22 Şubat 2025 Cumartesi

HİKÂYESİ YAZILMAYAN KAHRAMAN

Ayşegül Yıldız
Yusuf Kerem Acar
Eymen Çam

Fransız yazar Exupery, onun en yakın arkadaşını ve gezegenini yazmış ve bütün hayatını herkese anlatmıştı fakat onun yaşadığı gezegeni ve onun hayat hikâyesini kimseler bilmiyordu. Y216 gezegenini kim bilebilirdi ki? İnsanlar son yıllarda Mars gezegeninden başka bir şeye ilgi duymuyordu. Başka dünyalarda hayat olduğuna inanalar çoğalmıştı fakat hiçbir gökbilimci onun yaşadığı gezegeni tespit edememişti. Oysa Küçük Prens’in gezegenine çok yakındı yaşadığı yer. Zavallı Küçük Prens… Artık Dünya’nın her yerinde çocuklar onu tanıyor kimileri seviyor, kimileri onu anlamıyordu. Hatta büyükler, küçüklerden daha çok ilgi duymuştu ona. Kimse onun hikâyesinin sonunu da merak etmemişti. Kimse şu anda Küçük Prens’in nerede olduğunu da bilmiyordu. Gerçek bir hikâye, yazarının sayesinde gerçeküstü bir masala dönüşmüştü. 
Zaman zaman Küçük Prens’e ziyarete gittiğinde onu hep düşünceli görüyordu. Aradan onlarca yıl geçmesine rağmen hâlen insanların dilinde olmak, onun için biraz üzücüydü. 
Y216, B612’ye göre oldukça büyük bir yaşam alanıydı. Burada kim tarafından yapıldığı belli olmayan terk edilmiş evler vardı, başka bir gezegende yetişmeyen ve konuşup şarkı söyleyebilen mantarlar vardı. Yürüyebilen ağaçlar vardı. Kocaman köklerini ustalıkla adım atmak için kullanıyorlardı. Dallarına yuva yapan kuşlar, akşam vakti döndüklerinde bazen evlerini aramak zorunda kalıyorlardı. İki küçük ırmak vardı bu gezegende. Birinin rengi mavi, diğerinin rengi sarıydı. Bu ırmaklar ilerde birleşiyor ve yeşile dönüyordu yeni ırmağın rengi. Irmakta yaşayan ve adı konulmamış tavşana benzeyen canlılar vardı. Bunlar suyun dışına hiç çıkmadıkları için ancak ırmağa girdiğinde onlarla görüşebiliyordu. 
Belki de Y216 bu kadar geniş ve renkli olduğu için Küçük Prens gibi yalnızlık çekmiyordu ve başka yerlere gitme ihtiyacı duymuyordu. 
Küçük Prens, Dünya’da yaşadıklarını ona anlattığında zaman zaman içinden keşke benim gezegenim de tespit edilse diye düşünüyordu. Son zamanlarda sıkılmıştı hep aynı yerlerde dolaşmaktan. Bir şekilde Dünya’daki insanların dikkatini kendi gezegenine çekmeliydi. Bunu nasıl yapabilirdi, düşünüyordu. 
Belki de prens olmadığı için insanlar onu ve hayatını merak etmiyordu. Kim ne yapsındı ki Servi isimli bir canlının yaşadığı gezegeni. Hem Küçük Prens’in dediğine göre servi, Dünya’da bir ağaç türünün adıydı. Belki de ataları götürmüştü Dünya’ya servi ağacını. Bir şeyler yapmalı ve kendisi de artık kitaplardaki yerini almalıydı. Ataları var mıydı, yok muydu? Bu sorunun cevabını da bilmiyordu. Belki başka gezegenlerde yaşayan birileri götürmüştü serviyi Dünya’ya. Onu sevmeyen birileri. 
Oturup kendi hikâyesini yazmayı düşündü bir süre fakat bu ne işe yarardı ki? İnsanlara nasıl ulaştıracaktı bu hikâyeyi? İnsanlar, kendi hikâyelerini yazan ve okuyan canlılardı. Küçük Prens gibi bir hikâye çok nadir olduğu için dikkat çekmişti belki de. 
En iyisi etrafı keşfetmek ve Dünya’ya bir yolculuk yapmaktı. Yaşadığı yerde seyahat edebilmek için bir araç yoktu fakat ağaçlardan yardım isteyebilirdi. Yürüdüklerine göre belki uçabilirlerdi de. Ya da kuşlar ona yardım edebilirdi. Kuşlardan yardım istemedi ve ağaçlara durumu anlattı. 
Ağaçların en yaşlısı Bilge Ağaç, ona yardım edebileceğini söyledi. Onu, en azından yaşadığı gezegenin dışına çıkarabileceğini, sonrasının ise kendi çabasına kaldığını dile getirdi. Hazırlıklara başlayan Servi, kısa sürede Bilge Ağaç’a giderek artık yolculuk zamanının geldiğini söyledi. 
Bilge Ağaç yaşlıydı ama güçlüydü de. Gövdesinin orta yerinde kocaman bir kovuk vardı. Burası sanki bir odayı andırıyordu. Servi’nin yolculuğu burada geçecekti. Servi, kovuktaki yerini aldı ve Bilge Ağaç gürültüyle hareketlendi. Bir süre yürüdü, sonra koştu ve en sonunda havalanmayı başardı. Bu yolculuğun Bilge Ağaç için de önemi büyüktü. İlk kez gezegen dışına çıkacaktı ve belki de dönemeyecekti. 
Nihayet yolculuk başlamıştı. Bilge Ağaç dışarda gördüklerini Servi’ye anlatıyor ve onun ineceği yeri tarif ediyordu. Onlarca küçük gezegen vardı ve her birinde yaşayan farklı farklı canlılar vardı. Üzerinde ağaç bulunan gezegen ise çok azdı. Dünya, uzaktan görünmüştü. Bilge Ağaç nefes nefese kalmış, geri dönecek gücü kendisinde hissetmiyordu. Dünya’ya girdikleri anda Servi’ye yeni planını anlattı Bilge Ağaç:
-Artık geriye dönmek benim için hayli zor. Kocaman uzay karanlığında yuvarlanmak yerine ben de seninle Dünya’ya ineceğim. En azından senin için de bir barınak olurum. 
Bu fikir Servi’nin hoşuna gitti. Dünya’ya iniş süreci başlamıştı. Nereye ineceklerini bilmiyorlardı. Bilge Ağaç, çok yukarılardan kendine bir hedef belirledi ve bir süre sonra gürültüyle yere indiler. Bilge Ağaç’ın rengi değişmiş, mavimsi bir hâl almıştı. Işık saçıyordu etrafa. İndikleri bozkırdı. Etrafta canlı görünmüyordu. Bilge Ağaç son gücüyle köklerini toprağa saldı. Kökleri, bu toprağı yabancı bulmuştu önceleri fakat besin alması gerekiyordu. Onun için artık dinlenme zamanıydı. Biraz ürpererek ve korkuyla başını kovuktan dışarıya çıkaran Servi önünde uzayan kocaman bir duvar gördü. Bu duvarın sonu yok gibiydi. Belli ki birilerini engellemek için örülmüş bir duvardı burası. Hava, yeni aydınlanıyordu. Etrafı keşfetmesi ve hikayesini, gezegenini anlatacak birilerini bulması gerekiyordu. Çok fazla ilerlememişti ki karşıdan bir toz bulutu yükseldi. Dört bacaklı, yüksek hayvanlar üzerinde kendisine doğru gelen insanlar vardı. Önce korktu fakat iyice yaklaştıklarında gelenlerin iyi niyetli birileri olduğu hissine kapıldı. 
Dört kişi gelmişti onu karşılamaya. Önce saygı gösterisinde bulundular. Servi’nin onlar için göklerden gelen bir kutsal kişi olduğunu düşündüklerini söylediler. Servi, hikâyesini anlatmak için acele etmedi. Atlılardan birinin ardına atlayarak ve Bilge Ağaç’la vedalaşarak gözden kayboldu. 
Bir süre yolculuk yaptıktan sonra çadırların bulunduğu, etrafta atların, geyiklerin, keçilerin ve ineklerin bulunduğu bir obaya ulaştılar. Küçük Prens’in anlattığı Dünya’dan çok farklı bir yerdi burası. Ne uçaklar vardı ne de çöl. Üstelik hayli kalabalıktı da. Nereye düştüğünü, kimlerin arasında olduğunu merak etmiyor değildi fakat kendisini güvende hissediyordu ve bu da ona şimdilik yetiyordu. 
