7. sınıf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
7. sınıf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Haziran 2025 Pazar

ESPRİ MESELESİ

Rukiye Tokgöz

Çok sıcak bir gündü ve okuldaydı. Karne haftası, hem de bu havada okula gelmesinin
tek sebebi babasının ısrarıydı. Karne haftası diye gitmemezlik yapılmaması gerektiğini,
sonuçta okulun açık olduğunu söyleyip duruyordu babası. Babasına karne haftasının etkinlik
haftası ilan edildiğini, ortaokulda olmasına rağmen hocaların saçma sapan oyunlar oynatıp
yetenek paylaşımı adı altında “Hiç mi yeteneğiniz yok?” diye kızdıklarını yüzlerce, binlerce
kez anlatsa da onu ikna edememişti bir türlü. Zaten yedinci sınıflardan okula gelen öğrenci
sayısı on birdi. Beşi ailesinin zoruyla geliyordu, üçü devamsızlığı çok olduğundan, geri kalanı
da haylazlık peşinde olduğundan. En azından karneye sadece iki gün kalmıştı. İki gün daha
etkinlik haftası adlı saçmalığa katlanacak, ondan sonra rahat edecekti. Zaten onun okulla
ilgili bir sorunu yoktu. Okulu seviyordu, dersleri de. Onun sevmediği şey etkinlik haftası
programları ve babasının onu bu günlerde okula göndermesiydi. Bu haftayla ilgili sevdiği tek
bir şey vardı, o da sadece bir kez olan soğuk espri yapma dersiydi. Espri yapmayı çok
severdi ve bu konuda bir hayli yetenekliydi. Okula gelen diğer on kişi de öyle. O yüzden bu
ders çok eğlenceli geçerdi.
Sonunda dört gözle beklediği o ders gelmişti. Herkes haftanın uyuşukluğunu
üzerinden atmış, en soğuk esprilerini hazırlamıştı. Sonunda hoca geldi ve espriler yapılmaya
başlandı. Herkes aklına gelen soğuk esprileri sıralıyordu. Sınıf gülme krizine girmişti.
-İngilizCEM yok.
-Neden?
-Çünkü tanıdığım bütün Cem’ler Türk.
Hatta hocanın bile esaslı bir soğuk esprisi vardı:
-Tebrikler KAZANdınız, şimdi tencere oldunuz!
Ardından bir öğrenci sınıfın diğer ucundan bağırıyordu:
-Geçen gün arkadaşlarla FIRINDA patates yiyorduk, fırın sıcak gelince balkona çıktık.
-Bu iyiliğiniz çok Makbule geçti, şimdi de Fatma geçiyor.
Soğuk espriler havada uçuşuyordu ama o hiçbir espri yapmıyor, kendini tutuyordu. Sonra,
dersin bitimine doğru hoca, onun hiçbir espri yapmadığını fark etti ve şaşırarak niye
yapmadığını sordu. O da,
-Bu sıcak havada soğuk espri yaparsam hasta olurum hocam, diye cevap verdi. O sırada
herkesin sesi kısılmıştı ve öksürüyorlardı. O sadece,
-Ben demiştim, dedi ve sınıftan çıktı.

HASTA MEKTUBU

Hülya Doğancık
 
 
Sevgili  Kim Olduğunu Bilmediğim Kişi,

Dün buradaydın. Emin değilim. Belki de sen değildin. Senin kim    olduğunu da bilmiyorum. Bu mektubun sana ulaşabileceğinin de garantisi yok. Sadece bazen insanın bir şeyler anlatması gerekiyor gibi hissediyorum. Her ne olursa olsun birkaç kelime söylemek, içinde tuttuğum sözcükleri dışarı vurmak en azından bana iyi geliyor. Burada benimle konuşan pek olmaz. Hemşire, doktorlar ve hasta bakıcılar var. Ama ilaçlar hakkında değilse hiçbiri benimle konuşmazlar.
Buna alıştım. Alıştım sanırım. En azından sen varsın. 
Ya da yoksun. Yine de yazıyorum. 
Belki biri okur. 
Ya da okumaz. 
Neyse burada günlerim çok sıradan. Kahvaltıda ilaçlar, öğlen ilaçlar, akşam ilaçlar. Ve kimse tek kelime etmeme izin vermiyor. Ama bir bahçemiz var. Oraya çıkınca daha iyi hissediyorum kendimi. Kendi kendime konuşabildiğim tek yer orası. İçeride kendimle konuşunca ilaçlarımın dozunu arttırıyorlar. Biliyor musun? Geçenlerde biri bana gülümsedi. Yani öyle sandım. Aslında ziyaret ettiği kişiye gülümsemiş. Olsun. En son buraya gelmeden önce gülen birini görmüştüm.
Daha kimseler ziyaretime gelmedi.
Sorun değil. 
Eminim çok meşgullerdir. Belki de benden utanıyorlardır. 
Yine de burası güzel. 
Belki güzel değil de gidebilecek bir yerim olmadığı için kendimi avutmaya çalışıyorumdur...


