2 Kasım 2024 Cumartesi

YANSI

Üner Taha Aydemir

Bir ayna açılıyor kendiliğinden çoğu zaman
Uzaklarda, çok uzaklarda
Görüyorum
Bir çocuk şarkı söylüyor
Bakarak sulardaki aksine
Bir gölün kıyısında
Hayal kurduğu belli benim aksime
Yaklaşıyorum aynaya 
O beni görmüyor
Dalıyor ufuklara

Bir ayna açılıyor kendiliğinden çoğu zaman
Ardında ne var göremiyorum
Belki bir çift göz izliyor beni
Biliyor içimden geçenleri
Anılarına dönüp bakıyor sanki
Çok uzaklardan 
Yıllar sonrasından
Aşina bir yüz, aşina bir bakış
Üzerime eğilmiş gibi

İNTİZAR

Üner Taha Aydemir

Bir şeyler bekliyorum
Olmasını umuyorum
Ama kimden
Bunu da bilmiyorum
Çünkü bunlar
Meçhulün
Önüme serdiği duygular

Soruyorlar
Niye bakıyorsun hüzünle
Bir şey mi oldu
Hayır olmasına gerek mi var
Bakıyorum ızdırabın korkusuyla 

Çok kalabalık bir ıssızlıktayım
Çok yankılı bu sessizlik
Artık bıktım 
Keşke 
Tebessüm edebilsem bir kerelik

Korkmuyorum ölümden
Bu duygular kadar
Çünkü ölüm yok yaşarken
Ölünce de ben yokum
Fakat var bu duygular hep 

Keşke kar yağsa da
Kaplasa duygularımı
Saklasa
Görmese
Ben de dahil
Hiç kimse

DOST DOST DİYE...

 Nurgül Asya Kılcı

Gerçek dostluk bir pırlantadan daha değerlidir. Dostlar, peri gibidirler. Bazen hayatınızı sihirli bir dokunuşla güzelleştirirler. Bazen bazı dostluklardan ders çıkarmamız gerekir. Çünkü dostlar siz farkında olmadan sizi sırtınızdan vurabilirler. Dostlar, sizi vuracağı yeri en iyi bilen kişilerdir aynı zamanda. İşte o zaman anlarsınız gerçek dostluğun önemini. Peki kim dost? Yaralarınıza bant yapıştıran, merhem süren kişi mi yoksa yaralarınızı öğrenmeye çalışan, zayıf noktalarınızı not alan kişi mi?
Dost, dört kelimelik tek heceden oluşan bir sözcük. Oysa anlamına dair onlarca cilt kitap yazılabilir. Dost, her insanın aradığı ancak çok az insanın bulduğu bir şeydir. Dost, dünyayı, hayatı güzelleştiren bir iksirdir. 
Kimsesiz insanlar değil, dostsuz insanlar yalnızdır. 

ÖN YARGI

 Selim Kurt

Okul bazen bir kurtarıcı kahraman bazen de bizi esir alan bir kötü kişidir. Sıkıcı olduğu da olur, eğlenceli olduğu da. Okul, dostumuz mudur yoksa düşmanımız mı? Bu sorunun cevabını bu yaşlarda net olarak söylemek çok zor. 
Okul, bizim hayat sınıfımızdır. Bazen hastaneye benzer bazen hapishaneye. Bazen can verir bize, bizi iyileştirir bazen ise daraltır ruhumuzu. 
İçi bilgi, dışı eğlence doludur okulun. Galiba bilgi dolu olan kısmında sıkılıyoruz istemeden. 
Vakit geçirdiğimiz bir yerdir okul. Çoğu kişi okulu ikinci evimize benzetir. Gerçekten de evden sonra en çok vaktimiz orada geçer. Okul, bizim sırdaşımızdır aynı zamanda. Okulu aslında çok severiz fakat bunu belli etmeyiz ya da başkalarından duyduğumuz ön yargı ile yaklaşırız. Aslında bu ön yargıyı oluşturan şeylerin başında ödevler var. Ödevler olmasa okul ne sıkıcı olur ne de hapishaneye benzer. Okul, kocaman bir bahçeye dönüşür. 
Ben de arkadaşlarım gibi zaman zaman sıkılıyorum okulda fakat okulun hiç olmaması, olmasından daha kötü. 

SUDAN BİR KONU

 Kaan Erdoğan

su öyle bir şeydir ki saftır ve belki de bu yönüyle hayatın kendisidir. Bir bardak suya şeker kattığınızda şekerli su oluşur. O bardağa tuz kattığınızda tuzlu su olur. Önemli olan içine kattığınız şeydir. Tıpkı insan gibi yani. 
Su, berekettir. Belki de saf olduğu için bereketin temsilcisidir. Dünyadaki her şey hatta dünyanın kendisi bile suya muhtaçtır. İnsanlar milyonlarca kilometre uzaklarda hayat belirtisi bulabilmek için gezegenleri araştırıyor ve aradıkları tek şey aslında su. 
Su akar, yolunu bulur diye bir söz var. Belki de onun saflığını da karşılıyor bu söz. Saf su, erinde geçinde kendi saflığına ulaşıyor ve bir yol buluyor. 
Su, sadece içilen bir şey değildir. Temizlik, su varsa mümkündür. Huzur bile su varken mümkündür çünkü insanlar genellikle dinlenmek istediklerinde ya deniz kenarına gider ya da ırmak kenarına. Hatta yağmurun yağmasını bile insanlar bu yüzden sever. Yağmur, saf sudur. 
Suyun hep aktığına dair bir kabulleniş var ama su her zaman akmayabilir. Önüne bir baraj kurulmuş olabilir ya da dört tarafı kara parçası ile çevrili bir gölet akamaz. Su, her yerdedir. Bizim vücudumuzda bile. Evlerimizde sular kesildiğinde tedirgin oluruz. Barajlarda sular azaldığında canımız sıkılır. Dünya yüzeyinin dörtte üçü sudur. 
Su, sudan bir konu değildir. Hayati bir konudur. 

PANDALAR ARASINDA

Zeynep Yurttaş
 
Panda, yalnızca doğada yaşayan bir canlı türü değildir. Pandalar, yalnızca belgesellerde görebileceğimiz yaratıklar değildir. Farkına varmasak da pandalar bazen iyilik ve kötülüğü temsil ederler. 
Bambu yemekten hiç bıkmaz pandalar. Pandalar için hayat belki de sadece bambu demektir. Pandalar ömürlerinin çoğunu uyuyarak geçirirler. Bence biraz tembelliğin de sembolü olmaya müsaittir pandalar. Her ne kadar kaplumbağa ya da başka hayvanlara tembel, sıfatı yüklense de asıl tembel canlılar pandalardır. Bana öyle geliyor ki bambudan aldıkları lezzet olmasa tüm ömürlerini uyuyarak geçirecek kadar tembeller. Bu tembellik onların sevimliliğine gölge düşürmüyor. Bana göre pandalar çok tatlı ve can dostudurlar. Bu düşünce çoğu insanda da mevcut. Pandaları tehlikeli ve zararlı gören insan neredeyse yok gibi. 
En sevdiğim hayvan, pandadır. Onlar aklıma gelince üzgünsem bile mutlu olurum bir anlık. Hatta panda resimleri bulundururum çoğu yerde. Çünkü bir pandaya bakmak, mutluluğun resmine bakmak gibidir çoğu zaman. Her ne kadar onlar bana mutluluğu çağrıştırsa da bazen nesillerinin tükendiğini düşünüp onlar adına üzülüyorum. Mutlu olduğum zamanlarda bile bu gerçek aklıma gelince üzülüyorum. Sonra başka bir panda resmine bakıyorum. 
Sizler belki de pandaların çok uzaklarda yaşadığını zannediyorsunuz ve gerçek bir panda görmediğinizi düşünüyorsunuz. Bence şekli onlara benzemese de panda ruhlu insanlar aramızda. Dilerseniz etrafınıza şöyle bir bakın. 

YAZAMAMAK NASIL YAZILIR?

  TUNAHAN CEYLAN

Yazamamak bir borunun tıkanmasına benzer. Aslında gerisinde su vardır fakat önündeki engeli aşıp da o su, akması gereken yere akamaz. Yazamamak birdenbire önümüze çıkan bir engeldir. Yazamamak, bir yerden sonra aklının bağlanmasıdır. Düşünceler, fikir yürütmeler o bağı çözemez. 
Yazamamak, bozuk bir kurmalı oyuncak gibidir. Kursanız dahi çalışmaz. Boşu boşuna çevirirsiniz kurma kolunu. Yazamamak, yazabilmenin zıddıdır, farklılığıdır. Her an, herkes, her şeyi yazabilseydi yazmanın bir kıymeti kalmazdı. Demek ki yazamamak da önemli yazmak kadar. Tıpkı susuzluğun da su kadar önemli olması gibi. 
Yazamamak çok değerli bir cevheri işleyememektir bazen. Elinizde kesme aletleri vardır, elmas vardır fakat o cevhere işlem yapamazsınız. 
Fikirleri doğru kullanamamak da yazamamanın bir çeşididir fakat bazıları yazabilir. İşte fark yaratan onlardır. Mücevheri işleyenler yalnızca yazabilenlerdir. 

SIRTIMDAKİ DÜNYA

 Mehmet Zahid Ökten

Herkesin bir çantası var günümüzde. İnsanlar, çantalarla geziyor yanında. Benim de bir çantam var. Çantam, sanki evdeki çekmecem. O yanımda iken çekmecemi yanımda taşıyor gibiyim. 
Çanta aslında bir dünyadır. İçinde dünyalar saklıdır ya da dünyamızın bir parçasıdır çanta. Bir insanın çantasında olan şeylere bakarak onun dünyası hakkında yorum yapabilirsiniz. 
Çanta, insanın mesleğini ele veren bir semboldür aslında. Kimi gofret kutusu kadar küçüktür çantaların kimi ise bir fil kadar büyük. 
Ağzı açıksa bir çantanın sahibi tedirgin olur. Çünkü çantanın ağzı kapalı tutulmalıdır. Orası gizli bir dünya gibidir. Kimsenin çantamızı kurcalamasını sevmeyiz bu yüzden. 
Ben çantamı sıraya asarım, askıya asarım; çantam da diğer zamanlarda bana asılır. 
Bazen çantama yiyecek koyarım, çantam kokudan bayılır. Ağzını açar açmaz derin bir nefes alır. 
Ben çantama koyduğum yiyecekleri ezmemeye çalışırım, çantam da bana asılırken beni ezmemeye çalışır. 
Hepsi hepsi bir çanta, diye düşünmeyin. Çanta kocaman bir dünya, kimimizin elinde kimimizin sırtında. 

