11 Ocak 2025 Cumartesi
KOCA AĞAÇ
Üner Taha Aydemir
Yine buradayım karşındayım
Koca ağaç acımasız ve heybetli
Geriye sadece ben mi kaldım
Neden çağırdın beni
Mahkûmun kaçmasını engellemenin
En iyi yolu
Öğrenmemesidir demiştin
Zindanda olduğunu
Peki ben neredeyim koca ağaç?
Çok soğuk üşüyorum
Hava değil soğuk olan
İnsanlar ve hayat
Geriye sen kaldın soğuk olmayan
Onlar da istiyor aslında
Beni bitirmeyi
Sinsice ama
Değiller senin gibi
Karşındayken kifayetsiz kalıyor kelimeler
Sadece gürültüden ibaretler
İnsanın sevdiğinin yanında
Gerek kalmaz konuşmasına
Ama ben seni seviyor muyum acaba
Duygularımı anlatacak kadar efsunlu değildi
Belki de kelimelerim
Fakat ruhunu sallayacak kadar
Derindi hissettiklerim
Karşındayım koca ağaç
İşte burada
Cevap vermek için kaçınılmaz olana
Sormuştun bana
Ne için varsın bu dünyada
Ama hakiki bir soru kalkmaz ortadan
Bulunmuş bir cevapla
Sakın kızma bana
Artık haiz değilim duygulara
Senden bana umut değil
Elem inecek
Galiba beni sen değil
Hissettiklerim bitirecek
SORULAR
Ayşegül Yıldız
Aklımdaki sorular hiç bitmiyor
Birine cevap bulsam
Diğerine bulamıyorum
Günün herhangi bir saatinde
Kendimi soruların içinde buluyorum
Bir gün bitecek mi sorularım
Bu da bir soru
Cevabını bilmiyorum
OYUN
Eymen Çam
Her şeyin bir anlamı olduğunu söylüyorlar
Bazı şeylerin anlamını bulamıyorum
Mesela arkadaşlarımla oynadıktan sonra
Oynadığımız şeyleri düşünüyorum
Gülüyorum
Anlam veremiyorum
Oyunların anlamı ne
Bir türlü çözemiyorum
Yine de kendimi oynamaktan beri tutamıyorum
Anlamak için kafa yoruyorum
Kafamın boşa çalıştığını görüyorum
Oyunların anlamını
Sadece oynarken buluyorum
ARKADAŞ
Yusuf Kerem Acar
Arkadaştan yana bahtım çok açık
Her yerde var bir arkadaşım
Ama hepsi aynı değil
Kimileriyle uzak kimileriyle yakın
Mahallede olan arkadaşlarım haftada bir
Okulda olanlarla her gün görüşüyorum
Onlar benimle görüşmekten mutlu mu bilmem
Ben onları gördüğümde seviniyorum
Bir de ağabeyim var evde
Arkadaşım değil ama arkadaştan farksız
Onunla da güzel vakit geçiriyorum
Düşünüyorum o olmadan
Hayat ne kadar olurdu tatsız
Arkadaşsız hayat düşünemiyorum
Yalnız bir çocukluk yaşayanlara
Sabırlar diliyorum
YAZAMIYORUM
İsmet Çınar Altuntaş
Bazı zamanlarda yazmak için
Bir şeyler bulamıyorum
Düşünüyorum, taşınıyorum
Arkadaşlarımın yüzüne bakıyorum
Hiçbir şey gelmiyor aklıma
Şaşıyorum
Oysa yazmak istemediğim zamanlar
Ne çok şey geliyor aklıma
Diyorum ki bundan bir hikaye çıkar
Ya da bundan bir şiir yazılır
O esnada derslerimi hatırlıyorum
Oturup ödevlerimi yapıyorum
Yazmak istediğim zamanlar ise
Yazamıyorum, yazamıyorum, yazamıyorum
SAÇSIZ OĞLANIN ANASININ MASALI
NURGÜL ASYA KILCI
ZEYNEP YURTTAŞ
KAAN ERDOĞAN
MEHMET ZAHİD ÖKTEN
TAHA METİN YILDIRIM
SELİM KURT
TUNAHAN CEYLAN
"Lipogram yazı tekniği ile oluşturulmuş deneysel hikâye"
Masal kahramanı olup çıkmıştı hayırsız dazlak oğlu. Gittiği diyarlarda onun masalları anlatılıyordu durmadan. Bir varmış bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş… İnsanlar bu anlamsız söz yığınlarını abartarak dinliyordu. Oğlunun hayırsız biri olduğunu anlatamıyordu. Saçları yoktu oğlunun doğduğu zamanlarda. Sonraları da hiç çıkmamıştı. Saçsızdı oğlu. Saçlarının olmaması ona bu ünü sağlamıştı biraz da.
Masal kahramanıymış, anasına hayrı olmayan kahraman olur mu? Akrabaları dahi bu yalana inanmışlardı. Çok şanslı bir ana olduğuna ikna olmuyordu bir türlü.
Bu saçsız oğlanın anası hasta mı sağ mı, soran yoktu. Aş yapanı var mı, yok mu soran olmazdı. Sağda solda onun saçmalıklarını anlatıp kahkaha atıyorlardı yalnızca. Saçsız oğlunun sırma saçlı bir kızla olan masalı da uydurulmuştu son zamanlarda. Bu masalları anlatanlar onun için iyilik yapmıyordu. Bir saçsız oğlanın hayırsızlığı arttıkça artıyordu bu anlatılan olaylarla. Masal kahramanı olmak, bu kadar basit bir işti galiba.
