6 Ocak 2024 Cumartesi

FARKLI BİR DİL

 
    Semih Yılmaz, Ahmet Emir Koç

    Aslında Ahmet ve Semih çok iyi iki arkadaştı ama konu laf yarışına gelince gözlerini karartırlar akıllara gelmeyecek şeyler söylerlerdi. Bir okul akşamı ikisi de iyice yorulmuştu ve koşacak güçleri kalmamıştı. Ahmet, kantinden gelen Semih’e baktı. Bir şeyler almıştı ama kendisine uzatmıyordu. Bunun üzerine Semih’e:
    -Bir çöp poşetinin çikolata yediğini ilk kez görüyorum, dedi. Semih’in bu söz gücüne gitmedi çünkü onda da hazır cevaplar vardı:
    -Bu mevsimde sivrisinek, hem de epey gürültücü, dedi. Semih, çikolatasından Ahmet’e uzattı ve sınıfa doğru ilerlediler.
    Kaba konuşmadan, birbirlerini üzmeden sitemlerini ve mesajlarını birbirlerine iletmenin yolunu bulmuşlardı. Yeni bir dil konuşmak gibiydi bu onlar için. Başkaları anlamıyordu. Sınıfa girdiklerinde     Semih Ahmet’e:
    -Yerine otur sevgili kardeşim domates salçası, dedi. Ahmet şöyle bir baktı ve:
    -Peki acılı ketçap dostum, dedi.
    Bu hep böyleydi.
    Yorgun oldukları zamanın belirtisiydi.
    Bu onların diliydi.

40

Semih Yılmaz

Bugünlerde kafamda 40 tilki dolanıyor
Kırka dair hepsi de
Düşünüyorum neden Ali Baba’nın 40 haramisi vardı
Annemler diyor ki konuşma arasında
Bir fincan kahvenin 40 yıl hatırı var
Masallar geliyor aklıma
40 gün kırk gece süren düğünleriyle
40 dereden su getiriyorum
Aklımdan atmak için bu sayıyı

YEDİ



Ahmet Emir Koç

Bazen aklıma gelip takılıyor
Neden bir hafta 7 gün
Pamuk Prenses’in etrafında
Neden 7 Cüce var

Neden Ronaldo’nun forması 7
Neden ülkemiz 7 bölgeden oluşuyor
Ve 7 kıta var dünyada
Biraz uzaklaşmak istiyorum 
Şarkı söylüyorum
Notaları sayıyorum
Do re mi fa sol la si

Kitap okuyarak unutmak istiyorum
Kütüphaneden Harry Potter’ı alıyorum 
Bakıyorum kaç seri
Gelip buluyor beni 7
7
Ömrümü yedi

YALNIZLIK


Yusuf Kerem Köse
Burada ortam çok sessiz
Umutsuz
İnsansız
Dünyanın pencereleri kapalı
Havasız 
Dünya ve ben
Yalnızız

Karanlık bir dünyada
Yaşam için savaşan
Yarı cansız yarı yaşayan
Varla yok arası canlılarız
Hepimiz
Yalnızız 

BİR FOTOĞRAF GİBİ

 Metehan Darıcı


Bir renk değilsin aslında
Gölgesin
Yine de hepimizin dünyasında
Bir renk gibisin
Sen olmasaydın siyah
Olmazdı kalemler
Yazı
Olmazdı bazı şeyler
Siyah ve zıddı beyaz
İkinizle yaşıyoruz
Tıpkı eski bir fotoğraf gibi

BİTKİLER

 

Muhammet Onur

Dünyanın oksijen ve
Yeşillik kaynağıdır
Bazıları yenilenebilir
Bazıları ise yenilenemez
Bazıları zehirlidir
Bazıları ise şifalıdır
Bazıları yararlıdır
Bazıları ise zararlıdır

BİLMİYORUM

 Emir Celal Çat
Aynı günde döngüdeyim
Farklı bir şey olmuyor
Farklı bir şey yapınca
Dikkat çok çekiyorum

Bilmiyorum ben
Dikkat çekmek nasıl
İyi mi kötü mü
Her zaman aklımda

BİR BAŞKA AÇIDAN BAK

 Emir Celal Çat
Kağıtlar önümde
Kalemler ellerimde
Yaptım yaptım olmadı
Bak yine işte

Başka bir açıdan
Bakmaya başladım
Olunca işim
Farklı açıdan bakmayı anladım



HERKES ÖNCEDEN ÇOCUKTU

Emir Celal Çat


    Bir saatliğine bile herkes çocuk olsa karmaşıklık çözülecekti. Savaşlar bir oyuna şiddet ufak küslüklere bombalar ise horoz şekerlerine benzerdi. Yetişkinlere şunu söylemek istiyorum: Önceden herkes çocuktu. Büyüdüler de ne oldu? 
    İşte çocukluk çok önemlidir. Bir daha bulamazsınız. Bir cümlede de şöyle söylerler: Keşke herkes çocuk kalsaydı. 
    Bu arada bizim yetişkinlerin en sevdiği şey bilmiyorum ama para değil eskiden kalma oyunları oynayan çocukluklarıdır. 

KİL

 

Tayfun Tabuk

Çocuk 
Benzer bir kile
Ona şekil vermek de 
Onu biçimsiz bırakmak da 
Büyüklerin elinde

GÖKYÜZÜ

 Merve Sena Öztürk

Üstünde uçaklar uçar
Altında gemiler gezer
Kuşlar senin üzerinde yarışır
Bulutlar seninle dolaşır

Çocukların gözü hep sende
Sürekli izliyorlar gündüz gece
Sensin yıldızların evi
Sensin bize eğlence

GÖLGE

Tayfun Tabuk 

Şubatta nisanda martta
Her mevsimde yanımda
Gün doğumunda batımında
Arkadaştır hep bana

Sabah bir dev gibi korur kollar beni
Akşam olunca ise biter vazifesi
Döner evine
Merak ediyorum hep
Ben yokken o ne yapar kendi kendine

BABAM

 
Emir Asaf Konaç

Canım babam benim
Babamsın iyi ki benim
İyi ki de annemle evlendin
Benim babam oldun
 
Canım babam benim
Seni ben çok severim
Hiçbir zaman kırmadın beni
İyi ki de varsın babam benim

EL

 
Muhammet AzizToptaş

Beş kardeşin vardır senin
Kimi küçük kimi büyük
Hepsinin kalkanı vardır
Özen ister her biri de
 
Beş kardeşin var her zaman
İkisi kız üçü erkek hep
Kimi yüzük takar kimi
Voleybol basketbol oynar

KAPI

Sude Gökçe Çelen

Ah kapı vah kapı
Tutup kolundan usulca
Denedim seni açmayı
Açıp içeriye koşmayı
Açılmadın önümde
Beklettin beni önünde

AYNA

 
Zehra Fırat



Aynaya bakarım
Nesnelerin ikizi varmış
Bir bakarım benim de ikizim varmış

Hareket ederim
Taklit eder ikizim

Herkes aynaya baksın
Görsün kendi ikizini
Benim gibi

TENEFFÜS

 Ahmet Sait Yurttaş
Ders yaparız sonra çalar bir zil
Zilin içinde dolu bir eğlence
Arkadaşlarımızla oynamak için büyük bir zaman
İçinde saklı bir eğlence

Bazı kötü yanları da var zillerin
Onlardan biri içeri zili
Ama çok da üzülmüyorum
Çünkü bir sürü zil var


BENİM SAÇLARIM

 Sude Gökçe Çelen

Saçlarımı seviyorum
Arada rengini değiştiriyorum
Kıvır kıvır saçlarım
Bir de uzun
Ama saçlarımı taramıyorum

Turuncu hariç
Hepsini denedim renklerin
Sorarsanız bana
En çok hangisini sevdin
Hiç düşünmeden mavi derim


ÖRÜMCEK

 Elif Yüsra Yaralı


Bir örümcek var
İyi küçücük bir örümcek
Bir de arkadaşlarım var
O an örümcek çok kötü
Bir baktım örümcek var
Bir baktım örümcek yok
Bir de baktım ki
Arkadaşım örümceği 
Dışarı atmış



SAZ ÇALMAK

 

Umut Pekyiğit

Saz ilk önce zor
Az çalışırsan başaramazsın
Zararına katlanırsın

Çalıp öğren
Ama az çalışma
La si do re mi fa sol
Memberi Akşam Güneşi
Akşam gündüz çalışmazsan
Kötü olur senin için

RENKLER

 
Ayça Yıldız

Kırmızı turuncu sarı
Yeşil mavi mor
Hayatımızı oluşturuyor
Elimizde yüzümüzde
Yaşadığımız evde
Dünyanın her yerinde
RenKler olmasaydı
Bu dünya karanlıktı

MATEMATİK

 
Elif Yüsra Yaralı


Matematik matematik matematik
Ah şu matematik
Teneffüsten sonraki ders
En zor matematik
Matematikte yaparız çarpma
Ah şu çarpma
Tek sayıları çarpamam 
İlk ders
Kalemi al eline çarpma

ÇİKOLATA

 

Elif Erva Öztürk

Tatlı mı tatlısın
Çok lezzetlisin
En çok çocuklar yer seni
Bu yüzden çürür dişleri
Senin adın çikolata