DEĞİŞMEYEN KADER

Miraç Kağan Güler

Yazılılar öğrencilerin başarılı olanları ile başarısız olanlarını ayırt etmek için yapılır. Kimi zaman zor olsa da yazılılar bazen kolayları da vardır. Aslında bize zor gelen bir yazılı, başkasına kolay gelebilir ya da bize kolay gelen bir yazılıda başkaları zorlanabilir. 
Yazılıları geçmenin yolu çalışmaktan geçer fakat bazıları çalışmak yerine kopya çekmeyi benimser. Yazılılar bazen tüm ülke çapında bazen ise sadece bizim bulunduğumuz okulda yapılır. Ülke çapındaki yazılılar “ortak sınav” adıyla bilinir. 
Yazılı sınav yapmanın farklı türleri vardır. Örneğin açık uçlu sorularla da yazılı yapılabilir, çoktan seçmeli sorularla da yazılı sınav yapılabilir. Öğrencilerin en sevdiği yazılı türü çoktan seçmeli yani “şıklı” olanıdır. 
Bir de yazılılardan ayrıca yapılan sınavlar vardır. Bunlara “deneme” denilir. Denemeler, şıklı sorulardan oluşur ve her derse ait sorular yer alır bu sınavda. Denemeler, bizim ortaokul son sınıfta gireceğimiz liseye geçiş sınavı için önemlidir. 
Çoğu öğrenci gibi ben de yazılıları pek sevmiyorum. Hatta başarılı olduğum, en yüksek notu aldığım yazılılar bile bir tedirginlik oluşturuyor bende. Yalnızca yazılılar değil, denemeler de ürkütücü. İnsanın tüm çabasının yalnızca bazı sorularla ölçülmesi ve sonuca göre öğrenciye bir değer verilmesi garip geliyor bana. 
Keşke yazılılar, testler hiç olmasa diye aklımdan geçiyor bazen fakat bu kez de çalışan öğrenci ile çalışmayanı ayırt etmek güç. Galiba yüzyıllardır öğrencilerin kaderi böyle. Yazılı ol, not al, sınıf geç, yeniden sınavlara gir. 

BÜYÜLÜ DÜNYA

 İsmet Çınar Altuntaş

Beden eğitimi dersi belki de çoğu futbolsever çocuğun en sevdiği derstir. Beden eğitimi dersi geldiğinde formalar giyilir, Fenerbahçe’sinden Galatasaray’ına, Real Madrid’inden Barcelona’sına… Ortalık bayram yeri gibi renklerle süslenir. Hele o teneffüs sahada futbol oynarken zil çaldığında nöbetçi öğretmen: “Hadi çocuklar, sınıfınıza” dediğinde “Öğretmenim, dersimiz beden eğitimi.” cümlesini kurmanın mutluluğu bir başkadır.  
Ders başladığında genelde öğretmen serbest bırakır ve bütün erkekler sahaya geçer. Takımlar “aldım-verdim” yöntemi ile kurulur. Bu yöntemi uygularken illaki iyi oynayan birilerini transfer etmek için sorun yaşanır çünkü her sınıfta çok iyi futbol oynayan bir öğrenci mutlaka vardır ve o öğrenci maçın kaderini belirler. Herkes iyi oyuncuların bulunduğu takımda olmak ister. 
Bu esnada bazıları ise köşede sessizce bekler. Takım kuran arkadaşın seni seçecek mi yoksa bir köşede bırakacak mı? Bu anın heyecanı sınavlarda bile yaşanmaz. Takımlar kurulduğunda ve maç başladığında mutlaka bir gol, diğerlerinden daha güzeldir, daha havalıdır. Herkes bu golün sahibi olmak için onlarca kez şut çeker ve yüzlerce adım atar çünkü maç bittiğinde kalan tek şey atılan o güzel goldür. Maç bitse de konuşulmaya devam eder bu gol. 
İstemesek de maçın sonunda beden eğitimi dersi bitmiş olur. Bu gerçekle yüzleşmek maçı kaybetmek kadar üzücüdür. Zil çalar ve orada kurulan büyülü dünyadan çıkarır bizleri. Yeniden sınıflara döneriz ve derslere devam ederiz. Bazen yapılan maçlara dair yorumlar teneffüslerde devam eder. Beden eğitimi dersi belki de çoğu futbolsever çocuğun en sevdiği derstir.

BİZ KİMİZ


Eymen Çam

On altı yıl uzunluğunda, 5632 hafta genişliğinde, “günaydın” ile yatıp “iyi dersler” ile kalkan, tost ile beslenen, çanta ile süslenen, ceket ile kravat arasına sıkıştırılmış “bir gün okul bitecek” diye kandırılmış, yedi ders altı teneffüs gücünde öğretmenin fırçası, sınavların stres saldırısı altında yaşayan okulun en çaresiz insanıdır öğrenci. 
Büyüklere sorsanız, hayatın yükü sırtlarına binmemiş, ekmek elden su gölden yaşayan, her ihtiyacı kendiliğinden hazırlanan, başarısızlık gibi bir lüksü olmayan, sırtı kalın, karnı tok olduktan sonra başka bir şeyi düşünmemesi gereken bir canlıdır öğrenci. 
Şimdilik öğrenciyim ve ilk öğrenci tanımı bana daha yakın. Kim bilir, bir gün büyüdüğümde belki ben de aşağıdaki ruhsuz tanımı kabullenirim. 

DENGE

 Yusuf Kerem Acar

Okul, hem iyi hem kötü bir zindan gibidir. Okul, fen öğretmenleri ile gıcık, sosyal öğretmenleri ile eğlenceli, Türkçe öğretmenleri ile şakalaşılan bir yerdir. Okul, müebbet hapis hayatı gibidir ama bu hapis hem iyidir hem de kötü. Okul, en başta haz veren tostlarla başlar. Sonradan tostun sertliğini fark eden öğrenciler okul dışında bir yerlerde başka tostlar aramaya başlarlar. Okullar bize sağlıksız gıdalar sunan kantinlerle doludur. Nöbetçi öğretmen stresi, beden eğitimi dersinde maç yapmanın keyfi ile eşitlenir. 
Okul, İngilizce öğretmenleri ile merhamet sahibi insanların bulunduğu cennet, çok fazla ödev verip hepsini birkaç günde bitirmemizi isteyen matematik öğretmenleri ile bir zindan gibidir. Okul müdürünün üzerimizdeki etkisi, yardımcılarının bize verdiği tedirginlik de ayrı bir konu. 
Okul, bir dengedir. Bir yanda idareciler ve öğretmenler, bir yanda farklı farklı dersler… Kimi sıkıcı kimi eğlenceli geçen vakitler. Hepsini topladığımızda stres ve neşe, huzur ve huzursuzluk, mutluluk ve mutsuzluk birbirini dengeler. 

UZAKLARA YELKEN AÇMAK

Gamze Sena Kuyucu

Herkes kitabın tanımını bilir. Okuma kitapları, boyama kitapları, ders kitapları… sürüyle kitap çeşidi vardır ama kitap benim için tüm düşünceleri unutup farklı dünyalara yelken açmaktır. Tüm kitapların tanımı benim için yolculukla eş değerdedir. Öğrenmek için vardır kitap, bilgili olmak, hayal dünyamızı geliştirmek için vardır. Bazıları sevmez kitabı. Onları hiç anlamıyorum. Kitap sevgisi nedir, bilmiyorlar. Oysa kitap sevgisi o kadar farklı ki… Bir ilaç gibi kitaplar. Kitap okuyunca düzelir moralim. Bilgisiz ve kitap okumayı sevmeyen insanlar, kitapları da sevmez. Onlar, kitabın değerini bilmezler. 
Büyülü bir kapıdır kitap. Başka dünyalara gitmek, bir kitabın kapağını aralamakla başlar. Ne kadar kitabın varsa o kadar bilgilisindir, tabii kitap okuyorsan. Diyorlar ya bazıları “kitabı ne yapacaksın” diye. “Okuyacağım” diyorum. “Sizin yapmadığınız işi yapacağım, bol bol kitap okuyup kendimi geliştireceğim, sizin gibi ön yargılı olmayacağım. Özellikle kitaplara karşı. “

SUSKUNLARIN DİLİ



Aden Mira Kartal

Susmak, bir konuda fikir sahibi olmak ama onu içine atmaktır. Niçin içine atar insan? Anlaşılmamak endişesiyle, korkuyla ya da çekingenlikten. Kimi zaman kaybettirse de suskunluk çoğu zaman kazandırır çünkü “Söz gümüşse sükut altındır.” Şeklinde bir söz var. Sükut, yani suskunluk altın değerindedir çoğu zaman. 
Susmak, bir dağın zirvesidir. Kimselerin ulaşamadığı bir dağın zirvesi. O dağda yalnızca siz varsınızdır. Kalabalıklar o dağa ulaşamaz. Zirvede suskunluğun zevkini çıkarırsınız kimselerin haberi olmadan. 
Susmak, içindeki güçtür insanın. Konuşan kaybeder, kendi ele verir, sınırlarını gösterir karşısındakine. Oysa suskunların gücünü kimse tahmin edemez. 
Aynı zamanda susmak, seni kötülüklerden koruyan bir kalkandır. Susan kişiyseniz size kötülüğün okları, mermileri isabet etmez. 
Konuşmanın bittiği yerde başlar bilgelik. Bilgeler geveze değildir. Geveze olan bilgisiz olandır. 
Başarıya ulaşanların çoğu suskun insanlardır. Hem konuşup hem iş yapan insan yeryüzünde yok denecek kadar azdır. Tarihte bile bu gerçek, bu şekildedir. Kahramanlar hep suskundur. 
Kendine güvenmek ve bunu belli etmemektir susmak. Susan insanlar cesaretsizliğinden değil yapılacak işleri hafife aldığından konuşmazlar. 
Susmak, kimileri için sesin çıkmamasıdır ama sadece dışarıya çıkmaz ses. Susan kişinin içinden neler konuştuğunu kimse anlayamaz. O bambaşka bir dildir ve harflerle yazılamaz, kelimelerle anlatılamaz. 

