14 Eylül 2024 Cumartesi

ÖZLEMEK

Asya Kılcı

Özlemek türlü türlü
Geçen yılları
Geride kalan arkadaşları
Dostları
Dostlukları
Bir de uzaklarda 
Çok uzaklarda yaşayan akrabaları

Her şey her an özlenmez belki
Fakat sevilen insanlar uzaktaysa
Daima kalptedir yerleri

13 Eylül 2024 Cuma

YAKAZA


Emir Subaşı
Akın Eliş
Metehan Ersoy
Ezgi Budak
-Benimle başlamasın, dedi isteksizce. Benimle başlarsa bitmeyebilir. Oysa başlamıştı bile. Uykuda mıydı?.. Belki de… Rüya mı görüyordu?.. Galiba. En son ne zaman rüya görmüştü? Düşündü, düşündü… Hatırlayamadı. Akşam yakındı. Sabah ve öğle ne zaman geçmişti, hatırlayamadı. Uykusu vardı. Gözleri bazen kendiliğinden kapanıyor, sonra aniden gözlerini açıyor, etrafa bakıyor, bir süre sonra yeniden uykunun eşiğine varıyordu.
Yalnızca o değildi bu hâlde olan. Bu kasabada yaşayan insanların tamamı rüyalarını kaybetmişlerdi. Anlatacak rüyası olmamak… Bunun acısını başka kasabalarda yaşayan insanlar bilemezdi. Uyku demek, karanlık demekti onlar için ve karanlık korkutucuydu. Bu yüzden uykudan da kaçar olmuşlardı. Uyumak istemiyorlardı. Çoğu insan artık yaşamı bir rüya olarak düşünmeye başlamıştı. Gerçek rüyayı ise zaten unutmaya başlamışlardı. Yalnızca kasabanın yaşlıları çocuklara çok çok önceden gördükleri tatlı rüyaları anlatıyorlardı. Hiç rüya görmemiş çocuklar anlatılan şeyleri anlamakta zorlanıyordu fakat dinlemek güzeldi. 
-Benimle başlamasın, demişti ama başlamıştı. Uykunun eşiğinden adım atacaktı ki uyku kapısına sırtını döndü ve düşünmeye başladı yeniden. Rüya… Bu kelimede bir aşinalık vardı ama bir o kadar da sonsuz çağrışımı vardı. Zihninde yankılandı durdu: Rüya… Rüya… Rüya… Aslında bir isim de olabilirdi bu. İnsanlar azalan değerleri, kıymetli şeyleri hep isim olarak vermiyorlar mıydı çocuklarına: Erdem, Onur, Özgür, Barış… Rüya da belki bir isimdi ve kelime yankılanıyordu zihninde. 
Kasabada kimsenin rüya görmediği anlaşıldığında ve bu olay bir sorun olarak ilk kez duyulmaya başladığında başka kasabalardan insanlar gelmeye ve rüyalarını anlatmaya başlamışlardı ilk zamanlarda. O zamanlar başka kasabalardan sürekli insanların gelmesi ve burada yaşayanlara soru sormaları, kendi rüyalarını anlatmaları kasaba halkının hoşuna gitmişti. Akın akın, uzaktan yakından onlarca insan gelmişti kasabaya ve soruyorlardı:
-Ne yani, gerçekten kimse rüya görmüyor mu bu kasabada. 
Hatta bazı insanlar bu kasabaya uyumak için geliyorlardı. Onlar rüya görmek istemeyen, rüyasında daha çok yorulan ya da kabus gören insanlardı genellikle. Gerçekten de bu kasabada uyudukları gece hiç rüya görmeden uyanıyor ve şaşkın şaşkın evlerinin yolunu tutuyorlardı. Kimi kabuslarıyla vedalaşıyordu kimi sağlığını kazanarak dönüyordu. Hatta bir dönem kasabada rüya görmek istemeyen insanlar için küçük bir otel bile kurulmuştu. 
Ya tam tersi ise yaşananlar, diye aklından geçti. Yani burada herkes çok fazla rüya görüyor ve gerçeğe çok yakın rüyalar görüyorsa… Ya rüyalar var ama mekan değişmiyorsa… Belki de böyle bir durum vardı ve çok fazla tedirgin olmaya gerek yoktu. Bu düşüncelerle önündeki bisküviye uzandı. Bisküvinin tadı yoktu. Bir tane daha, bir tane daha aldı. Bisküvinin tadı yoktu. 
Rüyasız geçecek bir akşamın daha sonuna yaklaşmıştı. Vakit gece olmuştu. Korkuyordu karanlığa teslim olmaktan. Uyumaktan, rüyasız uyanmaktan. 
Kasabaya bilim adamları gelmişti. Psikiyatrlar gelmişti. Çok uzun süre çalışma yapamadan geri dönmüşlerdi çünkü bilim adamları da burada rüyalarını kaybetmişlerdi. Bir daha rüya göremeyecek olmaktan korkup kasabayı terk etmişti gelenler. 
-Benimle başlamasın, dedi isteksizce. Benimle başlarsa bitmeyebilir fakat bitiyordu usul usul. Sonuna yaklaşılmıştı durgun bir gecenin, hikâyenin. Karanlığa kendini teslim etmek istiyordu artık. Uyumak istiyordu. Rüya görmeyecek bile olsa uyumak… Saatlerce uyumak, günlerce uyumak istiyordu. 
Kolları kendiliğinden iki yana düştü oturduğu sandalyede. Gözleri kapandı. Nefes alışları yavaşladı. Uyandığında sınıftaydı. Sınıf listesindeki son kişiydi. Gözlerini ovuşturdu ve rüyasını anlatmaya başladı:
-Belki de bizi ayık tutan şeyler aslında rüyalarımızdır, diyerek başladı söze. 