Onun masal kahramanı olması kâfi olmadı, Karakaçan da olaylara karışmaya başlamıştı. İşin ucu bir gün garip anasına kadar ulaşacaktı. Korkusu buydu, bir masal kahramanı olmak. O masalda olumsuz bir kişi olarak bulunmak. Çılgın, saçsız oğlunun saçmalıklarına göz yuman bahtsız bir ana olarak bakmazdı anlatılanlara insanlar. Saçsız oğluyla imtihan oluyordu galiba. Onun saçsız olması azmış gibi anasının da saçları dökülmüştü sonunda. Dazlak oğlanın masalları anlatılacak ama saçsız anasını hatırlamayacaktı çağlar boyunca insanlar. Dazlak oğlanın anasının aklını zorlayan bin kadar soru vardı fakat umursamıyordu masal anlatıcılarının yazdıklarını.
F KLAVYE
NURGÜL ASYA KILCI
ZEYNEP YURTTAŞ
KAAN ERDOĞAN
MEHMET ZAHİD ÖKTEN
TAHA METİN YILDIRIM
SELİM KURT
TUNAHAN CEYLAN
Fatih’i düşünüyordu son zamanlarda durmadan. Fırından gelirken yine aklına gelmişti birdenbire. Farkında değildi bu durumun. Fayansların onarılması gerektiğini de unutamıyordu. Furkan, bu işten anladığını söylüyordu ama ona inanmamıştı. Far temizliği yapıyorum diye arabanın farını kırmıştı en son. Fakat fayans başka bir konu diyordu. Füze gibi ilerleyerek evine ulaşmıştı. Fakir biri değildi aslında ama yine de evi hayli eskiydi. Fasulye yemeğinin yanında yaptırdığı pideler iyi gidecekti. Fransa-Türkiye maçına saatler kalmıştı ve heyecanlanıyordu. Frankfurt’ta yapılacak maça keşke gidebilseydi belki oralarda Fatih’in izlerine de rastlardı. Faydasız biriydi belki de, öyle söylüyorlardı ona ancak o olmasa şimdi fırından kim ekmeği getirecekti. Fazla düşünmemeliydi, hayatı belki de bundan dolayı bu hâle gelmişti. Fatura almayı unutmuştu fırından ama zaten fırınlar fatura vermiyordu ki… Fesleğenli balık olsaydı şimdi fasulyenin yanında ne kadar da hoş olurdu ama aklına daha önce gelmemişti. Fırsatı olmamıştı başka bir yemek yapmak için. Fokur fokur kaynayan tencereye son kez baktı ve yemeğin piştiğini düşündü. Fincanla biraz su ilave etmenin iyi geleceğini düşünerek pişmeye devam eden yemeğe bir fincan soğuk su ilave etti. Fıkra dinlemeyeli çok vakit geçmişti. Fay hattı geçiyor muydu evlerinin altından? Ferdi Tayfur öldü, diyorlardı son günlerde. Fethetmek nasıl bir duygu olmalıydı İstanbul’u. Festivali yapılmalıydı İstanbul’un fethinin. Fıstık gibi küçük bir şehirdi İstanbul haritada bakınca. Filleri var mıydı Fatih’in Timur’un ordusunda olduğu gibi. Fiiller konusunu unuttuğunu hatırladı, zaten son zamanlarda fiil yerine eylem diyordu öğretmenleri. Fermanlarını düşündü Fatih’in, kaç kez ferman yayımlamıştı acaba? Fetret Devri’nden Osmanlı ne zaman kurtulmuştu? Felaket şeyler geliyordu düşündükçe aklına. Feci şeyler geliyordu. Fermuarını açmadan montunu çıkardı, çıkardığı yalnızca montu değildi aklının da fermuarının açıldığını hissediyordu. Fevkalade bir yemek yapmıştı kendisine. Fıldır fıldır gözleri döndü yemeğe bakınca. Fiyatı iyice artmıştı dışarda yemeklerin, ev yemeği yemesi gerekiyordu. Film izlemeliydi yemekten sonra. Fikir, akıl kalmamıştı başında. Fotoğraflar üst üste geçiyordu beyninden. Format atması gerekiyordu beynine. Fatih’i düşünüyordu son zamanlarda durmadan. Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın, diyerek yemek masasına oturdu.
BEN
Beste KAYA
1. Bölüm: Kreş
Nihayet dört yaşıma girmiştim. Kreşe başlayacaktım ve o gün gelmişti. Kreşin ilk günüydü. Annemle kreşe gittik ama o içeri girmedi. Beni bırakıp gitti. O da üzülmüştü beni kapıda bıraktığına ama olması gereken buydu. Öğretmen kadındı. Beni diğer çocukların yanına götürmek amacıyla kucakladığında ona kızgınlıktan vurdum. Canının acıdığını düşünerek üzülmüştüm ama o beni annemden ayıran kişiydi. Bu hareketi kreşe devam ettiğim sürece tekrar ettim hep ama öğretmenim bu duruma alışıktı. Zaten benim gibi küçük bir çocuğun vurması ne kadar acıtabilirdi ki? İçeriye girdiğimizde diğer çocuklar kahvaltı yapıyordu. O gün okulda hiçbir şey yememiştim. Kahvaltı bittiğinde sınıfa gitmiştik. Resim yapıyorduk. Ben kendimi çizmiştim. Saçları uzun ve süslü elbiseli bir kız… Herkes çok kötü resimler çizmişti ama benim resmim çok güzel olmuştu. Uyku zamanı gelmişti. Tüm sınıf uyuyordu ama ben uyumuyordum. Yabancı bir yerde kim uyuyabilir ki? Bütün yıl böyle geçmişti ve okulun son günü gelmişti. Kreşe geldiğim her sabah öğretmenime vurmak bende alışkanlık olmuştu ama o sabah bu hareketi yapmamıştım çünkü çok uslu bir çocuk olmuştum. Annem gün sonunda beni almaya gelmişti. Anaokuluna gitmeye başlayacaktım.