UÇAK YOLCULUĞU

 Elif DAĞDEVİREN


Benim adım Eda. Bir gün Mercan, Ela, Ali, Arda ve Göktürk adında altı arkadaşımla bir parkur yarışmasını kazandığımız için yurt dışına çıkmaya hak kazandık. Bu haberi alan ilk kişi Arda oldu ve bizi her zaman oynadığımız parka çağırdı. 15 dakika sonra hepimiz bir aradaydık. Ela:
-Arda, bizi neden buraya çağırdın? dedi.
Arda:
-Arkadaşlar sizi buraya çağırmamın sebebi: geçen hafta kazandığımız parkur yarışının yan finalleri 2 hafta sonra başlıyor. Bu yüzden 1 hafta sonra Almanya'ya gideceğiz, dedi. Bunu duyunca hepimiz çok sevindik. 1 gün geçti, 2 gün geçti, 3 gün geçti... Hepimiz çok heyecanlıydık. Sanki zaman akmıyordu. Ve sonunda beklediğimiz an geldi. Eşyalarımızı hazırladık ve uyumaya gittik. Tabi hiçbirimiz heyecandan uyuyamadık. Gece 22.00'da Ela. Mercan'a mesaj atmış. Mesajda şöyle yazıyormuş "Mercan uyudun mu? Ben heyecandan uyuyamadım. Ama uyumam gerekiyor. Nasıl uyuyacağım?" Ela bu mesajı yazdıktan 2 dakika sonra Mercan da mesaj atmış. Mesajda şöyle yazıyormuş “Ben de uyuyamadım çok heyecanlıyım. Gözünü kapat belki uyursun. Ben de öyle yapıyorum." Ela ise “Teşekkürler. İyi geceler." Mercan da "iyi geceler.” demiş. Ben, Ali, Arda ve Göktürk ise 22.30 gibi uyumuştuk. Sabah hepimiz uykusuzduk. Ama heyecandan hepimiz uykusuz olduğumuzu unutmuştuk. 06.30'da hepimiz havalimanındaydık. Almanya'ya giden uçağı bulduk ve uçağın olduğu yöne doğru ilerlemeye başladık. Ancak yanımızda Arda'nın babası, Göktürk'ün babası ve Ela'nın babası da vardı. Uçak 15 dakika sonra kalkışa geçti. Ali haricinde hepimiz uçağa ilk defa biniyorduk. Bu yüzden hepimiz çok heyecanlıydık. Ali ise bir gezi için uçak aracılığıyla şehir dışına çıkmış, o yüzden Ali'nin 2. uçağa binişi ama yine de Ali de heyecanlanmıştı. Vaktimizi UNO vb. oyunlar oynayarak geçirdik. Sonunda Almanya'ya gelmiştik. Bir taksi ile kalacağımız otele gittik. Eşyalarımızı yerleştirdik, biraz atıştırdık, biraz kestirdik ve çevreyi keşfettik. Bunların hepsini bir buçuk saatte tamamlamıştık ve gezmeye gittik. Saat 14,00 civarında antrenmana gittik ve iki buçuk saatte orada vakit geçirdik. Almanya çok güzel bir ülkeydi. Çok sevmiştik. Sabah erken kalkmak için erkenden uyuduk. Ertesi gün saat 05.00'de hepimiz antrenman yapacağımız yere gittik. O gün orada 5 saat çalıştık. Çok yorulmuştuk. Akşam yine heyecanlıydım ama çok yorgun olduğum için hemencecik uyudum. Sabah kalktık, güzel bir kahvaltı yaptık ve antrenman yapacağımız yere gittik. O gün sabahtan akşama kadar çalıştık. Çünkü yarın yarışma vardı. Artık adım atacak halim kalmamıştı. Otele gidince üstümü değiştirdim ve uykuya daldım. Rüyamda 30 tane ambulans, 3 kız çocuğu ve 3 de erkek çocuğu vardı. 6 çocuğu sedye yardımıyla ambulanslara bindiriyorlardı. Çok sayıda yaralı ve ölü insan vardı. Bir uçak vardı ama parçalara ayrılmış bir uçak. Bir de tam olarak anlamadım ama kara gömülü bir kız vardı. O sırada uyandım. Çok korkmuştum. Hemen Mercan'ı uyandırdım ve rüyamı anlattım. Oda korkmuştu. Zaten saat de gelmişti. Hazırlandık ve yarışma alanına gittik. Orada tribünlere oturduk ve sıranın bize gelmesini bekledik. Ve sonunda sıra bize geldi. Çok heyecanlıydık. Yarışta Arda'nın babasının verdiği taktik ile 1. olduk. Hepimiz çok mutluyduk. Ödül töreninin ardından final turunun ne zaman ve nerede olduğunu öğrendik. 3 hafta sonra Amerika'da olacakmış. Buna göre bir plan kurduk. Plan şöyleydi, bu hafta da burda kalacak ve gezecektik. Haftaya Amerika'ya gidecektik. 1 hafta Almanya'da çok eğlendik. Artık Amerika'ya gitme vakti gelmişti. Amerika'ya giden uçağı bulduk ve bindik. Uçakta yine aynı şeyleri yaptık. Amerika'ya gittiğimizde ilk önce otele yerleştik, sonra biraz atıştırdık ve etrafı keşfettik. Amerika da güzel bir yerdi. Ama ülkemizi ve ülkemizdeki yemekleri de özlemiştim. Ertesi gün yine erkenden çalışmaya gittik. Ancak bu sefer 2, 3 saat çalıştık. Çok yoğun çalışmamıştık ama yine de yorulmuştuk. Bugün ise rüyamda arkadaşlarımı, arkadaşlarımın babalarını, kendimi ve bir de geçen gün rüyamda gördüğüm kara gömülmüş kız vardı. Ne yaptığımızı hatırlamıyorum ama kimi gördüğümü çok net bir şekilde hatırlıyorum. Sabah olunca rüyamı yine herkese anlattım. Mercan ile Ela dışında hiç kimse umursamadı. Ama Mercan ile Ela bir şeyler olduğuna emindi. Bende bir şeylerin olacağından korkuyordum. O kızı görmek istemiyordum. Çünkü eğer görürsem... İşte o zaman korkmalıydım. Ya ben gelecekte olacakları görebiliyorsam... Daha kötüsü bu olaydan dolayı verimli çalışamıyordum, yanlış yapıyordum. Bir an önce sakinleşmem gerektiğini biliyordum ama yapamıyordum. Antrenmanda derin bir nefes aldım ve ailemi düşündüm, kazanıp yanlarına gittiğimde nasıl gururlanacaklarını düşündüm. Biraz daha İyiydim. Bu gece rüyamda yine o kızı gördüm, korktum, uyanmaya çalıştım ama olmadı. Kız bana İngilizce bir şeyler söylüyordu. Türkçeye çevirince ortaya "Merhaba. Benim Adım Jane. 12 yaşındayım ve tek başıma yaşıyorum. Ben doğarken annem ölmüş, babam ise bir uçak kazasında öldü. Tek çocuğum, kardeşim yok. Çok hızlı ve atletik bir kızım ama asla içimdeki gerçek gücü ortaya çıkaramadım. Sizin dışınızda hiç arkadaşım olmadı." böyle bir şey çıkıyordu. Ondan sonrada uyandım. Mercan'ı uyandırdım ve ona bu sefer gördüğüm rüyayı anlattım. Kahvaltıda da herkese anlattım. Artık hepimiz korkuyorduk. Türkiye'ye gideceğimiz zamanı değiştirmeye karar verdik ama ya o zaman uçak parçalanırsa iyi düşünmeye çalıştık ama olmuyordu. Yarışmaya 2 gün kalmıştı. İşte o sırada aklıma bir şey geldi "Neden bu rüyaları ben görüyorum?" işte o zaman daha çok endişelenmeye başladım. Neyse ki Ali'nin babası bize dondurma ısmarladı. Yoksa bu olayı unutamazdım. Gece otele gidince uyumak istemedim, uyuyamadım da zaten. Yaklaşık saat 00.00 gibi uykuya daldım. Bu sefer rüyamda annemi ve babamı gördüm. Ama telaşlıydılar ve hastanedeydik. Acı hissediyordum. Sabah yine herkese anlattım. Hepimiz daha da korkmaya başladık. Arabayla veya gemiyle gitmek istedik ama okulumuz vardı. Erkenden gitmemiz gerekiyordu. Yarışmaya odaklanmaya çalıştık. O gün rüyamda çığlıklar duydum. Herkes "Yardım edin!" diye bağırıyordu. Bir anda uyandım. Saate baktığımda saat daha 03.00'tü. Gözümü kapattım ve uykuya daldım. Rüyamda kupalar ve madalyalarla uçağa biniyorduk. Mutluyduk. Saat 07.30 gibi Mercan beni uyandırdı ve hazırlanıp gittik. Yarışma vardı. Hepimizi ilk güldüren kişi Arda oldu. Arda: -Arkadaşlar az gülün yaa. Yarışmamız var ve biz bu yarışmayı kazanmaya gidiyoruz. Bir rüya gerçek mi olacak ki? Moralinizi bozmayın. Kötüyü aklınıza getirmeyin. İyi, güzel şeyler düşünün, dedi. Hepimiz güldük. Nedense içim biraz da olsa rahatlamıştı. Yarışma alanına gittik, karnımızı doyurduk ve sıramız gelene kadar diğer yarışmacıları izledik. Biz 10. sıradaydık. 1 yarıştı, 2. yarıştı, 3. yarıştı... Bir takım sonra biz yarışacaktık. Bu Türkiye İçin çok gururlandırıcı bir olay. Hakemler bizi yarışma alanına çağırdı. Derin bir nefes aldım ve ve bunu yapacağımıza inandım. Son gücümüzle yarıştık. O sırada gördüğüm rüyalar hiç aklıma gelmedi Yarışma alanından çıktık. Mutluyduk, çünkü kazanma olasılığımız vardı. Sonunda bütün takımlar yarışmasını bitirdi ve sonuçları açıkladılar. 3. olmuştuk. Hepimiz çok mutluyduk. Artık eve geri dönme vakti gelmişti. O an çok korkuyordum ve korktuğum da başıma geldi. O kızı gördüm. O da uçağı bekliyordu ve İngiliz’di. Uçağımız gelmişti ve binmek zorundaydık. Gemiyle veya otobüsle gidemezdik. Çünkü nerdeyse tüm paramızı uçak biletine harcamıştık. Uçağa bindik ve eşyalarımızı yerleştirdik. Ben kızın yanına gittim ve: -Merhaba. Benim adım Eda. Arkadaş olalım mı? Kiminle geldin? Kaç yaşındasın? Hangi ülkeden geldin? Hangi dilleri biliyorsun? diye saymaya başardım. Tatbikî de hepsinin cevabını biliyordum ama o benim bildiğimi bilmiyordu. Jane de Türkçe konuşabiliyormuş Birlikte çok iyi arkadaş olduk. Ben Jane'in uçak kazasında öleceğini biliyordum ama ona söylemiyordum. Bir saat filan geçmişti ki bir anons duydum "Sayın yolcular gidiş rotamızda bir değişiklik olmuştur. Lütfen yanlış yöne gittiğimizi düşünmeyin. İyi yolculuklar." işte bu söz benim son duymak isteyeceğim ses olabilir. Saatler geçiyordu ama bir şey olmuyordu.
Yaklaşık bir buçuk saat geçti ve sonunda beklenen şey oldu; uçak acil inişe geçiyordu ama aşağısı karlıydı. Çok tedirgin olmuştum, çok korkmuştum ve en önemlisi arkadaşımı kaybedeceğim için çok üzgündüm. Oysaki Jane çok iyi bir arkadaştı. Düşerken bir yere çarpıp ortadan ikiye ayrıldı. Biz arka tarafta olduğumuz için bize çok bir şey olmamıştı ama ön taraf yani pilot, yardımcı pilot ve ön tarafta oturan kişiler uçurumdan aşağı düştü. Arka taraf ise yaralılarla doluydu ama sapa sağlam çıkanlar da vardı. Eşyalar arkada olduğu için rahatlık ama yiyecek sıkıntımız vardı. Bazıları uçağın içine soğuk hava girmesini engellerken bazıları ise üstlerine kalın bir şeyler giyinip yardım göndermeye çalıştılar. Ben, Jane, Göktürk ve Göktürk'ün babası da yaralılara yardım ettik. Çok fazla kişi vardı. Bu yüzden bir kaç kişi daha yardıma geldi. Günlerimiz böyle zor geçerken beni tek mutlu eden şey Jane'in ölmemesiydi. O gün bunu düşündükten bir saat sonra biri soğuktan donarak öldü. Hepimizin sonu böyle gözüküyordu. Ertesi gün on kişi daha öldü. Sayımız giderek azalıyordu. 3,4 gün böyle geçmişti. Gitgide ölenler artıyor, bizim sayımız da azalıyordu. Neredeyse bir hafta olmuştu ve 47 kişiydik. İşte o gün sayımızı 46 kişiye düşüren kişi Jane oldu. Çok üzülmüştük Gece donarak ölmüştü. Rüyam teker teker gerçekleşiyordu. Jane'i kara gömdük ve mezarını süsledik. Jane'i asla unutmayacaktım. Jane benim en iyi dostlarımdan biri oldu. Kazadan 8 gün sonra bizim hayatta olduğumuzu ve nerde olduğumuzu öğrendiler. Bize 2 gün sonra 30 tane ambulans göndereceklerini haber verdiler. Keşke Jane de bizimle birlikte eve dönebilseydi diye düşündüm. 2 gün sonra geldiler ve bizi kurtardılar. 860 kişi arasından sadece 30 kişi sağ çıkabilmişti. O sırada bayılmışım. Gözümü açtığımda yanımda annem ve babam vardı. Çok sevindim ve hemen annem ile babama sarıldım. Onları çok özlemiştim. Bütün yaşadıklarımızı ve gördüğüm rüyaları annem ile babama teker teker anlattım. Çok büyük bir macera atlatmıştık. Benim anlamadığım tek bir şey vardı, nasıl olmuştu da gelecekte göreceğim şeyleri rüyamda görmüştüm. Çok gizemli ve çok büyük bir macera yaşamıştım. Bir hafta sonra hepimiz kendimizi toparladık ve tekrar eski hayatımıza devam ettik. Okulda herkes bize ne olduğunu soruyordu ve herkes bizi konuşuyordu. Başarılı olmak çok güzel bir duyguydu.