ÖĞRETMEN

 Elif Erva Öztürk


Bize her şeyi öğreten
Doğruları anlatan
Yanlışları söyleyen
Sensin canım öğretmenim

Dersler hep seninle güzel
Benim canım öğretmenim


KIRMIZI

 
Zeynep Göktaş

Kırmızı
Kırmızı en sevdiğim renk
Bu yüzden kazağım kıpkırmızı
Kalemim kırmızı
Çorabım kırmızı
Bayrağım kırmızı
Kanım kırmızı
Ne güzel şu kırmızı


BULUT

 Aysel Zümra Yuvacı


Mavi mavi masmavi
Kendisi beyaza bezer gibi
Siyahı olur mu ki onun
Akşam oldu
Siyah oldu
Mavi gitti  bulun onu
Hemen git uçak robotu
Görmedim bulut gibi doğrusu
Tam sevdiğim renk
Yine seveceğim maviyi
Gökkuşağı gibi

KARAGÖZ

 Ömer Asaf Koç
İzlerken gülsem, kahkaha atsam da çoğu zaman
Bazen aklıma geliyor sizin hikâyeniz
Üzülüyorum
O zaman gülmeyi bırakıyorum

Yine de bir oyun olduğunu biliyorum her şeyin
Bana sorsalar kim senin en iyi kahramanın
Düşünmeden Karagöz derim
Karagöz benim adamım

SEN

 Ömer Ali Çamcı
Yakınlar bulanık 
Ama uzaklar sorunsuz
Sen yokken

Sen varken net yakınlar
Bazen seni yanımda arıyorum
Bazen seni taşımak ve temizlemek
Bana zor geliyor
Yine de bir parçasısın hayatımın
O yüzden seni seviyorum
Canım
Camım
Gözlüğüm

SEN OLMASAN

 Mustafa Aktaş
                        
                        Kuzenim Ömer Batu Aktaş için
Benden küçük olsan da birkaç yaş
Sensin bana güzel arkadaş
Seninle geçiyor en güzel zaman
Sıkılıyorum sen olmadığın zaman

Kitap okumak seninle
Ve konuşmak
Bisiklete binmek
Çok eğlenceli

Düşünüyorum bazen
Ya sen de olmasan
Hayat ne kadar sıkıcı olurdu

ÜÇ GÜN YETER

 Dinçer Kara
Kendimi en çok top oynarken özgür hissediyorum
Yalnızca top oynarken eğleniyorum
Dersler, dertler uzaklaşıyor benden
Koşarken bir topun peşinde

Yine de top oynamayan arkadaşlarımı da 
Seviyorum 
Onlar benim için başka bir dünyada 
Top oynadıklarım başka 

Üstelik 
Her gün top oynamıyorum zaten
Çarşamba, Perşembe ve Cuma
Yetiyor bana

12

    Reyyan Sibel Teke, Zeynep Gökçe Yılmaz
    Her sabah aynı saatlerde uyanıyor, kahvaltısını yapıyor ve servisle okuluna gidiyordu. On bir yaşındaydı ve beş senedir hayatı hep böyleydi. Tatiller vardı elbette ama çabucak bitiyordu. Okula giderken tatili düşünüyordu, tatildeyken de okulu düşünüyordu. Okulda bazı dersler sıkıcıydı ama yine de okulu seviyordu çünkü okulda sevdiği arkadaşları ve öğretmenleri vardı. 
    Kafasında bu düşüncelerle okula ulaştı. Bahçeden içeriye girecekti ki kapının kenarında bir kağıt parçası gördü. Özellikle oraya tutuşturulmuş bir kağıttı bu üzerinde yazılar vardı. Dikkatini çektiği için kâğıda uzandı ve okumaya başladı. Kâğıtta sadece bir cümle yazıyordu: Bugün kendine dikkat etmelisin. 
Bu cümlenin kendisiyle alakasının olmayacağını düşündü önce. Sonra kötü bir şaka olarak düşündü. Kâğıdı yere atamadı. Tam bu kâğıdın kendisiyle ilgisinin olmadığını düşünüp rahatlayacaktı ki arka yüzüne baktığında adını gördü: Duygu’ya önemli bir not.
    Birden tepesinden buz gibi bir su aktarılmış gibi hissetti kendisini. Bu notu yanına alarak öğretmenine koştu. Öğretmeni notu alıp okuyunca gülümsedi:
    -Arkadaşların sana bir şaka yapmış Duygu, dedi. Fakat bu sözler onu rahatlatmaya yetmedi çünkü arkadaşları böyle bir şey yapmazdı. Üstelik yazılar bilgisayarla yazılmıştı. 
    Öğleye kadar kafasında bin türlü hikâye yazdı ve korktu. Arada bir çıkarıp notu okuyordu. Arkadaşlarına da bu durumdan bahsetti ama arkadaşları çok umursamayan bir tavırdaydılar. Hatta gizli gizli arkadan gülenler vardı. 
    Öğlen olduğunda onun bu üzgün halini gören arkadaşları öğretmenleriyle birlikte Duygu’nun masasına geldiler. Masanın üzerine güzel ambalajlı bir kutu koydular. Duygu’nun umurunda değildi kutu. Öğretmeni açmasını istedi. Duygu istemeye istemeye kutuyu açtı. Bir hediyeydi bu ve not vardı içinde. Notu okumaya başladı: İyi ki doğdun Duygu. Bugün kendine dikkat etmelisin çünkü 12 yaşına girdin. 

4 Ocak 2024 Perşembe

SIRADAN BİR GÜNÜN SIRADAN OLMAYAN OLAYLARI

     Akın Eliş, Atıf Kaan Salar, Meryem Er

    Artık ezberden yaşadığı sıradan günlerden biriydi. Öğleye doğru uyanmıştı. Yarım yamalak bir kahvaltıdan sonra kasabanın kenarındaki alana gidecekti ve arkadaşlarıyla akşama kadar maç yapacaklardı.  Yazları böyle geçiyordu genelde. Kimse kendisinden ev işlerine ya da tarla bostan işlerine yardım istemiyordu. 
    Yaz olmasına rağmen lastik ayakkabılarını çıkarmamıştı. Lastik ayakkabı ile yürümek de top oynamak da onun için ayrı bir keyifti. Ayakkabılarını giydi ve kasabanın dışına doğru yürümeye başladı. Kasabanın dışına geldiğinde tatlı pınardan birkaç yudum su içti. Yüzünü, saçlarını ıslattı. Nihayet arkadaşları görünmüştü. Birkaçı etraftan bulduğu taşlarla kale yerini belirliyor bazı arkadaşları da sahanın kenarlarına işaret koyuyordu. Arkadaşlarını görünce hızlandı ve onlara yardıma koştu. Zaten saha hazır gibiydi. Takım oyuncuları belirlendi, kaleciler belirlendi. Hakemsiz yaparlardı maçlarını. 
    Saha’nın ortasında maçı başlatmak için toplandıklarında yukardan topun kendisine doğru geldiğini fark etti. Ayağı ile topu tutmak istemişti ki top farklı yöne doğru savrulmaya başladı. Sadece top değildi savrulan. Ani bir fırtına başlamıştı durup dururken. Bu tarz bir fırtına hiç görmemişlerdi. Rüzgar adeta kumları önüne katmış savuruyor, dönüyor, yukarı aşağı püskürtüyordu. Kum fırtınası dedikleri bu olsa gerekti. Arkadaşları kumlardan görünmüyordu, aslında hiçbir şey görünmüyordu. Her taraf sapsarıydı. Rüzgar daire çiziyordu etrafında. Gözlerini güçlükle açıyor ama bir şey göremeyip kapatıyordu. Birkaç dakika sonra rüzgar durdu. 
    Sesler durdu. 
    Gözlerini usul usul açtığında güneşin ışıklarından rahatsız oldu gözleri. Gözlerini kısarak sağa sola baktı. Kendi etrafında döndü… Hiçbir şey yoktu etrafında. Arkadaşları yoktu, evler yoktu, kasaba yoktu, dağlar yoktu. Sapsarı bir düzlüğün ortasındaydı. 
    Telaşla sağa sola koştu. Hiçbir şey görünmüyordu. Sürekli ayaklarına kum doluyordu ve onu temizliyordu. Etrafın hiç değişmediğini fark edince biraz dinlenmek istedi. Önce oturdu, sonra sırt üstü yattı ve bağırdı:
    -Eneeeeeeees!
    Sesi yankılanmıyordu bile adeta kayboluyordu kumların arasında. Kendi sesini kendisi duymuyordu neredeyse. Derin bir nefes aldı yine bağırdı:
    -Furkaaaaaaan! Cevap veren yoktu. Son kez nefesini toparladı ve bağırdı:
    -Meeeeeert!
    Çaresizce gökyüzüne baktı. Güneş gözünü kamaştırıyordu ama tepesinde gezinen bir akbaba gördü. Akbaba, üzerinde daire çizerek dönüyordu. Gitgide de alçalıyordu. Anlam veremedi hiçbir şeye. Gözlerini kapadı. Ağlamak istedi ama ağlayamıyordu. Yumruklarını sıktı, gözkapaklarını sıktı, dişlerini sıktı…
    Gözlerini tekrar açtığında her yer karanlıktı. Gökyüzünde ay vardı. Futbol topuna benziyordu ay ve dönüyordu kendi etrafında. Yıldızlar, uzansa tutulacak kadar yakındı. Başının biraz üstünde dönüyorlardı. Yeniden bir fırtına başlamıştı. Üşüyordu, titriyordu her geçen dakika. Yine gözlerini açamaz oldu. Bir ara gözlerini kısarak açtı. Kar yağıyordu her yerden. Karlar savruluyordu. Neyse ki ayaklarımda lastik ayakkabım var diye düşündü. Olduğu yere büzüldü. Dinmesini bekledi fırtınanın. Yine etrafında daireler çiziyordu fırtına ama bu kez gövdesi yerden havalanır gibi oluyordu. Sonunda kendisini bir boşlukta hissetti. Gözlerini açtı, dönüyordu ve yukarılara doğru yükseliyordu fırtınanın içinde. Daire, yukarılara doğru genişledi, genişledi. Sonunda kendisini bir yere fırlattı. Nasıl olsa ya kuma düşeceğim ya da kara, diye düşünürken birdenbire düşmesi durdu. Siyah tüylü bir kuş kendisini sırtına almıştı. Bu az önce gördüğü akbabaydı. Akbaba saatlerce uçtu gökyüzünde. Artık normal dünya görünmeye başlamıştı aşağıda. Tarlalar, ağaçlar, evler de görünmeye başlamıştı. Üşümesi ya da terlemesi yoktu. Hatta keyif de almaya başlamıştı bu bedava uçuştan. Bir süre sonra kasabalarına ulaştığını anladı. Tanıdığı dağlar ve evler görünmüştü. Akbaba, sahanın tam üzerine geldiğinde kanatlarını silkeledi ve onu yere düşürdü. Yine her yer karardı. Gözlerini açtığında arkadaşları ayakkabılarıyla getirdikleri suyu yüzüne, ellerine döküyorlardı. 
    Konuşmak istedi, hiçbir kelimeyi hatırlayamadı önce. Bağırıyordu içinden ama sesi kayboluyordu.     Yanındaki topa baktı, ilerdeki kaleye baktı. Ayakkabılarına baktı. Enes eğilerek:
    -Bir top çarpması ile böyle yere düşeceksen daha bizimle oynamayacaksın, dedi. 
    Furkan söze girdi:
    -Sen kahvaltı yapmadan mı geldin yoksa, dedi. 
    Herkes bir şeyler soruyordu. Sadece Hasan bir şey sormadan boş boş bakıyordu yüzüne ve elini uzatarak yerden kalkmasına yardım etti. Doğruldu. Saha’nın dışına doğru yürümeye başladı. Geride bıraktığı arkadaşları maça başlamıştı bile. Dalgındı. 
    Ellerini ceplerine koydu, yola devam edecekti ki irkildi. 
    Sağ cebinden elini çıkardığında avucunda kum olduğunu gördü. 
    Kumu savurdu. 
    Sonra sol cebinden elini çıkardı. 
    Bir avuç kar vardı elinde. 
    Erimiyordu, onu da avucundan döktü. 
    Sessizce yürümeye devam etti. Evine ulaşmıştı. Pencerenin önüne oturdu. Önce uzaklara baktı, sonra gökyüzüne. Bir siyah kuş tepede dönüp duruyordu halen. Pencereyi açtı ve kuşa doğru bağırdı:
    -Hasaaaan!..

