Asya Zoroğlu, Zeynep Akbulut, Zeynep Ayten
1. Bölüm: Gözler Yalan Söylemez
Akşam saatlerini oldum olası çok severim. Çünkü akşam demek özgürlük demek. Çünkü akşam demek, eve dönüş demek. Akşamdan daha güzel bir vakit var mı deseler, gece derim. Gecenin yeri bir başka. Herkes için gün batabilir ancak benim için gün gece vakti doğar. Gece, siyah kanatlarıyla çoğu şeyi perdeler fakat ben gece vakti daha iyi görür, daha iyi düşünür ve hayatı bütün derinliğiyle hissederim.
Akşam saatlerini oldum olası severdim ancak o güne kadar. O günden beri akşam vakitleri beni boğuyor. Akşam vakitlerinde karanlık evham kuşları gelip zihnime konuyor ve gagalıyor. Akşam vakitlerini o günden sonra sevmemeye başladım galiba.
O gün ne mi oldu? O gün çok şey oldu.
Akşamın verdiği mutlulukla evime doğru ilerliyordum ki karşıma çıkan bir mendil satıcısı bana mendil isteyip istemediğimi sordu. Mendile ihtiyacım yoktu ama yine de dilim, zihnim bağlanmış gibi oldu ve bana doğru uzatılan mendili alırken satıcının gözlerini gördüm. Gözleri kalın bir kitap gibiydi. Sayfaları kendiliğinden çevriliyordu. Okudum, okudum, okudum. Yalnızca birkaç saniye göz göze geldik ama onun bütün hikayesini okumuştum. Yalnızca hikayesini değil kaderini de görebiliyordum. İrkildim ve aldığım mendili yalnızca test kitaplarımın ve kalemlerimin bulunduğu çantama atarak hızla eve koştum. Bir şey oldu o gün bana, adını koyamadığım bir şey. Her şey, işte o akşam başladı. Mendil satıcısının gözlerinden okuduğum hikayede onun ertesi gün hayatının sona erdiği yazıyordu. Acaba bir rüyanın içinde miyim diye düşündüm fakat test kitaplarım vardı. Belki de ders çalışma işini fazla abartmıştım ve bundan dolayı zihnim bana oyun oynuyordu. Unutmaya çalıştım ama nafile. Ertesi gün akşam yine akşamın verdiği mutlulukla evime doğru her zamanki yolumdan ilerliyordum ki mendil satıcısını görünce birdenbire dün onun gözlerinden okuduklarımı hatırladım. Moralim bozuldu ancak moralimin daha da fazla bozulacağını düşünmemiştim. Gözlerinden okuduğuma göre bu gün bu kişinin hayatının sona ermesi gerekiyordu ve işte hayattaydı. Demek ki çok ders çalıştım diye kendimi teselli ediyordum ki ani bir fren sesi ile irkildim. Mendil satıcısı yerde yatıyordu ve insanlar etrafına toplanmaya başlamıştı. Suçlu muydum? Uyarmalı mıydım o insanı? Kafamda sorularla ilerledim ve eve geldim. Gece boyunca bunun bir tesadüf olduğuna kendimi ikna ettim.
Ertesi sabah bir buruklukla uyandım ve okula giderken insanların gözlerine, yüzlerine baktım uzun uzun. Hiçbir şey göremedim kimi yorgun, kimi uykulu, kimi enerji dolu gözlerden başka. Evet, bu bir tesadüf diye düşündüm. Gün boyu her zamanki derslerle, işlerle geçti vakit. Akşam eve doğru gelirken sınıf arkadaşlarımdan biri:
-Birkaç gündür sakin görüyorum seni, istersen eve seninle gidelim bugün, dedi. Zaten sınıfımdaki en mutlu arkadaşımdı o. Herkese teselli verir, herkesin sorunlarıyla ilgilenirdi. Hayat doluydu ve herkese tebessüm ederdi. Bana da iyi gelecekti, bundan emindim. Bu teklifi reddedemezdim. Birlikte yürümeye başladık. Ara sıra yolda konuşuyor, duruyor ve onun gözlerine bakıyordum. Evet, gözlerinde bir şey yoktu. Galiba o gün fazla ders çalışmıştım. Güneş batmak üzereydi ve her taraf güzel bir kızıllığa bürünmüştü. Ağaçların yaprakları sarı ile kızıl arasıydı. İnsanların uzamış gölgeleri, kaldırımlar… Efsunlu bir manzara sunuyordu. Manzaranın güzelliğini arkadaşıma söylemek için gözlerine baktığımda yine olan oldu. Susmuştum. O da suskundu. Gözlerine takılı kaldı bakışlarım birkaç saniyeliğine ve yine sayfalar dolusu bir kitap gibi okudum onun hayatını. Ne göründüğü kadar mutluydu ne de huzuru vardı. Yaşadıklarını ve sorunlarını bu yaşta bir insanın nasıl kaldırabildiğini merak ettim. Oysa ona herkes derdini, sıkıntısını anlatır ama kimse ona sormazdı nasıl olduğunu. Ben de sormamıştım. Birkaç saniyeden sonra onun yüzündeki tebessüm de kayboldu. Kendini zorladı ama tebessüm edemedi. Bilinçsizce sordum:
-Nasılsın?