YALNIZLIK NEDİR Kİ

Elif Naz Özden

Yalnızlık nedir ki insanı korkutan? Tek başıma kalacağım diye olmayacak şeyler yaptıran. Ama niye korkuyoruz ki bu yalnızlıktan. Belki de gerçekten yalnız kalmamız gerekiyordur. Bir gün tek başımıza kalıp, tek başımıza yemek yiyip, tek başımıza dolaşmamız lazım belki de. Belki de hikayenin sonunda zaten yalnızlık var. 

Yalnızlığa yürüyoruz yaşadığımız her adımda belki. Yolların sonu oraya taşıyacak bizi. Yalnızlıktan korkmamalıyız çünkü yalnızlık, bize iyi gelecek şeylerden biri. Yalnızlığa alışmak gerek çünkü bir gün yalnız kaldığınızda tek başınıza yanınıza gelecek tek dost, arkadaş; yalnızlıktır. 

Eğer yalnızlık arkadaşınız olursa başka bir arkadaşa, dosta ihtiyacınız kalmaz. Yalnızlık da bir arkadaştır üstelik kimse yokken yanınızda duran tek kişi odur. Tek kalmaktan korkmayın, arkadaş bulmak için kendinizi paralamayın, değiştirmeyin. Zararlı bir kalabalıkla yaşamaktansa yalnızlığıyla dost olması insanın daha soylu bir tercihtir. Beş çürük elmayı arkadaş saymak zamanla sizin de altıncı çürük elma olmanızı sağlar. Yalnızlıktan bu kadar korkmak insanı kendi benliğinden koparır. Yolun sonu çöp kutusundan başka bir yer değildir. Yalnızlıktan korkmayın. 


MERDİVEN

Ekin Akçay


Ah bu
Merdivenler
Hep var hayatımızda
İnişli, çıkışlı, kavisli, dik.
Hayat bir merdivendir aslında
Sınıflar basamağı okul merdivenin
Çıkıyoruz durmadan birer birer yukarı
Büyümek de bir merdiven, aldığımız her yaş 
Bir basamak, biz farkında olsak da olmasak da.
Yaşamak, bitmeyen merdivenlerde yürümekmiş aslında
Kimseler bunu söylemese de bize, anlıyorum attığım adımlarda. 

PAZARTESİ

Elif Serra Yıldırım 


Maalesef / pazartesi / bugün     / yine
Pazartesi / bugün     / maalesef / yine
Bugün    / maalesef / pazartesi / yine
Yine       / yine        / yine        / yine 

ZAMAN

Doğa Uzunpınar



 Sonsuz, kocaman bir döngüden oluşur daima zaman. 
kimi için hızlı kimi için yavaş olan. 
bazen akan bazen akmayan. 
sonsuz bir döngüden
 oluşur zaman.
bitmek 
bilmeyen bir
 şeydir zaman. bazen mutlu 
bazen hüzünlü kılan. insanları güldüren 
bazen de ağlatan. hiçbir zaman ne olduğu 
anlaşılmayacak olan, bitmek bilmeyen bir şeydir zaman. 

1 Kasım 2024 Cuma

AYDINLIĞI FARK EDİŞ

İdil Karaman


Karanlık, hayattayım sanmaktır. Karanlık sevdiği kişi tarafından görülmez olmaktır. Aydınlığı beklemektir karanlık. Karanlık, ümidi bırakmamaktır. Karanlık, beynin ve kalbin uyuşmamasıdır. Bazen karanlık hep iyi insan olmaktır. Yaşama mahkûm olmak da karanlığın başka bir türüdür. Baskıyı hissetmenin rengi de siyahtır. Kurtulma çabası, karanlıktır. Ölüme duyulan merak da karanlıktan alır büyüsünü. Hangi inanca yöneleceğine karar verememek büyütür karanlığı. 
Başkasının hayatını yaşamak zorunda olmak, karanlıktır. Hayallerin, hayal olarak kalması karanlığa sürükler insanı. İhtiyaç olandan korkmak da karanlıktır. Üzüntüyü dışarıya yansıtmamak içimizdeki karanlığı büyütür. Yenilgiyi kabul etmek, karanlığa gömülmektir biraz da. Karanlık, hayallere âşık olmaktır belki de. Aslında ışığı fark etmektir karanlık. Karanlık, aydınlığı da kapsayan sonsuzluktur. 

AĞAÇ GÖLGESİ

Akın Eliş

Bardağa dolu tarafından bakmaktır ümit. Karanlık bir ormanda ışığı yanan bir kulübedir. Oyun oynarken arkadaşlarını çevrimiçi görmektir. Ümit, yaz mevsiminde ağaçta unutulmuş son elmayı görmektir. Yağmurdan sonra oluşan gökkuşağıdır, bir hikâye yazmaya başlamadan önce bizi çevreleyen ilhamdır ümit. Bir yıldır giymediğimiz kıyafetimizi giymek için çıkardığımızda cebinde para bulmaktır. Diktiğimiz bir fidanın yeşermesi, dal budak atması ve meyve vermesidir. Bir matematik sorusunun sonucuna ulaştığımızda o sonucu şıklarda görmektir bazen. Mutfakta kalan son çikolatayı görmektir ümit. Yazın sokaklarda, güneşin altında gezerken bir ağaç gölgesine rastlamak da ümittir. Yani her zaman vardır ümit, her yerde vardır. Sadece bakmayı ve onu görmeyi istemek gerekir. 

