zeynep ayten etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
zeynep ayten etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Şubat 2025 Çarşamba

SIRA

Zeynep Ayten

Sonunda sıramın geleceğini biliyordum ama çok da gergin değildim zaten. Elimde bir kitap ve bir kalem beklemiştim dakikalarca. Birkaç dakikalık bir işti benimki, sırada bekleyen diğerleri gibi dakikalarca sürmeyecekti.
Koridor uğultuluydu ve sıra bir türlü ilerlemiyordu. Diğer insanlar ne kadar da gamsız, dertsiz dolaşıyorlardı. Kiminin elinde yarım tost kiminin elinde meyve suyu, bazıları kol kola girmiş geziniyorlardı. İstasyon Caddesi değildi burası ama küçük bir cadde gibiydi. Sıram gelinceye kadar bir kenarda otursam, diye düşündüm fakat ya başkaları sıramı kaparsa? Kaç dakikadır bekliyordum, biraz daha sabretmeliydim. 
Gözümle bir yandan duvardaki saati süzüyordum. Eğer iki dakika içinde sıra bana gelmezse bırakıp gitmek zorunda kalacaktım. Tam ümidi kesecektim ki öğretmenim bana doğru gülümsedi:
-Soruna bakabiliriz zil çalmadan, dedi. 
Zil çalmak üzereydi ama sıra sonunda bana gelmişti. Soru çözme sırası… 

ŞİİR YANILSAMASI

Zeynep Ayten, Zeynep Akbulut

Radyo dinlemeyi pek sevmem ama sessizlikten de hoşlanmam. Odamda sessizliğin hınzır uğultusunu duymaya başlayınca radyo dinlemeye karar verdim. Oturduğum yerden usulca radyoyu açtım, bir şiir okunuyordu, ilk kez duyduğum bir şiir. Ne kadar da güzel bir şiir diye düşünürken son üç dize ile sarsıldım:
zeynep beni bekle mutlaka geleceğim
başladığımız filmi birlikte bitireceğiz
kim ne derse desin içimde delice bir his
Şiirin mutlaka öncesi de olmalıydı fakat son iki dize sanki bana verilmiş bir mesaj gibiydi. Şairini düşündüm. Belki de çoktan ölmüş bir şairdi. Zaten iyi şairler hep ölü değil miydi? Ya da şairler öldükten sonra mı şiirleri kıymetleniyordu? Bu şiir beni etkilemişti nedensiz yere. Radyoda saçma sapan şarkılar başlamıştı. Radyoyu kapatmak zorunda kaldım ve döndüm derslerimin başına. 
Ertesi gün sınava girecek bir öğrenciye yapılır mıydı bu: “Zeynep beni bekle mutlaka geleceğim.”
Tamam, beklemek sorun değildi ama ne kadar bekleyecektim, niye bekleyecektim, kimi bekleyecektim? Şayet gelirse bu şiirin sahibi ya da seslendireni onu nasıl tanıyacaktım?
Galiba çok ders çalışıyordum. Kendime gelmek için biraz dolaşmak iyi fikirdi. Toparlandım ve dışarıya çıktım. 
Akşam karanlığı çökmek üzereydi. İnsanlar eskiden telaşla evlerine giderlerdi bu saatlerde ama şimdi sanki herkes evine gitmek istemiyor gibi yürüyordu yollarda. Eskiden yollarda bu saatlerde sadece işten eve dönenler olurdu ama şimdi yollarda çocuklar, nineler, dedeler de vardı. 
Yürümeye devam ettim. Açık hava iyi gelmişti bana. Sokakta çocuklar saklambaç, hırsız polis oynuyordu. Bir pikaptan Eminağa acemaşiran saz semaisi duyuluyordu. Yürüdükçe tuhaf şeyler oluyordu. Alışveriş merkezinin önüne geldiğimde ayaklarım doğrudan radyo satılan bölüme beni götürdü. Daha önceden görmediğim radyolar vardı burada ve bir kısmı açıktı. Müzikler, haberler birbirine karışıyordu. Birinin yanına yaklaştım, galiba bir şiir programı vardı radyoda. Uğultular arasında dinlemeye başladım: 
her akşam koridordaki ayak sesleri
yanlış çaldığını zannetiğin telefon
zeynep beni bekle mutlaka geleceğim
hem bu ne ilk ayrılığımız ne de son
Yine aynı şiir olmalıydı dinlediğim. Bir saat önce beni evden çıkaran şiirdi bu. Yine beni bulmuştu hem de o kadar kalabalığın içinde. Şiirin devamını bekledim fakat gelmedi. 
Aynı günde iki kez üst üste aynı şiire rastlamak… Bu sıradan bir olay olamazdı. Bu şiiri bulmalıydım. En azından şairini öğrenmeliydim. Ders çalışmayı unutmuştum bile. Mağazadan çıkarak yakındaki kütüphaneye gittim. Kütüphane görevlisi kitapların arasında şaşkın şaşkın dolaştığımı görünce yanıma geldi ve aradığım bir kitap olup olmadığını sordu. Biraz mahcup ve endişeli cevap verdim:
-Zeynep beni bekle, kelimelerinin içinde geçtiği bir şiir duydum. Bu şiirin hangi kitapta ve hangi şaire ait olduğunu merak ediyorum. 
Görevli bir süre garip garip bana baktıktan sonra şiir kitaplarının olduğu rafları gösterdi. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamamıştım. Saatlerce bütün şiir kitaplarını didik didik ettim fakat ne şairi buldum ne şiiri. 
Tam kütüphaneden ayrılacaktım ki masalardan birinin üzerinde bir kitap gördüm: Elde Var Hüzün. Kitap sanki beni kendine çağırıyordu. Umutsuzca sayfalarını çevirmeye başladığımda nihayet şiiri bulmuştum. Görevliye giderek sevinç içinde kitabı bulduğumu ve ödünç alıp alamayacağımı sordum. Kütüphane üyeliğim vardı ve kitabı alarak eve doğru yürüdüm. Yol boyu ara sıra şiirimi açıp okuyordum. Bir kısmını ezberlemiştim bile. Eve ulaştığımda içimde hem heyecan vardı hem de mutluluk. Masamda ders notlarım ve kitaplarım beni bekliyordu fakat kitabı bitirmeliydim baştan sona. Bir bardak çay alarak masama döndüm, kitabı önüme koydum. Odamda sessizliğin hınzır uğultusunu duymaya başlayınca yine radyo dinlemeye karar verdim. İçimde garip bir ümit vardı, yine benim şiirim okunacak gibi bir duyguya kapılmıştım. Radyoyu açtım ve bir dakika sürmeden kapattım. Kitabı da kapattım ve derslerime döndüm çünkü bu kez okunan şiir şöyle başlıyordu: 
aysel git başımdan ben sana göre değilim
ölümüm birden olacak seziyorum
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
Sonsuza kadar şiir dinlememeye karar vermiştim. 


italik yerler attila ilhan'a aittir. 

ZAMANIN DURDUĞU YER

Zeynep Ayten

Gözlerinin derin yeşili miydi
Rüyalarda kaybolduğum ormanlar
Gözler ormana benzetilir miydi
Yoksa sevginden miydi bu olanlar

Kaşlarının karasıydı belki
Seni unutturmayan, beni yoran
Belki senin kadar sevdim bu derdi
Geceler boyu beni uyutmayan

Bir kez daha sen gülümsesen bana
Unuttursan tüm dertlerimi bir an
Yeniden yeniden âşık olurdum sana
Gülüşünle dururdu bize zaman

12 Şubat 2025 Çarşamba

ÖMRE BEDEL

Zeynep Ayten

Geceler boyu düşünürken seni
Yıldızlar şahittir duygularıma
Seni ilk gördüğümde ettin deli
Merhem yoktur senden başka yarama

Bir rüzgâr gibi gezersin ruhumda
Bulurum seni nefes aldığımda
Yüreğimde ateş yakan aşkınla
Her an ömre bedel bakınca bana