SICAK BİR DOSTLUK
Doğa Uzunpınar
Soğuk bir sonbahar günüydü. Yapraklar sararmış, ağaçlar kurumaya başlamıştı. Elida, evindeki şöminenin önünde televizyon izliyordu. İzliyordu izlemesine ama çok uzun süredir ekranın başından kalkmıyordu. Annesi Elida’nın çok uzun zamandır televizyon izlediğinin farkındaydı:
-Elida, sence de çok uzun zamandır televizyon izlemiyor musun, diyerek kızını uyardı.
Elida, kapıdan onu izlemekte olan annesine baktı:
-İyi ama televizyon izlemek dışında başka ne yapabilirim ki?
-Mesela dışarı çıkabilirsin.
Elida, şöminenin çaprazındaki cama, sonra da annesine baktı. Annesi ona gülümsüyordu. Oflayıp puflaya da olsa Elida sonunda kalktı ve odasına gitti. Üstünü değişti, montunu giyindi ve dışarı çıktı. Ona göre yürüyüş yapmak, hem yorucu hem de sıkıcıydı. Aklından bunları geçirirken yürüyüş yapacağı parka ulaştığını fark etti. Parka girdi ve yürümeye başladı. Ayağının altındaki yaprakların çıkardığı hışırtılar Elida’nın yüzünde gülücükler oluşturuyordu. Rüzgarın uğultusu sanki onunla konuşuyordu. Aslında yürüyüş yapmak zevkli gelmeye başlamıştı. Tam o sırada ani bir fırtına çıktı. O kadar çok üşümüştü ki parkın içindeki kafeye doğru koşmaya başladı. Elida donmadan kafeye varmıştı. Artık üşümüyordu. Etrafa bakındı, camın önünde oturmuş bir kız gördü. Kız cama dokunuyor ama bir yandan da üzgün görünüyordu. Elida o kızın yanına gitti. Kız siyah bir gözlük takıyordu. Merhaba, dedi Elida o kıza. Kız da aynı şekilde karşılık verdi.
-Ben Sıla, senin adın ne, diye bir soru sordu.
-Ben Elida, tanıştığıma memnun oldum.
Kızın yüzü biraz da olsa gülmüştü.
-Neden üzgünsün, dedi Elida.
-Keşke senin gibi görebilsem, diyerek Elida’nın sorusunu cevapladı Sıla.
Elida anlamıştı. Sıla görme engelliydi ama ne yapacaktı? Ne yapması gerekiyordu?
-Hımm… bu kötü bir şey olmalı. Umarım bundan sonrasında her şeyi görebilirsin.
-Umarım, dedi Sıla.
Yine üzgündü. Elida Sıla’ya:
-Konuşarak oynanan çok güzel bir oyun biliyorum, oynamak ister misin, dedi.
-Olur, diye karşılık verdi Sıla.
İşte o gün Elida ile Sıla en yakın arkadaş oldular. Dışarda fırtına devam ediyordu ama sıcacık bir dostluk başlamıştı. Engelsiz bir dostluk.
İLKBAHAR
Elif Serra Yıldırım
Yemyeşil ağaçlar
Toprak kokan sokaklar
Islak asfaltlar
Bunun adı ilkbahar
Çiçek açan bitkiler
Taptaze meyveler
Çiçekler ve böcekler
Bunun adı ilkbahar
YAZ
Doğa Uzunpınar
Yaz eğlence demektir
Mutluluğun ikinci ismidir
Okulun sona ermesiyle
İki ay bitmeyen bir süredir
Dondurma mevsimidir
Çocukların eğlencesidir
Anlatması çok zor olan
Zevkli geçen bir süredir
OKULUN İLK GÜNÜ
Elif Naz Özden
Birinci sınıfa yeni başlamıştım. Lavaboya gitmek için öğretmenden izin aldım. Lavabodan çıkarken iki arkadaşıma rastladım. Bu arkadaşlarımı anasınıfından tanıyordum. Bana
-Elif Naz, gel sana gizli yerimizi gösterelim, dediler.
Ben de derste olduğumuzu unutup onların peşine takıldım. Okuldan birlikte çıktık ve okulun arkasına doğru yürüdük. Küçük bir merdiven vardı ulaştığımız yerde. Merdivenden inince küçücük bir odayla karşılaştık. Burada bir kablo vardı. O kabloya asıldık, çekiştirdik. Hemen yan tarafta duran kapıyı açmaya çalıştık ve tekmeledik. Bir anda isimlerimizle bize seslenildiğini duyduk. Oradan çıktıktan sonra aklıma derste olduğumuz geldi ve arkadaşlarımın sınıf öğretmeniyle benim öğretmenimin bizleri aradığını fark ettik. Okulun önüne ulaştığımızda öğretmenim beni kolumdan tutarak sınıfa götürdü. Sınıfa girince bana biraz kızdı. Haklıydı aslında. Bana orasının kazan dairesi olduğunu söyledi. Yaptığım şeyin düşüncesizce olduğunu o anda anladım. Bilmediğim bir yere üstelik ders saatinde lavaboya gitmek için izin alarak gitmiştim. Arkadaşlarımın aklına uymuştum.