KAYNAĞINDAN AYRIŞTIRILAN EĞİLİM

Ezgi Budak


Boş bir sayfaya baktığımızda gördüğümüz tek şey, hiçbir şeydir. Oysa orası hiçbir insanın sahip olamayacağı bilgilerle doludur. Çünkü insan sürekli bir şeyler üretme eğilimindedir ve o eğilime ulaştığı zaman sayfalara gizlenmiş yeni eğilimler ortaya çıkaracaktır. Biz o eğilimlere bilgi deriz. Bu yüzden boş sayfalar müthiş bilgilerle doludur, yalnızca ortaya henüz çıkmamışlardır. Sayfayı tüm şeffaflığıyla okuyabilenler, yazarlardır. Yazar ve okur olmak arasındaki o ince nüans okuduğunu açıklayabilme yetisidir. 
O boş kâğıt, evrendir. Evren, içinde heplik barındıran bir hiçliktir. Bazıları hiçlik, der. Bazıları hepliği görür. Bazıları ise hepliği kullanabilir, açıklayabilir. Aslında bizim somut olarak gördüğümüz çevre. Bilgiler barındırır. O bilgiler, tıpkı genler gibi anlamlı nükleotidlerin bir araya getirilmesiyle oluşturulan bilmem kaçta birlik bir kısımdır. Kenarda, köşede duran ufak bir toz tanesinin oluşabilmesi için evrenden alınan eğilim -bilgi- kaynağının yanında o toz tanesinden farksızdır. Herhangi bir şeyin -yağmurun, ağacın, kum tanesinin, çiçeğin en ufak poleni gibi- oluşumu için diğer her şeyden farklı bir bilgi gerekir. Beşeri ya da doğal fark etmeksizin var olan onca şey için bir araya gelen onca bilgi karşısında insan da anlama yetisinin ne kadar kısıtlı olduğunun farkına varır. 
O farkındalık hissi insanın bilginin kaynağından bir şeyler koparma arzusunu ateşler. 
İnsanlar, seçicidir. Bir kesim, o arzuya kulak verir; bir kesim ise o arzuya kulak vermiş olanlara kulak verir. Dünyada sekiz milyar insan olduğunu da hesaba katarsak aynı bilgiler, farklı dillerde tekerrür eder. O bilgiyi tekrarlayanlar bekçilerdir, bilgilerin bekçileri. Bu kulağa doğru gelse bile, aynı zamanda birçoğumuz bunu yapıyor olsak bile doğru yol onun hemen yanındadır. Bilginin sahibi. Bilginin bekçileri bu evrende o bilgiyi aktarmaya yararlar fakat bilgiyi kullanamazlar. Bilginin sahipleri bilgiyi kullanmayı bilir. Bekçiler, yağmurun; suyun buharlaşması ile oluştuğunun farkındadır. Sahipler, bunu suyun döngüsüne bağlayabilir. 
Bilginin varoluş sebebi, oluşumdur. Oluşumun varoluş sayesi, bilgidir. 
Bizler insanız, bilgiyi kullanabiliriz. Metale şekil verirsek onunla ağaç kesebiliriz ve bu alete testere deriz. Maymunlar da bunu yapabilir. Testereyi görüp, gayesini anlayıp bir benzerini yapabilirler. Maymunlar bilgilinin taklitçisidir. Görüp yapar -taklit eder- fakat insanlar sahiptir, bilip -metalin keskin oluşunu- yapar. 
Bizlere bir bilgi kaynağı sunulur, kullanalım diye. Eğer biz öncü olmayacaksak maymunlardan ne farkımız kalır ki?
İnsanı hayvanlardan ayrı tutan zihniyet, insanın ilişkilendirme yeteneğine güvenmiştir. Ne iletişim kurabilmesine ne de bilgiyi paylaşabilmesine. 

AĞIR YÜK

Akın Eliş


Her şey üstüme üstüme geliyordu. Benim dahil olmadığım konu, benim dahil olmadığım bir toplantı yok gibiydi. Üstümden tonla evrak, tonla karar geçmişti. Yıllardır işim gücüm buydu. Bulunduğum yerden birkaç kez hava almak için çıktığımı hatırlıyorum, onun dışında hep aynı yerde bıraktılar beni. Bazılarını tanıyordum insanların ama bazen hiç tanımadığım kişilerle yüz göz olmak zorunda kalıyordum. Bazılarından şiddet gördüğüm de oldu, bazıları tarafından kibar davranıldığım da. İnsanlar hep bana yükledi kendilerinin taşıyamayacağı şeyleri. 
Artık yorulduğumu hissediyorum. Karşımda duran aynadan kendime baktığımda rengimin ne kadar solduğunu, derimin soyulduğunu görebiliyorum. 
Yalnızca kararlar, evraklar, toplantılar benim üzerimden dönmüyor burada. Çaylar, yemekler, pastalar, doğum günü kutlamalarının yükünü de ben çekiyorum. Usandım şahit olmaktan bunca şeye. 
Arkadaşlarım benim kadar yorgun değil çünkü benim kadar iş düşmüyor onlara. Belki de küçük olduklarından onları ara sıra dışarıya götürüp getiriyorlar. Neredeyse her gün yerleri değişiyor ve akşam olduğunda ancak yeniden yan yana gelebiliyoruz. Fakat ben öyle değilim. Yıllardır aynı yere basıyor ayaklarım. Yıllardır hareketsiz çekiyorum bu kahrı. 
Üzerimden o kadar çok şey geçti ki hiçbiri benimle ilgili değildi. Sadece bir şiir vardı beni anlatan. Aslında şiirde anlatılan ben değildim ama benim adım da geçiyordu. Şöyle bitiyordu yanlış hatırlamıyorsam:
Masa da masaymış ha  
Bana mısın demedi bu kadar yüke

ŞİZOFRENİ

İdil Karaman


Romanlara, filmlere, efsanelere çok ilgi duyan biriydi. Ergen muhabbetlerinin yapıldığı  ortamlarda o, hayali kahramanlardan bahsederdi. Arkadaşları onu pek dinlemez, anlattıklarını ilginç bulmazdı ama kendisi bundan rahatsız da değildi. Onun için bu konular çok daha ilgi çekiciydi. En azından kendisine ayrı bir dünya kurmuş ve o dünyada farklı şeyler düşünür, yaşar olmuştu. Âşık olduğu karakterlerin gerçek olmaması onun için normal bir durumdu çünkü bu dünyayı o kurmuştu. 
Her gece olduğu gibi o gece de romanını okuyup yatağa uzanmıştı. Okumadan geçen gün onun için karanlık demekti.  Üzerinde bir kurgusal karakter bulunan yaklaşık bir metre uzunluğundaki yastığına sarılıyordu. Bu da her gece uykuya dalmadan önce yaptığı eylemlerden biriydi. Perdesi kenara doğru sıyrılmış pencereden yıldızları, ayı seyrediyordu bir yandan. Uykuya dalacaktı ta ki pencerenin ardında ilgi çekici bir şey görünceye kadar. Pencerenin ardında hareketli bir figür vardı. İzlediği filmlerden, okuduğu kitaplardan gördüğü, bildiği bir karakterdi bu resmen. Odası kadar kanatları olan, upuzun kuyruklu bir şey… Pencereden çok uzaktaydı gördüğü bu figür ama büyükçe olduğu belliydi. Bu gördüğü şeyi yalnızca bir ejderhaya benzetebiliyordu. Dikkatlice bakmaya çalıştı; evet, matlaşmış yeşile çalan gözleriyle bu bir ejderha olmalıydı. 
Artık sohbet esnasında arkadaşlarına anlatacağı yeni bir şey vardı. Ejderhayı izledi, izledi. Bir süre sonra ejderha, yerini karanlığa bırakarak kayboldu. Ejderha gözden kaybolduğunda hâlen onu düşünüyordu fakat sonunda bunu bir sır olarak saklamaya ve çevresindekilere anlatmamaya karar verdi. Ona inanmayacaklarını ve iyice kafayı bozdun sen, diyeceklerini biliyordu. 
Bu anıyı kendisine sakladı. Gördüğünün gerçekliğini sorgulamaya başlamıştı ki derin bir uykuya daldı. 



BİR ÇİFT KÜRE

İdil Karaman


Gözleriydi hayal
Hayatta tutan can simidi
Orman kadar sonsuz
Okyanus kadar derin
İnsan hasta olabilir miydi gözlere
Sadece bir çift göz
Ormanlar kadar yeşil
Uzay kadar uçsuz, bucaksız
Bir çift göz için hissedilebilecekleri anlatsam anlar mıydı bu duvarlar, 
Onların dışında her şeyin gölgeye düşmesini?
Belki ölmek için işe yaramazdı bunlar
Onların karanlığında yaşamak daha zorken

AKLIMDA DELİ SORULAR

İdil Karaman

İnsan duygularını gösterebilir miydi?
Duyguların göstergesi miydi gözler
Yoksa en büyük yalancı mı?
Anlayamıyorum.

Ağız, içindeki duyguları söyleyebilir miydi?
Çırılçıplak yansıtabilir miydi hisleri?
Yoksa sadece konuşur muydu?
Anlayamıyorum.

Hayat mıydı duyguların olduğu?
Duygular mıydı bizi hayatta tutan?
“İyiyim” derken miydik gerçek deli
Kötü olduğumuz hâlde

