor, öğlen sunta gibi sert bisküviler kemiriyor, akşam eve döndüğünde de önceki günden kalan yemekleri ısıtıp yiyordu. Hatta birkaç kez gıda zehirlenmesi bile yaşamıştı bu yüzden. Üç litre suya gelince, musluk suyundan içse sağlıklı değil marketten alsa ayrı bir masraftı. O, ölmeyecek kadar su içiyordu. Ölüm aklına geldiğinde ürperiyordu. Yaşamam gerek, diyordu; bir gün ailemin şehrine dönmem ve onlara rahat bir hayat sunmam gerek.
Hem okuyor hem çalışıyordu. Çalışmaya başlayalı çok olmamıştı, zaten tecrübesiz olduğu için fazla bir ücret de vermiyorlardı ona. Dersleri biter bitmez iş yerine gidiyordu ve gecenin bir yarısına kadar orada çalışıyordu. Bazı günler boş derslerde de çalışmak için buraya geliyordu. Saat karşılığı ücret alıyordu. Arkadaşları onun gibi değildi. Herkes hayatını yaşıyordu. Kimilerinin arabası kimilerinin kendine özel evi vardı. Kimileri hafta sonları başka illere gezi düzenliyordu kimileri yarıyıl tatillerinde yurt dışına çıkıyordu. Onun yaşadığı hayattan ne hocalarının haberi vardı ne arkadaşlarının. Zaman zaman arkadaşları etkinliklere onu da çağırıyordu ama bir bahane bulup kaçmayı başarıyordu. O, Atlas’tı. Dünyayı sırtında taşıyordu.
Ümitliydi, güzel günler göreceğine inanıyordu ilerleyen yıllarda. Şimdi yaşadığı sıkıntılara katlanmak, güzel şeyler düşünerek mümkündü sadece. Atlas da mutlaka her sabah ve gece geleceğe dair hayaller kuruyordu. Okulu biter bitmez güzel bir iş buluyordu hayalinde. Bir sene içinde çok düzenli ve bol kazançlı bir hayata kavuşuyordu. Ailesini de yaşadığı şehre alıyor, sonsuza kadar mutlu yaşanılan bir hayat düşünüyordu. O günler geldiğinde bu günleri hatırlamak bile istemiyordu.
Yine gecenin geç saatleriydi ve hayli yorgundu. Tek odalı küçücük evine doğru yola çıkmıştı. En azından burasını kiralayabildiği için kendisini şanslı hissediyordu. Birkaç adım atmıştı ki ayağı bir şeylere takıldı ve sendeledi. Geri dönüp baktığında bunun büyük bir çanta olduğunu fark etti. Gecenin bu saatinde yolun tam ortasında üstelik gösterişli, kocaman bir çantayı kim bırakırdı ki? Atılmış olması imkânsız görünüyordu bu çantanın. Unutulmuş olması da imkânsızdı. Sağa sola baktı. Kimseler yoktu. Çantayı eline aldı ve biraz da endişeyle içini araladı, telaşla hemen geri kapattı. Birkaç adım daha attı. Sokak lambalarından birinin altında durdu, çantayı yeniden açtı. Gördüklerine inanamıyordu. Çantanın içi para doluydu. Terlemiş, kalbinin atışı hızlanmıştı. Bu para belalı gibi görünüyordu. Çantayı hemen oraya bıraktı ve hızla uzaklaşıyordu ki ardından bir ses duydu:
-Delikanlı, çantanı unuttun.
Geriye dönüp baktı, kimse yoktu. Birkaç adım daha attı yine aynı ses:
-Çantanı almayacak mısın?
Etrafa baktı, kimseler görünmüyordu. Belki de onun için hazırlanmış bir tuzaktı bu. Çantayı alacak ve başı belaya girecekti. Hızla koşmaya başladı. Her adımda ardından aynı ses geliyordu:
-Çantanı unuttun, çantanı al, o çanta senin…
Normalde kırk dakikada ulaştığı evine on beş dakikada ulaşmıştı. Bir yandan dönüp ardına bakmıştı yol boyu fakat kimseler görünmüyordu. Evine girer girmez pencereye koştu ve ışığı açmadan sokağa baktı. Sokakta kimseler yoktu. Kan ter içinde kalmıştı. Bir süre dinlendikten sonra ışığı açtı, bir şeyler atıştırıp uyumayı düşünüyordu ki gördüğü manzara karşısında donup kaldı. Gözlerini sildi, kendini çimdikledi, gözlerini kapatıp bildiği duaları okudu ve yeniden açtı gözlerini. Az önce yolda bıraktığı çanta yatağının üzerinde duruyordu. Bela değil, büyük bir belaydı bu. Çantayı yeniden aldı eline. Sanki öncekine göre daha ağırlaşmıştı. Işığını söndürdü ve dış kapının önüne bırakarak evine döndü. Işığı açtı, yatağına uzanmak istedi fakat bir yandan dışardaki çantayı merak ediyordu. Bir şeyler de atıştırması lazımdı. Küçük mutfağın kapısından içeri girdiğinde yeniden aynı şaşkınlığı yaşadı. Çanta masanın üzerinde duruyordu. Bu çantadan kurtulmanın mümkün olmadığına ve bu çantanın da normal olmadığına inanmıştı. Çantayı eline aldı fakat az öncekine göre daha da ağırlaşmıştı. Güç bela, sürüyerek çantayı masadan indirdi. İçini araladı. Para doluydu çanta, çok para… Bu parayla ne yapacağını düşündü. Bir kısmını dışarıya çıkaracaktı ki bir not gözüne ilişti. Özenli ve tanıdık bir el yazısıyla notta şöyle yazıyordu:
Kaderinden kaçamazsın Atlas. Hayallerine kavuşmak için yıllarca beklemene gönlüm razı olmadı. Bu para aslında senin fakat bir görevin var bu parayı hak etmek için. Bu görevini yerine getirmezsen para başına bela olur. Görevini yerine getirirsen artık hayallerine kavuşursun. Görevinin ne olduğunu öğrenmen için şehrin eski mesire alanındaki çekirdek çitleyen eşeği bulman gerekiyor.