OKULUM


Zeynep Ada Karadaş

Canım okulum,
Benim okulum,
Sensin benim evim.
Sana geldiğim her gün
Yeni şeyler öğrenirim.

Canım okulum,
Benim okulum.
 
Öğretmenim anlatır,
Ben dinlerim.
Seninle hayat
Güzel okulum.


PARA

Emir Celal Çat

para nedir ki
alırsın satarsın
sanki bir renkli kağıda
yığmışlar sembolleri

gelecekte belki
ihtiyacımız olmayacak
bu renkli kağıtlara
çünkü her insanda
olacak biraz para

BİR YIL BÖYLE GEÇTİ

 
 
    Meva Vural
    2023 belalarla gelmişti. Şubat ayının hemen başında yaşadığımız büyük facianın üzerinden bir yıl geçti neredeyse. Sadece deprem değildi yaşadığımız sorunlar, sıkıntılar… Savaşlar, iklim felaketleri, hep kötü haber, hep kötü haber... 
    2023’te bizi mutlu eden olaylar neler diye düşünsem bulmak, zor. 
    Düşünmek bile yorucu. 
    Üstelik bunların tümü salgından sonrasının yorgunluğu üzerine yaşadıklarımız. Bir yılda geride bıraktığımız felaket sayısı on yılda yaşanabilecek kadar fazla aslında.
    Şimdi temiz bir sayfa açıldı takvimlerde. 2023 geride kaldı ve 2024 başladı. 
    O kadar olumsuzluk yaşandı ki geride kalan süreçte artık iyimser düşünmek bile çok güç. 
    Kar yağmıyor, çoğu bölgemiz kurak. Şimdiden yaz mevsiminin nasıl olacağını düşünmek ürkütücü. Bir yandan da başka felaket yaşamayalım diye dua etmekten başka bir şey elimizden gelmiyor.
    Tez vakitte bolluk, bereket, huzur ve sağlık gelsin artık yaşadığımız coğrafyaya.

BALIK

     Semih Karataş
    
    Yakın çevremden bana sürekli çok çabuk sinirlendiğimi söylüyordu. Hatta yeni tanıyanlar bile, biraz sinirli gibisin, diyorlardı. Buna benzer sözleri duymaya alışmıştım ama abarttıklarını düşünüyordum. Hadi canım, sen de, diyordum bana bunları söyleyenlere. Zamanla onlara hak vermeye başladım. 
    Evet, sinirliydim galiba. Biraz, çok değil ama sinirliydim. Sinirimi nasıl yatıştırırım, nasıl sakin olabilirim diye araştırmaya başladım. Sinirli insanlar nasıl davranır, siniri yatıştırmanın yolları nelerdir, gibi başlıklara bakıyordum sürekli. Bu araştırmalarım sonucunda nedense verilen önerilerden balık tutmayı gözüme kestirdim. Balık tutmaya çıkacaktım ve sakinleşecektim. 
    Çarşıya indim, balıkçı malzemeleri satan bir yer buldum. Dükkana girdim:
    -Selamünaleyküm.
    -Aleykümselam...
    Doğrudan doğruya derdimi anlattım satıcıya. Satıcı:
    -Abicim, senin için şu malzemeleri öneririm, dedi. Deneyimim olmadığı için önerdiği malzemeleri aldım. Mevsim yazdı. İlk işim bir tekne kiralamak oldu. Tekneyi kiraladım ancak balıkçılık konusunda hiç bir şey bilmiyordum. Oturdum, bu konuyu da araştırdım. Yakınımda balık tutabileceğim yerleri keşfetmeye çalıştım. Balık tutma yöntemlerini de öğrendim.
    Artık kendimi hazır hissediyordum bu iş için. Çalıştığım yerden bir gün izim aldım. Teknemi de taşıyarak balık yakalayabileceğimi düşündüğüm yere ulaştım. Denize açıldım. Oltamı keyifle suya savurdum. Deniz durgundu. Etrafta da pek kimseler yoktu. Saatlerce bekledim oltamın başında. Öğrendiğim bütün teknikleri denedim ama bir türlü balık gelmiyordu. Bu esnada yanımdan arada tekneler geçmeye başladı. Bakıyordum, onlar balık tutmuş... Ben neden tutamıyordum?
    İyice sıkılmıştım. O sırada bir balığın sudan başını uzattığını gördüm. Bu nasıl oluyordu? Oltama takılmayan balık benimle alay edercesine suyun yüzünde bana bakıyordu. Üstelik bana doğru da ilerliyordu. İyice yaklaşan balık bana bakarak konuşmaya başladı:
    -Sana çok önemli bir şey diyeceğim. Ben senin ağabeyinim, dedi. Bana ne oluyordu? Sinirimi yatıştırmak için gelmiştim buraya. Artık ben de kendimi kaybetmiş gibiydim:
    -Evet, ben de Messi’yim, dedim ve bu geveze balığı yakalamak için hamle yaptım. Balık o anda kayboldu. Madem balık, ağabeyim olduğunu düşünüyor o halde onu yakalamanın anlamı yok, diyerek dönmeye karar verdim. 
    Yorulmuştum. Garip bir gündü yaşadığım. Hiçbir şey düşünmek istemiyordum.
    Bir güzel uyku çektikten sonra ertesi gün iş yerime gittim. 
    Herkes yüzümdeki tebessümün sırrını merak ediyor ve soruyordu. Bense tebessümlü olduğumun farkında bile değildim. Sinirlisin, diyen de olmadı o günden sonra. Sanırım balık tutmaya gitmek işe yaramıştı. 