-Anladın değil mi? Senelerdir sakladığım şeyleri, oynadığım oyunları artık gördün değil mi?
İkimiz de şaşkındık.
Yürümeye onun takati kalmamıştı. Gözleri de bulutlanmıştı. Vedalaştık.
Eve dönünce her şeyi baştan düşündüm. Akşamın bir vakti vardı ve o vakitte olanlar oluyordu. Sabahları ya da günün diğer zamanlarında herhangi bir sorun yoktu. Sorun, akşamın aynı vakitleriydi. Fakat arkadaşım nasıl anlamıştı benim onu anladığımı, onun kitabını okuduğumu? İlk işim onunla uzun bir sohbet etmekti.
Arkadaşımı ertesi gün yanıma alarak saatlerce konuştuk. Artık aynı şeyleri yaşayan iki kişiydik fakat o benden biraz daha önce başlamıştı bu hâli yaşamaya. Mutlu görüntüsün altında yatan asıl nedenin de bu olduğunu anladım. Bunu nasıl yapıyordu? Bu oyunu nasıl oynuyordu? Her gün herkese aynı oyunu oynamak zor değil miydi?
2. Bölüm: Hiçbir Şey
Alçin ile konuşmaya başladıktan sonra artık kafamda bazı taşlar yerine oturmaya başlamıştı. En azından beni anlayan bir arkadaşım vardı ve benden daha tecrübeliydi bu yaşadığım konular hususunda. İçim az da olsa rahatlamıştı. Tek başıma bunları yaşamaya devam etseydim ihtimal çıldırırdım. O bana zaman zaman rehberlik ediyordu.
En azından şunu öğrenmiştik: Bu yaşadığım hâl sadece güneş batmaya yakınken oluyordu. Aynı durum Alçin için de geçerliydi. Günün başka bir saatinde bu hâli yaşamayacağım için rahattım. Fakat bu kez de bütün gün yalnızca o zaman dilimini gözetmek, hayatı biraz durağan hâle getiriyordu. Alçin ile bu halimiz üzerine konuşurken bu durumun özel bir yetenek olduğunu ve bunu dert etmek yerine kullanabileceğimizi düşündük. Ne için kullanacaktık, ne işe yarayacaktı insanları bu şekilde okumak, tanımak bunu kararlaştıramadık. Alçin bir süre düşündükten sonra:
-Naz, dedi. Biz neden hiç aynaya bakarak kendi gözlerimizden kendi hayatımızı okumaya çalışmıyoruz?
Fena bir fikir değildi bu fakat korkutucuydu da aynı zamanda. Bir yabancı gibi belki de unuttuğum çoğu şeyi yeniden hatırlamak, eski yaraları kanatmak ve geleceği görmek tedirgin ediciydi. Ya iyi şeyler göremezsek? Bu riskleri Alçin’e de söyledim lakin o bir kez kafasına koymuştu aynadan kendi gözlerine bakma işini. Bu akşam, bu tehlikeli denemeyi gerçekleştirmemiz gerekiyordu. Okul çıkışında buluşmak üzere anlaştık.
Okul çıkışı Alçin hiç konuşmuyordu. O da benim kadar korkuyordu, bunu seziyordum. Sordum:
-Neyin var Alçin, birazdan bakacağız değil mi kendi gözlerimize?
-Bakacağız Naz. Aslında bu kafamda şimdilerde oluşan bir şey değildi. Çok zamandır düşünüyordum bunu fakat cesaret edemiyordum. Şimdi yanımda sen olunca buna karar verdim. İstersen sen sadece beni izle.
-Alçin, dedim. Aslında bu yapacağımız denemenin çok bir anlamı yok çünkü birbirimizin gözlerini okuduk daha önce. Yine okuyabiliriz.