Çadırların en büyük ve süslü olanının önüne gelince atlardan indiler. Çadırdan içeriye girdiklerinde Servi, önce gördükleri karşısında biraz irkildi. Yaşlı, aksakallı ve saçlı biri yerde oturuyor ve boşluğa bakıyordu. Bir süre sessizlikten sonra konuştu:
-Kaç zamandır senin gelmeni bekliyoruz. Destanlarımızda hep sen vardın. Efsanelerimizde hep sen vardın. Bir umut bekliyorduk göklerden. Nihayet geldin ve obamızı şenlendirdin. Türk boyu artık senin de desteğinle zaferlere imza atacak ve Çin’in eziyetleri sona erecek. Atalarımız yüzyıllarca beklediler seni ama sen şimdi geldin. Hoş geldin. 
Söylenen sözlerden bir şey anlamadı Servi. Kenara geçerek oturdu. Bir hikâyem olsun diye ayrılmıştı gezegeninden ancak bambaşka bir hikâyenin içine düşmüştü. Hikâye değil de destanın içine düşmüştü belki de. Yaşayacağı şeyler çok merak ediyordu. Üstelik etrafta kâğıt, kalem, kitap tarzında bir şeyler de görünmüyordu. Küçük Prens’in anlattığı dünya bu değildi. Küçük Prens’in anlattığı çağ, bu çağ değildi. Sanki destanlar çağına düşmüştü. Destanların tarihi, hikâyelerden çok önce olmalıydı. Yorgundu. Biraz dinlendikten sonra her şeyi anlamak için hayli vakti olacaktı nasıl olsa. 
Dünya’nın havası biraz çarpmıştı Servi’yi. Önüne kâse ile konulan beyaz sıvının ne olduğunu sorarak başladı merakını gidermeye. Çadırdakiler önce sustu sonra hep birlikte kahkaha attılar ve önündeki şeyin ayran olduğunu söylediler. Daha önce böyle bir şeyin tadına hiç bakmamıştı Servi. Çekinerek tadına baktı ve çok sevdi bu içeceği. Birkaç kâse daha içtikten sonra biraz uyumak istediğini söyledi. Çadırda ona keçi yününden hazırlanmış bir yatak gösterdiler. Mışıl mışıl bir uykuya daldı. Rüyasında Y216’yı gördü. Galiba özlemeye başlamıştı orasını ama Dünya da fena sayılmazdı. 
Tam bir gün boyunca hiç uyanmamıştı. Uyandığında ertesi günün sabahı olmuştu. Güneş, Dünya’da başka görünüyordu. Kendi gezegenindeki gibi hemen kaybolmuyordu. Merakını gidermek istiyordu ama nereden başlayacağını da bilemiyordu. Etrafında toplananlarla hoş bir sohbete başladı kendine geldikçe. 
Uzun konuşmalar sonucu Asya’da olduğunu anlamıştı. Tarihin henüz ilk çağlarıydı. Onu misafir edenler Türklerdi ve Bilge Ağaç’la indiği yer Türkler ve Çin arasındaki sınır bölgesiydi. Çin Seddi’nin kenarına inmişlerdi. Hiç böyle hayal etmemişti. Küçük Prens mi şanslıydı yoksa kendisi mi, bunu tahmin etmek zordu. Küçük Prens’ten yüzlerce yıl öncesine denk geliyordu onun Dünya’ya inişi ve insanlarda gezegenleri gözlemleyebilecek, başka dünyadaki canlıları tanıyabilecek teknolojik gelişmeler henüz yoktu. Servi’nin Dünya’ya inişini birtakım inanışlarla anlamlandırıyorlardı. Servi, onlar için Gök Tanrı’nın armağanıydı. Düşünceler içindeyken aklına Bilge Ağaç geldi. Bilge Ağaç hayli yaşlıydı ve onu orada öylece bırakıp gelmişti. Etrafında bulunanlara kendisini Dünya’ya indiği yere götürmelerini istedi. Yine dört kişi atına bindi. Bu kez bir at da Servi’ye vermişlerdi. İlk kez ata biniyordu ama çok ustaca yol alıyordu. Bilge Ağaç’ı uzaktan görünce duygulandı Servi. Atından indi ve yanına gitti. Bilge Ağaç yürüme yeteneğini kaybetmişti. Üstüne garip kuşlar yuva yapmışlardı. Bir süre onunla sohbet etti. Bilge Ağaç’ın hayatta kalabilmek için köklerini çok derinlere saldığını öğrendi. Etrafındakiler, Servi’nin ağaçla olan sohbetinden çok etkilenmişlerdi. Bu ağacın sıradan bir ağaç olmadığına karar verdiler ve burada her gün birinin nöbet tutması gerektiğini kendi aralarında konuştular. Bilge Ağaç’ın ihtiyaçlarını gidermek için her gün iki Türk buraya gelecek ve etrafı kolaçan edecekti. 
Servi yaşadığı yeri, umduğu Dünya’yı anlattı onu yanına alan insanlara fakat hiçbiri inanmak istemiyordu onun anlattıklarına. Sadece saygı duyuyorlar ve zaman zaman fikir danışıyorlardı. 
Bilge Ağaç’ın hemen yanında duran duvar Servi’nin ilk günden beri dikkatini çekmişti. Bu duvarın sebebini sorduğunda hayreti biraz daha arttı. Duvarın öte yanında yaşayan insanlar, Türklerin o bölgeye geçmesini engellemek için kocaman yüksek bir duvar örmüşlerdi. Bu duvarı aşabilmek için çok Türk can vermişti. Aslında Servi’den asıl beklentileri de bu yöndeydi. Servi’nin bu duvarı yok etmesi ya da aşmak için bir fikir vermesini istiyorlardı. 
Servi artık çadıra dönmek yerine bu duvarın önünde bir fikir bulmanın daha mantıklı olduğunu düşünmeye başlamıştı. Hem Bilge Ağaç da yanındaydı onun. 
Günlerce düşündükten sonra Bilge Ağaç, Servi’ye bir fikir söyledi. Yüzlerce büyük merdiven yapıp bu duvara tırmanmak ve duvarı aşmak mümkündü. Servi, etrafındaki insanlara yapmaları gereken şeyleri her gün anlattı. Sonunda duvarın önünde onlarca basamağı olan yüzlerce merdiven hazırdı. 
Duvarın diğer tarafında yaşayan halk, arka taraftaki hareketlilikten huzursuz olmaya başlamıştı. Gizlice Türklerin nelerle meşgul olduklarını izlemeye başladılar. Büyük bir taarruz hazırlığındaydı Türkler ve onlar da savunma konumuna geçmek için hazırlıklara başladılar. Bu esnada Bilge Ağaç kendine gelmişti. Ona her gün su taşıyan ve sağlığı için etrafını çapalayan insanlar sayesinde artık kendisini son derece güçlü hissediyordu. 
Büyük gün gelmişti. Türkler bütün gücüyle seddin diğer yüzünden tırmanmaya ve arka tarafa geçmeye başlamışlardı. Islık çalan oklar, kılıç sesleri, at kişnemeleri birbirine karışıyordu. Her yer toz duman olmuştu. Servi ve Bilge Ağaç ise sadece dinliyordu gürültüyü. Anlam veremiyorlardı olanlara. 
Birkaç gün devam eden gürültü sonunda sessizliğe bırakmıştı yerini. Türkler, seddin diğer tarafına geçmişlerdi. 
Servi ve Bilge Ağaç, yaşadıklarından sıkılmışlardı. Servi, yine Bilge Ağaç’ın kovuğundaydı. Bilge Ağaç ona fısıldadı:
-Aynı şeyleri mi düşünüyoruz?
Servi:
-Ben Y216’yı özledim. Burası bize göre değil, dedi. 
Bilge Ağaç:
-Eğer istersen eski gücüme kavuştum, yeniden havalanmayı ve gezegenimize dönmeyi düşünebiliriz, dedi.
Bu teklif Servi’nin hoşuna gitmişti. Bilge Ağaç gürültüyle köklerini topraktan söktü ve önce yürümeye sonra koşmaya başladı. En sonunda havalanmıştı. Bir rüzgar ona destek oluyordu havalanması için. Bir süre sonra gözden kayboldular ve gezegenlerine doğru yola çıktılar. 
Onların hikâyesini anlatacak bir yazara denk gelmemişlerdi. Onların bir kitabı olmayacaktı insanlar tarafından okunan fakat onların hayatlarıyla, varlıklarıyla ilgili şeyler kulaktan kulağa, nesilden nesle anlatılacaktı. 
Büyük zaferin ardından Türkler döndüklerinde Servi’yi ve ağacı yerinde göremediler. Artık iyice emin oldular onlar kendilerine Gök Tanrı’nın gönderdiği yardımcılardı. 