Arkadaşlarım, orasının gizli yerleri olduğunu düşünüyordu, demek ki sürekli gidiyorlardı oraya. Onların öğretmeni nasıl bir tavır sergiledi bilmiyorum ancak okulun daha ilk gününde yaşadığım bu anıyı hiç unutmuyorum.
ÜŞENGEÇ BANU
Ahu Lina Deniz
(Misafir Yazar)
Bir zamanlar çok uzaklarda bir ülkede Banu adında bir kız yaşarmış. Banu üşengeç biriymiş ve her şeyi yapmaya erinirmiş. Tüm işlerini Banu yerine annesi ve babası yaparmış ve bundan şikayet etmediği gibi rahatsız da olmazmış.
Aradan yıllar geçmiş. Banu’nun çocukluğundaki bu haller hiç değişmemiş ve nihayet bir genç kız olmuş. Sonunda evlenme çağı gelmiş ve evlenmiş. Banu evlendikten sonra da aynı üşengeçliğe devam etmiş. Hiçbir işini yapmıyormuş.
Banu’nun eşi bir gün ormana avlanmaya gitmiş ve elinde bir ördekle dönmüş fakat eve geldikten sonra çantasını ormanda unuttuğunu fark etmiş ve ördeği eve bırakarak koşa koşa ormana gitmiş. Bu esnada kapı çalınmış. Banu, üşengeç olduğu için yerinden bağırmış:
-Kimsin, kim o?
Ses gelemeyince söylenerek yataktan kalkmış ve kapıyı açmış. Kapıda bir kadın görmüş. Kadın Banu’ya:
-Biraz ekmek alabilir miyim, demiş.
Banu:
-Mutfakta biraz olacak, demiş.
Kadın şaşırmış bu sözlere çünkü Banu yeniden yerine geçmiş, yatmış. Kadın içeri girince kazanda ördeği görmüş. Hemen şöyle bir türkü söylemeye başlamış:
Açtım kapıyı ekmek almaya
Gittim mutfağa
Ördek vak vak
Banu, bu sözlerden bir şey anlamamış. Kadın daha sonra sessizce evden ayrılmış.
Bir süre sonra Banu’nun kocası eve gelince ördeği görememiş. Eşine:
-Buraya, bir kazanın içine bıraktığım ördek şimdi nerede?
Banu olanları anlatmış ve kadının söylediği türküyü kocasına anlatmış. Kocası durumu anlamış. Ördeği kadının götürdüğünü düşünmüş.
Banu ile saatlerce konuşmuş. Onun üşengeçliği yüzünden aç kalacaklarını söylemiş.
Banu, o günden sonra sorumluluklarını yerine getirmeye çalışmış. Önceleri biraz yoruluyormuş ama zaman geçtikçe bu işten zevk almaya da başlamış.
Birgün eşiyle birlikte anne babasını ziyarete gitmiş. Anne babası yine her işi kendileri yapacakken Banu:
-Hayır, demiş. Eski Banu artık yok. Bütün işleri ben yapabilirim. Hatta sizin işlerinizi bile.
GÜNEŞ, AY ve İNSANLAR
Gamze Sena Kuyucu
Bilir herkes güneşin tanımını
Samanyolumuzun tek yıldızı
Biliyor herkes ayın tanımını
Dünyamızın tek uydusu
Ama bana göre öyle değil
Yazın yakınırız
Hava sıcak niye çok güneş var diye
Kışın yakınırız
Hava çok soğuk, niye güneş yok diye
Olsa da olmasa da
Yaranamaz güneş bize
Güneşin batmasını bile zevkle izler insanlar
Kilometrelerce yol kat ederler
Oysaki güneşin doğuşunu
İzlemek için tatlı uykularından
Vazgeçemezler
Ben kimseyi gündüz
Güneşi izlerken görmedim
Güneşi düşünerek izlerken görmedim
Oysaki ay öyle mi?
Gece huzur bulur insanlar
Saatlerce gökyüzüne
Aya bakarlar
Ay azıcık bulutların arkasına geçse
Üzülür herkes
İşte böyledir insanlar
Bazılar güneş, bazıları aydır
Güneşler ne yaparlarsa yapsınlar
İnsanlara yaranamazlar
Herkes onun batmasını ister
Çok değerli olsa bile
Ayları ise herkes sever
Severek izler
Bir şey yapmasalar bile
TATİL ÖDEVİ
FATMA BEREN KARATEPE
AGAH TAHA TEMİZKAN
ELA EYŞAN POLAT
AMIRHOSSEIN HAMEDISHAHRAKI
ELVİN RANA PELİT
ATAKAN KIVANÇ AĞCA
GAMZE SENA KUYUCU
ZÜMRA ŞAHİN
Nihayet okulun ilk dönemi sona ermişti. Melih, Melisa ve Merih aynı sınıfta okuyan üçüz kardeşlerdi.