YOLCULUK

Akın Eliş

Bu şehirden sonunda ayrılıyordu. Çoğu insan yaşadığı şehrin güzelliğinden, nimetlerinden bahsetse de ortaokula başladıktan sonra şehir onu boğmaya başlamıştı. Dört sene boyunca hep yaşadığı şehirden gitmek üzerine kurmuştu planlarını. Başka bir şehirde iyi bir lise kazanacak ve bir daha dönmemek üzere bu şehirden ayrılacaktı. Ailesi de bu durumu artık kabullenmişti çünkü onlarda da yaşadıkları şehre dair olumlu bir izlenim yoktu. Kış oldukça ağır geçiyordu burada. Yaz akşamları bile ceket giyilmesi gerekiyordu. Yeşillik yoktu, orman yoktu, deniz yoktu. Yine de kimileri şehrin övünülecek bazı şeylerini bulup çıkarmakta hayli yetenekliydi. 
Bu şehirden sonunda ayrılıyordu. Bursa’da bir liseye yerleşmeyi hak etmişti. İlk tercihiydi bu şehir. Yeşil Bursa, ifadesi onu cezbetmişti. Tatil boyunca Bursa’nın güzelliklerini araştırarak zaman geçirmişti. Bursa, onun için gurbet değil de anavatan gibiydi. Daha görmeden sevmişti bu şehri ve işte o şehre gideceği gün, gelmişti. Bu şehirden kurtulacaktı. Son zamanlarda şairini bile bilmediği bir şiiri tekrar ediyordu durmadan:
Bu şehirden gidiyorum
Gömerek geceyi içime
Sabahın hüznünü beklemeden
Gidiyorum bu şehirden.
Arkadaşları ve akrabaları bu durumu anlamsız buluyordu. Henüz liseye geçmiş bir çocuk, il dışında tek başına ne yapar, diye düşünüyorlardı. Hadi üniversite olsa neyse… Daha lise çağında bir çocuk. Ailesi, akrabaların ve arkadaşlarının görüşlerini önemsemiyordu. Hele bir de Uğur’un tek başına Bursa’ya gideceğini bilseler ihtimal çıldırırlardı. Bunu yalnızca Uğur ve ailesi biliyordu. 
Gün boyu yolculuk hazırlığını tamamlayan Uğur, akşamüzeri otogarda ailesi ile vedalaştı. Ayrılık zor derlerdi fakat onda bir hüzün ya da acı hissi yoktu. Ailesi biraz üzgün gibiydi ama Uğur’un heyecanı ve neşesi onların yüzündeki üzüntüyü gidermeye yetti. 
Yanına küçük bir valiz almıştı yalnızca. Yalnızca bu şehirden değil, bu şehirdeki insanlardan da ayrılacaktı ve yeni arkadaşlarını düşündükçe sevinci daha da artıyordu Uğur’un. 
Veda töreni çok uzun sürmedi. Tek kişilik koltuğuna oturduktan sonra yolda okumayı düşündüğü kitabı eline aldı Uğur ve okumaya başladı. Otobüs, bu esnada yola çıkmıştı bile. Bu kitabı okumayı çok istiyordu ama özellikle bugün okumak için bekletmişti. Sevdiği bir yazara aitti kitap. Gözünü kırpmadan sayfalarca ilerlemişti. Hatta havanın karardığını bile sonradan fark etti. Biraz yorulmuş gibiydi ve uykusu gelmişti ama uyumamalıydı. Otobüsün içini hızlıca süzdü gözleriyle. Hayli kalabalıktı ama nedense kimse konuşmuyordu. Ağlayan çocuklar ya da telefonla bağıra çağıra bir şeyler anlatmaya çalışan amcalar yoktu. Herkes sessizdi ve kimileri uykuya dalmıştı bile. 
Uyumalı mıydı? Belki bir saat kadar uyursam sabaha daha dinç olurum, diye düşündü. Hem yolculuk da biraz kısalmış olurdu böylece. Koltuğunu geriye yasladı ve gözlerini kapattı. Rüyasında Bursa’yı ya da Bursa’daki yeni arkadaşlarını görmeyi umuyordu. Gözlerini kapattıktan hemen sonra derin bir uykuya daldı. Normalde evinde olsa bu saatlerde asla uyumazdı fakat sanki üzerine çöken bir ağırlık vardı. Bu ağırlığın kollarına kendisini bırakmıştı çoktan. Bir saatlik uyku yeterdi nasıl olsa.
Gözlerini açtığında güneş çoktan doğmuş, otobüste çok az insan kalmıştı ve otobüs hareket etmiyordu. Bir dinlenme tesisinde olduklarını düşündü. İnip hava almayı düşündü. Her yanı kaskatı kesilmişti. Bir saatlik uyku düşüncesiyle gözlerini kapatmıştı. Saate bakmak aklından bile geçmedi. İndi, hemen ilerdeki çeşmede yüzünü yıkadı. Hava hayli güzeldi. Bursa’ya yaklaştığını düşününce heyecanı daha da arttı. Bu, Bursa’dan önceki son mola olmalıydı. Koltuğuna yeniden oturdu. Bursa’ya iner inmez güzel bir kahvaltı yapmayı planladı ve kitabını eline alarak yeniden okumaya başladı. Otobüs hareket etmişti ama kendisini yine kitabına kaptırdığı için bunu çok geç fark etti. Kitabın son sayfasına ulaştığına otobüs yeniden durmuştu. Heyecanla etrafa baktı, Bursa’ya nihayet ulaştık, dedi içinden. Bu esnada muavin konuşmaya başladı:
-İstanbul yolcusu kalmasın. 
Büyü bozulmuş gibiydi. İstanbul’a ne zaman gelmişlerdi? Bursa’yı ne zaman geçmişlerdi? Neden kendisini uyandırmamışlardı? Konuşmak, hesap sormak istedi birilerine. Bursa’ya geri dönüşü ne kadar sürerdi? Her şey birdenbire çok garip bir hâl almıştı. Muavine doğru hareket etmek ve bir şeyler sormak istedi fakat yerinden kalkamıyordu. Sanki bir ağırlıkla oturduğu yere bağlanmış gibiydi. Seslendi:
-Bakar mısınız? Ben Bursa’da inecektim. Nasıl geldim buraya kadar?
Muavin sanki onu görmüyor, duymuyor gibiydi. Sağdaki soldaki insanlara derdini anlatmaya çalıştı fakat sesi bazen çıkıyor bazen çıkmıyordu, yerinden kalkamıyordu ve insanlar sanki kendisini görmüyormuş gibi davranıyordu. Derin bir nefes alıp çığlık atmaya çalıştı. 
Bir çığlık sesiyle uyandı. Çığlık kendisine aitti. 
Muavin koştu ve geldi:
-İyi misin delikanlı?
Uğur muavine:
-Bursa’yı ne zaman geçtik, dedi. Muavin tebessüm etti. -Henüz yolun yarısına bile gelmedik. Bursa’ya daha çok vakit var, dedi. 
Yolun kalanında uyumamalıydı Uğur. Kitabını açtı ve okumaya devam etti. Dışarısı karanlıktı. 
Sonunda o şehirden ayrılmayı başarmıştı. 

31 Ekim 2024 Perşembe

YENİ HAYAT

Zeynep Karaman

Bir kapı hepimizin önünde
Raflarında, elinde
Sihirli bir kapı 
Ardında kelimelerin dünyası
Okuyanı alıp götüren uzak diyarlara
Bir kapı, senin kalbinde anahtarı

Bir kapıyı aralayarak başlıyor her kitap
Saklı her masal bir kapının ardında 
İster inan ister inanma
Yeni bir hayat saklı sararmış sayfalarda

Yeni bir hayat, yeni bir göz, yeni bir zihin
Yeni bir sen
Sadece üç beş satır dediğin

KELİMELER

 Meryem Katırcı

Bir kelime yetiyor bazen mutlu olmaya
Bir kelime yetiyor üzgünlüğe
Bazen bir iltifat
Bazen bir kötü söz

Sadece bir insanı değil
Dünyayı bile değiştirmeye yeter
Bir kelimenin gücü

Kelimeler
İyi, kötü, güzel, çirkin
Bazen bir kitapta rastlarız onlara
Bazen biri fısıldar kulağımıza
Kelimeler, kelimeler
Her yerdeler

ÜÇLÜ PÜRÜZ

Zehra Yıldırım, Zeynep Karaman, Meryem Katırcı

Üç kişilerdi. Üç bela. Onları gören servis şoförü yolunu değiştiriyordu. Aileleri onları okula bırakacak servisçi bulamadıkları için kendileri okula bırakıyordu. Yalnızca servis sorunu değildi yaşadıkları. Okula başladıklarından beri dolaşmadıkları sınıf kalmamıştı. Her dönem öğretmenler toplantısında bu üç kişinin sınıfının değiştirilmesi kararı alınıyordu. Önce bu üçlüyü ayrı ayrı sınıflara yerleştirmeyi denediler fakat bu üç kişinin üç ayrı sınıfta gösterdikleri üstün performanstan dolayı üçünün bir arada kalması gerektiği fikri üstün gelmişti. En azından her dönem bir sınıf gözden çıkarılıyordu bu üç kişi için. 
Onları tanıyanlar adeta onların hayatını özetleyen, kişiliklerini yansıtan bir isim bulmuşlardı: Üçlü priz. Kendileri de hoşnuttu bu isimden. Aslında kimseye zararları yoktu fakat müthiş bir enerjiyle doluydular ve bu enerjiyi kullanıyorlardı sadece; derste, oyunda, bahçede, yolda, evde, serviste…
Yorulmak nedir bilmiyorlardı. Beden eğitimi derslerinde tüm arkadaşları nefes nefese kalıp bir kenara yığıldığında onlar halen koşmaya devam ediyorlardı. Bu da yetmiyor futbol kalesinin direkleri üzerinde yürüyor, potadan kendilerini geçirmeye çalışıyorlardı. Dersleri başarısız değildi lakin ilgi alanları çok değişikti. Dünya siyasetini ve gündemini takip ediyorlar, bir yandan da yorumlayarak geleceğe dair kehanette bulunuyorlardı. Onları tanımak için aslında bir dersi birlikte geçirmek yeterliydi. Fen bilgisi dersinde deney tüpünden bardak yaptıkları oluyordu ya da bilgisayar dersinde klavyeye kısa devre yaptırdıkları da. 
Aileler de bu üçlü priz yüzünden artık dost olmuşlar, sorunlarını ancak kendi aralarında konuşuyor ve çözüm bulmaya uğraşıyorlardı. Her gün sırayla bir aile bırakıyordu bu üç kişiyi okula ve aynı kişi tekrar alıyordu akşamları. 
O gün çocukları bırakma sırası üçlü prizin ikinci kişisinin ailesindeydi. Zaten hayli meşgul olan baba, çocuğunu aldıktan sonra diğer iki arkadaşını da almak üzere yola çıktı. Tez vakitte ekibi tamamladı ve okul yoluna koyuldu. İlk kez çocuklarda bir sessizlik vardı. Bu pek hayra alamet değildi ama belki de artık büyüyorlardı, akıllanmışlardı. Bu sessizlikten gizli bir sevinç duydu baba. Çocuklar araçtan inerken gözleri parlıyor ve sevgiyle arkalarından bakıyordu. Tebessüm ederek işine döndü ve üç çılgın roket gibi okul bahçesine daldı. Baba, iş yerine dönüp aracını park ettiğinde arka koltuklardaki gariplik dikkatini çekmişti. Kapıyı açtığında sinir krizi geçirmekten son anda kurtuldu. Koltukların tamamı kemirilmiş, süngerler oraya buraya fırlatılmıştı. Üstelik diş izleri vardı süngerlerin bazılarında. Sessizliğin nedenini anlamıştı. Oysa nasıl da güzel şeyler düşünmüştü onların sessizliğinden hareketle. Artık bu işe bir çözüm bulunmalıydı. Diğer iki aileyi acilen görüşmek üzere iş yerine çağırdı. Yarım saat içinde üç baba otoparkta buluştu. Görüşmeye çağıran baba:
-Sizlere hiçbir şey söylemeden önce şu arka koltuğu göstereyim, dedi. Koltuğu açtı fakat diğer babalar sessizdi. Diğer baba:
-Buyurun, bir de benim aracın arka koltuğuna bakalım, dedi. Manzara neredeyse aynıydı. 
Üçüncü babanın aracı da aynı durumdaydı. Bu işe bir çözüm bulmak amacıyla dakikalarca konuştular, düşündüler en sonunda bir çözüme ulaştılar. Çocuklarını eğitim gördükleri okuldan alarak farklı bir kuruma vermeyi ve özel olarak ilgilenecek öğretmenler bulmayı kafaya koydular. Bunun için açılmış tek okul vardı yaşadıkları ilde. Derhal üç baba bu kuruma gitti ve  durumu anlattılar. Kurum Müdürü:
-Sizin üçlü prizin durumunu biz de buralardan duyduk. Şöhret iyi bir şey aslında ama bu şöhreti kullanmak, bu enerjiden faydalanmak gerek. Bizler, sizin çocuklarınızla ilgileneceğiz ve onların normal bir çocuk olabilmeleri için emek vereceğiz. Bunun için buradayız, dedi. 
Üç babanın da sinirleri yatışmıştı. Akşam vakti çocuklara durum anlatılacak, artık okullarının değiştiği söylenecekti. Üstelik bu okulun kendi servisi de vardı ve servis koltukları metaldi. 
Bir sorunu çözmüş olmanın huzuruyla üç baba vedalaştı. 