ÇARESİZ

 
 Elif Erva Candan
 
Bazen çok isterim
Kafamdaki sesleri susturmayı
Bazen çok severim
Etraftaki sesleri duymayı
 
Bazen ise gıcık olurum
İkisine de
Uyumak isterim sadece
Ama uyurken de geliyorlar aklıma
O kurtulmak istediğim 
Binlerce düşünce

3 Ocak 2024 Çarşamba

AĞIR HASTA

   Aydın Çınar Yıldırım

    Herkesin birbirini tanıdığı küçük bir sahil kasabasıydı burası. Denizin hemen kenarında yılan gibi uzanan demiryolu bu kasabanın dış dünya ile tek bağlantısıydı. Her akşam tren aynı vakitte gelir ve giderdi uzaklara. Her sabah insanlar birbirlerine selam verir, hâl hatır sorar, ayaküzeri muhabbet eder ve birilerine mutlaka selam gönderirlerdi. 
    Vakit akşamdı ve insanlar zaten yürüme mesafesinde olan evlerine doğru tatlı bir telaş içindeydiler. Kasaba istasyonunda tren her zaman olduğu gibi kısa bir süreliğine durmuştu ancak ilginç bir şey olmuştu. Trenden bir yabancı inmişti. Kasabalılar ilk kez görüyordu bu genç adamı. Yirmi, yirmi beş yaşlarında hafif kilolu bu adam sanki günlerce uyumamış izlenimi veriyordu etraftakilere. Küçücük bir çantası vardı elinde.  Tüm kasaba yabancı genci görür görmez adeta yerine çivilenmiş gibiydi. Kasabada zaman durmuş gibiydi birkaç dakikalığına. Genç istasyondan kasabanın içine doğru yürüdüğünde insanlar meraklı gözlerle bir yandan onu izlerken bir yandan da hareketlenmeye başladılar. Kasaba kahvehanesinde müşterilere çay dağıtan kişi bir yandan gözünü genç adamdan ayırmadan çay bıraktığı masaya şöyle diyordu:
    -Geçen hafta ölen Mehmet amcanın torunlarından biri olabilir bu genç.
Çayı bıraktığı masada oturan üç kişinin birden yüzlerindeki merak perdesi kalkmıştı. Üçüne de mantıklı gelmişti yabancıya dair yapılan bu yorum. Biri devam etti:
    -Evet evet… Mehmet amca gibi yürüyor bu delikanlı. Hem onun gibi boyu, görünüşü. Yakına gelirse biraz daha belli olur. 
    Genç bu esnada iyice kasabaya girmiş, Mehmet amcanın evine doğru yönelmişti. Kasabalıların kafasındaki şüphe bulutları onun her adımında biraz daha uzaklaşıyordu. Nihayet genç Mehmet amcanın kapısının önünde durdu. Pencerelere, kapıya baktı. Elindeki küçük çantadan arayarak bir anahtar çıkardı ve içeriye girdi. Onun içeriye girişiyle kasaba her günkü normal yaşantısına dönmüştü ancak bu kez de şöyle sorular dolaşıyordu kulak kulağa:
    -Mehmet amcanın neyi oluyor bu genç?
    -Mehmet amca pinti ve varlıklı biriydi acaba miras için mi geldi?
    -Kaç gün kalacak acaba?
    Günlerdir yanmayan Mehmet amcanın evinin lambası o gün sabaha kadar yandı. Sabahın ilk ışıklarıyla genç evden çıktı ve kasabayı dolaşmaya başladı. İnsanların birbiriyle selamlaştığını görünce o da yolda rastladığı yaşlılara, çocuklara selam vermeye, hâl hatır sormaya başladı. İnsanlar önce sormaya çekindiler ama herkesle selamlaşan bu genç Mehmet amca gibi soğuk biri değildi. Genç, fırından bir simit aldıktan sonra kahvehaneye geldi ve çay istedi. Kahvehane sahibi dünkü kehanetini ispat ettirmek istercesine çayı bırakırken:
    -Hoş geldin delikanlı. Sanırım sen Mehmet amcanın torunusun. Rahmetli iyi yaşadı. Yalnız bizim kasabanın değil bu bölgenin en geç vefat eden insanıydı rahmetli. Yürüyen tarihti… Kurtuluş Savaşı’na bile katılmış, Cumhuriyet’in ilanını görmüş. Mekanı cennet olsun… Baban yurt dışındaydı değil mi, diye devam etti. 
    Genç bir yandan çayını yudumlarken:
    -Evet, dedi. Babam yurt dışında ve ben yaşlı annemle yaşıyorum. Dedemin evini ziyaret etmemi ve bize bıraktıklarını almamı annem istedi. Ben de geldim. Sevdim bu kasabayı. Birkaç gün kalır, giderim, dedi. 
    Kahvehane sahibi gencin sohbetini beğenmişti. Hemen oturdu yanına sorulara devam etti:
    -Sen ne işle meşgulsün. 
    Genç sustu, bir süre sonra başını kaldırmadan:
    -Hastayım ve işsizim, dedi. Üstelik tedavi masraflarım çok fazla ve hepsini karşılayamıyoruz…
Derin bir suskunluktan sonra çaycı başka masalara çay dağıtmak üzere yerinden kalktı, yüzündeki merak ve tebessüm yerini hüzne bırakmıştı. Bir yandan çay dağıtıyor bir yandan da içinden: Aslan gibi delikanlı. Dedesi onun yerine de mi yaşadı acaba, diyordu. Bir süre gencin yanına hiç uğramadı. Genç çayını ve simidini bitirdikten sonra çay ücreti vermeye yöneldi ancak çaycı ondan ücret almadı. 
Genç öğleye doğru girdiği evinden o gün daha hiç çıkmadı. Çaycı ise boş durmadı. Öğrendiği bilgileri bütün kasabaya yaydı. Akşam oldu, tren yine geldi ve gitti. İnsanlar evlerine döndü. Güneş battı ve yeniden doğdu. 
    Ertesi sabah genç aynı saatlerde kasabadan biri gibi selam vere vere kahvehaneye yine elinde bir simitle geldi. Çaycı bu kez çayı bırakır bırakmaz masaya oturdu ve sordu:
    -Dün soramadım, hastalığın neydi senin delikanlı?
    -Kanser… 
    Çaycı gözlerini yere dikti ve:
    -Tedavi için ne kadar gerekiyor, diye sordu. Delikanlı:
    -Çok para abim, dedi. Çok para… 
    -Yine de bir miktarı vardır bu çok paranın, dedi çaycı. Delikanlı bir yandan çayını içerken:
    -Bir milyon kadar gerekiyor işte, dedi. Gözleri doldu ve çayı da simidi de yarım bırakarak sahile doğru yürüdü. Ardından bakan çaycının gözleri dolmuştu.
    Akşama kadar çaycı gelene gidene durumu anlattı. Kasaba halkı kendi arasında bir çözüm bulma çabasına girdiler ve bu parayı denkleştirebileceklerini düşündüler. Kasabanın muhtarları bir araya gelerek bu genç için sabahtan akşama kadar bir yardım kampanyası tasarladılar. Hesaplarını yaptıktan sonra, ekonomik durumu iyi olanların desteğiyle bu gence tedavi parası toplamaya başladılar. Genç akşama kadar sahilde oturmuş, dolaşmış ve akşam yeniden evine dönmüştü. 
Akşamın ilerleyen saatlerinde kapı çalındı. Genç önce çocuklar zile basmıştır, diye düşündü ama ısrarla çalan kapıyı açmaya çıktığında karşısında sekiz on kasabalıyı gördü. İçeri buyur etti. 
Kasabalılar kibar ve güler yüzlü insanlardı. Bir süre konuştuktan sonra ziyaret sebeplerini söylediler ve ertesi güne kadar tedavi ücretinin tamamlanacağını söylediler. Genç, duygusallaştı. Ziyarete gelenlerin hepsine sarıldı ve teşekkür etti. 
    Ertesi sabah para toplanmıştı ve tedavi için gerekli ilacın siparişi verilmişti. Geriye bir ay beklemek kalıyordu. Bu bir ayı burada geçirmesi gerekiyordu gencin. Annesine telefon açarak durumu gözyaşları içinde anlattı ve ümitle ilacın gelmesini beklemeye başladı. 
    Aradan bir hafta geçmişti ve artık sabahları kahvehaneye geç geliyordu genç. Bir sabah gelemedi. Bir haftada gence alışan kasabalı merak etmişti onun durumunu. Akşama kadar beklediler ama gelen olmayınca evine gitmeye karar verdiler. Yedi sekiz kişi dakikalarca kapıyı çaldı ancak kapı açılmadı. Bir şeyler olduğu belliydi. Kötü bir şeyler olduğu belliydi. Bir yandan merak bir yandan hüzünle kapıyı kırarak açmayı başardılar. İçeriye girdiklerinde yatak odasında gencin soğumuş bedeniyle karşılaştılar. Kimse konuşmuyordu. Hıçkırıklar boğazlarda düğümlendi. Ağlamamak için direniyordu kocaman adamlar. Sonunda tutamadılar gözyaşlarını. Yanaklarından gözyaşları süzülürken sehpanın kenarındaki nota ilişti birinin gözleri:
    Bu kadar erken gideceğimi ben de tahmin etmiyordum, ümidim vardı. İlaç zamanında gelecekti ve iyileşecektim. Annemi de bu kasabaya getirip birlikte yaşayacaktık ama şimdi, şu dakikalarda artık ümidimin tükendiğini hissediyorum ve sizlere bu notu bırakıyorum güzel insanlar. Size de yük oldum, sizi de üzdüm. 
    Hakkınızı helal edin. 
    Cenaze işlemleri başlamadan önce annesine haber verdi kasabalılar. Annesi cenaze için gelecekti. Yurt dışındaki babasını da annesi aradı ve seneler sonra kasabaya gelmek için yola çıktı. 
Bir haftalık bu misafir adeta kasabalının gönlünde taht kurmuştu. 
    Gencin eşyalarını toparlayanlar çekmecelerden birinde Mehmet amcadan kalan yüklü bir miktar para bulmuştu. 
    Anne ve baba kasabaya gelince bu para onlara verildi ancak ikisi de bu parayı almadı. Kasabaya bir okul yapılmasını ve okula dede ile torunun isminin verilmesini istediler. 