UNUTULMAZ KAMP

 
UNUTULMAZ KAMP
Yola Çıkarken

Yıllardır hayalini kurduğum iki haftalık kampı nihayet gerçekleştirecektim. Aslında süre sınırı da koymamıştım fakat en kötü ihtimalle iki hafta sürecekti bu kampım. Ben dâhil beş kişi olacaktık kampta. Yaşadığım şehirde kamp yapılacak alan yoktu, daha yeşil ve daha uzaklarda bir yer planlamıştık. Kamp yerine yakın bir ırmak ya da göl olmalıydı mutlaka. Dağlar olmalıydı, ormanlar olmalıydı kamp yaptığımız yerde ve mağaralar da olmalıydı. Daha önce kimsenin gitmediği bir yer olmalıydı burası. Eyşan, Agâh, Atakan ve Beren bu tariflere uygun yerler arıyorlardı ama ben her seferinde bir eksiklik buluyordum bu yerlerde. Sonunda Eyşan hayli uzak bir yerde benim istediğim gibi bir mekân bulmuştu: Canista ormanları. Haritalardan burasını aradık, ansiklopedilerden baktık fakat hiçbir bilgi yoktu buraya dair. Eyşan da burasını ninesinden duymuştu. Ninesi ise buraya hiç gitmemiş sadece çocukluğunda buraya ait ilginç hikâyeler duymuştu. Aslında varlığı bile meçhul bir yer gibiydi burası fakat Eyşan, ninesinden buranın yakınındaki köyleri, kasabaları öğrenmişti. Diğer arkadaşlar da Canista ormanlarında kamp yapmayı kabul ettiler ve hazırlıklara başladık. 
Orada kalacağımız süre tam olarak belli olmadığı için en az bir ay yetecek kadar yiyecek tedarik ettik. Kıyafetlerimizi bile bir ay yetecek kadar aldık. Hepimizin kocaman kamp çantaları tıka basa dolmuştu. Ayrıca iki de çadır vardı yükümüz arasında fakat bunları kimin taşıyacağı, kuracağı belli değildi. 
Atakan, kiraladığı kocaman arazi aracıyla hepimizi evlerimizden alacaktı ve pazartesi günü sabaha yakın yola çıkacaktık. Yolculuk bizim tahminimize göre sekiz saat sürecekti. 
Pazar günü tüm hazırlıklar tamamlanmıştı. Yolda yemek için atıştırmalıklar, termosla çaylar bile hazırdı. Gecenin saat dördüydü ve Atakan önce Agâh’ı, ardından Eyşan’ı alacaktı. Beren’in evi ile bizim evimiz arasında zaten bir dakikalık bir süre vardı. Saat dördü yirmi geçe Atakan gelmişti. Arkadaşlarımın hepsinin gözlerinden uyku akıyordu ama hayli heyecanlılardı. Ben de uyumamıştım zaten gece boyunca. Çantamı güçlükle taşıyarak araca bindim. Aracın bu kadar dar olabileceğini tahmin etmemiştim. Atakan ve Agâh ön koltuklarda rahattı ama arka koltukta üç kişi ile yol almak biraz sıkıcı gelmişti bana. Neyse ki Eyşan ve Beren ufak tefek kızlardı. Saat beşi gösterdiğinde artık yaşadığımız şehrin dışına ulaşmıştık. Hava hâlen karanlıktı. Yollar ise tenhaydı. 
Kimse konuşmuyordu bu esnada Eyşan sessizliği bozdu:
-Canista ormanlarına dair bir şeyler öğrenebildiniz mi ninemin anlattıklarından başka?
Atakan:
-Ben bulamadıysam buraya dair bir bilgi, kimse bulamamıştır. Hatta ben burasını ninenin uydurduğunu bile düşünmeye başladım. Ninen zaten hayli yaşlı. Belki de bir filmde gördüğü yeri bize kamp alanı tarif etti. 
Beren, Atakan’ın sözlerinden umutsuzluğa kapılmıştı:
-Eyşan’ın ninesinin yaşlı olduğu doğru fakat o bir bunak değil. Lütfen hayallerimizi yolun başında bozma, dedi. 
Bu esnada Agâh’ın ani horlama sesi bütün gerilimi dağıttı. Agâh, kahkaha sesleriyle uyandı ve mırıldandı:
-Ben uyumuyorum, sizi dinliyorum. Kalbim uyanık benim merak etmeyin. 
Bir süre sonra yeniden sessizlik başlamıştı ki Eyşan, ninesinden buraya dair yeni bir hikâye duyduğunu söyledi. Eyşan’ın ninesinin anlattığına göre bu ormanda başka hiçbir yerde yaşamayan hayvanlar varmış ve bu ormana gidip bir geceyi burada geçirenler elli yıl yaşlanmış olarak dönermiş. 
Eyşan’ın anlattıkları sessizliği daha da derinleştirmişti. Karanlık bir yolda beş kişi başımıza geleceklerden habersiz ilerliyorduk. Neyse ki sabah yakındı ve güneş doğduğunda her şey daha güzel olacaktı.