2.
Üçlü Priz akşam olduğunda aileleri tarafından acı gerçeği öğrendiler. Artık okulları değişmişti fakat çok da mutsuz değillerdi çünkü üçü bir aradaydı. Kahve kıvamında hayat devam edecekti onlar için. Mekânın değişikliği onların hayata bakışını değiştirmek için yeterli değildi. 
Ertesi sabah kurum servisi üç belayı evlerinden birer birer topladı. Veliler son derece mutluydu ve ilk iş olarak araçlarının koltuklarını yaptırmayı düşünüyorlardı. Hatta birkaç usta ile görüşmüşlerdi bile. 
Sabah mahmurluğu ile aynı serviste bir araya gelen üçlü küçük bir şaşkınlık yaşamıştı çünkü koltuklar çok sertti, servis şoförü çok sertti. Yolculuk boyunca ses çıkaramadılar. Zaten kendilerinden başka kimse de yoktu kocaman araçta. Bu araç daha ilk dakikada yenen gol gibiydi. Morallerini bozmuştu. Servisi böyle olan bir kurumun sınıflarını, öğretmenlerini düşünmek bile ürkütücüydü. Yaklaşmakta olan iyice yaklaşmıştı ve kurum kapısının önünde üç kafadar indi. Ne bahçede koşuşan gençler vardı ne top oynayan birileri. Elinde çay bardağıyla gezen öğretmenler de yoktu. İkinci Dünya Savaşı’ndan kalmış eski Alman binaları gibiydi kurum. Kapıyı aralayıp içeri girdiklerinde nihayet insan görmeye başladılar. Öğrenciler bir garipti. Kimse onların yüzüne bile bakmıyordu. Kimse onlara selam vermiyordu. Sanki görünmez adam olmuştu üçü. Gürültü yoktu. Etraftaki çocuklar robot gibi, bot gibi geziyorlardı. Hepsi gözlüklüydü. Kimse yüksek sesle konuşmuyordu. Eli boş kimse yoktu. Hepsinin elinde kocaman kitaplar vardı. Öğretmenlerin bir kısmı kitaplarda gösterilen yere bakıyordu fakat sessiz sinema setine düşmüş gibilerdi. Bu şaşkınlığı bir ses böldü:
-Nihayet gelebildiniz gençler. Artık sizler de bu saygın kurumun çocuklarısınız. Sizi sınıfınıza götüreceğim. 
Bu sesin sahibi mutlaka idareci olmalıydı. Peşinden yürüdüler. Bir kat yukarıya çıktılar ve soldaki ilk kapıdan girdiler. Sınıfta üç kişi daha vardı. İlk kez kendilerine bakan, varlıklarının farkında olan birilerini görmüşlerdi. Konuşup kaynaşacaklarını zannettiler fakat bu üç kişi hemen bakışlarını çevirdi ve önlerindeki kitaptan bir şeyler okumaya devam etti. 
Onları sınıfa getiren kişi kaybolmuştu. Kendilerine birer sandalye seçtikten sonra sıkılarak etrafı süzmeye başladılar. Nedense başka bir dünyaya düşmüş gibilerdi. Ya da başka bir ülkeye. Paralarının geçmediği, dillerinin anlaşılmadığı bir ülkeydi burası. Üçlü Priz’in en neşelisi kitaplarla meşgul kişilere dönerek:
-Tanışmayacak mıyız? Biz buraya yeni geldik de. Hiç misafirperver bir kurum değilmiş burası. Haydi tanışalım.
Diğer üçlüden ses çıkmadı. Bu kez Üçlü Priz’in ikincisi söze devam etti:
-Gençler, siz hayatta mısınız? Canlı mısınız? Dışardan bakınca hayalet gibi görünüyorsunuz.
Üçlü halen suskundu. Üçlü Priz’in üçüncüsü şansını denedi, konuşmayan sadece o kalmıştı:
-Şaka mısınız siz? Neden konuşmuyorsunuz? Belki geçmişte koltuk kemirmişliğimiz var fakat biz insan yemeyiz. (şüpheli)
Üçlü, aynı anda başını kaldırdı ve sırasıyla üçlü prize baktılar. Bakışlarında bir küçümseme vardı. 
-Koltuk kemirenler… Bu hangi canlı türü? Önümüzdeki kitaplarda görmedik. 
Bu sırada sınıfa giren öğretmene:
-Burada olmaması gereken birileri var galiba öğretmenim. Durumu onlara anlatır mısınız, dediler. 
Üçlü Priz’e geçmişti suskunluk sırası. Üçü de artık elektrik akımı olmayan boş birer priz gibilerdi. Gün bitinceye kadar sustular ve öğretmenleri ne istediyse yapmaya çalıştılar fakat çok yetersizlerdi, çok başarısızlardı. 
Akşam evlerine döndüklerinde kocaman bir çuval vardı ellerinde. Çuval kitaplarla, testlerle doluydu. Üçü de aynı şeyi yaşadı. Sessizce odalarına geçip kitapları yerleştirdikten sonra erkenden uyudular. Aileler şaşkındı. 
Günler hızla geçiyordu. Üçlü Priz’deki değişim herkesin dikkatini çekiyordu. Aile bireyleriyle konuşmuyorlar, odalarından çıkmıyorlardı. Her hafta yeni kitaplar istiyorlardı. Yeni çalışma setleri istiyorlardı. Sessizlik istiyorlardı. Her şey dakikasında olsun istiyorlardı. Kardeşlerini görmüyorlardı. Anne babalarını da görmüyorlardı. Sadece kitaplar, testler, setler, dersler. 
Aileler durumdan tedirgin olmaya başlamıştı. Bir doktora gitmek gerekli mi diye kendi aralarında konuşuyorlardı. Üçlü Priz’in elemanları bir doktora gitmek gerektiğini ancak bu doktorun göz doktoru olması gerektiğini söylüyordu. Artık yazıları okumakta zorlandıklarını birkaç kez söylemişlerdi.
Çok geçmeden Üçlü Priz artık siyah, kalın gözlüklü üç kafadar olmuştu. Yürüyüşleri de değişmiş ve kilo vermeye başlamışlardı çünkü yemek yemiyorlardı. Artık kurumun öğrencilerinden farkları kalmamıştı. Eski günler unutulup gitmişti. Sadece ders çalışıyorlar, test çözüyorlar ama bunları niçin yaptıklarını bilmiyorlardı. 
Aileler, kendi aralarında konuşmaya başlamışlardı. Çocukları için üzülüyorlardı. Her gün yeni kitaplar almaktan usanmışlardı. Çocuklarının yüzlerini bile göremiyorlar, kitapları odalarının kapısının önüne bırakıyorlardı. Arabaları temizdi ve koltuklar pırıl pırıldı. Çocuklarına dair sorunları kalmamıştı ama onların bu hâli hiç iç açıcı görünmüyordu. Zaman çocuklarının eski yaramazlıklarını anlatıp gülüyorlar sonra hepsi birden hüzünlü hüzünlü boşluğa bakıyordu. Gerçekten de kurum, onların hakkından gelmişti. 
Öte yandan eski okullarında da arkadaşları zaman zaman Üçlü Priz’i özlemeye başlamıştı. Aslında gıcıklardı, yaramazlardı, zararlıydılar fakat etrafa bir neşe yaydıkları da gerçekti. Okulda olmadıkları çok belliydi. Hayat, onlar için de sıkıcı bir durum almaya başlamıştı. Sonunda, Üçlü Priz’in yokluğunun oluşturduğu boşluk öğretmenler odasında bile konuşulmaya başlandı. Öğretmenler “keşke burada kalsalardı” diye hayıflanıyorlardı. Bu tarz bir konuşma üzerine okul müdürü:
-Hep beraber gidip Üçlü Priz’i ziyaret edelim, dedi. Öğretmenlerden ve öğrencilerden bir komisyon kuruldu. Üçlü Priz’i ziyaret etmek için yola çıktılar ve üç ayrı hediye aldılar. Üç tane üçlü prizi hediye kutusuna ayrı ayrı yerleştirdiler. Prizlerin üzerine okullarının adını da yazmışlardı. 
Uzun sayılabilecek bir yolculuktan sonra Üçlü Priz’in bulunduğu kuruma üç idareci, üç öğretmen ve üç öğrenciden oluşan komisyon ulaştı. Daha binayı görür görmez hepsinin içini bir sıkıntı sarmıştı. Tek tük gördükleri öğrencilerin öğrenci mi robot mu olduğunu bile fısıldadılar birbirlerine. Kurum idaresinden Üçlü Priz’in sınıfını öğrendiler ve teneffüsü beklediler. Teneffüste kimse sınıf dışına çıkmıyordu. Sınıfa girdiklerinde yanlış sınıfa girdik diye düşündüler önce. Fakat dikkatlice bakınca Üçlü Priz’i tanıdılar. İğneden ipliğe dönmüş üç genç vardı karşılarında. Kalın gözlükleri vardı bu gençlerin ve önlerindeki kitaplardan gözlerini ayırmıyorlardı. Eski Okul Müdürü elini cebine attı ve kağıt mendil çıkararak dökülen gözyaşlarını kuruladı. Öğretmenlerden biri de ağladığını belli etmemeye çalışıyordu. Öğrenciler suskundu. Nihayet başlarında bekleyen tanıdık yüzleri gören Üçlü Priz aynı anda önlerindeki kitabı kapattılar. Sadece baktılar. Hoş geldiniz, bile diyemeden baktılar. Ruhlarını önlerindeki kitaplara hapsetmiş robotlar gibiydiler. Önce öğrenciler ellerini uzattı Üçlü Priz’e fakat elleri boşlukta kaldı. Sonra öğretmenler uzattı, onların da elleri boşta kaldı. Okul Müdürü kocaman bir çığlıkla sessizliği bozdu:
-Size ne yaptılaaaar?
Kimse bu çığlıktan rahatsız olmuyordu. Öğretmenler Üçlü Priz’i kollarından tuttu ve sınıfın dışına aldılar. Sırasıyla üçü de konuştu:
-Test kitaplarımızı orada unuttuk, dedi biri. 
Diğeri:
-Testlere dönmemiz lazım. Bizi meşgul etmeyin, dedi.
Üçlü Priz’in üçüncüsü:
-Bizi kurtarmaya mı geldiniz hocam, diyebildi fısıltıyla ve ekledi, ben sizleri çok özledim. 
Okul Müdürü daha fazla dayanamadı ve kurum yetkililerine giderek öğrencilerini sonsuza dek buradan almak istediğini söyledi. Yetkililer, ailelerle görüşmeleri gerektiğini dile getirdiler. 
Okul Müdürü hemen oracıkta üç veliyi de aradı ve kuruma davet etti. Kurum yetkilisi Üçlü Priz’in kuruma başlarken imzalanan belgeleri çıkardı ve:
-Kurumumuzun şimdiye kadar çocuklarınıza verdiği eğitimin karşılığı olarak ödeme yapmanız gerekiyor, dedi. 
Veliler, çocuklarının sağlığının burada bozulduğunu dile getirdi. Sözleşme iptal edilmezse sağlık kurumlarından rapor alarak kurumu mahkemeye vereceklerini söylediler. 
Kurum, bu durumun olumsuz bir reklama sebep olacağı düşüncesi ile sözleşmeyi iptal etti. 
Ertesi gün Üçlü Priz eski okullarına döndüler. Arkadaşları, öğretmenleri ile konuştukça usul usul eski günlerine dönmeye başladılar. Arkadaşlarıyla konuştukça, oynadıkça, yaramazlık yaptıkça gözlerinin daha iyi görmeye başladığını fark ettiler ve gözlüklerden kurtuldular. 
Yine üç kişilerdi ama artık bela değillerdi çünkü arkadaşları da öğretmenleri de hatta aileleri de onları bela olarak görmüyor, neşe kaynağı olarak düşünüyorlardı. 