Melih, Melisa ve Merih’ten iki dakika daha büyüktü. Bu yüzden kardeşlerinden kendisine ağabey demelerini istiyordu oysa onun boyu diğerlerinden daha kısaydı.
Melisa iki erkek kardeşinin arasında büyüdüğü için onlara benzemişti. Onlarla aynı oyunları oynuyor hatta aynı kıyafetleri giyiniyordu. Sadece saçları uzundu kardeşlerinden.
Merih, üç kardeşin en afacan olanıydı. Yerinde durmak bilmiyor, mutlaka başına bir bela açıyordu her seferinde. Diğer kardeşleri sayesinde başına açtığı belaları savuştursa da bu, her zaman kolay olmuyordu.
Okulun ilk dönemi sona ermişti. Üç kardeşin de not ortalaması aynıydı sorun yoktu fakat tatil için verilen ödevler şimdiden yığılmıştı. Bu ödevler yaz tatilinde bile yetişmeyecek türdendi. Türkçe öğretmeni 10 kitap vermişti okunması için. Matematik öğretmeni her gün 100 soru çözmelerini istemişti. Fen bilgisi öğretmeni 10 deney vermişti evde yapılmak üzere. Beden eğitimi öğretmeni bile ödev vermişti: Günlük 30 dakikalık koşu. Resim öğretmeni, suluboya, pastel ve yağlıboya tabloları istemişti beşer tane. Bu kadar ödev üç öğrenci tarafından üstelik aynı evde yapılacaktı. Bu, çok da mümkün görünmüyordu. Üç kardeş, öğretmenlere bu ödevleri üçe bölüp bölemeyeceklerini sordular fakat olumlu bir cevap alamadılar. Çaresiz bu işlerin hepsi yapılacaktı hem de iki hafta içinde.
Tatil, başlamadan zehre dönüşmüştü. Oysa tatilde sınırsız oyun oynayacaklardı. Kar yağarsa dışardan içeriye girmeyecek, kayak tesislerine gideceklerdi. Akraba ziyaretlerine gideceklerdi. Aylardır tatilde izlemek için film listesi yapmışlardı, akşamları bu filmleri izleyeceklerdi. Aylardır yemedikleri cipsleri ve kuruyemişleri tatil boyunca tüketeceklerdi. Şimdi ise önlerine okul döneminden daha yoğun bir tatil ödevi programı konulmuştu.
Karneler dağıtılmış ve tüm derslerin ödevleri hatırlatılmıştı yeniden. Hatta matematik öğretmeni şöyle demişti:
-Ödevini bitirmeyen pazartesi okula gelmesin ya da başka bir okula naklini aldırsın.
Karneleriyle eve gelen üç kardeş önce ödevlere başlamayı düşündü fakat erkendi. Birkaç gün sonra başlamak iyi fikirdi. Zaten aileleri de bir süre dinlenmelerini önermişti. En azından cumartesi ve Pazar günü dinlenmeliydiler. Okula ait her şeyi odalarından çıkardılar ve keyiflerince bir tatile başladılar. Tatilin ilk günü, ikinci günü, üçüncü günü, dördüncü günü… derken ödevler unutulmuştu bile. Ta ki son Pazar akşamına kadar. Tatilin son günü Pazar gecesi tam uykuya dalacakları anda Merih büyük bir çığlık attı:
-Ödevleri yapmadıııııııık!
Melih ve Melisa’nın bu çığlıkla uykuları kaçtı ve yerlerinden kalktılar. Bir süre ne yapacaklarını düşündüler ancak artık vakit çok geçti. Matematik öğretmeninin söylediklerini hatırladılar. Acaba yarın okula gitmesek mi, diye düşündüler. Bir diğer çözüm de okul değişmekti.
Çok fazla düşünmenin anlamı yoktu. Üç kardeş, kendi aralarında bir iş bölümü yaptılar. Matematik ve fen bilgisi ödevlerini Melih yapacaktı. Kitapları okuma işini Melisa yapacaktı. Merih, resim ödevlerini halledecekti. Beden eğitiminin ödevi kendiliğinden yapılmıştı çünkü günlerdir hareket halindeydiler; koşmuşlar, zıplamışlar, oynamışlardı.
Bütün gece ödevleri halletmekle geçmişti. Sabah güneş doğmak üzere iken üç kardeş de uykuya dalmıştı. Gözlerini açtıklarında öğlen vakti yaklaşmıştı. Anneleri kahvaltının hazır olduğunu söylüyordu.
Melih, Merih ve Melisa okul malzemelerini topladılar. Kahvaltı için vakit yok, diye düşünüyorlardı ki anneleri odalarına girdi:
-Tatil bitmeden ödevleri bitirmeyi düşündünüz demek, aferin.
Merih:
-Tatil bu sabah bitmedi mi anne, okulda olmamız gerekmiyor mu şu saatte, diye sordu.
Anneleri:
-Tatilin henüz bir haftası bitti ve ikinci haftasına yeni başlıyoruz, dediğinde Melisa takvime baktı. Anneleri haklıydı.
Bu yersiz telaşla ödevlerin neredeyse tamamı bitmişti hem de bir gecede.
İlerde bir hafta süreleri vardı. Bir hafta koca bir tatil.
Sayılı gün çabuk geçti. Bu bir haftalık tatil de su gibi aktı ve okullar açıldı. En azından ödevleri tamamlamışlardı. Acaba arkadaşları ne yapmıştı? Herkes onlar gibi üç kardeş değildi.