SINAV KÂĞIDI

 
Zeynep Ayten, Zeynep Akbulut

Alarm çalmaya başlamıştı oysa uyuyalı birkaç dakika geçmiş gibiydi. Gözlerini açmak, yataktan kalkmak istemiyordu. Bir hafta boyunca uyuyabilecek kadar yorgun ve uykusuz hissediyordu kendini. Alarmı el yordamıyla gözlerini açmadan kapatmaya çalıştı. Bu esnada uykusu da dağılır gibi olmuştu. İsteksiz, iştahsız, gözleri yarı kısık vaziyette okul hazırlıklarına başladı. Sabahları kahvaltı yapma alışkanlığını bu şehirle beraber yitirmişti. İştahı olmuyordu. Öğle vakti bir şeyler atıştırıyor ve akşam yemeği ile günü tamamlıyordu. Yüzünü yıkarken aynada kendine baktı bir süre. Yaşlanmış gibi görünüyordu ya da bir farklılık vardı yüzünde. İnsan kendine yabancı olur mu? Sanki bir yabancıydı aynadan ona bakan. Anlayamadı. Belki de yorgunluktan gözleri iyi seçemiyordu kendini. Belki de ayna kirliydi. Belki lamba zayıflamıştı. Daha fazla düşünmeden kıyafetlerini giyindi ve dışarıya çıktı. Hava aydınlanmıştı ve soğuktu. Gece hayli kar yağmıştı ama yollar açıktı. Birkaç saniyeliğine üşüdüyse de sonradan kendine geldi. Ayakları kendinden bağımsız hareket ediyor gibiydi. Kuş gibi hafif hissediyordu kendini. Yürüdükçe yürüyesi geliyordu. Hatta ayıplayan olmasa koşacak kadar kendini iyi hissediyordu. Oysa ne kadar da az uyumuştu ne kadar da yorgundu yarım saat kadar önce. Bu saatlerde hiç acıkmazdı ama acıktığını hissetti. Yeniden kahvaltıyı alışkanlık haline getirmesi gerekiyordu. 
Bu düşüncelerle okuluna ulaştı. Yollar daha önce olmadığı kadar tenhaydı. Okul da hayli tenhaydı. Normalde bu saatlerde herkeste bir telaş ve bir yerlere yetişme endişesi olurdu. Hatta birbirine toslayan insanlar olurdu koridorlarda, merdivenlerde ancak kimse görünmüyordu etrafta. Sınıf arkadaşlarından ikisini nihayet görmüştü. Yanlarına giderek bu tenhalığın durumunu sormak istedi fakat onlar yürümeye devam ediyordu. Seslendi:
-Ayteeen, Zeyneeep!
Ne Zeynep dönüp bakıyordu ne Ayten. Onların bu tavrına içlenmişti. Tamam çok samimi değillerdi ama bu yaptıkları da hiç hoş bir hareket değildi. Dersinin olduğu kata doğru ilerledi öfkeyle. Tam merdivenin ucunda ders hocasını görmüştü. Yanından geçerken:
-Günaydın Hocam, nasılsınız, dedi. 
Hocası dönüp bakmadı bile yüzüne. Oysa daha dün nezaketten, insanlıktan, selamlaşmadan bahsetmişti dakikalarca. İnsanların hâl hatır sormamasından dert yanmıştı. 
İyice canı sıkılmış, adımlarını küçültmüştü ki yine bir arkadaşını gördü. Arkadaşı yaklaştı ve önce iyi olup olmadığını sordu. Rengin solmuş senin, dedi. Olanları anlatmak istemedi. Tam teşekkür edip ayrılıyordu ki arkadaşı:
-Boşuna sınıfa gitme. Sınavımız zemin katta bir derslikte, dedi. 
Sınav olduğundan bile haberi yoktu. Hangi dersin sınavı olduğunu bile bilmiyordu. Telaşla yeniden zemin kata indi. Tenhalığın nedeni belli olmuştu. Tüm sınıf arkadaşlarıyla doluydu ve daha önce hiç tanımadığı bir hoca sınav kâğıtlarını dağıtıyordu. Sınıfın en önündeki tek sıra boştu. Hızla oraya geçti ve oturdu. Hoca, bu sıraya kâğıt bırakmamıştı. Diğer kâğıtları dağıtınca bırakır elbet, diye içinden geçti ama dersin adı neydi, hoca kimdi, bilmiyordu. 
Etrafına baktı, kâğıdını alan hararetli bir biçimde yazıyordu cevapları. Sınıfın içinde kalem seslerinden küçük bir uğultu oluşuyordu sanki. Yüzleri gülüyordu arkadaşlarının. Belki de kolay bir sınavdı ama dersin adı neydi, hoca kimdi?
Bu esnada yaşlı hoca gözlüklerinin üzerinden baktı ve:
-Merve kızım, niçin geciktin? Sınava gelmeyeceksin diye endişelenmiştim doğrusu. Haydi, bakalım al kâğıdını ve başla, dedi. 
Daha önceden hiç görmediği bir hoca, ismini nereden biliyordu? Üstelik babacan birine benziyordu. Hoca, Merve’nin şaşkınlığını fark etmiş olmalıydı:
-İlahi Merve, dört senedir hiçbir dersini kaçırmadığın Hüseyin Hoca’nı ilk kez görüyor gibi bakıyorsun. Hasta mısın yoksa? Uykunu mu alamadın, dedi. 
Önündeki kâğıdı unutmuştu bile. Fakültelerinde bu isimde biri hiç olmamıştı ki? Lisede bile bu isimde bir hocası olmamıştı. Biraz sıkılarak:
-Hocam, siz hangi dersin hocasıydınız? Ben yanlış sınıfa mı geldim acaba, dedi. 
Hocası onu duymuyordu. Biraz daha yüksek sesle konuştu:
-Hüseyin Hoca’m… Ben sizi tanımıyorum. Siz beni nerden tanıyorsunuz. 
Hoca duymuyordu. Arkadaşlarına döndü. Hepsi gayretle cevap yazıyordu kâğıtlara. 
-Şaka mı yapıyorsunuz, bugün sınav filan yoktu. Üstelik bu hocayı da tanımıyorum. Birinin doğum günü filan mı? Nasıl böyle büyük bir organizasyon yaptınız? Allah rızası için biriniz bana cevap versin, diye bağırdı. 
Kimse cevap vermiyordu. Galiba onlar da duymuyordu. Bu esnada hoca olduğunu söyleyen kişi yaklaştı ve:
-Merve, sakin ol. İyi değilsen senin sınavını sonra yapayım. Vakit azalıyor, lütfen sınava odaklan, dedi. 
Yapacak bir şey yoktu. Kalemini çantasından çıkardı. Silgisini yanına koydu. Kâğıda baktı. 
Gözlerini sildi ve kâğıda baktı. 
Kâğıda bir kez daha baktı. 
Kâğıdın arka yüzüne baktı. 
Bilmediği şekiller vardı kâğıtta. Bilmediği bir alfabeyle yazılmış satırlar. Arapça değildi bu satırlar. Kiril alfabesi hiç değildi. Göktürk yazısını bile görmüştü ve bu alfabe ona da benzemiyordu. Bu bir alfabe miydi? 
Bir an kâğıdı buruşturup sınıftan çıkmak istedi fakat sanki yerine yapışmış gibiydi. Kalkamıyordu yerinden. Çığlık atmak istedi, sesi çıkmıyordu. Etraftaki arkadaşları birer ikişer kalkmaya başlamıştı. Sınavın sonu gelmişti galiba. Bu esnada zil çaldı. Evet, sınav bitmişti ve tek satır bile yazamamıştı. Okuyamamıştı ki yazsın. Zil durmadan çalıyordu, arkadaşları hızla sınıftan çıkıyordu. Böyle bir ders zili daha önce duymamıştı. Sınıfta Hüseyin Hoca’dan başka kimse kalmamıştı ve gözlüklerinin üzerinden bakıp tebessüm ediyordu. 
-Galiba ilk kez sınavdan düşük alacaksın Merve. Okuma yazmayı da mı unuttun. 
Zil çalmaya devam ediyordu. Sağ elini havaya kaldırdı ve masaya vurmaya başladı. Bu esnada zil sesi kesilmişti. Acıyan eline baktı. Başucundaki saat kırılmıştı. Etrafına baktı, kimsecikler yoktu. Hava yeni aydınlanıyordu dışarda. Rüya olamazdı bu yaşadıkları. Daha önce böyle bir rüya görmemişti. Birilerine anlatsa kesinlikle alay konusu olurdu bunlar. 
II.
Elindeki kırık saati masanın üzerine bıraktı. Usulca yerinden doğrularak okuluna gitmek için hazırlıklara başladı. Kahvaltı yapmadan evden çıktı. Gece kar yağmıştı ama hava çok soğuk değildi. Yanından geçen insanlara baktı, yanından geçtiği ağaçlara baktı. Gökyüzüne baktı. Rüyasını unutmak istiyordu. Az önce geçmiş gibiydi yürüdüğü yollardan. Böyle bir rüya olamazdı. Böyle gerçekçi ve boğucu bir rüya… Ayaklarına sanki ağırlık bağlanmış gibiydi. Yoluna zor yürüyordu. Zaten uykusunu da alamamıştı pek. Nihayet okulunu uzaktan gördü. Hayli kalabalıktı yollar. İnsanlar telaşla yürüyordu. Bu kez rüyada olmadığından emin olmak istiyordu. Yolun kenarında ki kar kütlesinden biraz aldı eliyle. Elinde tuttu. Eli üşümüştü, biraz kar daha aldı ve yüzüne sürdü. Rüya değildi bu yaşadıkları. Zaten her şey normal görünüyordu. Bu düşüncelerle binadan içeriye girdi. Az ilerde Ayten ve Zeynep yürüyordu. Tıpkı rüyasında yürüdükleri gibi yürüyorlardı. Onları görünce başını önüne eğdi ve geçiyordu ki seslendi arkadaşları:
-Merve, selam sabah yok mu? İyi misin?
Biraz şaşırdı bu duruma ve belli belirsiz sözcüklerle:
-Biraz dalgın ve yorgunum, kusura bakmayın arkadaşlar, diyerek yoluna devam etti. 
Sınıfa girdiğinde herkes kendi masasında oturuyordu. O da geçti ve her zamanki yerine oturdu. Her zamanki gibi bir güne başladığını düşünüyordu. Artık bu rüya saçmalığını gün içinde nasıl olsa unuturum, diye geçirdi içinden. Arkadaşlarına tebessüm etti. Tam bu esnada sınıfın kapısında herkesin ilk kez gördüğü yaşlı bir hoca belirdi. Sınıf sustu. Hocayı gören Merve sessizliğin ortasında kendi tutamadı:
-Hüseyin Hocam, hangi derse geldiniz?
Yaşlı öğretmen gözlüklerinin üstünden Merve’ye baktı:
-Tanışıyor muyuz evlat, dedi. Hocanız başka bir üniversiteye gittiği için bu dersinize bundan sonra ben geleceğim. Üniversitenize bugün başladım, doğrusu ismimin benden önce geleceğini hiç tahmin etmemiştim. 
Tüm sınıf Merve’ye bakıyordu. Merve konuşmaya devam etti:
-Sınav kağıtlarını getirmediniz mi?