DOĞA

Sude Gökçe Çelen

Doğa her şeyim benim
Çok severler çocuklar
Kuşları ağaçları
Doğayı da korurlar



MUTLULUK

Sude Gökçe Çelen
Mutluyum ben dünyada
Mutlulukla yaşarım
Kitapları okurum
Uçurtmaların peşinden koşarım
Ben böyle mutluyum



ŞİİR


Sude Gökçe Çelen
Severim şiirleri
Gökyüzünde sanki onlar
Bulutların yanında
Seviyorum yazmayı
Ve şiir okumayı


TOMBUL FİL

Sude Gökçe Çelen
Karşımdasın tombul fil
Fil değilsin sanki kil
Aradım göremedim
Bu gün de hep seni bil



ÇOCUK

 Alp Mete Akbaş


Çocuk fidandır
Çok yolu vardır
Herkes bir zamanlar çocuktu
Çocuk kalanlar beni anlayacaktır

Büyükler anlamaz beni, bizi
Bilmezler derdimizi
Oynamazsa, gülmezse, koşmazsa
Çocuklar büyüyemez ki

BAYRAĞIM

 Zehra Fırat
Al bayrağım göklerde
Asilce dalgalanıyor
Sanki bulutların üstünde
Vatanıma mutluluk saçıyor


Senin için her çileye değer
Yeter ki sen hep kal orada
Bayrağım, ay yıldızım, onurum
Seni sonsuza kadar korurum

ŞEHİTLER

 
Tayfun Tabuk

Savaştılar üç kıtada
Dönmek nedir bilmediler
Yaymak için Türklüğü
Şehitlik şerbetini içtiler

Onlar kefensiz kahraman
O aziz kanlarla sulandı vatan
Bize emanet şimdi bu topraklar, bu ülke
En büyük armağan
Onlardan kalan


2 Ocak 2024 Salı

ANADOLU'DA BAHAR

    Emir Sabri Ünsal, Muhammet Miraç Gün, Emir Kaan Şimşek, Muhammed Uğur Bulut

    Anadolu en hareketli dönemlerinden birini yaşıyordu. Ataman İmparatorluğu dağılmıştı ve merkezi otorite sarsılmıştı. Her yerde küçük beylikler ortaya çıkmıştı ve birbirleriyle kıran kırana mücadele ediyorlardı. Amaçları Ataman İmparatorluğundan kalan boşluğu dolduracak güç olmaktı. Bu mücadelelerde en aktif olanlar; Kaanoğulları, Muhodanlar, Mirmunlardı. Yıllarca birbirleriyle savaşan  Kaanoğulları, Muhodanlar, Mirmunlar arasındaki mücadele zorunlu olarak bitmiş bu üç beylik kendilerini tehdit eden yeni ve büyük güce karşı ittifak kararı almışlardı. Bu üç beyliğin her birinin kendine özgü savaş taktikleri vardı. Kaanoğulları kara gücünde emsalsizdi. Muhodanlar ise dönemin teknolojisini elinde bulunduruyordu. Kılıç, ok dışında çok yeni ve düşmanların tanımlayamadığı silahlar icat etmişlerdi. Mirmunlar ise mimari alanda iyilerdi ve yıkılması zor kışlalar, kaleler inşa ediyorlardı. Mirmunlar’ın o tarihe kadar kalelerinden hiç biri ele geçirilememişti. 
    Önce Anadolu sonra da tüm dünya yeni bir tehditle karşı karşıyaydı. Sabriyun adı verilen garip bir teşkilat ortaya çıkmıştı ve bunlar değişik yöntemlerle ülkeleri birer birer ele geçiriyorlardı. 
    Sabriyunluğun kurucusu Ebir Sabiri, farklı bir müzik aleti geliştirmişti. Bu müzik aletinin sesini duyan kişiler anında hipnoz oluyor, verilen her emri yerine getiriyor, ölümü bile göze alıyorlardı. Bu sesi duymamak için insanlar artık yanlarında tıkaç taşıyorlardı. Bütün ülkelerin korkulu rüyası haline gelmişti bu ses ve tüm dünya sessizleşmişti. 

                                                            1. Bölüm
                                        BÜYÜK ANLAŞMANIN EŞİĞİNDE

    Kaanoğulları Beyliğinin yeni yöneticisi 1. Kaan, Beyliğin başına geçtiği günün ertesi sabahı yaverlerinin getirdiği mektupla uyandı. Mektupta ticaret indirimi için Muhodanlar’dan güzel bir teklif vardı. Kendileriyle işbirliği yaptıkları takdirde Muhodanlar yüzde 20 indirim yapacaklarını ve bir üründen elli tane alındığı takdirde birini hediye edeceklerini yazıyorlardı. 1. Kaan’ın bu teklif hoşuna gitti ve beyliğini güçlendirmek için savaş malzemeleri almaya yaverleriyle karar verdi. Akşama doğru ikinci bir mektup daha geldi, Mirmunlar da benzer bir teklifte bulunuyorlardı. Mirmunlar, Kaanoğulları kabul ettikleri takdirde onlara sağlam kışlalar ve barınakları indirimli bir biçimde yapacaklarını yazıyorlardı. 1. Kaan bunu da kabul etti. 
    Her iki beyliği de kendi topraklarına davet ederek anlaşma yapmak için haber gönderdi. Bir hafta sonra Mirmunlar, Muhodanlar Kaanoğulları’nın topraklarına anlaşma için geldiler. Bu gelişmeleri Ebir Sabiri’nin çaşıtları aynı gün Sabiri’ye ulaştırıyor, Sabiri ise bu hareketliliğe tahtına kıs kıs gülüyordu çünkü yakında Anadolu diye bir coğrafyanın kalmayacağının planlarını yapıyordu. 
    Vaktinde toplantıya katılabilmek için Mirmunlar ve Muhodanlar mektuplarını alır almaz yola çıktılar. Tam donanımlı küçük birer kafile halindeydiler. Kendilerini savunacak kadar askerleri de yanlarına almışlardı. Mirmunlar Anadolu’nun tam göbeğinden yola çıktı, Muhodanlar ise kuzeybatıdan geliyordu. İki beylik Kaanoğulları’nın sınırında Donuzlu vadisinde buluşacaklardı ve bu haber de Sabiri’ye ulaşmıştı. Sabiri günler öncesinden Donuzlu Kalesindekileri alt etmiş, keyifle iki beyliğin gelmesini bekliyordu. Adamları Donuzlu Kalesi’nin eski askerlerinin kıyafetlerini giymişti. İki beyliğin kafilesi kalenin önüne geldi. Kale kapısı büyük bir gürültüyle açıldı. Her şey yolunda gibi görünüyordu. Geceyi burada geçirip sabahın ilk saatlerinde Kaanoğulları’na ulaşacaklardı. 
    Askerler kale dışını kontrol için dışarda bırakılmıştı. Yenildi, içildi, sohbetler edildi. Sıra eğlenmeye gelmişti. Müzik aletleri ortama alınmaya başlandığında Mirmunlar ve Muhodanlar’ın komutanları hiç görmedikleri bir müzik aletini fark ettiklerinde kendilerine hazırlanan tuzağı fark ettiler, sessizce daha önce hazırladıkları tıkaçları kulaklarına yerleştirdiler. Sabiri’nin elemanları için işler yolunda görünüyordu. İlerleyen saatlerde Mirmunlar ve Muhodanlar hipnoz olmuş taklidi yapmaya başladığında Sabiri’nin askerleri keyiflenmişti. Ani bir işaretle Muhodan askerleri Mirmunlar’ın ve Sabiri askerlerinin hiç görmedikleri silahlarını müzisyenlere ve sarayın vezirine doğru yönelterek ateş etmeye başladılar. Birkaç dakika içinde yaşayan Sabiri askeri kalmamıştı. Bu, Muhodanlar ve Mirmunlar için büyük bir tecrübe oldu. Yaralı olarak kurtulmayı başaran bir Sabiri askeri, durumu efendisine ilettiğinde Ebir Sabiri küplere binmişti. 
    Ertesi gün biraz yorgun olsa da iki kafile Kaanoğulları’nın sarayına ulaştılar. Yolda yaşadıkları tecrübeyi 1. Kaan’a anlattılar ve güçlerini birleştirmeyi, düşmanın çok çetin ve kurnaz olduğunu söylediler. 
                                                                
                                                                2.Bölüm
                                                    BÜYÜK ANLAŞMA

    Beklenen toplantı kısa sürdü. Anlaşmaya varıldı. Ebir Sabiri’nin karışışında ortak bir güç olmak zorundaydılar. Anlaşma maddeleri şöyleydi:
    1. Her ne olursa olsun Ebir Sabiri’ye karşı tam birliktelik içinde savunma yapılacak yeni bir beylikle anlaşma yoluna gidilmeyecek.
    2. Her üç beyliğin içinden beylik ittifakına zarar verecek bir ajan çıktığında tespit edilen ajanlar o beylik tarafından infaz edilecek.
    3. Üç beylik, dış tehditlere karşı tek devlet gibi hareket edecek.
    4. Üç beylikten herhangi bir tehdit karışışında ihtiyacı olana sınırsız maddi destek sağlanacak. 
    Anlaşmanın yalnızca bu maddeleri karşılıklı okundu. Bu maddeler dışında 9 tane gizli madde vardı, bunlar açıklanmadı. 
    Bu esnada Ebir Sabiri, intikam yeminleri ediyor, üç tane küçük beyliğin kendisinin büyük planlarını alt edemeyeceğini haykırıyordu. Öfke ile yeni planlar yapmaya başladı. Bu üç beyliğin ismini dünyadan, tarihten sileceğini söylüyordu. İnandığı değerler üzerine yeminler ediyordu. 