Okulun ilk günü büyük bir sessizlik vardı sınıfta. Önce matematik, sonra Türkçe, ardından fen bilgisi dersleri vardı. İlk ders matematik öğretmeni ödevlerin konusunu hiç açmadı. Öğrencilerden de kimse ödevlere dair bir şey söylemiyordu. Tam ders bitmek üzereydi ki Merih çılgın gibi parmak kaldırmaya başladı. Öğretmen söz hakkı verdi:
-Öğretmenim, çözmemiz gereken sorular vardı. Günde yüz soru çözecektik ve siz ödevlerini yapmayan pazartesi okula gelmesin demiştiniz. Ödevlere bakmayacak mısınız?
Bütün sınıf Merih’e kinle baktı. Sadece bütün sınıf değil Melih ve Melisa da…
10 Ocak 2025 Cuma
İYİYİM
İdil Karaman
Baskı ne diye sorabilen insan yaratır baskıyı
Cevabını bilmeyen insan bunu iliklerine kadar yaşamışken
En kötü ihtimalle bunu yaşadığını bilmiyordur
Daha kötü ihtimalle cevap vermesini engelleyen şey yine baskıdır
Bir iğnenin balona batması gibidir baskı
Ya o balonu paramparça eder
Ya da yavaşça havasını indirir öldürür
İyi bir ihtimal var mıdır? Sanmıyorum
Baskıyı hisseden insan içine kapanır
Pimi çekili bomba gibi ne zaman patlayacağı bilinmez
Ya dışarı patlar
Ya kendi içini parçalar
İçinde bıraktığı hasarı kaldırabilecek tek kişi o iken
İDEALE ULAŞMAK İÇİN GİDİLEN YOL
Ezgi Budak
Eğer var oluşunuz gerçekten umurunuzdaysa baskı nedir bilirsiniz. Baskı altında hissetmek bizi yorar ve yıpratır lakin bunu hissedebiliyor olmak, yaşamı kaale aldığınızı gösterir. Bu da kısmen iyi bir şeydir çünkü dünya üzerindeki onca televizyon arkasındaki dekoratif ledlerden biri değilsinizdir. Yine de hayatı fazla umursamak da iyi değildir çünkü her şeyin olduğu gibi bunun da bir yaptırımı vardır.
İnsan olarak doğruyu ve yanlışı yapma hakkına sahibiz beynin bazen bizi yanıltmasından dolayı. Belki de böyle bir beyne sahip olmak için doğmadan önce bir bedel ödemişizdir. -Yanlış anlaşılmasın ben insanı yüceltmiyorum, sadece sahip olduğumuz bu düşünebilme kabiliyetini övüyorum.- Bu bedel, mükemmeliyetçiliktir. -Televizyon arkası dekoratif ledlerden ibaret olmayan insanlara hitaben- Her insan mükemmellik çabasına girer. Yoksa bu beyinler peşimizi bırakmazlar. Ardımızdan koşarken “daha iyisi olabilirdi, çalışırsan olur, geliştirilebilir” gibi şeyler söylüyorlar. Bu amansız yankılar zar zor bizlere tutunmalarını sağladığımız fikirlerimizi de etkiliyor. Tıpkı havası bitince duvara tutunamayan vakumlu bir lif gibi. Bu baskı çağrıları fikirlerimizin vakumunun içindeki havayı sömürüyor. Yere düşünce de lif gibi kirlenmemesi gereken fikirlerimiz kirleniyor.
Belki ardımızdan çığıran bunca sesi kesmemiz mümkündür fakat bir de kesilemeyen tek ve en yüksek ses vardır: iç sesimiz. Henüz kimse iç sesinin uğultusunu kulağında duymamıştır ama iç sesimiz öylesine esnektir ki diğer herkesten gelen sesi içine katabilir. Tüm o gürültü, en nezih ortamı berbat eder: Nereye doğru evirildiği belirsiz beynimizi. Beyin bir kütüphanedir, milyonlarca kitap arasından doğru olanı seçmek için sessizlik gerekir. Ne var ki bu gürültüler kendinden zahmetli işi, daha da zahmetli hale getirir. Sürekli der ki “Mükemmel ol, yoksa bir hiç olursun.” Bu vaveyla tüm kitapları birbirine karıştırır ve bir şey bulunmasını imkânsızlaştırır.
Mükemmellik, bir tür idealdir. İdeal, tanım olarak takip edilen bir amaçtır, olmak için çalışılandır. Bu da demektir ki ideal, sonuç değil yolun kendisidir. Bizler bir ideali takip ediyoruz sanırken ideal, dolaylı olarak gelişiyordur. Yani ideal asla ulaşılamayacak olandır; ideal, kazanılacak olandır. Mükemmelliği ideal yaptıysanız ona asla ulaşamazsınız. Siz hedefinize yaklaştığınızı düşünürken hedefi olmayan bir yere gidiyorsunuzdur ama yolculuğu asıl anlamlı kılan yolculuktur, hedef değil. Mükemmele yaptığınız bu yolculukta yapılan her hata ve her başarı kazançtır.
“Hiçbir insan mükemmel değildir.” derler. Hayır, herkes mükemmeldir. –Bir kesim hariç, siz kimler olduğunu biliyorsunuz.- sadece bu kadar fazla insan ve bakış açısı olunca mükemmellik kelimesi de çok komplike bir hale geliyor. Bu yüzden mükemmelliği tam olarak tanımlayamıyoruz ve hiç kimse mükemmel değildir, deyip işin içinden sıyrılıyoruz.