5 Şubat 2025 Çarşamba

KIŞ DUASI

Zeynep Ayten

Pencere ardından bakmalı insan
Soğuk kış gününde gece vaktinde
Uzak olsa bile mayıs ve nisan 
Beklemek güzeldir onları yine

Her yer uzaktadır karlı gecede
Yıldızlar saklanır belki korkudan
Karşı dağlar bile başka bir ülke
Kuşlar çatılarda donar ayazdan 

Evsiz olanların dertleri başka
Kar onlara azap onlara ayaz
Kimseler sokakta kalmasa keşke
Yazlar uzun olsa ve kışlar hep az




ATLAS

Zeynep Akbulut, Zeynep Ayten

Ailesi adını Atlas koyarken sanki onun kaderini de beraber yazmıştı adının yanına. Gök kubbeyi taşımakla cezalandırılmış Atlas gibi hissediyordu kendisini. Bütün dünya onun sırtındaydı. Dağlarıyla, taşlarıyla, evleriyle, insanlarıyla onun sırtındaydı her şey en azından o böyle hissediyordu. Mesela her gün taşımak zorunda olduğu sırt çantasının dünyadan farkı neydi? İçinde taşıdığı her şey ayrı bir dünya ağırlığındaydı. Her gün yapmak zorunda olduğu işler, yerine getirmek zorunda olduğu görevler… Adını aldığı Atlas, onu görse hâline şükrederdi. 
Sabah altıda uyanıyordu gece on iki sularında uyuyordu. Bazen uyuyamıyor gece bire, ikiye kadar çalışması gerekiyordu. Onun yaşında birinin beş saat uyku ile hayata devam etmesi bile trajediydi. Kimsenin görmediği bir trajedi. Uzmanlar günlük sekiz saat uykudan bahsediyordu, galiba onun hayatını bilmiyorlardı. 
Bu uzmanların hangi dünyada yaşadığını merak ediyordu bazen çünkü aynı uzmanlar günde üç öğün yemekten bahsediyorlardı, yaklaşık üç litre su içmekten bahsediyorlardı. O ise sabahları yarım yamalak bir şeyler atıştırarak evden çıkıyor, öğlen sunta gibi sert bisküviler kemiriyor, akşam eve döndüğünde de önceki günden kalan yemekleri ısıtıp yiyordu. Hatta birkaç kez gıda zehirlenmesi bile yaşamıştı bu yüzden. Üç litre suya gelince, musluk suyundan içse sağlıklı değil marketten alsa ayrı bir masraftı. O, ölmeyecek kadar su içiyordu. Ölüm aklına geldiğinde ürperiyordu. Yaşamam gerek, diyordu; bir gün ailemin şehrine dönmem ve onlara rahat bir hayat sunmam gerek.
Hem okuyor hem çalışıyordu. Çalışmaya başlayalı çok olmamıştı, zaten tecrübesiz olduğu için fazla bir ücret de vermiyorlardı ona. Dersleri biter bitmez iş yerine gidiyordu ve gecenin bir yarısına kadar orada çalışıyordu. Bazı günler boş derslerde de çalışmak için buraya geliyordu. Saat karşılığı ücret alıyordu. Arkadaşları onun gibi değildi. Herkes hayatını yaşıyordu. Kimilerinin arabası kimilerinin kendine özel evi vardı. Kimileri hafta sonları başka illere gezi düzenliyordu kimileri yarıyıl tatillerinde yurt dışına çıkıyordu. Onun yaşadığı hayattan ne hocalarının haberi vardı ne arkadaşlarının. Zaman zaman arkadaşları etkinliklere onu da çağırıyordu ama bir bahane bulup kaçmayı başarıyordu. O, Atlas’tı. Dünyayı sırtında taşıyordu.
Ümitliydi, güzel günler göreceğine inanıyordu ilerleyen yıllarda. Şimdi yaşadığı sıkıntılara katlanmak, güzel şeyler düşünerek mümkündü sadece. Atlas da mutlaka her sabah ve gece geleceğe dair hayaller kuruyordu. Okulu biter bitmez güzel bir iş buluyordu hayalinde. Bir sene içinde çok düzenli ve bol kazançlı bir hayata kavuşuyordu. Ailesini de yaşadığı şehre alıyor, sonsuza kadar mutlu yaşanılan bir hayat düşünüyordu. O günler geldiğinde bu günleri hatırlamak bile istemiyordu. 
Yine gecenin geç saatleriydi ve hayli yorgundu. Tek odalı küçücük evine doğru yola çıkmıştı. En azından burasını kiralayabildiği için kendisini şanslı hissediyordu. Birkaç adım atmıştı ki ayağı bir şeylere takıldı ve sendeledi. Geri dönüp baktığında bunun büyük bir çanta olduğunu fark etti. Gecenin bu saatinde yolun tam ortasında üstelik gösterişli, kocaman bir çantayı kim bırakırdı ki? Atılmış olması imkânsız görünüyordu bu çantanın. Unutulmuş olması da imkânsızdı. Sağa sola baktı. Kimseler yoktu. Çantayı eline aldı ve biraz da endişeyle içini araladı, telaşla hemen geri kapattı. Birkaç adım daha attı. Sokak lambalarından birinin altında durdu, çantayı yeniden açtı. Gördüklerine inanamıyordu. Çantanın içi para doluydu. Terlemiş, kalbinin atışı hızlanmıştı. Bu para belalı gibi görünüyordu. Çantayı hemen oraya bıraktı ve hızla uzaklaşıyordu ki ardından bir ses duydu:
-Delikanlı, çantanı unuttun. 
Geriye dönüp baktı, kimse yoktu. Birkaç adım daha attı yine aynı ses:
-Çantanı almayacak mısın? 
Etrafa baktı, kimseler görünmüyordu. Belki de onun için hazırlanmış bir tuzaktı bu. Çantayı alacak ve başı belaya girecekti. Hızla koşmaya başladı. Her adımda ardından aynı ses geliyordu:
-Çantanı unuttun, çantanı al, o çanta senin…
Normalde kırk dakikada ulaştığı evine on beş dakikada ulaşmıştı. Bir yandan dönüp ardına bakmıştı yol boyu fakat kimseler görünmüyordu. Evine girer girmez pencereye koştu ve ışığı açmadan sokağa baktı. Sokakta kimseler yoktu. Kan ter içinde kalmıştı. Bir süre dinlendikten sonra ışığı açtı, bir şeyler atıştırıp uyumayı düşünüyordu ki gördüğü manzara karşısında donup kaldı. Gözlerini sildi, kendini çimdikledi, gözlerini kapatıp bildiği duaları okudu ve yeniden açtı gözlerini. Az önce yolda bıraktığı çanta yatağının üzerinde duruyordu. Bela değil, büyük bir belaydı bu. Çantayı yeniden aldı eline. Sanki öncekine göre daha ağırlaşmıştı. Işığını söndürdü ve dış kapının önüne bırakarak evine döndü. Işığı açtı, yatağına uzanmak istedi fakat bir yandan dışardaki çantayı merak ediyordu. Bir şeyler de atıştırması lazımdı. Küçük mutfağın kapısından içeri girdiğinde yeniden aynı şaşkınlığı yaşadı. Çanta masanın üzerinde duruyordu. Bu çantadan kurtulmanın mümkün olmadığına ve bu çantanın da normal olmadığına inanmıştı. Çantayı eline aldı fakat az öncekine göre daha da ağırlaşmıştı. Güç bela, sürüyerek çantayı masadan indirdi. İçini araladı. Para doluydu çanta, çok para… Bu parayla ne yapacağını düşündü. Bir kısmını dışarıya çıkaracaktı ki bir not gözüne ilişti. Özenli ve tanıdık bir el yazısıyla notta şöyle yazıyordu:
Kaderinden kaçamazsın Atlas. Hayallerine kavuşmak için yıllarca beklemene gönlüm razı olmadı. Bu para aslında senin fakat bir görevin var bu parayı hak etmek için. Bu görevini yerine getirmezsen para başına bela olur. Görevini yerine getirirsen artık hayallerine kavuşursun. Görevinin ne olduğunu öğrenmen için şehrin eski mesire alanındaki çekirdek çitleyen eşeği bulman gerekiyor. 
Atlas, kâğıdın arka yüzüne baktı. Metni tekrar okudu. Çantaya bir tekme attı. Uykusu gelmişti. Kâğıdı buruşturdu ve fırlattı. Çantayı orada öylece bıraktı. 
Sabah uyandığında saat altıydı. Gece yaşadıkları, hiç aklından çıkmamıştı. Bela, gelip bulmuştu işte onu. Adı Atlas’tı ya… İlla yükü ağırlaşacaktı her geçen gün. 
Gözlerini ovuşturarak mutfağa gitti. Çanta, yerinde yoktu. Belki de rüyaydı yaşadıkları. Evet, yorgun bir gecenin sonunda gördüğü kötü bir rüyaydı. Bundan emindi. Şimdi bir şeyler atıştırıp yola çıkmak zamanıydı. Daha iyi beslenmesi ve daha çok uyuması gerekiyordu belki de. Tam morali biraz yerine gelmiş, kendini toparlamıştı ki yerde buruşturulmuş kâğıdı gördü. Kâğıdı düzelttiğinde gece okuduğu el yazısıyla yazılmış notu yeniden gördü. 