Endişeli Yolculuk
Yaklaşık bir saatlik suskunluk herkesin uykuya dalmasına yetmişti Agâh ve Atakan hariç. Güneşin ilk ışıklarıyla herkes yeniden uyandı. Gece boyu oluşan gerilim ve esrarengiz hava kaybolmuştu. Herkesin neşesi yerine gelmişti. Eyşan’ın anlattığı konular geride kalmıştı. Öğleye doğru bir yerlerde kahvaltı yapmamız gerekiyordu. Bunun için güzel bir mekân seçmek lazımdı. Agâh yol üzerinde bir yerlerde yemek yiyebileceğimiz yerler olduğunu söyledi. Hepimiz bu fikri beğenmiştik. Vakit öğleye yakındı ve artık yol hayli tenhalaşmış, ağaçlar yükselmeye başlamıştı. Yol kenarında şirin, ağaçtan yapılmış bir kulübe önünde durduk, küçücük bir tabelada “Meşhur Kır Menemencisi” yazıyordu. Kulübenin hemen yanında kocaman kurnası ile güzel bir çeşme akıyordu. Sırayla elimizi yüzümüzü yıkadık. Resmen can gelmişti hepimize. Açık hava içimizi aydınlatmış gibiydi. Kulübeden çıkan yaşlı amca ve eşi bizi içeriye davet etti. Yarım saat içinde kahvaltımız ve çayımız hazırdı. İyi ki böyle bir yola çıkmıştık. Neşeli anılar anlatılıyor, kahkahalar havada uçuşuyordu fakat Eyşan dalgın görünüyordu. Menemen hepimizin çok hoşuna gitmişti. Çaylarımızı yudumlarken bir ara herkes Eyşan’a baktı. Kulübenin sahibi olan teyze Eyşan’a yaklaşarak garip bir ses tonuyla ve tuhaf bir gülümsemeyle:
-Sen menemenimizi beğenmedin galiba, dedi. 
Eyşan cevap bile vermedi. Onun bu sessizliği git gide bizi de tedirgin etmeye başlamıştı. Yola çıkmak gerekliydi. Bir saat kadar süren molanın ardından yeniden yollardaydık. Yol uzadıkça tenhalaşıyor ve daralıyordu. Sonunda anayoldan çıkarak toprak bir yola girdiğimizde ikindi vaktine yaklaşmıştık. Bu yoldaki tek araç bizimkiydi. Zaten iki araç bu yola sığmazdı. Etraftaki ağaçlar, dağlar ve kayalar yükselmeye devam ediyordu. Hesaplamalarımıza göre önce Canista ormanlarının yanındaki kasabaya ulaşmamız gerekiyordu. Zaten haritalarda böyle bir bölge görünmüyordu. İkindiyi biraz geçtiğinde karşıda şirin bir kasaba göründü. Kasabaya yaklaşınca “Canis Kasabasına Hoş Geldiniz” yazısı göründü. Yolculuğun sonuna yaklaşıyor gibiydik. Kasaba sakindi. Etrafta kimseler görünmüyordu. Normalde bu tür yerlerde yollarda tavuk, ördek, köpek, kedi gibi canlılarla karşılaşmak mümkündü fakat burada hiçbiri yoktu. Kasabanın tam ortasında durduk. Burada akşam yemeği yedikten sonra ormana doğru çıkmak kalıyordu geriye. 
Kasabada neyse ki küçük bir lokanta vardı. Bizi gören insanlar çok güler yüzlü davranmıyordu. Hatta verdiğimiz selamı bile nazla alıyorlardı. Lokantaya girdiğimizde önce yemeğin bittiğini söyledi işletmeci ve ardından buralarda ne aradığımızı sordu. Atakan ve Agâh, sakin bir biçimde niyetimizi, hedefimizi anlattı. Lokanta sahibi ürpertiyle onları dinliyordu. Derin bir nefes aldı ve konuştu:
-Canista ormanlarına en son otuz sene önce sizin gibi bir grup geldi ve kayboldu. Parmağıyla uzakta bir aracı göstererek devam etti:
-Bakın, şu araç onların. Günlerce aradık onları ve sadece araçlarını bulabildik. 
Hepimiz karşıdaki boş arazide duran eski araca bakıyorduk. Paslanmış, pencereleri kırılmış, lastiklerinin havası inmişti bu aracın. 
-Yine de siz bilirsiniz elbette. Bana soracak olursanız sizlere güzel bir yemek hazırlayayım. Geceyi burada geçirin. Küçük bir misafirhanemiz var. Yarın sabah da geldiğiniz yere dönersiniz, dedi işletme sahibi. 
Eyşan saatlerdir süren sessizliğini bozdu:
-Siz güzel bir yemek hazırlayın, biz nereye gideceğimizi, ne yapacağımızı, nasıl hayatta kalacağımızı biliyoruz. Yanımızda her tür malzeme var. Hatta telsizimiz bile var. Endişe etmeyin. 
Bu cümle üzerine herkes sustu ve lokanta sahibi az önce yemek kalmadı, demesine rağmen yemekleri önümüze getirmeye başladı. 
Yeniden başladığımız yere, o soğuk ve endişeli ruh haline bürünmüştük. Şakalar, gülüşmeler artık yerini düşüncelere bırakmıştı. Tez vakitte yemeğimizi yiyerek yola devam etmemiz, ormana ulaşmamız gerekiyordu. İkindi üzeri lokantacının tarif ettiği yoldan ilerlemeye başladık. Ağaçların gölgelerinden, arada bir önümüzden geçen yabani hayvanlardan zaman zaman ürküyorduk. Bu esnada Beren bir şarkı söyleyerek sessizliği bozmaya çalıştı fakat kimse ona eşlik etmeyince sustu. Bu kez Eyşan sözleri hangi dilde olduğu belli olmayan bir şarkıya başladı. Şarkı güzeldi fakat kimse sözlerini bilmediği için ona da eşlik eden olmadı. Güneş batmaya başlamıştı. Artık kamp yerini belirlememiz gerekiyordu. Tam bu düşünceler hepimizin zihninden geçerken yol bitti. Yolun bittiği yerde küçük bir boş alan vardı. Buradaki ağaçlar daha seyrekti. Araçtan hep birlikte indik. Sağa sola baktık. Hava hafif serinlemeye başlamıştı. Etraftan kuş sesleri ve arada çığlığa benzeyen sesler geliyordu. Hava kararmadan kampımızı kurmamız gerekiyordu. İki çadır vardı. Kızlar çadırın büyük olanında kalacaktı Agâh ve Atakan ise küçük çadırda idare edeceklerdi. Çadırların kurulumu kolaydı. Çadırları kurduktan sonra Agâh ve Atakan bana seslenerek:
-Elvin, sen Eyşan ve Beren’le biraz odun toplayın, dedi. Hava kararmadan bir ateş yakalım. Gece burası soğuk ve karanlık olacağa benziyor. 
Güneş tamamen battığında hepimiz kocaman odun parçalarıyla kamp yerine geldik. Zaten küçük bir ateş yakmışlardı, ateşi büyüttük. Çay ve kahvenin tam zamanıydı. Henüz karnımız acıkmamıştı.  Kamp alanının hemen yanındaki dereden demlikleri doldurduk. Yorulmuştuk fakat uyumak için çok erkendi. 
Çıtırtılarla yanan ateşin sesini zaman zaman ormanın derinliklerinden gelen uğultular, çığlığa benzer sesler bölüyordu. Bu tarz bir ses duyduğumuzda hepimizin önce gözleri parlıyor sonra korkunun yerini tebessüm alıyordu. Akşam, geceye doğru ilerliyordu ve yeniden sohbete başlamıştık. Çocukluk günlerimizden, geleceğe dair planlarımızdan bahsediyorduk. Ailelerimizden, kardeşlerimizden bahsediyorduk. Vakit ilerliyordu. Korku ve endişe, yerini güzel bir yorgunluğa bırakmıştı. Hava iyice serinlediğinde artık uyku vaktinin geldiğini anladık. 