30 Ekim 2024 Çarşamba

BELKİ

ZEYNEP AKBULUT

Herkes iyi olduğunu söyler
Herkes iyilik yaptığını düşünür
Fakat iyilik farkında değildir bunun
Kötülük ise sessizce kenarda
Olan biteni seyreder

Kimse kötüyüm demez
Kötülük yaptığını bile düşünmez
Kötülük, sözlüklerde aranır çoğu zaman
Ya da başkalarının hayatında

Oysa iyi de senin içinde 
Kötü de
İyi de sensin 
Kötü de sensin belki de

BÜYÜK DEĞİŞİM

Zeynep Akbulut


Hiçbir şey değişmiyordu. Günler hep birbirine benziyordu. Ara sıra derin bir nefes alıyordum, sonra yeniden bir koşunun içinde buluyordum kendimi. Her şey üst üste geliyordu. Bitmeyen işler, yapılması gereken şeyler, yetiştirilmesi gereken ödevler, ev temizliği, akrabaların gereksiz ziyaretleri… Bazen bir film arası gibi her şeye ara verdiğim dönemler oluyordu fakat çabucak bitiyordu bu süre ve yeniden kendimi aynı kaosun içinde buluyordum. Hiç bitmeyen mesajlar, aramalar, yol ortasında hâl hatır sormalar… Usanmıştım durmadan tekrar eden bu olayların içinde. Yarın ne yaşayacağımı biliyordum mesela; okula git, sınava gir, ummadığın soruları karşında gör, eve dön, ders çalış, yine sınava gir. Sonraki gün ne yaşayacağımı da biliyordum. Hatta sonraki haftaları, ayları da biliyordum. Bunları düşünmek beni yoruyordu. Yapmam gereken işlerden daha çok yoruyordu. 
Yine nasıl geçeceğini bildiğim bir sabahtı ve yola çıkmıştım. Az sonra yanımdan başka bir okulun öğrencisi geçecekti. Her sabah aynı yerde, aynı saatte karşılaşıyorduk onunla. Adını bilmiyordum ama mavi çantası hep sırtındaydı. Kocaman kulaklığı hep kafasındaydı. Ne dinlediğini bilmiyordum ama kendini çok kaptırdığı belliydi. Mutlu olduğu da belliydi. Belki de uyuşmuş olmanın verdiği bir mutluluktu bu. Müzikle, derslerle, arkadaşlarıyla uyuşan biriydi belki de. Yalnız o mu? Etrafımdaki çoğu arkadaşım da onunla aynı özelliklerdeydi. Tebessüm etmiyorlar, kahkaha atıyorlardı. Biri sendelediğinde ya da başından bir olay geçtiğinde herkes gülüyordu. Sadece ben gülmüyordum. 
Yola çıkmıştım ve okuluma doğru bu düşüncelerle ilerliyordum. Havanın farklı olduğunu hissettim nedense. Hava değişikti ve içimde garip bir koşma isteği vardı. Kendimi zor tutuyordum. İlk kez kuş seslerini duydum. Beni mest eden kuş seslerini. Kuş seslerinin geldiği ağaçlara baktım. Ağaçlar bir gecede büyümüş gibiydi. Yalnızca ağaçlar mı? Kaldırımlar yükselmiş, yollar kocaman olmuştu. Ezberden bildiğim bir yoldu burası fakat sanki onlarca kat büyütülmüş gibiydi her şey. Kuşlar, beni davet ediyor gibiydi yanlarına. Birkaç ağaca tırmanmaya bile çalıştım fakat kuşlar uçtu gitti. Kocaman bir sineğin gürültüsünü duydum ve sineğe bakarken ağaçtan düşüverdim. Neyse ki bir yerim acımamıştı. Kendimi hayli çevik ve atılgan hissediyordum. Bu sırada sırtımda çantamın olmadığını fark ettim. Belki de yola çıktığımdan beri kendimi bu kadar hafif hissetmemin sebebi buydu. Bambaşka bir dünyaya gelmiş gibiydim. Yaşamak bu kadar keyifli ve hayat bu kadar güzeldi de neden ben daha önce fark etmemiştim? Belki de her sabah gördüğüm mavi çantalı öğrenciye benzemiştim artık. Okula gitmek hiç cazip gelmiyordu fakat yine de gitmeliydim. Kuşlar sürekli ötüyordu, kocaman sinekler ya da arılar yanımdan gelip geçiyordu. 
Okulun önüne yaklaştığımda okulumuzun kedisi Selçuk’la karşılaştım. Her zamanki gibi bakmıyordu. Biraz tehditkâr bakıyordu bana. Üstelik bir gecede nasıl bu kadar büyümüştü? Neredeyse benim kadar olmuştu. Yaklaştığım anda garip sesler çıkardı ve bana saldırmaya kalkıştı. Zaten onunla uğraşacak vaktim de yoktu. Okul kapısından içeri girdim. Kuşlarla, sineklerle uğraşırken okula geç kalmıştım. Bahçede kimsecikler yoktu. Merdivenleri hızla çıktım, tam içeriye girecektim ki nöbetçi öğretmenlerden biri beni ensemden yakaladı. Öğretmenle göz göze geldiğimizde tanıdım onu. Dev gibi görünüyordu bana öğretmenim. Tek eliyle beni merdivenlerin aşağısına bırakırken bir yandan şöyle diyordu:
-Selçuk yetmiyormuş gibi bir de sen mi çıktın başımıza. Burada senin için ders yok. Haydi, geldiğin yere git. 
Bu söylenenlerden bir şey anlamamıştım. Selçuk, bahçenin dışında bana kızgın kızgın bakıyordu. Yoklama alınmadan sınıfa girmem yazımdı. Birkaç kez daha şansımı denedim fakat bu kez koridorda başka bir öğretmen beni yakaladı. O da ensemden tutarak dışarıya bıraktı. Kapıyı kapatırken söylediği sözler, olduğum yere yığılmamı sağlayacak cinstendi:
-Okul değil kedi bahçesi. Biri bahçenin dışında bekliyor, birini koridordan dışarıya ben atıyorum. 
Bahçenin dışında bekleyen Selçuk’tu. Koridordan dışarıya attığı galiba bendim. Tüm bunların nasıl olduğunu anlamıyordum. 
Her şey değişmişti. Her şey…
-


KAHKAHA

Zeynep Akbulut

Bulutlar ne kadar güzel görünürse görünsün
Ben o kadar bir geç kalıyorum aslında
Yarın gidip oturmam gereken sıraya
Bungunum 
Dışarda hiç dinmeyen çocuk sesleri
Kocaman bir dünyayı paylaşıyorlar gibi

Kemençe havası doluyor odaya
Bir bardağın sessiz sessiz soğuyuşunda
Bir mikrofon, bir ekran
Bu karanlıktan çıkıyorum sonra
Matbaalar her şeyi basıyor
Kahkaha hariç
En çok ona ihtiyacım var oysa

27 Ekim 2024 Pazar

İLELEBET CUMHURİYET

Mehmet Çınar 

Kuruldu Cumhuriyet
29 Ekim 1923’tü tarihi
Eklendi Anayasa’ya
İlk kez laiklik ilkesi

Okunması zordu
Osmanlıca yazının
Bu dönemde getirildi
Yeni Türk alfabesi

Karışırdı isimler
Yoktu soyadı
Yeni Soyadı Kanunu’yla
Lakaplar bile kalmadı

Hak ve özgürlükleriyle
Eşitlik sağlandı
Erkek ile kadın arası
Ayrımcılık kalmadı

Eşitlikle, yenilikle
Hep yaşasın Cumhuriyet
Herkes mutlu olsun diye
İlelebet, Cumhuriyet