Son cümleye kadar kulağa hoş geliyordu nottaki cümleler ama son cümle tüm büyüyü bozuyordu: Görevinin ne olduğunu öğrenmen için şehrin eski mesire alanındaki çekirdek çitleyen eşeği bulman gerekiyor. 
Önce umursamak istemedi bu yazılanları fakat belki de gerçekten çekirdek çitleyen bir eşek bulabilirdi. Üstelik eski mesire alanı ifadesi de araştırmasını biraz daha daraltıyordu. Önce eski mesire alanlarını taraması gerekliydi sonra bu mesire alanlarında çekirdek çitleyen eşek (!) bulacaktı. Eşeği bulsa önüne çekirdek koyabilirdi ama bu dönemde köylerde bile eşek bulmak, görmek hayli güçtü. Yapacak başka bir şey yoktu. Evinden çıkacak kadar kendini iyi hissetmiyordu. Bilgisayarını açtı ve “çekirdek çitleyen eşek heykeli” kelimelerini internet arama motorlarına yazdı umutsuzca. Alakasız şeyler çıkacağını düşünüyordu ama yanıldı. Gerçekten de çekirdek çitleyen eşek heykeli vardı ve bir mesire alanındaydı. Heykelin resimlerine baktı, bulunduğu yere baktı. Yaşadığı yere çok uzak sayılmazdı. Trenle bir saatte oraya ulaşabilirdi. Acele ederse sabah trenine yetişebilirdi. Yanına hiçbir şey almadı. Bilgisayarını bile kapatmadı, yola çıktı. İlk trene yetişmişti. İnanmaya başlamıştı bu notta yazılanlara. En azından en saçma bulduğu şey yani çekirdek çitleyen eşek heykeli gerçekten de vardı. Sıkıcı hayatını geride bırakacak ve mutlu olacaktı bugünden sonra. Bir saatlik yol ona çok uzun gelmişti. Vakit geçmek bilmiyordu. Zihninde düşünceler, umutlar, hayaller peş peşe gelip gidiyordu. Nihayet gideceği şehre ulaşmıştı. Telaşla trenden indi ve heykelin bulunduğu alana doğru koşar adım ilerledi. Heykeli uzaktan gördüğünde tebessüm etti. Evet, karşısında bir eşek heykeli vardı ve çekirdek çitliyordu heykel. Şaşkın bakışlar arasında heykelin yanına koştu ve incelemeye başladı. Burada mutlaka bir şeyler olmalıydı onu ilgilendiren. Bir görevden bahsediliyordu notta. Heykel çok göz önündeydi ve çok yalındı. Özel bir şey göremedi dikkatle bakmasına rağmen. Belki de kendisiyle dalga geçen birileri vardı ve şimdi gizli gizli onu izleyip kahkaha atıyorlardı. Eşek heykelinin ağzı açıktı. Son çare olarak oraya bakmalıydı ama dikkat çekmek istemiyordu. Yine de yaklaştı ve hızlıca eşeğin ağzına parmaklarını uzattı. Gerçekten de burada bir şeyler var gibiydi. Bir süre uğraştı gelip geçen insanların şaşkın bakışları arasında fakat sonunda başardı. Küçük rulo şeklinde bir kağıt çıkmıştı buradan. Biraz ilerleyip heyecanla kâğıdı açtı. Yine bir not vardı ve çok küçük harflerle yazılmıştı. Çok çaba sarf etti ancak okunacak gibi değildi yazı. Yakında bir yerlerden büyüteç bulması gerekiyordu. Etrafta gördüğü ilk kırtasiyeye girdi ve en büyük büyüteci rica etti. Tam büyütecin fiyatını ödeyecekti ki dönüş parasının kalmayacağını düşündü. Bir süre satıcı ile bakıştılar. Satıcı durumu anlamamıştı.
-Aslında büyüteç bana sadece bir dakikalığına lazım. Satın almadan burada kullansam sorun olur mu, dedi. 
Dükkân sahibi başka bir müşteriyle ilgileniyordu. Büyüteçle az evvel bulduğu notu okumaya başladı, bu durumdan istifade ederek.
“Bu kadar hızlı ilk görevini yerine getireceğini ummuyordum doğrusu. Şimdi asıl görevinde sıra. Arka sayfadaki bilmeceyi çözdüğünde yeni bir hayat, çanta dolu bir parayla seni bekliyor.”
Kâğıdın arka yüzünü çevirdiğinde dükkân sahibini karşısında gördü. Telaşla kâğıdın arka yüzünü okurken dükkân sahibinin tebessüm ettiğini gördü ve konuştu:
-Gerçekten buna inanıyor olamazsın. Sabahın bu erken vaktinde elindeki küçücük kağıdı okumaya çalışıyorsun hem de heyecanla, ümitle. 
Dükkân sahibinin sözleri bütün heyecanını bitirmeye yetmişti. Sanki neyin peşinde olduğunu biliyor gibiydi bu adam. Bir yandan kâğıdı okumaya çalışıyor bir yandan da adamın küçümseyici, muzip bakışlarına takılıyordu. Adam devam etti:
-Söyle bakalım o kâğıdı nereden aldın? Buraya iki ayda bir mutlaka birileri geliyor senin gibi. Hep de aynı saatlerde geliyor. Hep aynı telaş oluyor bakışlarında. Hemen hemen gelen herkesin yaşı da birbirine yakın. Bir şeyler çeviriyorsunuz ama anlayamadım. 
Dükkân sahibinin sözleri bittiğinde o da bilmeceyi okumayı bitirmişti. Şöyle yazıyordu kâğıtta: Gerçekten buna inandın mı? 
Dükkân sahibi tebessümü bırakmış kahkaha atıyordu. Kahkahası kulaklarında çınlayarak çoğalıyordu. Bir yandan da soruyordu:
-Ne yazıyor orada, görevin neymiş? 
Elindeki küçük kâğıdı buruşturup yere attı ve koşarak istasyona yöneldi. Dönüş biletini alarak yerine oturdu. Bu kez çok kısa sürmüştü yolculuk. Göz açıp kapayıncaya kadar yaşadığı şehre ulaşmıştı. Hatta yaşadığı eve bile girmişti. Etrafına bakındı. Tüm bunların nasıl bu kadar çabucak gerçekleştiğini anlayamadı. Evden hiç çıkmamış gibiydi. Ayaklarına baktı, çorapları yoktu. Kollarına, vücuduna baktı. Pijamalarıyla oturuyordu yatağında. Yaşadıklarının hepsinin garip bir rüya olduğuna inanmaya başladı. Aklına para dolu çanta geldi. Bıraktığı yere gitti ama çanta filan yoktu ortada. Tüm bu yaşadıklarının rüya olma ihtimali yoktu. Hayal görmüş olma ihtimali de yoktu. Midesinin bulandığını hissetti. Güçlükle lavaboya yetişti ve kustu, kustu, kustu. Kustukça kendine geliyordu. Dünya aydınlanıyor, zihni duruluyordu. Çok kötü bir zehirlenme yaşamıştı anlaşılan. En azından saçma sapan notlar ve çantanın yokluğu, dükkân sahibinin kahkahası silinip gitmişti. Kendine geldiğinde saate baktı. Henüz gecenin dördüydü. Uyumak için iki saati daha vardı. Biraz daha toparlanabilirdi bu iki saatte. Artık daha çok dinlenmeli, daha az çalışmalı ve beslenmesine dikkat etmeliydi. Bu yaşadıklarını bir kez daha yaşamak istemiyordu.
Tam yatağına geçerken bilgisayarının açık olduğunu fark etti. Kapatmak için bilgisayarının yanına gittiğinde ekranda çekirdek çitleyen eşek heykeli olduğunu gördü. 

27 Aralık 2024 Cuma

YARA

 
ZEYNEP AYTEN

Yaralıydı. Hem de ağır yaralı. Kimse farkında değildi yaralarının verdiği acının. Kimse farkında değildi kaybettiği kanın. Durmadan ona geliyorlardı tedavi olmak için. Hastalar, hastalar, hastalar… Aslında gelenlerin çoğu hasta değildi, sadece ona ihtiyaçları vardı. Onunla konuştuktan sonra yüzlerinde bir tebessüm oluşuyordu gelenlerin. Gelirken beton gibi bir yüzle gelen insanlar, onun yanından ayrılırken çiçek bahçesini andıran bir yüzle dönüyorlardı. 
Günler böyle geçiyordu. Kimse ona derdini sormuyordu. Kimse ona, yaralı mısın, demiyordu. Ona gelen her kişi bir yara bırakarak oraya geri dönüyordu. Bu kadar yaranın bir yararı yoktu ona. Bu kadar yarayı artık taşıyamayacağını da düşünüyordu. Neyse ki bazı yaralar kendiliğinden iyileşiyordu birkaç gün içerisinde. Bazıları ise anında iyileşiyordu. 
Kimse onun da hislerinin olabileceğini düşünmüyordu. Yara bere doluydu her yanı. Acı çeke çeke kurumaya yüz tutmuştu her yanı. Yıllardır bir yudum su getiren olmamıştı. Cansız bir iskelet gibi kalan gövdesine yıllardır bir kuş konmamıştı. Vücuduna kazınan anlamsız şekillerden, harflerden ve dallarına bağlanan renkli bez parçalarından acı damlıyordu. Hemen önüne yakılıp giden mumlar da canını yakıyordu. Böyle bir hayat düşünmemişti. Diğer arkadaşlarının fısıltılarını duyuyordu rüzgârdan, fırtınadan. Neşeli fısıltılardı bunlar. 
Yaralıydı ve gitme zamanının çoktan geldiğini biliyordu. Bir sabah onu alacaklar ve götüreceklerdi bilmediği bir yere. 
Daha önce hiç duymadığı bir acıyla selamladı son günü. Toprağın altında gömülü ayakları bile sızlıyordu. Rengârenk dalları titriyordu. Duyabileceği en büyük acıyı, sızıyı duymuştu artık ve bitmişti hepsi. Hepsi geride kalmıştı. Çok sürmedi, kendini yerde buldu. Toprağa hiç bu kadar yakın olduğunu hatırlamıyordu. Ayrılırken köklerine baktı, baktı… Bütün yaralarını orada bırakmıştı. 

AYNA

 
ZEYNEP AYTEN

O yüzü duvarda görünce bütün o sıkıntılı geçmişi tekrar tekrar yaşamış gibi oldu. Uzun bir hikâyeydi o yüzden yansıyan. İstese de başka yere bakamıyordu. Bir kez görmüştü o yüzü ve gözlerini ayıramıyordu. Elinde bir bardak çayla öylece kalakalmıştı odanın ortasında. Yıllardır görmediği birini görmüş gibi oldu. Epeydir haber alamadığı birinden haber almış gibi… Tüm cesaretini toplayıp en yakın koltuğa oturdu. O aynanın yerini değiştirmenin zamanı gelmişti. 