Tanıdık Bir Yüz
Ertesi sabah güzel bir kahvaltı sonrası keşiflere başlayacaktık. Kamp yerimize yalnızca uyku zamanı ve dinlenmek için gelecektik. Herkes birbirine iyi geceler diledikten sonra çadırlarımıza girdik. Hava git gide serinliyordu, çadırlar da çok sıcak değildi. 
Uyuyalı henüz birkaç saat geçmişti ki çadırın önünden geçen bir gölge ile irkildim. Acaba yabani hayvan mı dolaşıyor etrafta diye bir endişe içimde büyümeye başladı. Arkadaşlarımı çağırıp çağırmamakta tereddüt ettim. Fakat gölge sürekli dolaşıyordu. Artık sönmeye yüz tutan alevlerin çadırlar arasında dolaşan gölgeyi kimi zaman büyütüyor kimi zaman küçültüyordu. Bir yandan da ormanın derinliklerinden sesler geliyordu. Bu esnada diğer arkadaşlarımın da uyandığını fark ettim. Onlar da sessizce gölgeyi izliyordu. Hiçbirimizde dışarıya çıkacak cesaret yoktu fakat merakımız da büyüyordu. El fenerini elime aldım ve arkadaşlarıma baktım. Bakışlarımızla dışarıya çıkmak için sözleştik. Ani bir hareketle üçümüz birden yerimizden fırladık ve dışarıya çıkarak feneri yaktık. Bizim dışarıya çıkmamışla birlikte bir karartı çalıların arasına doğru hızlıca sıçradı. Bu esnada diğer çadırdaki arkadaşlar da dışarıya çıkmıştı. Hep birlikte çalıların olduğu yere doğru ilerledik. Benim elimde fener vardı, diğer arkadaşlarım da ellerine halen yanmaya devam eden odun parçaları almışlardı. Büyük bir heyecanla çalıların arkasına ulaştığımızda bize doğru bakan bir çift gözle karşılaştık. Feneri tuttuğumda bunun bir insan olduğunu anladık. Eyşan sessizliği bozdu:
-İnsan olduğunu düşünmüyorum bunun. Dikkat etmeliyiz bence. 
Atakan bu esnada bildiği duaları yüksek sesle okumaya başlamıştı. Tam bu esnada çalıların ardındaki kişiden ses geldi:
-Korkmanıza gerek yok, ben bir insanım. Adım Emir. Geceleri ormanda dolaşmak gibi garip bir huyum var. Yıllardır bu ormanda gezerim fakat şimdiye kadar ilk kez buraya kamp çadırı kuran kişiler görüyorum. İşin açığı ben de sizden çok korktum.
Bu sözler herkesi biraz sakinleştirmişti fakat Beren endişeyle konuştu:
-Geceleri ormanda dolaşmak ha? Üstelik tüm kasabanın girmeye cesaret edemediği bir ormanda gece dolaşmak… İnanılacak bir yalan söylemen gerek. Kimsin ve neden bizim çadırlarımızın etrafında dolaşıyordun?
Emir bir süre sustu. Herkes sustu. Bu esnada Emir bulunduğu yerden doğruldu. Agâh hiç konuşmuyor, suskun suskun bakıyordu. Emir’in yüzünü görünce birden hareketlendi. Bir yerlerden tanıyor gibiydi bu yüzü. 
-Emir, seni nereden tanıyorum ben? Hiç yabancı değilsin. Anlat bakalım, sen buralı olamazsın. Bize gerçekleri anlat. 
Hepimizin uykusu kaçmıştı bu davetsiz misafir yüzünden. Sönmek üzere olan ateşi biraz canlandırdık. Yeniden etrafına toparlandık. Emir, hepimizin karşısında tek başına duruyordu ve anlatmaya başladı:
-Aslında ben buralı değilim. Beş yıl önce sizler gibi buraya kamp yapmaya arkadaşlarımla gelmiştim. Tam da buraya kurmuştuk çadırlarımızı. Sabah uyandığımda arkadaşlarımın hiçbirinin olmadığını fark ettim. Öğleye kadar aradım, bağırdım ama kimseler yoktu. Yeniden kamp yerine geldiğimde çadırın da yerinde olmadığını gördüm. Günlerce bu ormandan çıkmaya çalıştım ama bir türlü çıkış yolunu bulamadım. Belki sizler bana yardım edersiniz ve sizinle birlikte yeniden hayata, dünyaya dönerim, dedi. 
Bu sözler, Beren’i ikna etmemişti yine. Beren:
-Nedense sana bir türlü inanmak istemiyorum. Peki, daha önce nerede yaşıyordun? Ne iş yapardın bize bunları da anlat bakalım. 
Emir gayet sakin bir ses tonuyla devam etti:
-Madem öyle, baştan başlayalım. Beş yıl önce yani sizlere yakın bir yaştayken büyükşehirlerden birinde güvenlik kamerası işiyle uğraşıyordum. İşlerim de çok iyiydi fakat bu olay benim hayatımı bitirdi. Aslında buraya dair efsaneler duymuştuk ama böyle bir son düşünmüyordum. Arkadaşlarım döndü mü, beni burada unuttu mu, yaşıyor mu bunları bile bilmiyorum. 
Bu esnada Agâh, Emir’i nereden hatırladığını buldu. Beş altı yıl önce çalıştığı yere güvenlik kamerası sistemi kurulmuştu ve Emir yapmıştı bütün işleri. Şimdi hayli yaşlanmış görünüyordu. Agâh, Emir’i hatırladığını söyledi. İş yerinin adresini, binanın özelliklerini anlattığında Emir de hatırladı burada yaptığı işi. Ortam bir süreliğine sakinleşmişti fakat şimdi yeni bir endişe vardı: Ya biz de burada kalır ve şehre dönemezsek?