Bunları konuşurken güneşin iyice batış vaktine yaklaştığını hissettik. Alçin yolun kenarında durdu ve çantasından bir ayna çıkardı. Ben de yanıma ayna almıştım fakat niyetim yoktu bu deneye. Alçin gözlerini elindeki aynaya dikti. Bekledi, bekledi. Normalde birkaç saniye yetiyordu başkalarının gözlerini okumak için. Alçin’in aynayı bırakmaya niyeti yoktu. İki dakika boyunca suskunca aynaya baktı. Sonunda elindeki aynaya uzandım ve:
-Ne gördün? Biraz uzun sürmedi mi bu bakış?
Alçin, konuşmuyordu. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Aynayı elinden alıp çantasına koydum. Yola devam etmek istedim fakat Alçin adım atmıyordu. Elinde ayna var gibi bakıyordu hâlen. Sarsmaya başladım. Birkaç kez şiddetli sarsıldıktan sonra Alçin uykudan uyanır gibi sağa sola ve bana baktı. Ne gördüğünü, okuduğunu sordum:
-Hiç, dedi. Hiçbir şey.
Onun bu gizemli cevabı beni de aynı şeyi denemeye zorluyordu. Kısa da olsa zamanım vardı bunu yapmak için. Aynayı kendime doğru tutarak gözlerimin içine bakmaya karar verdim. Korku ve heyecanla gözlerime bakmaya başladım. Görebiliyor, okuyabiliyordum kendime ait her şeyi. Geçmişim satır satır geçti gözlerimin önünden. Biraz hüzünlü çok az da keyifliydi bu tecrübe benim için. Alçin’in beni sarsmaya başladığı vakit ölüm tarihimi ve kitabımın son sayfasını okuyordum. Kendime gelir gibi oldum. Alçin sordu:
-Ne gördün? Ne okudun?
-Hiç, dedim. Hiçbir şey.
3. B/ölüm
Alçin’den ayrılarak evin yolunu tuttuğumda o son sayfa zihnimde yeniden dolaşmaya başladı. 3 Ekim 2024 benim ölüm tarihim olarak görünüyordu ve bu tarih yarındı. Bu bağlantıyı kurduğumda buz gibi olmuştu ellerim ve ayaklarım. Yarın öleceğini bilmek? Bu hep söylenirdi: Yarın öleceğini bilsen ne yaparsın? İnsanların bu soruya verdikleri cevapları düşündüm. Bazıları son günü ibadetle, iyilikle geçiririm, diyordu. Bazıları ise kredi çekmekten, çılgınlıklar yapmaktan bahsediyorlardı. Ben ne yapacağımı bilemiyordum. Yarın öleceğimi biliyordum ama ne yapacağımı bilemiyordum. Tarihi görmüştüm ama saati görememiştim. Kaç saatim vardı ölmek için? Vedalaşmalı mıydım insanlarla? Bir mektup, vasiyet bırakmalı mıydım? Bu tarz eylemlerin ölümüme dair şüphe uyandırma ihtimali yüksekti. Kimseye söyleyemezdim ama bir günüm kalmıştı ölmek için. Acaba Kül Kedisi masalında olduğu gibi saat tam on ikiyi gösterince mi ölecektim yoksa sabaha karşı uykuda mı? Belki de okul yolunda… Belki okulda, ders esnasında… İhtimalleri düşünmek beynimi yoruyordu. Alçin acaba ne görmüştü?
Düşünmek yoruyordu beni. Bir gün sonra öleceğimi bilmek ama hiçbir şey yapamamak. Belki de sadece beklemem gerekiyordu. Ya da en iyisi hep uyuyarak huzurlu bir şekilde ölüp gitmekti. Belki de… Belki de ölmeyecektim. Yanlış görmüş, okumuş olamaz mıydım? Kararımı vermiştim. Ölüm saatimi beklemek anlamsızdı. Hazırlık mı yapacaktım sanki? Her gün olduğu gibi okuluma gidecektim. Artık nerede son nefesimi verirsem…
Gece on ikiyi beklemeye niyetim vardı ama öyle yorulmuşum ki sabah okul saatinde ancak uyandım. Hatta uyanınca acaba öldüm mü, diye kendimi yokladım. Hayattaydım. Düşünmeye gerek yoktu. Son kez güneşin doğuşunu izlemek isterdim oysa.