                                                                    3.Bölüm
                                            BÜYÜK SAVAŞIN AYAK SESLERİ


    Anlaşma yapılmış, beyliklerin temsilcileri yeniden ülkelerine dönüş yoluna düşmüştü. Ebir Sabiri bunu haber almış ikinci bir plan için düşünmeye başlamıştı. Üç beylik de derin bir nefes almış artık tehlikenin azaldığını düşünüyorlardı.
    Ebir Sabiri, kısa sürede elinde kalan askerleri toparladı ve akıllıca bir plan yaptı. Askerlerinden küçük bir grup dönüş yolunda olan Muhodanlara ve Mirmunlara saldıracak, ardından onları kaçamayacakları bir kapana doğru çekeceklerdi. Kapanda asıl ordu bekleyecek böylece üçlü anlaşmaya imza atan beyliklerin ikisi imha olacaktı. 
    Her iki beyliğin yolunda da sarp kayaların bulunduğu, tek hat ile ilerlenebilecek yollar vardı. Ebir Sabiri askerlerine ve kendisine moral olması için önce Mirmunlar’a saldıracaktı. Saldırı için otuz kadar askerini öne sürdü. Bu otuz asker önce saldıracak sonra kaçmaya başlayacaktı. Öyle de oldu. Dar geçite geldiklerinde otuz kadar Sabiri askeri, tepelerden inerek Mirmunlar’a saldırdı. Daha sonra geri çekiliyormuş gibi yaparak Mirmunlar’ı tuzağa doğru sürükledi. Olanları Sabiri keyifle izliyordu. Mirmunlar kapana kısıldığında her yerden Sabiri askerleri çıkarak tek Mirmunlara ağır bir yenilgi yaşattılar. Mirmunlar’ın lideri 11. Miraç, birkaç askeriyle canını zor kurtardı. 11. Miraç kaçarken Sabiri’ye ağır bir darbe indirmeyi de başarmıştı. Sabiri de yaralanmıştı, kan kaybediyordu ancak küçük bir zafer elde etmenin mutluluğu ile acısını hissetmiyordu. Derhal toparlandı ve Muhodanlar’ın dönüş yoluna doğru ilerledi. Muhodanlar küçük bir mola vermek için kamp kurmuşlardı. Aynı taktik onlara da uygulanacaktı. Otuz kadar yorgun Sabiri askeri yine Muhodanlar’ı tuzağa çekmek için aynı taktiği uyguladılar fakat Muhodanlar ikiye bölünmüş bir kısmı kervanın önünde ilerliyordu. Sabiri, önden giden bu kervanı gerçek kervan zannederek küçümsedi ve saldırıyı başlattı. Öndeki askerler kaçıyor gibi yaparak bu otuz kişilik askeri asıl ordunun yanına çekti. Böylelikle Sabiri’nin askerleri kendilerinin kurdukları tuzağa benzer bir tuzakla alt edildiler. Zaten yaralı olan Sabiri bu hezimetle daha da kötüleşti ve bir süre tedavi olması gerektiğine inanmaya başladı. 
    Bu esnada Kaanoğulları olup biten her şeyden habersizdi. Dağda gezen çobanlardan biri posta güvercini ile durumu Kaanoğulları’na iletmişti fakat olan olmuştu çoktan. Sabiri ağır yaralıydı. Ortada görünmüyordu, nereye saklandığı belli değildi. 11. Miraç askerlerini kaybetmiş, dönüş yoluna devam ediyordu ancak onun da durumu iyi değildi. Hasar almayan tek beylik Muhodanlar’dı. Onların da topraklarına dönmelerine az bir zaman kalmıştı. Kaanoğulları’nın Beyi tüm bu olup bitenlere çok öfkelenmişti çünkü kendi beyliğinin sınırlarında gerçekleşmişti tüm bu olanlar. Hem de anlaşma yapıldıktan hemen sonra olmuştu. Artık Sabiri’nin defterini dürmenin zamanı geldi, diye söyleniyordu. 
                                                            