Bırakalım kimse mükemmel olmasın. Bunun uğruna tek kullanımlık ömrümüzü verirsek hiçbir şey olamayız. Daha iyisi olmaya çalışmaz ve seslere takmazsak kütüphanede kitap bulması, okuması, yorumlaması daha kolay olur. Mükemmel olsanız bile o sesler asla susmayacaktır, susmazlar da. Zaten doğru ve yanlışımızın olması bizi mükemmel yapar. Yaptığımız işten gurur duyabiliyorsak gerisi önemli mi?
BİRİCİK GERÇEK
Akın Eliş
Dünyadayken kalbimiz attığında, vücutta yaşamsal faaliyetler gerçekleştiğinde hayattayız, diyoruz. Peki, ne kadar hayattayız? İnsanlar ölmekten korkar, ölünce yakınları üzülür. Peki ya ölünce gerçek hayatı gerçekten yaşayacaksak? Ya da hiçbir zaman ölmüyoruz, biz sadece öldüğümüzü zannediyoruz. Yaşamın normal bir parçası belki de ölüm, biz onu abartıyoruz. Ne zaman öleceğimizi de bilmiyoruz. Ölümün zamanını bilmek, ölümden korkanlar için zor olsa gerek. İnsanların geleceği bilme arzusu da galiba bu yüzden, yani ölecekleri zamanı görme çabasından kaynaklanıyor ancak insanlar farklı bahanelerle bu gerçek niyeti gizliyorlar. Aynı şekilde geçmişe gitme arzusu da özünde ölüm endişesinden kaynaklanıyor. Geçmişte yaptıkları ve pişman oldukları hataları geriye dönerek düzeltme çabası taşıyor bu niyetleri de. İşte yaşamın tek gerçeği ölümdür. Bir dine inanan ya da inanmayan herkes öleceğinin farkındadır. Peki ya şu an yaşadıklarımıza ne oluyor, anlık yaşanıp bitiyor mu her şey? Kayıp mı oluyor yaşananlar? Yoksa hâlen yaşandıkları yerde duruyorlar mı? Eğer yaşadıklarımı, yaşanan anda hâlen duruyorsa öldüğümüz an da hep orada ölüm anında kalacak ve yaşayacak. Ölüm işte böyle garip bir gerçek.
Aslında insanın dünyaya gelmesinin en büyük nedeni bir gün ölecek olmasıdır. Adına hayat dediğimiz şey, ölüm bizi buluncaya kadar ya da biz ona varıncaya kadar geçen süreden başka nedir ki? Kimi bu süreyi on yıllarla doldurur kimi ise üç beş yılla. Ölümün yaşı yoktur, zamanı ve yeri de yoktur. İnsanların en büyük çaresizliği de aslında bu yüzden ölüm karşısında.
Ölüm geldiğinde daha önceden kıymetli sayılan her şey değerini yitirir. Uğruna ömür harcanan her şey bir yalana dönüşür. Hatta sevgiler, akrabalık bağları bile ölümün önünde geçerliliğini yitirir. Belki de bu yüzden söylemiş yazar: Ölümün var olduğu bir dünyada hiçbir şey ciddiye alınamaz.
7 Ocak 2025 Salı
IŞIK HUZMESİ
Hayrettin Eymen
Karanlıkta ışık arıyor gözlerim
İğne deliği kadar bir ışık arıyor
Geleceğe dair bir umut
Bir gün olacağını söylüyor
Birden bir ışık huzmesi giriyor
Gözlerim bir anda mutlu oluyor
Bir de biliyor musun
Karanlık da ışık arıyor
SABIR
Salih Taha Balta
Peş peşe eklemişler hiç bitmiyor
Biri bitiyor diğeri başlıyor
Üç kitap önümde
Beş defter yanımda duruyor
Tam diyorum ki artık bitti hepsi
Uzanır dinlenirim biraz
Fakat bırakmıyorlar beni bana
Ders çalış, ders çalış, sınavın var diyor
Sivrisinek vızıltısı gibi saz
Çalışıyorum kalkıp saate bakmadan
Akıl kaybı yaşıyorum
Koşuyorum okula gece hiç uyumadan
Hurdaya dönüyorum
Sen sabır ver ya Rabbi
KAPI
Salih Taha Balta
Anahtar deliğinden bakıyorum
Kapının ardında ne var bilmiyorum
Az büyüse de görsem ardını
Ya da bir anahtar bulsam açsam kapıyı
Yine de tahmin ediyorum
Belki özgürlük
Belki de mutluluk
Belki kasavet
Belki hasret
Hepsi zaten bunların
Değil mi bir kapının ardında
ÜŞÜYORUM
Salih Taha Balta
Bilir misin gardaş Türk illerinde
Havada yıldızlar, dağda kar üşür.