Okul yoluna düştüm, geçtiğim her yerden bir daha geçemeyecekmişim gibi bir hisle ilerliyordum. Tanımadığım insanlara selam veriyordum. Sahipsiz kedileri seviyordum yol boyu. Karşı kaldırıma geçeceğim sırada kocaman bir kamyonun altında kalmaktan son anda kurtuldum. Oysa tam karşı karşıya kaldığımızda kamyonla, galiba sonum geldi, diye düşünmüştüm.
Ölmemiştim ama bu ölmeyeceğim anlamına gelmiyordu. Okula ulaştım ve sınıfımı, sıramı, öğretmenlerimi son kez görüyor olmanın hüznü ile duygusallaşmıştım ki Alçin yanıma yaklaştı. Neşeliydi. Ona dün akşamdan bahsetmedim. O da bana bahsetmedi.
-Bu neşenizin bir sebebi var mı hanımefendi, dedi bana. Oysa neşeli değildim. Göz göze geldik. Ben onun gözlerine bakıyordum o da benim gözlerime bakıyordu. Gülüştük.
-Akşam vakti gözüme görünme, dedim. Sonra bütün sırlarını ifşa ederim.
Gün boyu şakalar, tebessümler hatta kahkahalar havada uçuştu. Hatta bir ara bugün öleceğimi bile unutmuştum. Akşam okul çıkışı yeniden hatırladım. Belki de akşamın bir saati ölecektim. Dönüş yolunda mı? Belki… Evimde, yatağımda mı? Kim bilir?
Akşam, hiç olmadığı kadar erken olmuştu. Dönüş yolunda bu kez yalnızdım. Tam, dün aynaya baktığım yere geldiğimde yeniden aynaya bakma fikri geldi aklıma. Neden buna ihtiyaç hissettim bilmiyordum. Belki de ölüm saatimi görebilirim, diye ümit ettim. Zamanı gelmişti o sırlı randevunun. Aynayı çıkardım ve nasıl olsa kaybedeceğim bir şeyim yok düşüncesiyle yeniden kendi gözlerime baktım. Yine aynı sayfalardı gözlerimin önünden geçen. Aynı satırlardı… Üstelik dünkü kadar heyecan ve merak da uyandırmıyordu ama öylesine okuyordum ömrümün hikayesini. Nihayet son sayfaya geldiğimde ölüm tarihimin değiştiğini gördüm: 10 Ekim, 2024.
Ayna elimden yere düştü. Paramparça olmuştu. Her parçasında yüzüm belli belirsiz görünüyordu. Koşmaya başladım. Eve doğru koşmaya… Ardıma bakmadan koştum. Evi geçtim ama halen koşuyordum. Ne kadar koştum, nerelerde dolaştım hatırlamıyorum. Eve girdiğimde ayakta duracak mecalim kalmamıştı. Nasıl olsa ölüm tarihim saçma bir şekilde bir hafta ileriye atılmıştı. Belki de o kamyonun altında kalmıştım ve şimdi ölüydüm. Saçma düşünceler yorgun beynimi zorluyordu. Uyudum ve rüya görmeden uyandım ertesi sabah.
Bir hafta, bir gün gibi geçti. Hep aynı şeyler, hep aynı yollar, okul, ev… Zihnimde kıymık gibi bir tarih vardı. 10 Ekim… Nihayet 10 Ekim gelmişti fakat ben yorulmuştum. Ölümü beklemekten yorulmuştum. Oysa ne güzel, bir gün içinde ölecektim. Bu bir hafta hem kısa hem uzundu. Saate bakmıyordum, merak da etmiyordum saat kaçta öleceğimi. Belki de bunlar benim beynimin uydurduğu şeylerdi. Hastalanmış da olabilirdim fakat Alçin de durumdan haberdardı. Bu yaşadıklarımı başka birilerine anlatsam kesinlikle inanmazdı ama neyse ki Alçin vardı. Bir hafta boyunca onunla dertleşmemiştik. O, her zamanki gibi neşeliydi. Rolünü güzel oynuyordu.
Akşama doğru nedense bugün de ölmeyeceğimi düşündüm. Tam bu esnada önümden gürültüyle geçen bir aracın arkasındaki yazı sanki bana bir mesajdı:
Bugün de ölmedim anne.
4. Bölüm: Tuhaf Veda
Bir haftadır insanların gözlerine bakmıyordum. Yüzlerine bakmıyordum. Alçin’in de gözlerine bakmadım hiç. O da benim gözlerime bakmıyordu. İlginç günler geride kalmıştı. Hayatımdan aynaları çıkarmalıydım belki de.