                                                                    4.Bölüm
                                        TARİHE YÖN VEREN BÜYÜK SAVAŞ

    Tüm bu yaşananlardan sonra Anadolu’da iki ay kadar sessizlik yaşandı. Kimse kimseye sataşmadı. Sabiri ortalıkta görünmüyordu. Muhodanlar daha da güçlü bir beylik olmak için neler yapılabileceğini düşünüyorlardı. Kaanoğulları ise Bey’in kardeşi Kerem’in tedavisi mümkün olmayan bir hastalığa yakalanmasından dolayı üzüntülüydü. 1. Kaan, Kerem öldüğü takdirde ülkedeki tek yetkili olacaktı ve saray koridorlarında bu konuşuluyordu. Halk bu durumdan tedirgindi. Zayıf bir anda saldırıya uğramaktan korkuyorlardı.  
    1. Kaan kardeşinin tedavisi için Muhodanlar’dan yardım istemeyi düşündü çünkü kendi şifacıları iki aydır bir sonuç elde edememişlerdi. 1. Kaan korunaklı bir ordu ile kardeşinin tedavisi için Muhodanlar’a gitmeye karar verdi. Onlarca at ve asker eşliğinde yola çıktı fakat Sabiri’nin saldırısına uğramaktan da endişe ediyordu. Askerlerini bölükler halinde ilerletiyordu. Yol güvenli ise mola vermeden devam ediyorlardı. Yolculuk iki gün sürdü ve Muhodanlar’ın sınırlardan içeri giriş yaptılar. Sabiri halen ortada yoktu. Ortada görünmemesine rağmen paralı çaşıtları beyliklerde olan biten her şeyi hasta yatan Sabiri’ye getiriyorlardı. Sabiri bu tedavinin sonucunu bekliyordu. Şayet Kerem Bey çabucak sağlığına kavuşursa Muhodanlar’ın ve Kaanoğulları’nın hekimlerini kaçırıp kendisini tedavi ettirmeyi düşünüyordu. 
    Mirmunlar ise iç karışıklık yaşıyordu. 11. Miraç’ın güçten düştüğünü gören yardımcıları beylik yönetimini ele geçirmek için planlar yapıyordu. Her gün ülkede isyanlar oluyor, bastırılıyor ama tez zamanda yeni bir şaki ortaya çıkıyordu. Ebir Sabiri’ye karşı yapılan anlaşmanın maddeleri bile unutulmuştu çünkü Sabiri tehdidi şu sıralar gündemde değildi. 
    1. Kaan’ın kardeşi Muhodanlar ve Kaanoğulları’nın hekimlerinin ortak çabası sonucu ikinci gününde toparlanmıştı. İyileşecek gibiydi. Ebir Sabiri’nin çaşıtlarından biri bu durumu kendisine ulaştırdı ve Sabiri’nin bu durum hoşuna gitmedi. Derhal Kerem’in zehirlenmesi gerektiğini söyleyerek bunu yapabilirse servet vaadinde bulundu. Servet, kelimesi hoşuna gitmişti ona haber getiren kişinin. 4. Gece artık dönüş yolu planları yapılırken Kerem odasında ölü bulundu. 
    Kısa süre içinde olayı gerçekleştiren çaşıt tespit edildi ve en ağır biçimde cezalandırılarak hayatına son verildi. 1. Kaan intikam yemini etmişti ve beraberindeki askerlerle beyliğine dönmeden Anadolu’yu gerekirse karış karış aramaya ve Sabiri’yi cezalandırmaya karar vermişti. Muhodanlar da bu fikri olumlu buldular. Mirmunlarda kargaşa devam ediyordu. 
    Muhodanlar ve Kaanoğulları hemen acil bir plan yaptılar. Önce Sabiri’yi indireceklerdi. Mirmunlara da durumu bildirip destek almak istediler. 11. Miraç bu daveti alır almaz ülkesindeki karmaşaya rağmen Ebir Sabiri üzerine yürüyecek birliklere dâhil olmak üzere yola çıktı. Halk onun bu kararından dolayı biraz yatıştı ve beylikte düzen sağlandı bir süreliğine.
    Üç beyliğin askerleri nihayet Ebir Sabiri’nin saklandığı mekânı tespit etmişlerdi. Üç beyliğe de sınırı olan bir dağın ardındaki mağarada saklanıyordu Sabiri. Mağara korunaklıydı ve dar bir geçitteydi. Üç beyliğin askerleri dağı kuşattı. Sabiri’ye teslim ol çağrısı bile yapmadılar. Buldukları Sabiri askerini imha ediyorlardı. Sabiri kendisine destek vermesi için Balkanlar’daki komutanı Salihus’dan takviye birlik istemişti aksi takdirde işi zor görünüyordu. 
    Savaşın iki tarafı da hazırlıklarını tamamlamıştı. Mirmunlar; Muhodanlar ve Kaanoğulları’nın yanına, Salihus da Sabiri’nin sığınağına yetişmişti. Şafakla beraber Mirmunlar,Muhodanlar ve Kaanoğulları saldırıya geçecekti. Gece uzun sürdü. Her sesten, her çığlıktan ürktü askerler. Sonra asıl tedbiri unuttuklarını hatırladı komutanlar: Ya Sabiri bir müzikle saldırırsa… Bundan korunmak için tüm askerlerin kulakları kapatıldı ve kendi aralarında sabaha kadar bir işaret dili geliştirdiler. 
    Mirmunlar,Muhodanlar ve Kaanoğulları güneş doğmadan üç koldan Sabiri’nin sığınağına hücum ettiler. Sabiri, her zamanki gibi müzik aletine güveniyordu ve yaklaşan askerlerin duydukları sesle etkisiz hale geleceklerini düşünüyordu ancak bu olmadı. Kulakları tıkalı askerler hızla ilerliyordu. Sabiri durumu fark ettiğinde B Planına geçti.  Askerlerini ilk kez ciddi bir meydan savaşına dahil edecekti ve dört ordu küçücük bir alan da olsa çarpışmaya başladı. Kılıç sesleri, ok sesleri arasında ara ara patlamalar duyuluyordu. Askerler canla başla kendi saflarını savunuyorlardı. Sabriyunlar tepeden tırnağa koyu gri bir elbise giyinmişlerdi ve uzaktan fark edilmeleri bu çorak topraklarda zordu. Yine de mücadele karşı karşıyaydı. Üç saat süren göğüs göğse çarpışmadan bir sonuç çıkmayınca Sabriyunlar biraz geriye doğru çekilmeye başladılar. Niyetleri geriye çekilip ok yağmuruna tutmaktı karşıdaki askerleri. Sabiri’nin askerlerinin kaçtığını düşünen üç beyliğin askerleri oldukları yerden ileri gitmeme kararını işaretlerle paylaştılar. O sırada olan oldu. Sabriyunlar yağmur gibi ok fırlatmaya başlamıştı. Üç beyliğin askerleri kalkanlarıyla bu saldırıdan korunmaya çalışıyordu. Mirmunlar’ın Beyi 11. Miraç karşı atakta bulunmak için hareketlendi. Bu büyük bir hataydı. Diğer Beylikler şaşkındı bu atak karşısında. 11. Miraç bu saldırıda karnına bir ok yedi. Bu askerlerinin moralini bozmak için yeterli oldu. At sırtından yere düşen 11. Miraç ölmüştü. Beylikler için büyük bir moral bozukluğuydu bu manzara. Sabiri ise keyiflenmişti. 
    -Hepinizin sonu böyle olacak, diye bağırıyordu. 
Artık askerleri de adeta canavara dönüşmüştü. Muhodanlar ve Kaanoğulları ortak bir kararla iki yandan saldırıya geçtiler. Artık savaş ölüm kalım mücadelesine dönmüştü. Anadolu’dan sonsuza kadar silinmeleri an meselesiydi. Şayet bu üç beylik Sabiri karşısında mağlup olursa Anadolu’nun daha karanlık dönemleri yakındı. 
    Vakit akşama doğru ilerliyordu. Muhodanlar ve Kaanoğulları’nın askerlerine moral kaynağı olan bir gelişme yaşandı. Kaanoğulları’nın askerleri Sabiri’ye desteğe gelen Salihus’un yardımcısını yakalamışlardı. Onu konuştururlarsa düşman hakkında daha çok bilgi sahibi olacaklardı. Artık iyice yorulan her iki tarafın askerleri de yavaş yavaş dinlenmek üzere saflarına çekildiler. Ortalık yaralı ve ölü askerlerle doluydu. Muhodanlar ve Kaanoğulları savaş alanındaki yaralıları saflarına taşırken Sabiri’nin adamları kendilerinden yaralanmış olanları düşman eline geçmemesi için infaz ediyordu. 
Akşam her iki taraf da dinlenmeye koyulmuştu. Nöbetçiler ön saflarda düşman tarafından hareketlilik olup olmadığına bakıyordu. Sabiri’nin tekrar sabahtan önce toparlanamayacağını düşünen Muhodanlar ve Kaanoğulları gecenin ilerleyen vakitlerinde bir taarruz düşündüler. Az sayıda askerle yapacakları bu saldırının ilk aşamasından sonra asıl ordu harekete geçecekti. Bu gece ya bu iş bitecekti ya da kendileri bitecekti. Gecenin ilerleyen saatlerinde doğadan gelen hayvan seslerinden ürkerek öncü bir birlik Sabiri’nin sığınağına sessizce yaklaştı. Sabiri ve adamları ziyafet çekmiş, ertesi gün için enerji toplamak amaçlı uyuyorlardı. Akıllarının ucundan bile baskın yiyecekleri geçmemişti. Öncü birlik ani bir hareketle Sabriyunları uykuda bastı. Sabriyunlar uyanıncaya kadar epey kayıp verdiler. Sabiri, askerlerinin çığlıklarıyla uyandıysa da geç kalmıştı. Salihus, Sabiri’ye kaçmak gerektiğini söylemek üzere huzuruna gelmişti. Ayarladığı atlarla beraber Sabiri ve Salihus gecenin karanlığında kayboldu. Sabiri askerlerinin durumu fark etmemesi için yatağına kendisine benzeyen birini bırakmıştı. Mücadeleyi kazanırsa ona büyük vaatleri vardı. Ancak böyle ikna etmişti yerine bıraktığı adamı. 
Birkaç saat içerisinde Sabiri’nin askerleri direnişi bıraktı ve hayatta olanlar teslim oldular. Sabah yaklaşmıştı. Artık savaş bitmiş görünüyordu. Muhodanlar ve Kaanoğulları’nın yorgun yüzlerinde küçük tebessümler vardı. Tam savaş alanını terk etmek üzereydiler ki büyük bir gürültü ve toz bulutu dikkatlerini çekti. Bu davetsiz misafirin kim olduğunu merak ediyorlardı. Merakları uzun sürmedi. Karşıdan görünen askerlerin en önünde Salihus ve Sabiri vardı. Salihus askerlerinin tümünü ilk mücadele için getirmemiş, büyük bir kısmını geride bırakarak mücadeleye gelmişti. Şimdi getirdiği askerlerinin asıl bölümüydü ve savaşmamış oldukları için hayli dinç görünüyorlardı. 
    Kaanoğulları ve Muhodanlar bir süre endişe yaşadı. Sonra plan yapmaya başladılar. Ebiri’nin sığınağı yüksek bir yerdeydi. Ok atışı ve mancınık saldırısı için uygundu. Ordu ile yüz yüze mücadeleye girmeden en azından bir kısmını bu avantajı kullanarak halledebilirlerdi. Mancınıklar taşındı, okçular yerini aldı ve askerler yaklaşır yaklaşmaz uzaktan oklu taarruz başladı. Plan yolunda gidiyordu. Okçulara doğru saldıran Sabiri askerleri, okçuların kaçtığını görünce peşlerine düştüler. Aslında bu bir tuzaktı. Okçuları kovalayan askerler mancınıkların menziline girdikleri anda işleri bitmişti. Art arda tepelerine inen ateş toplarıyla ilk kez karşılaşan askerler şaşkındı. Ateş topları düştüğü yerde önce patlıyor sonra yangın çıkarıyordu. Bu korkunç manzara Sabiri’nin askerlerini oldukları yere çiviledi. Savaşın bu ikinci aşamasında da Sabiri ve Salihus şimdiden kaybetmiş görünüyordu. 
Sabiri aynı gün ikinci kez askerlerini bırakarak canını kurtarma derdine düştü. Salihus’a komutayı bırakarak yanına birkaç asker alarak meydandan uzaklaştı. Salihus bir süre dayandıysa da sonunda esir düştü. Konuşmaya zorlanınca acı çekmemek için yüzüğünde sakladığı ilacı içerek kendi hayatına son verdi. 
    Öte yandan Sabiri birkaç adamıyla birlikte diğer sığınağına ulaştı. Bu sığınak özel bir sığınaktı ve kimse yerini bilmiyordu. Burada saklanarak kurtuluşun yolunu bulmaya niyetliydi. Saklanacağı yere gelen Sabiri rahat bir nefes aldığını düşünüyordu. Adamlarına kendisine göz kulak olmaları emrini verdi.  Bunların son nefesleri olduğunun farkında değillerdi. Kulağına gelen seslerle irkildi ve iyice saklandı, adamlarına talimat üstüne talimat veriyordu. Tanımadıkları biri kendilerine doğru yaklaşıyordu. Sabiri gelen bu adamın kendilerini görmeyeceğini düşündü ancak birkaç dakika sonra iri yarı, güçlü bir adamın gölgesi yanı başlarındaydı. Neyse ki bu adam Sabiri ve askerlerini görmemişti. Sabiri’nin tanımadığı bu adam yakındaki köylerden birinde yaşayan Çınar’dı. Hayatını odunculukla temin ediyordu ve oldukça güçlü, cesur bir adamdı. Sabiri’nin sığınağını daha önceden görmüş anlam verememişti. 
    Çınar, aslında burada birilerinin olduğunu fark etmişti ama kalabalık olduklarını anlayınca arkadaşlarına da haber vermek için onları görmemiş gibi yaptı. Çınar, adamlarını toplayarak bir saat sonra yeniden bu sığınağa geldi. Bu esnada Sabiri ve adamları iyice rahatlamış, yaralarını sarmakla meşguldüler. 
    Çınar, altı adamıyla beraber sessizce sığınağa yaklaştı. Bunların tekin adamlar olmadığını anlamıştı. Kötüydü bu insanlar. Çınar, zaten günlerdir süren savaştan haberdardı. Bunun Sabiri olduğunu anladı. Çınar Muhodanlar’ı bilen ve onlardan barut da kullanmayı öğrenmiş biriydi. Sığınağın etrafına daire şeklinde barut döktü. Biraz uzaklaştıktan sonra barutu ateşledi barutun sesini duyan Sabiri yerinden kalkmak istedi ancak çok geçti. Bir anda barut alev aldı ve büyük bir patlama ile sığınağı, içindekileri yok etti. 
    Patlamayı duyan Kaanoğulları ve Muhodanlar olay yerini merak ederek sesin geldiği yere koştular. Ganimet toplamayı bıraktılar. Çınar, kendilerine doğru gelen Muhodanlar’ı tanıyordu ama Kaanoğulları ile ilk kez karşılaşıyordu. 1. Kaan:
    -Bu ses nereden geldi, sorumlusu kim, diye bağırdı. Cevap veren olmadı. Çınar, bir süre sonra:
    -Ben ve adamlarım buradaki sığınağı uçurduk, içinde garip kişiler vardı, dedi.
    Sığınağa yaklaşan Kaanoğulları ve Muhodanlar, Emir Sabiri’nin ve adamlarının cesetlerini gördüler. Çınar’ın bir ödülü hak ettiğini düşündüler. Muhodanlar ve Kaanoğulları Çınar’a bundan sonra bu bölgenin güvenliğinden sorumlu olduğunu ve bir miktar asker ve malzeme vereceklerini söylediler.
Nihayet Anadolu büyük bir tehlikenin eşiğinden dönmüş ve Sabiri tarihin karanlıklarına gömülmüştü ancak Anadolu’nun karanlık günleri halen sürüyordu. 
                                        