Atlas, kâğıdın arka yüzüne baktı. Metni tekrar okudu. Çantaya bir tekme attı. Uykusu gelmişti. Kâğıdı buruşturdu ve fırlattı. Çantayı orada öylece bıraktı.
Sabah uyandığında saat altıydı. Gece yaşadıkları, hiç aklından çıkmamıştı. Bela, gelip bulmuştu işte onu. Adı Atlas’tı ya… İlla yükü ağırlaşacaktı her geçen gün.
Gözlerini ovuşturarak mutfağa gitti. Çanta, yerinde yoktu. Belki de rüyaydı yaşadıkları. Evet, yorgun bir gecenin sonunda gördüğü kötü bir rüyaydı. Bundan emindi. Şimdi bir şeyler atıştırıp yola çıkmak zamanıydı. Daha iyi beslenmesi ve daha çok uyuması gerekiyordu belki de. Tam morali biraz yerine gelmiş, kendini toparlamıştı ki yerde buruşturulmuş kâğıdı gördü. Kâğıdı düzelttiğinde gece okuduğu el yazısıyla yazılmış notu yeniden gördü.
Son cümleye kadar kulağa hoş geliyordu nottaki cümleler ama son cümle tüm büyüyü bozuyordu: Görevinin ne olduğunu öğrenmen için şehrin eski mesire alanındaki çekirdek çitleyen eşeği bulman gerekiyor.
Önce umursamak istemedi bu yazılanları fakat belki de gerçekten çekirdek çitleyen bir eşek bulabilirdi. Üstelik eski mesire alanı ifadesi de araştırmasını biraz daha daraltıyordu. Önce eski mesire alanlarını taraması gerekliydi sonra bu mesire alanlarında çekirdek çitleyen eşek (!) bulacaktı. Eşeği bulsa önüne çekirdek koyabilirdi ama bu dönemde köylerde bile eşek bulmak, görmek hayli güçtü. Yapacak başka bir şey yoktu. Evinden çıkacak kadar kendini iyi hissetmiyordu. Bilgisayarını açtı ve “çekirdek çitleyen eşek heykeli” kelimelerini internet arama motorlarına yazdı umutsuzca. Alakasız şeyler çıkacağını düşünüyordu ama yanıldı. Gerçekten de çekirdek çitleyen eşek heykeli vardı ve bir mesire alanındaydı. Heykelin resimlerine baktı, bulunduğu yere baktı. Yaşadığı yere çok uzak sayılmazdı. Trenle bir saatte oraya ulaşabilirdi. Acele ederse sabah trenine yetişebilirdi. Yanına hiçbir şey almadı. Bilgisayarını bile kapatmadı, yola çıktı. İlk trene yetişmişti. İnanmaya başlamıştı bu notta yazılanlara. En azından en saçma bulduğu şey yani çekirdek çitleyen eşek heykeli gerçekten de vardı. Sıkıcı hayatını geride bırakacak ve mutlu olacaktı bugünden sonra. Bir saatlik yol ona çok uzun gelmişti. Vakit geçmek bilmiyordu. Zihninde düşünceler, umutlar, hayaller peş peşe gelip gidiyordu. Nihayet gideceği şehre ulaşmıştı. Telaşla trenden indi ve heykelin bulunduğu alana doğru koşar adım ilerledi. Heykeli uzaktan gördüğünde tebessüm etti. Evet, karşısında bir eşek heykeli vardı ve çekirdek çitliyordu heykel. Şaşkın bakışlar arasında heykelin yanına koştu ve incelemeye başladı. Burada mutlaka bir şeyler olmalıydı onu ilgilendiren. Bir görevden bahsediliyordu notta. Heykel çok göz önündeydi ve çok yalındı. Özel bir şey göremedi dikkatle bakmasına rağmen. Belki de kendisiyle dalga geçen birileri vardı ve şimdi gizli gizli onu izleyip kahkaha atıyorlardı. Eşek heykelinin ağzı açıktı. Son çare olarak oraya bakmalıydı ama dikkat çekmek istemiyordu. Yine de yaklaştı ve hızlıca eşeğin ağzına parmaklarını uzattı. Gerçekten de burada bir şeyler var gibiydi. Bir süre uğraştı gelip geçen insanların şaşkın bakışları arasında fakat sonunda başardı. Küçük rulo şeklinde bir kağıt çıkmıştı buradan. Biraz ilerleyip heyecanla kâğıdı açtı. Yine bir not vardı ve çok küçük harflerle yazılmıştı. Çok çaba sarf etti ancak okunacak gibi değildi yazı. Yakında bir yerlerden büyüteç bulması gerekiyordu. Etrafta gördüğü ilk kırtasiyeye girdi ve en büyük büyüteci rica etti. Tam büyütecin fiyatını ödeyecekti ki dönüş parasının kalmayacağını düşündü. Bir süre satıcı ile bakıştılar. Satıcı durumu anlamamıştı.