Eve döndüm, dikkatimi bir şeylere veremiyordum. Sadece boş boş oturuyor, duvarlara, tavana bakıyordum. Bazen yere, ayaklarıma bakıyordum. Ayak parmaklarımı ilk kez görüyor gibiydim. Ne kadar biçimsiz olduğunu fark ettim ayak parmaklarımın. Sonra ellerime baktım. Tırnaklarım ojeliydi. Ne zaman sürmüştüm ojeyi? Düşündüm ama hatırlayamadım. Belki de ben sürmemiştim. Belki de dalgınlığımdan faydalanıp Alçin sürmüştü ojeyi. O severdi böyle şeyleri. Ölüm günümde düşündüğüm şeylere bak, diye kendime geldim. Kendime gelmek istemiyordum. Böyle şeyleri daha çok düşünerek kendimden uzaklaşmak istiyordum. Yaşarsam -ki öleceğime inanmıyordum- Alçin’le uzun bir konuşmaya ihtiyacım vardı. Gözlerimin beni yanılttığını düşünmeye başlamıştım. Uykumun geldiğini hissettim. Sanki yüzyıllardır uyumamıştım. Derin bir uykuya dalsam her şey geçecek gibiydi. Beynim rahatlayacak ve sıradan bir hayata kavuşacak gibiydim. Yatağıma gittim ve uzandım. Kaç zamandır rüya görmediğimi hatırladım. Keşke güzel bir rüya görsem, uzun ve güzel bir rüya…
Sabah tüy gibi hafiflemiş olarak uyandım. Rüya da görmüştüm ama hatırlamıyordum. Güzel rüya olmalıydı bu çünkü içimde bir huzur vardı. Üstelik hayattaydım. Yani yine çıkmamıştı gözlerimden okuduğum şey. Neşeli bir telaşla okul yolunu tuttum. Okula gider gitmez Alçin’le konuşacak ve bu saçmalığa bir son vermeye çalışacaktım.
Okula ulaştım ve ilk dersi dinledim. Arkadaşlarıma baktım, öğretmenimin gözlerine baktım. Hiçbir şey ifade etmiyordu benim için yüzler ve gözler. İlk teneffüs Alçin’i görmek için sınıfına koştum fakat yoktu Alçin. Zihnime olumsuzluklar hücum etmişti. Ya Alçin öldüyse? Telaşla sınıf arkadaşlarına sordum:
-Alçin, gelmedi mi?
Yüzüme boş boş bakıyordu sınıftaki birkaç kişi:
-Alçin kim, diye sordu biri şaşkınlıkla.
-Alçin, şu pencere kenarındaki sırada oturan, siyah düz saçlı, tırnakları hep ojeli olan, neşeli kız var ya… Hani her gün yanına geliyorum ya da o benim yanıma geliyor. Nasıl tanımazsınız onu. Şaka mı yapıyorsunuz?
Ön sırada oturanlardan biri, bir yandan elindeki simitten bir ısırık aldı ve cevap verdi:
-Kaç zamandır bu sınıfa geldiğin doğru. Geliyor ve garip hareketler sergiliyorsun. Bu sınıfta Alçin diye biri yok.
Kendimi zor tutuyordum. Sınıf defterini elime aldım. Sanki herkes sözleşmiş ve bana kötü bir şaka yapıyor gibiydi. Hızla listeyi okudum, okudum, bir daha okudum. Gerçekten de Alçin diye bir isim yoktu. Demek ki bu kötü şakaya idareciler de karışmış ve Alçin’in olmadığı bir liste hazırlamışlardı. Belki Alçin de bu şakanın içindeydi. Hızla diğer sınıflara baktım ve müdür yardımcısının odasına kapıyı bile vurmadan daldım.
-Size hiç yakışıyor mu böyle şakalara alet olmak, diye başladım söze. Nefes nefese kalmıştım ve çok öfkeliydim. Müdür Yardımcısı önce kolonya ikram etti. Sonra konuyu sordu. Anlattım. Yüzüme üzgün bir biçimde bakarak:
-Bu okulda Alçin isminde biri hiç olmadı. Bahsettiğin sınıfta da olmadı. Emin misin sana farklı bir isim söylenmediğinden?
Kimse beni anlamıyordu. Daha fazla katlanamazdım bu duruma. Sınıfıma gidip çantamı toparladım. Okulda durmak istemiyordum. Yürümem lazımdı. Nereye gittiğimi bilmeden yürümem lazımdı. Çantamı aldım, merdivenleri hızla indim. Okul bahçesinin tam ortasına geldiğimde birinin ardımdan baktığını hissettim. Geriye döndüğümde Alçin sınıflarının penceresinden el sallıyordu.