A. Karakoç
Yorganıma sarılıyorum
Tül gibi incecik geliyor
Üşüyorum diyorum
Kimse üşüdüğümü bilmiyor
Oysa aylardan haziran
İnsanlar yorgansız yatıyor balkonlarda
Ben yine de üşüyorum
Temmuzda, ağustosta
Üşümek mevsimsel bir olay değil
İlgisi yok yaz aylarıyla
Dünyanın dört yanındaki yetimleri
Sahipsiz çocukları düşünüp
Üşüyorum
İSTEMİYORUM
Salih Taha Balta
Bugün son günüm belki de
İsteyip istemesem de
Ne diye zorluyorsunuz beni
Ben sürekli reddettikçe
Bugün son günüm değilse de
İstemiyorum gitmeyi buradan
Yollara düşmeyi
Özlemeyi
Hasret çekmeyi
Ya da yorgun düşmeyi
Ben mutluyum hayatımdan
Lütfen zorlamayın beni
ÜÇ KİŞİLİK BİR DÜNYA
Salih Taha Balta
Akşamın ilk saatleriydi. Üç kişiydik. Salih, Taha ve ben. Salih sürekli susuyordu. Taha, çok konuşuyordu ben ise yazıyordum. Salih’i konuşması için Taha sürekli teşvik ediyor fakat bir cevap alamıyordu. Ben, yazarak Salih ve Taha’ya örnek olmaya çalışıyordum ama ikisinin de bir çabası yoktu.
Taha; rüyasında konuşuyor, gerçek hayatta susuyordu. Salih ise gerçek hayatta konuşuyor, rüyasında susuyordu. Ben gerçek hayatta yazıyor, rüyamda konuşuyor, susuyor, gülüyor, ağlıyordum. En azından öyle olduğunu söylüyorlar çünkü gördüğüm hiçbir rüyayı hatırlamıyorum.
Akşamın son saatleriydi. Yazmayı bırakmam gerekiyordu. Salih’in susma vakti gelmişti. Taha’nın uyku saati gelmişti. Benim başka bir âleme geçme vaktim gelmişti.
HATIRAN YETER
Hayrettin Eymen
Güneşler ayı aylar güneşi izledi
Feryadınla yerler gökler inledi
Sesini duyanların ta kalbi titredi
Sen de bir gidecektin kimse bilmedi
Arkandan ağlayanlar sana sana dualar eder
Tüm Türkiye seni çok çok sever
Olsun
Bir gün gitsen bile hatıran yeter
HAYIRDIR İNŞALLAH
Salih Taha Balta
Mahzun gözlerle dışarıya baktı. Yağmur her yeri ıslatmış ve yağmaya devam ediyordu. Yağmurdan nefret ederdi. Yağmur onun için tüm felaketlerin sebebiydi. Yağmur, kötülüklerle gelirdi. Tarlalar berbat olurdu gereğinden fazla yağdığında. Toprak kayması olurdu, dereler coşar, sel çok şeyi sürükleyip götürürdü. Üstelik araç kazaları da artardı yağmurlu havalarda. Köyüne giden servisin içindeydi ve dışarıya bakarken aklına başka şeyler geliyordu. Yağmurdan daha kötü bir şey varsa o da kardı. Hayvanların yiyecekleri bile kar altında kalıyordu o yağdığında. Soğuk ve hastalık da cabası. Aslında sadece yağmurdan, kardan değil her şeyden nefret ediyordu. Kendinden bile. Her şeye suç bulmanın bir anlamı yoktu. Hele de insanların “rahmet, bereket” dediği şeylerden nefret etmesi anlamsızdı. Sorun kendisindeydi.
Bu düşüncelerle serviste ilerlerken yağmur şiddetini artırmıştı iyice. Servisin silecekleri yetersiz kalıyordu. Gök delinmiş gibiydi. Sanki binlerce hortum yukardan üzerlerine su tutuyor gibiydi. Yollar göle dönmüş, neredeyse servisin içine su dolacaktı. Yol görünmediği için araç sağa sola sallanıyordu. Dikkatle dışarıya baktığında yağmur damlalarının arasında kar tanelerinin de olduğunu gördü. Çok geçmedi ki yağmur, yerini kara bıraktı ve şiddetli bir tipi başladı. Yol, hızla kapanıyordu kardan. Az önceki yağmur yerini buza ve kara bırakmıştı yollarda. Aracın ilerlemesi iyice zorlaşmıştı. Kayarak ilerliyordu artık. Şoför aracı kontrol etmekte zorlanıyordu. Şiddetli ve uzun süreli bir kaymadan sonra servis yoldan çıktı ve uçurumda takla atarak yuvarlanmaya başladı. Yolcular aracın içinde sağa sola yuvarlanıyor, koltuklara tutunmaya çalışıyorlardı. Nihayet yuvarlanış bitti. Yolcuların her biri çığlık atıyor, sonra birer birer kayboluyorlardı. Şoför geriye döndü ve baktı. Hiçbir endişe yoktu yüzünde. Hatta kötü kötü gülüyordu. Araçta yalnızca o ve kendisi kalmıştı. Diğer insanlar aniden nereye gitmişti. Servisin camları kırıktı ama kapısı kapalıydı. Belki de pencereden yuvarlanmıştı diğer yolcular. Şoför hâlen gülüyordu. Yerinden kalkıp ona haddini bildirmeliydi. Bu işlerin sebebi oydu. Az daha dikkatli olabilirdi. Koltuklardan tutarak yerinden kalktı. Terlemişti. Bir şeyler söyleyecekti ki yatağında olduğunu fark etti. Sağa sola baktı. Pencereye baktı. Dışarda kar başlamıştı. Derin bir nefes aldı ve şükretti yaşadıklarının rüya olduğuna. Terli olmasına rağmen pencereyi açtı ve kar tanelerine doğru bakarak bağırdı:
-Hoş geldiniz… Bereket getirdiniz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)