-Aslında büyüteç bana sadece bir dakikalığına lazım. Satın almadan burada kullansam sorun olur mu, dedi.
Dükkân sahibi başka bir müşteriyle ilgileniyordu. Büyüteçle az evvel bulduğu notu okumaya başladı, bu durumdan istifade ederek.
“Bu kadar hızlı ilk görevini yerine getireceğini ummuyordum doğrusu. Şimdi asıl görevinde sıra. Arka sayfadaki bilmeceyi çözdüğünde yeni bir hayat, çanta dolu bir parayla seni bekliyor.”
Kâğıdın arka yüzünü çevirdiğinde dükkân sahibini karşısında gördü. Telaşla kâğıdın arka yüzünü okurken dükkân sahibinin tebessüm ettiğini gördü ve konuştu:
-Gerçekten buna inanıyor olamazsın. Sabahın bu erken vaktinde elindeki küçücük kağıdı okumaya çalışıyorsun hem de heyecanla, ümitle.
Dükkân sahibinin sözleri bütün heyecanını bitirmeye yetmişti. Sanki neyin peşinde olduğunu biliyor gibiydi bu adam. Bir yandan kâğıdı okumaya çalışıyor bir yandan da adamın küçümseyici, muzip bakışlarına takılıyordu. Adam devam etti:
-Söyle bakalım o kâğıdı nereden aldın? Buraya iki ayda bir mutlaka birileri geliyor senin gibi. Hep de aynı saatlerde geliyor. Hep aynı telaş oluyor bakışlarında. Hemen hemen gelen herkesin yaşı da birbirine yakın. Bir şeyler çeviriyorsunuz ama anlayamadım.
Dükkân sahibinin sözleri bittiğinde o da bilmeceyi okumayı bitirmişti. Şöyle yazıyordu kâğıtta: Gerçekten buna inandın mı?
Dükkân sahibi tebessümü bırakmış kahkaha atıyordu. Kahkahası kulaklarında çınlayarak çoğalıyordu. Bir yandan da soruyordu:
-Ne yazıyor orada, görevin neymiş?
Elindeki küçük kâğıdı buruşturup yere attı ve koşarak istasyona yöneldi. Dönüş biletini alarak yerine oturdu. Bu kez çok kısa sürmüştü yolculuk. Göz açıp kapayıncaya kadar yaşadığı şehre ulaşmıştı. Hatta yaşadığı eve bile girmişti. Etrafına bakındı. Tüm bunların nasıl bu kadar çabucak gerçekleştiğini anlayamadı. Evden hiç çıkmamış gibiydi. Ayaklarına baktı, çorapları yoktu. Kollarına, vücuduna baktı. Pijamalarıyla oturuyordu yatağında. Yaşadıklarının hepsinin garip bir rüya olduğuna inanmaya başladı. Aklına para dolu çanta geldi. Bıraktığı yere gitti ama çanta filan yoktu ortada. Tüm bu yaşadıklarının rüya olma ihtimali yoktu. Hayal görmüş olma ihtimali de yoktu. Midesinin bulandığını hissetti. Güçlükle lavaboya yetişti ve kustu, kustu, kustu. Kustukça kendine geliyordu. Dünya aydınlanıyor, zihni duruluyordu. Çok kötü bir zehirlenme yaşamıştı anlaşılan. En azından saçma sapan notlar ve çantanın yokluğu, dükkân sahibinin kahkahası silinip gitmişti. Kendine geldiğinde saate baktı. Henüz gecenin dördüydü. Uyumak için iki saati daha vardı. Biraz daha toparlanabilirdi bu iki saatte. Artık daha çok dinlenmeli, daha az çalışmalı ve beslenmesine dikkat etmeliydi. Bu yaşadıklarını bir kez daha yaşamak istemiyordu.
Tam yatağına geçerken bilgisayarının açık olduğunu fark etti. Kapatmak için bilgisayarının yanına gittiğinde ekranda çekirdek çitleyen eşek heykeli olduğunu gördü.