                                                                5. Bölüm
                                            5. AYDINLIK YARINLARA DOĞRU

    Sabiri tehlikesi geçmiş olsa da Anadolu’da halen dirlik ve düzenlik yoktu. Liderlerini kaybeden Mirmunlar toparlanamıyordu. Taht mücadeleleri vardı. Muhodanlar ve Kaanoğulları ise Sabiri’ye verdikleri ortak mücadelede bir hayli birbirlerine ısınmışlardı. Bu ortak zafer güç birliğine doğru gidiyordu. Ortak bir karar vererek önce Mirmunlar’ı toparlamayı düşündüler. Mirmunlara ortak bir heyet gönderdiler. Heyetin Mirmunlara mesajı şöyleydi:
   
     Sabiri tehlikesinden önce yaptığımı anlaşma gereği iç işlerinize müdahale etmiyoruz ve sizleri eski bir müttefik olarak görüyoruz fakat son zamanlarda Anadolu’daki dağınıklığın sebebi biraz da sizlerin yüzünden. Tez vakitte beyliğinizde iç düzeni sağlamazsanız Muhodanlar ve Kaanoğulları olarak topraklarınızda düzeni sağlamak için biz yola çıkacağız.

    Mirmunlar’ın yetkilileri bu mesajı alınca önce mesajı getiren heyeti rehin aldı ardından da Muhodanlar ve Kaanoğulları’na savaş ilan ettiler. Aslında Muhodanlar’ın ve Kaanoğulları’nın amacı da buydu. Mirmunlar’ı kızdırarak onların topraklarını aralarında paylaşacaklardı. 
    Mirmunlar’ın toplanması için fırsat bırakmadan az bir asker ile Muhodanlar ve Kaanoğulları Mirmunlar’ın topraklarına doğru yola çıktılar. Askerlerin tamamı zırhlı ve atlıydı. Kesin gibi görünen bir zafere doğru gidiyorlardı. Mirmunlar’ın düzenli bir askeri birliği kalmamıştı. Yine de elde kalan askerlerle onlar da savunma için tedbirlerini aldılar. Nihayet Uluborlu bölgesinde karşılaştılar. Bir saate yakın süren meydan savaşının sonunu tahmin etmek zor değildi.  Mirmunlar’ın kalan askerleri Muhodanlar ve Kaanoğulları’na katılmıştı. Savaştan hemen sonra elde edilen topraklar iki beylik arasında paylaşıldı. Bu paylaşımdan Sabiri’nin ortadan kaldırılmasında yardımcı olan Çınar’a toprak verildi.
    Artık Anadolu’da Muhodanlar ve Kaanoğulları uzlaşı içinde bir düzen çabasına girmişlerdi. Anadolu’da bahar yaklaşıyordu. Kardeşlik içinde iki beylik omuz omuza vermiş memleketin her köşesine huzur, barış ve esenlik götürmek için söz vermişlerdi. İnsanlar artık yarınlara umutla bakıyordu. Güvenlik tehdidi kalkmış, tarım ve hayvancılık yeniden gelişmeye başlamıştı. Küçük beylikler birer birer gelerek bu iki beylikten birine katılıyordu. Anadolu’nun uzağında yaşayan insanlar Anadolu’daki birlik ve dirliğin kendi topraklarına da gelmesini bekliyorlardı. 







YANGIN

     Ezgi Budak
    Bir kazanın içinde yaşıyoruz. 
    Yıllardır pişmesi için beklenen bir kazan. 
    Tek bir fark var aramızda, burada ateş içten yanıyor. Üstelik ısıyı fazla kaçırıyoruz. 
    Bir patatesi haşlarken yüksek ateşte pişirirsek ne olur? Yanar. Ne farkımız var? 
    Gitgide yanıyoruz. 
    Dışarı bakın, hangi aklı başındaki insan bana her şeyin eskisi gibi olduğunu söyleyebilir ki? Aldığımız en ufak bir kalem bile kullandıkça küçülürken  yıllarca bizlere yuva olan bu koskoca dünya nasıl eskisi gibi kalabilirdi ki? O da gitgide küçülüyor bu 8 milyar insan arasında. 
Pekâlâ patatesi lezzetli bir şekilde yemek istiyorsak ne yapmalıyız, Tabii ki başında bekleyip onu kontrol etmeliyiz. Yuvamız içinde aynısı geçerli. Belli ki bizim kazan’ın bekçileri çoktan göçmüş dostlar,  o halde kendi kazanımıza kendimiz bakalım. 
    Önce kendi içimizdeki yangına su serpmeliyiz. Yana yana başkalarının yangınını söndüremeyiz. Kibrit kibriti yakmaz, fakat insan insanı yakar. En kötüsü de öldürmez, yarım bırakır. Ya yaşatırsın ya öldürürsün ama yarım bırakmazsın. Ormanların kralı aslan (ki tartışmaya çok müsait bir konu) dedikleri bile kendi cinslerini öldürmezken gördük Napolyon insan kesiyordu. 
    İşte insan böyle, açgözlülüğü yetmiyor kendine. Maymun iştahlılığı da geçmiş bu. En koca mideli canlı bile tanımlamaya yetmez bu istek cümbüşünü. En sonunda yalnız açgözlüler kalacak hayatta. Sırf başkaları onu besledi diye. Çoktan unutmuş çocukluğunu,  daha çocukluğunun baharındakileri öldürüyor. Sonrada onlara aşağılayıcı gözlerle bakıyor “Ben kral olmuşum siz hâlâ top oynuyorsunuz” diye. Sanki bunu diyen anne karnından çıkmamış gibi. Sade bu da değil ateşimiz, bu yalnızca onu körükleyen bir etken. Umursamazlığın suçu tüm bunlar. O çakmağımız  bu düşüncedeki. Artık kimsenin umurunda değil dünya, bize yıllarca analık babalık etmiş dünya. Yine açgözlülüğe geldi konu işte. İnsanların tek amacı var artık: para.  
    Yine kimsenin umunda değil bu kaynama, içten yanan ateş kimin umurunda? Biraz daha vakit mi ayırsak acaba, sınırlı zamanımıza? 

TENAKUZ

 Ezgi Budak

 

İhanet
Her zaman kötü bir kavram mı
        Pekâlâ
            Değil diyen arkadaşlarım
İhanete
            İhanet edenler de mi kötü
O halde
            Kötü diyen yoldaşlarım
                    Katılıyorum sizlere
 
Gerçi katılmasam
       Yoldaş demezdim
Sırf bizimle dost olmak için
İhanete
        İhanet edenler
Başka bir gün
        Başkasıyla mutlu olmak için
                Bize de hıyanet ederler
 
Mevlana demiş ya
        Bugün senin için başkasından vaz geçen
        Başka bir gün başkası için senden vaz geçer

HAKİKİ YALAN

 

Ezgi Budak
 
Yaşanmışlıklar yalan olamaz
        Öyleyse hayat yalan
Yaşanmamışlıklar gerçek olamaz
        Biz yalanız öyleyse