11 Aralık 2024 Çarşamba

YARIM ŞİİR

Zeynep Ayten


Herkesin vakti çok dar
Yetişmek zor bir yere
Sorsan meşgul insanlar
Bu telaş acep niye

Koşuyorlar durmadan
Yollarda dizi dizi
Kalmıyor insanlardan
Dünyada ayak izi

Anlamıyorum neden
Bitmiyor bu karmaşa
Hızla yaşayıp ölen
Varıyor mu refaha


HAMUŞ

ZEYNEP AKBULUT
ZEYNEP AYTEN
ASYA ZOROĞLU

On beş yaşımdayım ve bugüne kadar hiç konuşmadım. En azından kendimi bildiğimden beri konuşmadım diye düşünüyorum. Belki bebekliğimde bazı sesleri taklit etmişimdir, belki her bebek gibi anlamsız sesler çıkarmışımdır. Fakat hiç ağlamamışım. Bugüne kadar hiç konuşmadım. Konuşmayı bilmediğim için değil, konuşmaya ihtiyaç duymadım. İnsanları gördüm konuşurken, çocukları gördüm hatta kuşları ve çiçekleri gördüm. Bir çiçek hayatın kısalığından bahsediyordu. Başka bir çiçek, diğer çiçeklerin dedikodusunu yapıyordu. Çiçeklerden biri, kendinden daha güzel bir çiçeğin olmadığını haykırıyordu sağa sola. 
Bulutları, ağaçları duydum fısıldarken. Ağaçlar korkuyordu insanlardan. Yaşlı olan ağaçlar, genç fidanlara yaşadıkları şeyleri anlatıyordu. 
Başka insanların duymadığı sesleri duydum ama konuşma ihtiyacı hissetmedim. Bir kez ağzımı açsam ve bir kelime söylesem sanki dünyam değişecekti. Sanki herkes gibi olacaktım. Sanki büyü bozulacaktı. Belki de zahmetli bir şeydi konuşmak. Konuştum diyelim, insanlar anlayabilecek miydi benim söylediğim cümleleri. Çoğunlukla beni yanlış anladın, söylediklerimi anlamıyorsun, gibi cümleler kuranlar onlar değil miydi?
Çocukluğumun en güzel günleri hastanelerde testlerle geçti. Önce duymadığımı zannetti ailem. Doktorlar da öyle zannetti. Duyuyordum, kimsenin duymadığı kadar. Başımla, ellerimle, gözlerimle, mimiklerimle cevap verdim onlara. Birkaç yıl sonra ailem artık hastanelerden ve doktorlardan ümidi kesti. Beni böyle kabullendi. 
Okumayı ve yazmayı biliyorum. Okumak, derken yüksek sesle olanı kast etmiyorum. Harflerin, kelimelerin, cümlelerin anlamlarını biliyorum. Kimsenin kuramadığı cümleleri kurabiliyorum. Cümlelerimi okuyanlar çok beğendiklerini söylüyorlar. İşitiyor ve cevabımı yazarak veriyorum insanlara. Arkadaşlarım, ailem, öğretmenlerim bu durumu kanıksadı. Kimse benden sözlü bir kelime veya cümle beklemiyor.  Okulumda bütün şiir, hikâye, deneme yarışmalarını beni katıyorlar. Şimdiye kadar katılıp da derece almadığım yarışma kalmadı ve usandım sonunda yarışmalardan. 
Birgün gerçekten konuşma ihtiyacı hissedecek miyim? Bu sorunun cevabını ben de merak ediyorum. Belki gençliğe adım attığımda, belki eğitim hayatım bittiğinde, belki de yaşlandığım zaman… Şimdilik konuşma ihtiyacı hissetmiyorum. 
Konuşmak, benim için herkesleşmek belki de. Konuşularak çözülen bir meseleye hiç denk gelmedim. İnsanlar konuşa konuşa anlaşırmış ya… Ben görmedim o insanlardan. 
Bundan sonra konuşmaya ihtiyacım olacağını da çok sanmıyorum. Dinlemek yetiyor bana. Herkesi dinlemek, her şeyi dinlemek. Zaten insanların birilerine kendilerini dinletmeye ihtiyaçları var gibi hissediyorum, karşılıklı konuşmaktan ziyade. Onları dinlerken her şey yolunda görünüyor fakat ben onlara bir tepki vermeyince bu kez tavırlar değişiyor. Özellikle beni tanımayan ya da yeni yeni tanıyan insanlarda hep bir konuşmaya zorlama çabası oluyor. Beni yakından tanıyan insanlar da belki de ona konuşmayı ben öğrettim demek için halen ara sıra çaba sarf ediyor. Konuşmak yorucu bence. Çok yorucu. Yazmaktan daha yorucu. 
Aslında şu anda yaptığım şey de tam olarak bir çeşit konuşmak değil mi? Sessiz konuşma diyorum buna ben. Yani beni konuşmamakla suçlaması insanların haksızlık aslında. Konuşuyorum fakat sessiz sessiz. Düşünüyorum, sessizce.
On beş yaşımdayım ve bugüne kadar hiç konuşmadım. Konuşmayı da düşünmüyorum. Neden konuşmuyorsun, sorusuna daha fazla maruz kalmamak için elime kalemi aldım ve bu satırları karaladım. 
Sonrasında susacak mıyım? Hayır. Konuşacak mıyım? Buna da hayır. 
Aslında ben konuşan bir suskunum. Kalemiyle, defteriyle konuşan bir suskun. 


4 Aralık 2024 Çarşamba

BEKLEYİŞ

Zeynep Ayten

Beklediği haber gelmiyordu. Dakikalar geçmek bilmiyordu. Oysa akşam olmuştu, yorgundu, bir an önce evine gitmek istiyordu. 
Bu saatte kendisinden başka kaç arkadaşı vardı ki evinde olmayan? Herkes akşam yemeğini yemiş, ödevlerini bile yarılamıştı ama o hâlen evine ulaşamamıştı. Kulağı, gelecek haberdeydi fakat haberin gelmeye niyeti yoktu. 
Az sonra yanındaki tek yoldaşı da giderse… Bunu düşünmek bile istemiyordu. Aslında böyle olsun istememişti. Bambaşka düşüncelerle gelmişti bugün buraya fakat ne olmuşsa olmuş, erken de gidebileceğini öğrenmişti. Aslında çok değildi bekleyeceği süre fakat zaman geçmek bilmiyordu. 
Bunları düşünürken birden irkildi. Aralık kalmış kapıdan içeriye sarı, beyaz tüyleri olan bir kedi girdi. Son derece bilmiş ve bir o kadar da yorgun bir kediydi. Kedileri oldum olası sevmezdi. Şimdi bir de ona katlanmak zorunda kalacaktı. Kediye onu istemediğini belirten hareketler yaptı fakat kedi yılışıktı. Bir yandan garip sesler çıkarıyor bir yandan da uykulu gözlerle bakıyordu. 
Babasını düşündü, belki de namazdaydı. Yoksa şimdiye kadar çoktan çıkar gelirdi. Namaz, babası için önemliydi. Namazını kılmadan yola çıksa zaten iyi olmazdı. 
Bu esnada tek başına kaldığını fark etti. Kötü mü olmuştu? Evet, kötü bir durumdu fakat zaman biraz geçmeye başlamıştı sanki. Dakikalar ilerliyordu artık. Hızlanmıştı saat. 
Beklediği haber sonunda gelmişti. Fakat neye yarardı ki bu saate kalan haber. Ne diyordu zaten şair:
Geçti istemem gelmeni
Yokluğunda buldum seni
Şairler belki de kendisinden daha çok beklemişlerdi. Bir başka şiir geldi aklına:
Artık olan oldu bize
Gelsen de bir gelmesen de
Haber gelmişti. Artık toparlanmalı ve yola çıkmalıydı fakat haber gelmese de olurdu. Zaten her zamanki vakit dolmuştu. 
Keşke, keşke biraz erken çıkabilirsiniz, sözünü hiç duymasaydı ve her çarşamba olduğu gibi son dakikaları bekleseydi. 

SON GÜN

Zeynep Ayten

Bir soru sorarlar cevabı zulüm
Sonunda ya para var ya da cürüm 
Dersin bu hayatındaki son dönüm
Oysa bir adım ötendedir ölüm 

Arada hatırlarsın ölenleri
Genç yaşında toprağa gidenleri
Görürsün babalar ve anneleri
Dinmez gözyaşları pınarlar gibi 

Ölüm oysa her saat sana yakın
Bu gerçeği yabana atma sakın
Şu sessiz sedasız gidene bakın
Mezara yolcuyuz biz akın akın

Belki bu hayatındaki son bölüm
Dersin ki hâlâ benim malım mülküm
Niçin hiç demezsin belki son günüm
Oysa bir adım ötendedir ölüm








20 Kasım 2024 Çarşamba

BEKLEMEK

Zeynep Ayten

Beklemenin yoruculuğunda
Alay ediyor sanki benimle akrep ve yelkovan
Koşuyorken her zaman dört nala 
Sürünüyor gibi ikisi de
Bir dairenin içinde

Beklemek bir rüyanın 
Benden uzaklara gidişini
Beklemek
Bir haftayı 
    Bir ayı 
        Bir ömrün bitişini

Beklemek, dönüşmek bir taşa 
Bulunduğun yerde sessiz sedasız
Beklemek, ürkütmemek kuşlarını
Sessizliğin, karanlığın odasında

Bir cümle beklemek ya da bir kelime
Binlerce kelimeden yalnızca bir tane
    Beklemek
        Bedeldir
            Ölüme 

16 Ekim 2024 Çarşamba

DAHA ÇOK MU

Zeynep Ayten

Bitmeyen bir yarışta
Durmadan koşuyorum
Zaman nasıl geçiyor
Bakınca şaşıyorum

Kalabalık sokaklar
Herkes neden çok sessiz
Büyüyünce böyle mi
Bizim de hikayemiz

Defter, kalem ve kâğıt
Şimdi ise zihnimde
Çantalarda sırada
Yok ki bir sabah zinde

Durmadan yürüyorum
Çıkar gibi bir dağa
Sonumu bilmiyorum
Daha çok mu sabaha




HESAP

 
Zeynep Ayten

Yedik herkesin hakkını
Sormadık hiç o razı mı
Belki de yetimin hakkı
Peki umurumuzda mı

Belki Gazze’de o yetim
Belki de Doğu Türkistan
Anne babası yok belki 
Ama dönmez imanından

O bombalarla büyürken
Her an korkuyla yaşarken
Bizse korkarız sadece
Odamızdaki böcekten

Dua eder ölmek için
Açlıktan ve sefaletten
Bizse hemen isyan ettik
Üstümüze binen yükten

O bulmaya çalışırken
Yiyeceği bir lokmayı
Bize neden zor geliyor
Şu boykot etme olayı