Kurtuluş
Kamp yapmak, eğlenmek düşünceleri artık tamamen aklımızdan çıkmıştı. Hepimiz buradan kurtuluşun yolunu düşünmeye başlamıştık. Bu esnada gökyüzünün rengi değişmeye başladı. Sabah yaklaşmıştı. 
Günün ilk ışıklarıyla güzel bir kahvaltı yaptık. Emir, hepimizden daha çok yemek yemişti. Yılların verdiği açlıkla önünde ne bulsa tüketiyordu. Burada gezmek, dolaşmak düşüncesini unutmuştuk. Kahvaltıdan sonra yola çıkacaktık. Emir’i kasabaya, sonra da şehre götürecektik. 
Kahvaltı bitmişti ki aracımızın yerinde olmadığını gördük. Bu hepimizin tedirginliğini daha da artırmıştı. Acaba aracın freni boşalmış ve bir yerlere mi gitmişti kendiliğinden. Aracı aramaya başladık fakat tekerlek izi bile yoktu. Yeniden kamp yerine döndüğümüzde çadırların da yerinde olmadığını gördük. Her şey Emir’in anlattığına çok benziyordu fakat hepimiz bir aradaydık. Hava kararmadan buradan çıkmamız gerekiyordu. Eyşan’ın aklına sürekli ninesinin anlattığı yeni efsaneler geliyor, arada bunları anlatmak istiyor fakat kimse buna müsaade etmiyordu.
Kendimize bir rota belirleyerek yürümeye başladık. Her şey normal görünüyordu. Hatta yürüdükçe ilerdeki kasaba camisinin minaresini de görmeye başladık. Hedefimiz önümüzdeydi fakat biz yürüdükçe minare uzaklaşıyordu. 
Bir süre sonra etrafımda kimsenin kalmadığını fark ettim. Telaşla sağa sola koşmaya, bağırmaya başladım. Sessizlik uğulduyordu sanki ve kendi sesim bile kayboluyordu. Kan ter içinde kalmıştım. Zor nefes alıyordum. 
Gözlerimi açtığımda arkadaşlarımın tümü yanımda uyumaya devam ediyordu. Önümüzde boş menemen tabakları ve bardaklar vardı. Yaşadıklarımı anlamlandırmaya çalışıyordum. Bu esnada birer ikişer arkadaşlarım da gözlerini açmaya başladı. 
Şaşkın şaşkın birbirimize bakarken masadaki not gözümüze ilişti, şöyle yazıyordu:
Bilmediğiniz yerlerde mola vermeyin, yemek yemeyin. Aslında arabanızı da alacaktık fakat size kıyamadık. O kadar merhametliyiz yani. Yalnızca cüzdanlarınızı ve değerli eşyalarınızı aldık. Bizi unutmazsınız umarım. 
Karşı duvardaki takvim gözüme ilişti, on yıl öncesine aitti. Duvardaki saat ne zaman durmuştu, kestirmek zordu. Hepimizin başı ağrıyordu. En azından aracımız yerindeydi ve şehre dönebilecektik. Gerçekten merhametli insanlarmış, dedim içimden. 
Bu esnada kulübenin kapısı gıcırtıyla açıldı. Bir yerlerden tanıyordum içeri giren bu adamı. Çok yakından tanıyordum hem de. Adam biraz sinirli bir tavırla sordu:
-İçeriye nasıl girdiniz. Burası benim kulübem.
Ses tonu da yüzü gibi yabancı olmayan bu adama bir süre baktıktan sonra Eyşan:
-Emir, yine mi sen, dedi. 
Atakan ve Agâh devam etti:
-Emir, bizimle dalga mı geçiyorsun.
Evet, Emir’di bu. 