11 Eylül 2024 Çarşamba

SONBAHAR

 Zeynep Akbulut, Zeynep Ayten

Serin bir sonbahar günüydü. Ağaçlar yapraklarını çoktan dökmüştü fakat bazı inatçı ağaçlar yapraklarını bırakmak istemiyor gibiydi. Geceden başlayan fırtına bir türlü hızını kesmemişti. Yağmur ise bazen şiddetleniyor bazen sakinleşiyordu fakat kesilmiyordu. Kış geliyor, dedi içinden. Artık bu havalar kışın habercisiydi. Belki bir hafta belki bir ay sonra her yer beyaza bürünecekti ve aylarca kar kalkmayacaktı dağlardan yollardan. Aslında akranları gibi şu saatlerde okulda, sınıfında olmalıydı fakat annesi onun kendisine bir iş bakmasını istemişti. O da saatlerce dükkanları dolaşmış, eleman ihtiyacı olup olmadığını sormuştu. Ne berberlerin çırağa ihtiyacı vardı ne de manavların yeni bir elemana ihtiyacı. Annesi de haklıydı çünkü kaç zamandır haber alamadıkları babası onlara yüklü bir borç bırakarak ortadan kaybolmuştu. Bir süre amca, dayı, teyze gibi akrabalar destek olmaya çalışmışlar fakat annesinin gururundan bu akrabalar da eve uğramaz olmuştu. Oysa okumak istiyordu, arkadaşları gibi okul yolunda, sıralarında yorulmak, çocukluğunu yaşamak istiyordu. 
Bu düşünceler kafasında dolaşırken okulun önüne gelmişti. Girmeli miydi? Öğleden sonraki derslere katılmalı mıydı, karar veremedi. Evine gitse annesine yine iş bulamadığını söyleyecekti ve annesi yine üzülecekti. Kaç zamandır kendilerine destek olan ablası da bu ay henüz para göndermemişti. Oysa okullar açılalı bir ay olmuştu. Kardeşinin okumasını isteyen biri şimdiye kadar düşünür ve her zamankinden daha da fazla gönderirdi. Belki annesi ablasına da bir şeyler söylemiştir ve o da para göndermeyi bırakmıştır, diye düşündü. Ablası üniversiteyi geçen sene bitirmişti ve bir yıldır iyi bir işi vardı. En azından ailesini ihmal etmiyordu. Uzaktan da olsa destek oluyordu. En son bayramda iki günlüğüne gelmiş ve dönmüştü. Tam da babasının ortadan kaybolduğu haftalarda olmuştu bu. 
Yukardaki satırları okumaya devam edemedi. Öğretmenleri sürekli kitap okumanın gerekliğinden bahsediyorlardı. Ama böyle bir kitap nasıl okunmaya devam edilirdi ki? Elindeki kitabın kapağına baktı ve kapatarak masasına bıraktı. Bir süre kapağını seyretti kitabın. Görmek istemiyordu. Aldı ve kitaplığının en yüksek rafına bıraktı.  Sıkıcıydı bu hayat. Kitap bile okuyamayacak kadar sıkıcıydı. Kitap kurdu arkadaşlarını düşündü. Başını hiç kaldırmadan bir kitabı baştan sona okuyup bitiren arkadaşlarını… Kalın gözlüklü arkadaşlarını… Evlerinde kocaman kitapları bulunan ya da her çarşıya gidişinde çantasını yeni kitaplarla dolduran arkadaşlarını… Kütüphaneden çıkmayan arkadaşlarını. Okunmuyordu işte. Nasıl okunabilirdi ki böylesi kitaplar. Öğretmenleri sürekli kitap okumanın gerekliğinden bahsediyorlardı.
Edebiyat öğretmenini hatırladı. İlk dersten bahsetmeye başlamıştı kitap okumanın faydalarından ama iki ay boyunca incecik bir kitabı yanında taşımıştı. Belki edebiyat öğretmeni de okuyamamıştı ve direniyordu bu incecik kitabı bitirmek için. Tarih öğretmeni de söylemişti:
-Kitap okumalısınız, diye.