Sanki çok çok zormuş gibi
Çok yükümüz varmış gibi
İsyan ediyoruz hemen
Elhamdülillah demeden

Oysa dönüp de bir baksan
Türkistan’a ve Gazze’ye
Senin sevmediğin hayat
Onların hayallerinin
Ne kadar da ötesinde

Düşünmez misin adalet
Yerini bulmaz mı asla
Bu dünyada olmasa da
Elbette diğer dünyada

Nasıl hesap vereceğiz
Mahşer günü sorulunca
Utanmayı göreceğiz
O terazi kurulunca 

9 Ekim 2024 Çarşamba

YARIM MAVİ

Asya Zoroğlu
Zeynep Ayten
Zeynep Akbulut

Masada duran mavi bardağa baktım. Mavinin hayatımın içinde bu kadar yoğun olduğu hiç aklıma gelmezdi. Tişörtüme baktım, maviydi. Önümdeki şişenin kapağı gibi. Gökyüzü geldi aklıma, bulut yoktu, maviydi. Odamın duvarlarını bile maviye boyatmışım, farkında olmadan. Kalemlerim geldi aklıma bunları düşünürken. Evet farklı renkte olanlar da vardı fakat en çok mavi renkli kalemim vardı. Dünyamı ve dünyayı maviye boyamışım farkında olmadan. Maviydi benim dünyam. Gökyüzü gibi, okyanuslar gibi, nazar boncuğu gibi mavi. Evet evet, belki de nazar boncukları ile başlayan bir süreçti bu. Küçücük bir kız olduğum zamanları hatırlıyorum. Kendimi bildim bileli hep bir nazar boncuğu olurdu bileğimde ya da boynumda. Eğer buralarda değilse yakamda hatta küpelerimde. Annem, üzerimde bir yerlerde nazar boncuğu bulunmadan dışarıya çıkmama, bakkala bile gitmeme izin vermezdi. Nazar, denilen bir şey vardı ve hep değerdi. Anneme değerdi, babama değerdi, evimize değerdi, arabamıza değerdi, notlarıma değerdi, sağlığıma değerdi. Nazar, değen bir şeydi. Değdiği yerde dert, acı, sıkıntı bırakan bir şeydi. 
Aslında benim yaşlarımdayken annem inanmazmış nazara, nazar boncuğuna. Düğünlerinde yaşadıkları küçük kaza, daha sonra ilk çocuğunun dünyaya gelmeden ölmesi, babamın bir süre sonra işini kaybetmesi, annemin dizlerinde git gide artan sızılar ve bu sızılar yüzünden yürümesinin güçleşmesi, mahallede çıkan bir yangında yalnızca bizim evin yanıp küle dönüşmesi gibi bütün olumsuzlukların sebebini annem nazara bağlamış. Nazar; deveyi kazana, insanı mezara sokarmış. Bunları düşüne düşüne annem nazar boncuklarına merak salmış ve yalnızca kendi dünyasını değil bizim de dünyamızı maviye boyamaya başlamış. Bütün kızlar pembe elbiseler giyerken annem bana mavi elbiseler almış, diktirmiş. Hatta akrabalarımız daha ben dünyaya gelmeden hazırlanan kıyafetlerimi görünce annemin erkek çocuk beklediğini düşünmüşler. Mavi tutkumun temelleri galiba buralara kadar dayanıyor. 
Rahatsız mıyım maviden? Bazen, evet. Birkaç kez direndim, farklı renklere yöneldim. Odamın rengini değiştirmek istedim fakat annem buna izin vermedi. Üzerimde mavi boncuk olmadan gittiğim bir sınavdan iyi bir not alamayınca annem nedenini bulmakta hiç zorlanmadı başarısızlığımın. 
Ben maviden kaçınmaya çalıştıkça mutlaka olumsuz bir şeyleri annem nazara bağladı ve sonunda ben de maviye bağlandım. Ayrılmamak üzere bağlandım. Sevdim sonunda bu rengi galiba. Annem gibi düşünerek, nazara bağlayarak değil… Sadece bir renk olarak sevdim.
Masada duran mavi bardağa bakmış düşünürken arkadaşım Yusuf Enes sordu:
-On dakikadır önündeki bardağa bakıyor ve uzaklara dalıyorsun? Neler geçiyor zihninden. 
-Hiç, dedim. Dalmışım öylesine. 
Bu esnada Yusuf’un siyah bilekliği gözüme çarptı. Çantası da siyahtı. Ayakkabıları, pantolonu hep siyahtı. Ama bu siyahların onun için bir anlamının olmadığı belliydi. Bardağın durduğu masa da siyahtı üstelik. Renkleri düşünmekten vaz geçmeliydim. Geçmişi, çocukluğumu düşünmekten uzaklaşmalıydım. 
-Yusuf, dedim. Anneni anlatır mısın biraz? Mesela onun en sevdiği renk nedir?
Yusuf hiç düşünmeden cevap verdi:
-Mavi.
II.
Otobüs hayli gecikmişti. Neyse ki mavi rengiyle uzaktan bile geldiği fark edilebiliyordu. Okula geç kalacağım endişesinden nihayet kurtulmuştum. On dakika sonra okulumda olacaktım. İlk dersim fizikti ve fizik dersine henüz ısınamamıştım. Garip bir dersti fizik. Matematik desem, değil. Fen desem, pek benzemiyor. Kimya ve biyoloji derslerinin fen alanında olduğu kesin fakat bence fiziği birileri sonradan eklemiş buraya. Dersi sevdiren şeyin konuları değil de öğretmenleri olduğunu söylerlerdi. Ben bir dersten uzaklaşmaya başladığımda öğretmen ne kadar çaba sarf ederse etsin sevemiyorum. İlk dersim fizikti ve ben on dakikalık yolculuk boyunca bunları düşünmüştüm. Otobüsten inip sınıfıma doğru ilerledim. Hiç kimse sınıfta değildi. Kimileri bahçedeydi arkadaşlarımın, kimileri kantinde. Fizik öğretmeninin raporlu olduğuna dair söylentiler vardı. Yine de sırama geçtim defterimi çıkardım. 
Bu hikâye belki de başka birinin hikayesiydi. Ben onu yazmaya çalışıyordum ve bu beni zorluyordu. Yazdıklarımı yeniden yeniden okuyordum. Mavi renkten başladım, nazardan devam ettim, annemle ilerledim. Yukarda yazdıklarımın aslında iyi bir hikâye girişi olmadığını fark ettiğimde sınıfın çoktan kalabalıklaştığını, öğretmenin sınıfa girdiğini, dersin başladığını fark etmemiştim bile. 

25 Eylül 2024 Çarşamba

SEN BANA GELDİĞİNDE

 Zeynep Ayten


Sen benim yanıma geldiğinde
Hayat birden duruyor
Bir ağırlık çöküyor gözlerime
Her şey benden uzaklaşıyor

Sen benim yanıma geldiğinde
Başka bir dünyanın kapıları açılıyor
Ayaklarımın altında
Yaşadığım dünya uzaklaşıyor

Sen bana geldiğinde
Biliyorum boş gelmiyorsun
Rengarenk bir dünyayı
Beraber getiriyorsun

Sen bana geldiğinde 
Her şey değişiyor
Günün herhangi bir saatinde
Sen bana geldiğinde ey uyku
Ben benden gidiyorum

18 Eylül 2024 Çarşamba

DÜŞÜNMEK YA DA DÜŞÜNMEMEK

 Zeynep Ayten

Düşününce inceden inceye
Bilmediğimi fark ediyorum hiçbir şeyi
Yaşıyorum dünya denilen bu büyük gemide
Bilmeden neyi yitirdiğimi

Düşünmeyince hayat aslında güzel
Düşünmeyince yarın sabahı
Düşünmeyince üç yıl sonrasını
Hayat aslında güzel
Fakat olmuyor düşünmemek
Yetmiyor yalnızca nefes alıp vermek

"BUGÜN DE ÖLMEDİM"