 

21 Şubat 2025 Cuma

KARMAŞIK DÜŞÜNCELER

Akın Eliş

 Her insanın iç ve dış dünyaları vardır. Toplumla beraber olduğu dünya, dış dünyadır. Dış dünyada insan, başka insanlarla iletişime geçmeyi, kendini düşünceleriyle yalnız bırakmayı tercih eder. Tamamen toplumdan bağımsız olduğu dünya ise iç dünyadır. İç dünyasında insan sadece düşünceleriyle beraberdir. Dış dünyadaki bütün etkileşimlerini iç dünyasında değerlendirir. Dış dünyada yaşadığı bir olay onu çok etkiler ve bu olay iç dünyasına da aynı etkiyi korumaya devam ederse o olay, anı olmaya adaydır. İnsanın iç dünyası çok karmaşıktır. Bazı insanlar, iç dünyalarındaki karmaşadan kaçar. Bu kaçma eğilimi korktuğundan değildir, iç dünyasındaki karmaşayı nasıl bir düzene koyacağını bilememesindendir. İç dünyasındaki karmaşayı kontrol altına alabilenler yani düşüncelerini yönetebilenler sanatçı olmaya ilk adımı atmış demektir. 
Birileriyle iletişim kurmak için dış dünya zorunlu gibi görünse de sanatçı olmak, düşüncelerini kontrol alabilmek iç dünyamızla da iletişim kurabileceğimiz anlamına geliyor. Bunun bir başka örneği ise insan iç dünyasındayken yani düşüncelerinde yalnızken bile düşüncelerini paylaştığı bir ortam vardır. O ortam, iç dünyasında taşıyan kişi tarafından şekillenir, anlamlandırılır. O kişinin düşünceleriyle o ortamda bulunan eşyalar birbiriyle özdeşleşir. Böyle bir ortama sonradan gelecek olan kişi, iç dünyasında yalnızken orada önceden yaşayan kişinin düşüncelerini hissedebilir. Yani her iki farklı iç dünya birbiriyle iletişime geçmiş olur böylece. İç dünyalar kesişmese de birbirinden etkilenebilir, birbiri hakkında izlenim edinebilir. Böyle bir ortama sonradan gelen kişinin hissettiği şeylerle orada daha önceden yaşayan kişinin hissettikleri benzerlik gösterebilir. Elbette farklılık da gösterebilir ve bunu sonradan gelen kişi rahatlıkla hissedebilir.  
Hepimiz insanız, her ne kadar farklılıklarımız olsa da biz aynı türün mensubuyuz. Bir yerlerde düşüncelerimiz birleşebilir ya da ayrılabilir.  Anılarımız da belki de böyle böyle oluşur. İç dünyalarımızdan dış dünyalarımıza kadar bizi etkisinde bırakan olaylar, ortamlar anıları bir ize dönüştürür. Burada dış dünyadan daha etkili olan iç dünyadır aslında.  Anı, insanın birbiriyle fiziksel etkileşiminin zihinsel boyuta aktarılmasıdır. 

19 Şubat 2025 Çarşamba

SIRA

Zeynep Ayten

Sonunda sıramın geleceğini biliyordum ama çok da gergin değildim zaten. Elimde bir kitap ve bir kalem beklemiştim dakikalarca. Birkaç dakikalık bir işti benimki, sırada bekleyen diğerleri gibi dakikalarca sürmeyecekti.
Koridor uğultuluydu ve sıra bir türlü ilerlemiyordu. Diğer insanlar ne kadar da gamsız, dertsiz dolaşıyorlardı. Kiminin elinde yarım tost kiminin elinde meyve suyu, bazıları kol kola girmiş geziniyorlardı. İstasyon Caddesi değildi burası ama küçük bir cadde gibiydi. Sıram gelinceye kadar bir kenarda otursam, diye düşündüm fakat ya başkaları sıramı kaparsa? Kaç dakikadır bekliyordum, biraz daha sabretmeliydim. 
Gözümle bir yandan duvardaki saati süzüyordum. Eğer iki dakika içinde sıra bana gelmezse bırakıp gitmek zorunda kalacaktım. Tam ümidi kesecektim ki öğretmenim bana doğru gülümsedi:
-Soruna bakabiliriz zil çalmadan, dedi. 
Zil çalmak üzereydi ama sıra sonunda bana gelmişti. Soru çözme sırası… 

KIRK TİLKİ


Zeynep Akbulut

Kar, ara sıra yavaşlıyor ama yağmaya devam ediyordu. Zihnimde binbir düşünce vardı. Kırk tilki geziyordu beynimin içinde ama dikkat ettim, hiçbirinin kuyruğu birbirine değmiyordu. Mesela kar tatili olacak mıydı? Bence olacaktı fakat sonraki gün acaba tatil bitecek miydi, bu büyük bir sorundu çünkü sonraki güne yetişmesi gereken tonla ödev vardı. Ödevi yapmak bir şey değildi fakat öğretmenimin ödevimi beğenip beğenmemesi de ayrı bir sorundu. Kendi kendime tam da “Sorunların bunlar olsun.”demiştim ki akşam yemeği aklıma geldi. Kaç zamandır İskender yemediğimi hatırladım. Akşama bir ziyafet olsa, diye geçti içimden. Olmasa da olur, dedim kendi kendime. Kar, ara sıra yavaşlıyor ama yağmaya devam ediyordu. Diğer illerden birer birer tatil haberleri geliyordu. İstanbul bile kar tatili vermişti. İstanbul kar tatili veriyorsa Sivas’ın bir haftayı tatil etmesi gerekiyordu. Bence öyleydi yani ama büyüklerimiz iyisini bilir tabii. 
Tilkiler beni yormaya başlamıştı. Gerek yoktu bu kadar düşünmeye her şeyi. Önümdeki baklavaya baktım, fena görünmüyordu. Uzandım ve tadına baktım. Biraz fazla şekerliydi sadece. Kar, ara sıra yavaşlıyor ama yağmaya devam ediyordu.