Hatta matematik öğretmeni bile ne çok kitap okuduğundan gururla bahsediyordu. Kitap okumak istemiyordu ama artık kitapları düşünmek de istemiyordu. Yürümek iyi gelir, diye geçirdi içinden. Dışarıya çıkmalı ve biraz yürümeliydi. Gideceği bir yer var mıydı? Yoktu. Arayabileceği ve zihninden geçenleri anlatabileceği bir arkadaşı var mıydı? Yoktu. Annesine anlatsaydı düşündüklerini dinler miydi? Annesine baktı, elindeki telefonla meşguldü. Babasının işten gelmesine daha birkaç saat vardı. Kardeşi ise bilgisayarın başındaydı. Kulaklıklar kulağındaydı. Ablasının odasına girdiğini bile fark etmemişti. 
Çaresizce dışarıya çıktı. Amaçsızca yürüdü. Ayaklarına emanet etmişti beynini. Düşünmeden yürüyordu. Bir süre sonra bir eksiklik hissetti. Müzik eksikti. Çantasına baktı, kulaklığını almıştı yanına. Kulaklığını taktı ve bir müzik açtı. Gözlerini bazen kapatıyor, bazen açıyor hep gökyüzüne bakıyordu. Akşam olmak üzereydi. Serin bir sonbahar günüydü. Ağaçlar yapraklarını çoktan dökmüştü fakat bazı inatçı ağaçlar yapraklarını bırakmak istemiyor gibiydi. Kış geliyor, dedi içinden. Bu serin havalar kışın habercisiydi. Tam müziğin ritmine adımlarını kaptırmıştı ki omzuna dokunan bir el ile irkildi. Birden buz gibi oldu tüm bedeni. Geriye korkarak dönüp baktığında çok da yabancı olmayan üç kişi gördü. Kendisiyle aynı yaşta üç kişi. Biraz daha dikkatle bakınca bunların orta okuldan tanıdığı arkadaşları olduğunu hatırladı. Aslında arkadaş denmezdi bunlara çünkü hayli yormuş, uğraştırmışlardı kendisini. Değişmişlerdi, büyümüşlerdi ama yine yüzlerinde aynı muziplik ve bakışlarında aynı boşluk, kötülük vardı. Kendisinin irkildiğini gören üç kişi kıs kıs gülüyorlardı. Amaçlarına ulaşmış gibiydiler. Bu sefer onlara boyun eğmeyecekti. Kendisini toparladı. Kulaklığı çıkardı ve konuşmaya başladı:
-N’aber kızlar? Görmeyeli epey büyümüşsünüz. Değişmişsiniz de ama tanıdım sizi. Hayat nasıl gidiyor? Hangi okuldasınız? 
Onun bu soruları karşısında bu kez arkadaşları irkildi ve şaşırdı. Normalde böyle sorular beklemiyorlardı. Boyu en kısa olanı toparlandı ve cevap vermeye çalıştı:
-Şeyy… Evet biz değiştik ama sen de hayli değişmişsin. Dilin epey uzamış. Eskiden olsa ağlayarak kaçardın. 
-Çok zaman geçti aradan ve size benzeyen çok insan tanıdım. Umarım biraz olsun değişmişsinizdir, dedikten sonra kulaklığını tekrar taktı ve yoluna devam etmeye çalışmıştı ki arkasından:
-Ağlamadın, ama yine kaçıyorsun. Yine korktun galiba. Sen nerelerdesin, hangi okuldasın.
Kulaklığındaki müziğin sesini yükseltti ve ardından gelen konuşmaları duymazdan gelerek adımlarını hızlandırdı. Bu esnada annesinin aramış olduğunu gördü. Hem de birkaç kez aramıştı annesi. Tekrar aramak istedi fakat vaz geçti. O sırada tanıdık bir ses duydu. Onun adını söyleyen bir ses. Geriye dönmek istemiyordu fakat ses git gide yaklaşıyordu. Artık ses iyice yaklaştığında geriye döndü ve babasını gördü. Kulaklığını yeniden çıkardı. Babası kan ter içindeydi ve perişan görünüyordu. Babasına tam durumu izah edecekti ki babası ortadan kayboldu. Başı dönmeye başladı. Telefonunu çıkarıp annesini aramak istedi. Elleri titriyordu. Telefonunu bir türlü açıp annesini arayamadı. Dengesini kaybederken kendisine doğru koşan birini fark etti. Her şey için çok geçti. Gözlerini açtığında odasının tavanını gördü. Sağa sola baktı. Kimsecikler yoktu. Usulca yerinden doğruldu. Yerde bir kitap duruyordu. Kitabın kapağına baktı. Az önce kaldırıp en üst rafa koyduğunu düşündüğü kitaptı bu. Bu sırada annesinin sesini duydu:
-Zeynep, yemeğin soğuyor.