Asya Zoroğlu, Zeynep Akbulut, Zeynep Ayten


 1. Bölüm: Gözler Yalan Söylemez
Akşam saatlerini oldum olası çok severim. Çünkü akşam demek özgürlük demek. Çünkü akşam demek, eve dönüş demek. Akşamdan daha güzel bir vakit var mı deseler, gece derim. Gecenin yeri bir başka. Herkes için gün batabilir ancak benim için gün gece vakti doğar. Gece, siyah kanatlarıyla çoğu şeyi perdeler fakat ben gece vakti daha iyi görür, daha iyi düşünür ve hayatı bütün derinliğiyle hissederim. 
Akşam saatlerini oldum olası severdim ancak o güne kadar. O günden beri akşam vakitleri beni boğuyor. Akşam vakitlerinde karanlık evham kuşları gelip zihnime konuyor ve gagalıyor. Akşam vakitlerini o günden sonra sevmemeye başladım galiba. 
O gün ne mi oldu? O gün çok şey oldu. 
Akşamın verdiği mutlulukla evime doğru ilerliyordum ki karşıma çıkan bir mendil satıcısı bana mendil isteyip istemediğimi sordu. Mendile ihtiyacım yoktu ama yine de dilim, zihnim bağlanmış gibi oldu ve bana doğru uzatılan mendili alırken satıcının gözlerini gördüm. Gözleri kalın bir kitap gibiydi. Sayfaları kendiliğinden çevriliyordu. Okudum, okudum, okudum. Yalnızca birkaç saniye göz göze geldik ama onun bütün hikayesini okumuştum. Yalnızca hikayesini değil kaderini de görebiliyordum. İrkildim ve aldığım mendili yalnızca test kitaplarımın ve kalemlerimin bulunduğu çantama atarak hızla eve koştum. Bir şey oldu o gün bana, adını koyamadığım bir şey. Her şey, işte o akşam başladı. Mendil satıcısının gözlerinden okuduğum hikayede onun ertesi gün hayatının sona erdiği yazıyordu. Acaba bir rüyanın içinde miyim diye düşündüm fakat test kitaplarım vardı. Belki de ders çalışma işini fazla abartmıştım ve bundan dolayı zihnim bana oyun oynuyordu. Unutmaya çalıştım ama nafile. Ertesi gün akşam yine akşamın verdiği mutlulukla evime doğru her zamanki yolumdan ilerliyordum ki mendil satıcısını görünce birdenbire dün onun gözlerinden okuduklarımı hatırladım. Moralim bozuldu ancak moralimin daha da fazla bozulacağını düşünmemiştim. Gözlerinden okuduğuma göre bu gün bu kişinin hayatının sona ermesi gerekiyordu ve işte hayattaydı. Demek ki çok ders çalıştım diye kendimi teselli ediyordum ki ani bir fren sesi ile irkildim. Mendil satıcısı yerde yatıyordu ve insanlar etrafına toplanmaya başlamıştı. Suçlu muydum? Uyarmalı mıydım o insanı? Kafamda sorularla ilerledim ve eve geldim. Gece boyunca bunun bir tesadüf olduğuna kendimi ikna ettim. 
Ertesi sabah bir buruklukla uyandım ve okula giderken insanların gözlerine, yüzlerine baktım uzun uzun. Hiçbir şey göremedim kimi yorgun, kimi uykulu, kimi enerji dolu gözlerden başka. Evet, bu bir tesadüf diye düşündüm. Gün boyu her zamanki derslerle, işlerle geçti vakit. Akşam eve doğru gelirken sınıf arkadaşlarımdan biri:
-Birkaç gündür sakin görüyorum seni, istersen eve seninle gidelim bugün, dedi. Zaten sınıfımdaki en mutlu arkadaşımdı o. Herkese teselli verir, herkesin sorunlarıyla ilgilenirdi. Hayat doluydu ve herkese tebessüm ederdi. Bana da iyi gelecekti, bundan emindim. Bu teklifi reddedemezdim. Birlikte yürümeye başladık. Ara sıra yolda konuşuyor, duruyor ve onun gözlerine bakıyordum. Evet, gözlerinde bir şey yoktu. Galiba o gün fazla ders çalışmıştım. Güneş batmak üzereydi ve her taraf güzel bir kızıllığa bürünmüştü. Ağaçların yaprakları sarı ile kızıl arasıydı. İnsanların uzamış gölgeleri, kaldırımlar… Efsunlu bir manzara sunuyordu. Manzaranın güzelliğini arkadaşıma söylemek için gözlerine baktığımda yine olan oldu. Susmuştum. O da suskundu. Gözlerine takılı kaldı bakışlarım birkaç saniyeliğine ve yine sayfalar dolusu bir kitap gibi okudum onun hayatını. Ne göründüğü kadar mutluydu ne de huzuru vardı. Yaşadıklarını ve sorunlarını bu yaşta bir insanın nasıl kaldırabildiğini merak ettim. Oysa ona herkes derdini, sıkıntısını anlatır ama kimse ona sormazdı nasıl olduğunu. Ben de sormamıştım. Birkaç saniyeden sonra onun yüzündeki tebessüm de kayboldu. Kendini zorladı ama tebessüm edemedi. Bilinçsizce sordum:
-Nasılsın? 
-Anladın değil mi? Senelerdir sakladığım şeyleri, oynadığım oyunları artık gördün değil mi?
İkimiz de şaşkındık. 
Yürümeye onun takati kalmamıştı. Gözleri de bulutlanmıştı. Vedalaştık. 
Eve dönünce her şeyi baştan düşündüm. Akşamın bir vakti vardı ve o vakitte olanlar oluyordu. Sabahları ya da günün diğer zamanlarında herhangi bir sorun yoktu. Sorun, akşamın aynı vakitleriydi. Fakat arkadaşım nasıl anlamıştı benim onu anladığımı, onun kitabını okuduğumu? İlk işim onunla uzun bir sohbet etmekti.
Arkadaşımı ertesi gün yanıma alarak saatlerce konuştuk. Artık aynı şeyleri yaşayan iki kişiydik fakat o benden biraz daha önce başlamıştı bu hâli yaşamaya. Mutlu görüntüsün altında yatan asıl nedenin de bu olduğunu anladım. Bunu nasıl yapıyordu? Bu oyunu nasıl oynuyordu? Her gün herkese aynı oyunu oynamak zor değil miydi?


2. Bölüm: Hiçbir Şey
Alçin ile konuşmaya başladıktan sonra artık kafamda bazı taşlar yerine oturmaya başlamıştı. En azından beni anlayan bir arkadaşım vardı ve benden daha tecrübeliydi bu yaşadığım konular hususunda. İçim az da olsa rahatlamıştı. Tek başıma bunları yaşamaya devam etseydim ihtimal çıldırırdım. O bana zaman zaman rehberlik ediyordu. 
En azından şunu öğrenmiştik: Bu yaşadığım hâl sadece güneş batmaya yakınken oluyordu. Aynı durum Alçin için de geçerliydi. Günün başka bir saatinde bu hâli yaşamayacağım için rahattım. Fakat bu kez de bütün gün yalnızca o zaman dilimini gözetmek, hayatı biraz durağan hâle getiriyordu. Alçin ile bu halimiz üzerine konuşurken bu durumun özel bir yetenek olduğunu ve bunu dert etmek yerine kullanabileceğimizi düşündük. Ne için kullanacaktık, ne işe yarayacaktı insanları bu şekilde okumak, tanımak bunu kararlaştıramadık. Alçin bir süre düşündükten sonra:
-Naz, dedi. Biz neden hiç aynaya bakarak kendi gözlerimizden kendi hayatımızı okumaya çalışmıyoruz? 
Fena bir fikir değildi bu fakat korkutucuydu da aynı zamanda. Bir yabancı gibi belki de unuttuğum çoğu şeyi yeniden hatırlamak, eski yaraları kanatmak ve geleceği görmek tedirgin ediciydi. Ya iyi şeyler göremezsek? Bu riskleri Alçin’e de söyledim lakin o bir kez kafasına koymuştu aynadan kendi gözlerine bakma işini. Bu akşam, bu tehlikeli denemeyi gerçekleştirmemiz gerekiyordu. Okul çıkışında buluşmak üzere anlaştık. 
Okul çıkışı Alçin hiç konuşmuyordu. O da benim kadar korkuyordu, bunu seziyordum. Sordum:
-Neyin var Alçin, birazdan bakacağız değil mi kendi gözlerimize?
-Bakacağız Naz. Aslında bu kafamda şimdilerde oluşan bir şey değildi. Çok zamandır düşünüyordum bunu fakat cesaret edemiyordum. Şimdi yanımda sen olunca buna karar verdim. İstersen sen sadece beni izle. 
-Alçin, dedim. Aslında bu yapacağımız denemenin çok bir anlamı yok çünkü birbirimizin gözlerini okuduk daha önce. Yine okuyabiliriz. 
Bunları konuşurken güneşin iyice batış vaktine yaklaştığını hissettik. Alçin yolun kenarında durdu ve çantasından bir ayna çıkardı. Ben de yanıma ayna almıştım fakat niyetim yoktu bu deneye. Alçin gözlerini elindeki aynaya dikti. Bekledi, bekledi. Normalde birkaç saniye yetiyordu başkalarının gözlerini okumak için. Alçin’in aynayı bırakmaya niyeti yoktu. İki dakika boyunca suskunca aynaya baktı. Sonunda elindeki aynaya uzandım ve:
-Ne gördün? Biraz uzun sürmedi mi bu bakış?
Alçin, konuşmuyordu. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Aynayı elinden alıp çantasına koydum. Yola devam etmek istedim fakat Alçin adım atmıyordu. Elinde ayna var gibi bakıyordu hâlen. Sarsmaya başladım. Birkaç kez şiddetli sarsıldıktan sonra Alçin uykudan uyanır gibi sağa sola ve bana baktı.  Ne gördüğünü, okuduğunu sordum:
-Hiç, dedi. Hiçbir şey.  
Onun bu gizemli cevabı beni de aynı şeyi denemeye zorluyordu. Kısa da olsa zamanım vardı bunu yapmak için. Aynayı kendime doğru tutarak gözlerimin içine bakmaya karar verdim. Korku ve heyecanla gözlerime bakmaya başladım. Görebiliyor, okuyabiliyordum kendime ait her şeyi. Geçmişim satır satır geçti gözlerimin önünden. Biraz hüzünlü çok az da keyifliydi bu tecrübe benim için. Alçin’in beni sarsmaya başladığı vakit ölüm tarihimi ve kitabımın son sayfasını okuyordum. Kendime gelir gibi oldum. Alçin sordu:
-Ne gördün? Ne okudun?
-Hiç, dedim. Hiçbir şey. 
3. B/ölüm
Alçin’den ayrılarak evin yolunu tuttuğumda o son sayfa zihnimde yeniden dolaşmaya başladı. 3 Ekim 2024 benim ölüm tarihim olarak görünüyordu ve bu tarih yarındı. Bu bağlantıyı kurduğumda buz gibi olmuştu ellerim ve ayaklarım. Yarın öleceğini bilmek? Bu hep söylenirdi: Yarın öleceğini bilsen ne yaparsın? İnsanların bu soruya verdikleri cevapları düşündüm. Bazıları son günü ibadetle, iyilikle geçiririm, diyordu. Bazıları ise kredi çekmekten, çılgınlıklar yapmaktan bahsediyorlardı.  Ben ne yapacağımı bilemiyordum. Yarın öleceğimi biliyordum ama ne yapacağımı bilemiyordum. Tarihi görmüştüm ama saati görememiştim. Kaç saatim vardı ölmek için? Vedalaşmalı mıydım insanlarla? Bir mektup, vasiyet bırakmalı mıydım? Bu tarz eylemlerin ölümüme dair şüphe uyandırma ihtimali yüksekti. Kimseye söyleyemezdim ama bir günüm kalmıştı ölmek için. Acaba Kül Kedisi masalında olduğu gibi saat tam on ikiyi gösterince mi ölecektim yoksa sabaha karşı uykuda mı? Belki de okul yolunda… Belki okulda, ders esnasında… İhtimalleri düşünmek beynimi yoruyordu. Alçin acaba ne görmüştü? 
Düşünmek yoruyordu beni. Bir gün sonra öleceğimi bilmek ama hiçbir şey yapamamak. Belki de sadece beklemem gerekiyordu. Ya da en iyisi hep uyuyarak huzurlu bir şekilde ölüp gitmekti. Belki de… Belki de ölmeyecektim. Yanlış görmüş, okumuş olamaz mıydım? Kararımı vermiştim. Ölüm saatimi beklemek anlamsızdı. Hazırlık mı yapacaktım sanki? Her gün olduğu gibi okuluma gidecektim. Artık nerede son nefesimi verirsem…
Gece on ikiyi beklemeye niyetim vardı ama öyle yorulmuşum ki sabah okul saatinde ancak uyandım. Hatta uyanınca acaba öldüm mü, diye kendimi yokladım. Hayattaydım. Düşünmeye gerek yoktu. Son kez güneşin doğuşunu izlemek isterdim oysa. 
Okul yoluna düştüm, geçtiğim her yerden bir daha geçemeyecekmişim gibi bir hisle ilerliyordum. Tanımadığım insanlara selam veriyordum. Sahipsiz kedileri seviyordum yol boyu. Karşı kaldırıma geçeceğim sırada kocaman bir kamyonun altında kalmaktan son anda kurtuldum. Oysa tam karşı karşıya kaldığımızda kamyonla, galiba sonum geldi, diye düşünmüştüm. 
Ölmemiştim ama bu ölmeyeceğim anlamına gelmiyordu. Okula ulaştım ve sınıfımı, sıramı, öğretmenlerimi son kez görüyor olmanın hüznü ile duygusallaşmıştım ki Alçin yanıma yaklaştı. Neşeliydi. Ona dün akşamdan bahsetmedim. O da bana bahsetmedi. 
-Bu neşenizin bir sebebi var mı hanımefendi, dedi bana. Oysa neşeli değildim. Göz göze geldik. Ben onun gözlerine bakıyordum o da benim gözlerime bakıyordu. Gülüştük. 
-Akşam vakti gözüme görünme, dedim. Sonra bütün sırlarını ifşa ederim. 
Gün boyu şakalar, tebessümler hatta kahkahalar havada uçuştu. Hatta bir ara bugün öleceğimi bile unutmuştum. Akşam okul çıkışı yeniden hatırladım. Belki de akşamın bir saati ölecektim. Dönüş yolunda mı? Belki… Evimde, yatağımda mı? Kim bilir?
Akşam, hiç olmadığı kadar erken olmuştu. Dönüş yolunda bu kez yalnızdım. Tam, dün aynaya baktığım yere geldiğimde yeniden aynaya bakma fikri geldi aklıma. Neden buna ihtiyaç hissettim bilmiyordum. Belki de ölüm saatimi görebilirim, diye ümit ettim. Zamanı gelmişti o sırlı randevunun. Aynayı çıkardım ve nasıl olsa kaybedeceğim bir şeyim yok düşüncesiyle yeniden kendi gözlerime baktım. Yine aynı sayfalardı gözlerimin önünden geçen. Aynı satırlardı… Üstelik dünkü kadar heyecan ve merak da uyandırmıyordu ama öylesine okuyordum ömrümün hikayesini. Nihayet son sayfaya geldiğimde ölüm tarihimin değiştiğini gördüm: 10 Ekim, 2024.
Ayna elimden yere düştü. Paramparça olmuştu. Her parçasında yüzüm belli belirsiz görünüyordu. Koşmaya başladım. Eve doğru koşmaya… Ardıma bakmadan koştum. Evi geçtim ama halen koşuyordum. Ne kadar koştum, nerelerde dolaştım hatırlamıyorum. Eve girdiğimde ayakta duracak mecalim kalmamıştı. Nasıl olsa ölüm tarihim saçma bir şekilde bir hafta ileriye atılmıştı. Belki de o kamyonun altında kalmıştım ve şimdi ölüydüm. Saçma düşünceler yorgun beynimi zorluyordu. Uyudum ve rüya görmeden uyandım ertesi sabah. 
Bir hafta, bir gün gibi geçti. Hep aynı şeyler, hep aynı yollar, okul, ev… Zihnimde kıymık gibi bir tarih vardı. 10 Ekim… Nihayet 10 Ekim gelmişti fakat ben yorulmuştum. Ölümü beklemekten yorulmuştum. Oysa ne güzel, bir gün içinde ölecektim. Bu bir hafta hem kısa hem uzundu. Saate bakmıyordum, merak da etmiyordum saat kaçta öleceğimi. Belki de bunlar benim beynimin uydurduğu şeylerdi. Hastalanmış da olabilirdim fakat Alçin de durumdan haberdardı. Bu yaşadıklarımı başka birilerine anlatsam kesinlikle inanmazdı ama neyse ki Alçin vardı. Bir hafta boyunca onunla dertleşmemiştik. O, her zamanki gibi neşeliydi. Rolünü güzel oynuyordu. 
Akşama doğru nedense bugün de ölmeyeceğimi düşündüm. Tam bu esnada önümden gürültüyle geçen bir aracın arkasındaki yazı sanki bana bir mesajdı:
Bugün de ölmedim anne.