ŞİİR YANILSAMASI

Zeynep Ayten, Zeynep Akbulut

Radyo dinlemeyi pek sevmem ama sessizlikten de hoşlanmam. Odamda sessizliğin hınzır uğultusunu duymaya başlayınca radyo dinlemeye karar verdim. Oturduğum yerden usulca radyoyu açtım, bir şiir okunuyordu, ilk kez duyduğum bir şiir. Ne kadar da güzel bir şiir diye düşünürken son üç dize ile sarsıldım:
zeynep beni bekle mutlaka geleceğim
başladığımız filmi birlikte bitireceğiz
kim ne derse desin içimde delice bir his
Şiirin mutlaka öncesi de olmalıydı fakat son iki dize sanki bana verilmiş bir mesaj gibiydi. Şairini düşündüm. Belki de çoktan ölmüş bir şairdi. Zaten iyi şairler hep ölü değil miydi? Ya da şairler öldükten sonra mı şiirleri kıymetleniyordu? Bu şiir beni etkilemişti nedensiz yere. Radyoda saçma sapan şarkılar başlamıştı. Radyoyu kapatmak zorunda kaldım ve döndüm derslerimin başına. 
Ertesi gün sınava girecek bir öğrenciye yapılır mıydı bu: “Zeynep beni bekle mutlaka geleceğim.”
Tamam, beklemek sorun değildi ama ne kadar bekleyecektim, niye bekleyecektim, kimi bekleyecektim? Şayet gelirse bu şiirin sahibi ya da seslendireni onu nasıl tanıyacaktım?
Galiba çok ders çalışıyordum. Kendime gelmek için biraz dolaşmak iyi fikirdi. Toparlandım ve dışarıya çıktım. 
Akşam karanlığı çökmek üzereydi. İnsanlar eskiden telaşla evlerine giderlerdi bu saatlerde ama şimdi sanki herkes evine gitmek istemiyor gibi yürüyordu yollarda. Eskiden yollarda bu saatlerde sadece işten eve dönenler olurdu ama şimdi yollarda çocuklar, nineler, dedeler de vardı. 
Yürümeye devam ettim. Açık hava iyi gelmişti bana. Sokakta çocuklar saklambaç, hırsız polis oynuyordu. Bir pikaptan Eminağa acemaşiran saz semaisi duyuluyordu. Yürüdükçe tuhaf şeyler oluyordu. Alışveriş merkezinin önüne geldiğimde ayaklarım doğrudan radyo satılan bölüme beni götürdü. Daha önceden görmediğim radyolar vardı burada ve bir kısmı açıktı. Müzikler, haberler birbirine karışıyordu. Birinin yanına yaklaştım, galiba bir şiir programı vardı radyoda. Uğultular arasında dinlemeye başladım: 
her akşam koridordaki ayak sesleri
yanlış çaldığını zannetiğin telefon
zeynep beni bekle mutlaka geleceğim
hem bu ne ilk ayrılığımız ne de son
Yine aynı şiir olmalıydı dinlediğim. Bir saat önce beni evden çıkaran şiirdi bu. Yine beni bulmuştu hem de o kadar kalabalığın içinde. Şiirin devamını bekledim fakat gelmedi. 
Aynı günde iki kez üst üste aynı şiire rastlamak… Bu sıradan bir olay olamazdı. Bu şiiri bulmalıydım. En azından şairini öğrenmeliydim. Ders çalışmayı unutmuştum bile. Mağazadan çıkarak yakındaki kütüphaneye gittim. Kütüphane görevlisi kitapların arasında şaşkın şaşkın dolaştığımı görünce yanıma geldi ve aradığım bir kitap olup olmadığını sordu. Biraz mahcup ve endişeli cevap verdim:
-Zeynep beni bekle, kelimelerinin içinde geçtiği bir şiir duydum. Bu şiirin hangi kitapta ve hangi şaire ait olduğunu merak ediyorum. 
Görevli bir süre garip garip bana baktıktan sonra şiir kitaplarının olduğu rafları gösterdi. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamamıştım. Saatlerce bütün şiir kitaplarını didik didik ettim fakat ne şairi buldum ne şiiri. 
Tam kütüphaneden ayrılacaktım ki masalardan birinin üzerinde bir kitap gördüm: Elde Var Hüzün. Kitap sanki beni kendine çağırıyordu. Umutsuzca sayfalarını çevirmeye başladığımda nihayet şiiri bulmuştum. Görevliye giderek sevinç içinde kitabı bulduğumu ve ödünç alıp alamayacağımı sordum. Kütüphane üyeliğim vardı ve kitabı alarak eve doğru yürüdüm. Yol boyu ara sıra şiirimi açıp okuyordum. Bir kısmını ezberlemiştim bile. Eve ulaştığımda içimde hem heyecan vardı hem de mutluluk. Masamda ders notlarım ve kitaplarım beni bekliyordu fakat kitabı bitirmeliydim baştan sona. Bir bardak çay alarak masama döndüm, kitabı önüme koydum. Odamda sessizliğin hınzır uğultusunu duymaya başlayınca yine radyo dinlemeye karar verdim. İçimde garip bir ümit vardı, yine benim şiirim okunacak gibi bir duyguya kapılmıştım. Radyoyu açtım ve bir dakika sürmeden kapattım. Kitabı da kapattım ve derslerime döndüm çünkü bu kez okunan şiir şöyle başlıyordu: 
aysel git başımdan ben sana göre değilim
ölümüm birden olacak seziyorum
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
Sonsuza kadar şiir dinlememeye karar vermiştim. 


italik yerler attila ilhan'a aittir. 

BEKLİYORUM


Zeynep Akbulut

Beklemekle geçtiği doğrudur günlerimin
Sabahları servis bekliyorum sessizce
Sonra bitmesini ilk dersin, son dersin
Bekliyorum heyecanla ulaşmayı evime

Ödevlerimin bitmesini beklediğim de oluyor
Yemeğin hazır olmasını beklediğim de

Cumayı beklemek ayrı bir şey olsa da
Sonra pazartesiyi bekliyorum
Bekliyorum ara tatilleri, uzun tatilleri
Ve bir üst sınıfa geçmeyi

Beklemekle geçtiği doğrudur günlerimin
Doğum günü, anneler günü, babalar günü
Öğretmenler günü, kız çocukları günü
Unutuyorum bazen önceki günü, dünü

Farkında olmuyorum giden günlerimin
Onlar benim farkımda mı bilmiyorum
Sadece her gün 
Bekliyorum, bekliyorum, bekliyorum

ZAMANIN DURDUĞU YER

Zeynep Ayten

Gözlerinin derin yeşili miydi
Rüyalarda kaybolduğum ormanlar
Gözler ormana benzetilir miydi
Yoksa sevginden miydi bu olanlar

Kaşlarının karasıydı belki
Seni unutturmayan, beni yoran
Belki senin kadar sevdim bu derdi
Geceler boyu beni uyutmayan

Bir kez daha sen gülümsesen bana
Unuttursan tüm dertlerimi bir an
Yeniden yeniden âşık olurdum sana
Gülüşünle dururdu bize zaman

18 Şubat 2025 Salı

ÇINAR GÖLGESİ

Hayrettin Eymen Bulut

Her zaman değilse de 
Bazı durumlarda tek kalmak iyidir
Keskin bir kalabalıktansa
Bir çınarın gölgesindeki yalnızlık
İyidir daima

GEÇECEK

Hayrettin Eymen Bulut

İçimin yanmasına rağmen
Üşüyorum durup dururken
Bir yandan da terliyorum
Sessiz sedasız yerimde otururken

Ölmeyeceğimi biliyorum oysa
Yine de üzüyor beni bu hâlim
Uyusam ve her şey geçmiş olsa
Yürümeye bile yok hâlbuki mecalim

Nasıl olsa geçecek bir hafta belki on gün
Beni perişan edip biliyorum geçecek
Geçecek ağırlarım ve içimdeki hüzün
Hangi dert kalıyor ki hayatta sonsuza dek