4. Bölüm: Tuhaf Veda
Bir haftadır insanların gözlerine bakmıyordum. Yüzlerine bakmıyordum. Alçin’in de gözlerine bakmadım hiç. O da benim gözlerime bakmıyordu. İlginç günler geride kalmıştı. Hayatımdan aynaları çıkarmalıydım belki de. 
Eve döndüm, dikkatimi bir şeylere veremiyordum. Sadece boş boş oturuyor, duvarlara, tavana bakıyordum. Bazen yere, ayaklarıma bakıyordum. Ayak parmaklarımı ilk kez görüyor gibiydim. Ne kadar biçimsiz olduğunu fark ettim ayak parmaklarımın. Sonra ellerime baktım. Tırnaklarım ojeliydi. Ne zaman sürmüştüm ojeyi? Düşündüm ama hatırlayamadım. Belki de ben sürmemiştim. Belki de dalgınlığımdan faydalanıp Alçin sürmüştü ojeyi. O severdi böyle şeyleri. Ölüm günümde düşündüğüm şeylere bak, diye kendime geldim. Kendime gelmek istemiyordum. Böyle şeyleri daha çok düşünerek kendimden uzaklaşmak istiyordum. Yaşarsam -ki öleceğime inanmıyordum- Alçin’le uzun bir konuşmaya ihtiyacım vardı. Gözlerimin beni yanılttığını düşünmeye başlamıştım. Uykumun geldiğini hissettim. Sanki yüzyıllardır uyumamıştım. Derin bir uykuya dalsam her şey geçecek gibiydi. Beynim rahatlayacak ve sıradan bir hayata kavuşacak gibiydim. Yatağıma gittim ve uzandım. Kaç zamandır rüya görmediğimi hatırladım. Keşke güzel bir rüya görsem, uzun ve güzel bir rüya… 
Sabah tüy gibi hafiflemiş olarak uyandım. Rüya da görmüştüm ama hatırlamıyordum. Güzel rüya olmalıydı bu çünkü içimde bir huzur vardı. Üstelik hayattaydım. Yani yine çıkmamıştı gözlerimden okuduğum şey. Neşeli bir telaşla okul yolunu tuttum. Okula gider gitmez Alçin’le konuşacak ve bu saçmalığa bir son vermeye çalışacaktım. 
Okula ulaştım ve ilk dersi dinledim. Arkadaşlarıma baktım, öğretmenimin gözlerine baktım. Hiçbir şey ifade etmiyordu benim için yüzler ve gözler. İlk teneffüs Alçin’i görmek için sınıfına koştum fakat yoktu Alçin. Zihnime olumsuzluklar hücum etmişti. Ya Alçin öldüyse? Telaşla sınıf arkadaşlarına sordum:
-Alçin, gelmedi mi?
Yüzüme boş boş bakıyordu sınıftaki birkaç kişi:
-Alçin kim, diye sordu biri şaşkınlıkla. 
-Alçin, şu pencere kenarındaki sırada oturan, siyah düz saçlı, tırnakları hep ojeli olan, neşeli kız var ya… Hani her gün yanına geliyorum ya da o benim yanıma geliyor. Nasıl tanımazsınız onu. Şaka mı yapıyorsunuz?
Ön sırada oturanlardan biri, bir yandan elindeki simitten bir ısırık aldı ve cevap verdi:
-Kaç zamandır bu sınıfa geldiğin doğru. Geliyor ve garip hareketler sergiliyorsun. Bu sınıfta Alçin diye biri yok.
Kendimi zor tutuyordum. Sınıf defterini elime aldım. Sanki herkes sözleşmiş ve bana kötü bir şaka yapıyor gibiydi. Hızla listeyi okudum, okudum, bir daha okudum. Gerçekten de Alçin diye bir isim yoktu. Demek ki bu kötü şakaya idareciler de karışmış ve Alçin’in olmadığı bir liste hazırlamışlardı. Belki Alçin de bu şakanın içindeydi. Hızla diğer sınıflara baktım ve müdür yardımcısının odasına kapıyı bile vurmadan daldım. 
-Size hiç yakışıyor mu böyle şakalara alet olmak, diye başladım söze. Nefes nefese kalmıştım ve çok öfkeliydim. Müdür Yardımcısı önce kolonya ikram etti. Sonra konuyu sordu. Anlattım. Yüzüme üzgün bir biçimde bakarak:
-Bu okulda Alçin isminde biri hiç olmadı. Bahsettiğin sınıfta da olmadı. Emin misin sana farklı bir isim söylenmediğinden?
Kimse beni anlamıyordu. Daha fazla katlanamazdım bu duruma. Sınıfıma gidip çantamı toparladım. Okulda durmak istemiyordum. Yürümem lazımdı. Nereye gittiğimi bilmeden yürümem lazımdı. Çantamı aldım, merdivenleri hızla indim. Okul bahçesinin tam ortasına geldiğimde birinin ardımdan baktığını hissettim. Geriye döndüğümde Alçin sınıflarının penceresinden el sallıyordu.