Sevgilerle

RÜYA GİBİ GERÇEK

Rukiye Tokgöz


I. Bölüm
Sude için bu hayat işkence gibiydi, beş ağabeyi ve kurallara uyma meraklısı babasıyla. Maddi durumları pek iyi değildi, babası bir kaza sonrası sakatlandığı için çalışmıyordu. Annesi -kendisi böyle diyor- altı çocuğunu doyurabilmek için yedi yirmi dört temizliğe(?) gidiyordu. Aslında annesinin o kadar çok çalışmaya ihtiyacı yoktu ama annesi gezmeyi, dolaşmayı ve sohbet etmeyi çok severdi. Temizliğe gittiği hanımlarla sıkı fıkı olduğundan sürekli çalışmak isterdi. Bu durumda Sude, okula gitmediği zamanlarda ağabeyleri ve babasıyla baş başa kalıyordu.  
Babası, tüm kurallara harfi harfine uyulmasını isterdi. Yatması, kalkması, yemek yemesi için belli saatler vardı. Bu saatler bir dakika bile geçse yarım saat ile üç saat arsında süren nutuklar dinlemek zorunda kalırdı. Nutuklar bittikten sonra da tüm ev işleri üzerine yıkılırdı. Bu ceza bir hafta sürerdi ama Sude, cezalı olmadığı zamanlarda da tüm işleri yapıyordu. Aslında ağabeyleriyle ev işlerini paylaşmaları lazımdı fakat ağabeyleri tüm işi ona yaptırıyordu ve babası ya bunu bilmiyordu ya da umurunda değildi. Ne de olsa bu evde oligarşi vardı. Annesinin evde kalmak istememesinin sebeplerinden biri de buydu belki. Sude, ağabey terörü denen şeyi sonuna kadar yaşıyordu. Sanki duvarsız bir hapishaneydi burası. 
 
II. Bölüm 
Babasının kural koyma merakı ve ağabeyleri, okulda da Sude’ye sıkıntı çıkarıyordu. Babası asla ve asla kendisinin tanımadığı kişilerle arkadaşlık kurmamasını söylerdi. Okulda samimi olduğu bir-iki kız vardı ama evdeki durum gizli olduğu için asla arkadaş buluşmalarına katılamazdı. Bu yüzden doğal olarak biraz da olsa dışlanıyordu. 
    Ağabeyleri ise onu sınıfta rezil edecek ve/veya babasını kızdıracak şeyleri baş başa verip düşünür, ardından el birliğiyle bu işi gayet iyi becerirlerdi. Bütün ödevlerini karalar veya yırtar, yazılıya çalışacağı zaman ders notlarını yakarlardı. Onlar yüzünden babası, notları düşük olduğu gerekçesiyle de ceza veriyordu. Sınıfa ya ödevsiz ya da yırtık, buruşuk ödevlerle geldiğinde öğretmenleri de ceza veriyordu. Bir keresinde de ağabeyleri okul formasının arkasına “SIRACALI” yazmışlardı. Utançtan yerin dibine girmişti o gün. Yazı görünmesin diye hırkasını sırtından hiç çıkarmamıştı ama fark etmediği bir şey vardı, aynı yazı hırkasının arkasında da yazıyordu. O günden sonra okulda adı çıkmıştı, gelen geçen alay ediyordu. İlkokuldan beri -yani yedi yıldır- okulda asla rahat gezemiyordu. Okul, onun için en az ev kadar, hatta evden daha büyük bir işkence olmuştu. 
Beş ağabeyi ve babası, yani toplamda altısı birden ona çok çektiriyordu. Evde, okulda, hayatın her alanında. Birkaç kez annesine okulu bırakıp onunla temizliğe gitmeyi bile teklif etmişti. Lakin annesi katiyen böyle bir şey yapamayacağını söylemişti. Sude’ye göre annesi, kendini bu evden kurtardığı için artık Sude’yi önemsemiyordu. Zaten şu dünyada ona anlayışlı davranan, onu önemseyen hiçbir canlı yoktu. Ya da Sude öyle düşünüyordu.


III. Bölüm 
O gün, okula yeni bir beden eğitimi öğretmeni geldi. Tam da beden eğitimi dersinin olduğu gündü. Yani Sude’nin en ama en nefret ettiği gün. Çünkü tüm beden eğitimi derslerinde şansına(!) tüm toplar kafasına gelir, koşarken ayağı taşa takılır ve yere yapışırdı. 
Beden eğitimi dersinde hoca kendini tanıttı ve isteyenin voleybol, futbol ya da basketbol oynayabileceğini söyledi. Hocanın lafı biter bitmez hızla koşan arkadaşlarından biri Sude’yi yere düşürdü. Sude ayağa kalktığında onu düşüren çocuk, diş macunu reklamı yapıyor gibi sırıtıyordu. Ardından dil çıkarıp ortadan kayboldu. Sude için artık bu durum olağan hale gelmişti. Kapüşonunu başına geçirip hocanın yanına, soyunma odasına gitmek için izin almaya gitti. Tek dostu olan kitabı çantasındaydı ve onu almak için soyunma odasına gitmeliydi. Hocanın yanına gitti:
-Hocam, soyunma odasına gidebilir miyim? Çantamda bir şey unuttum da. 
-Elbette yavrum, neden olmasın?
Hevesli bir şekilde soyunma odasına doğru yürüdü. Sevinmişti çünkü önceki hocası bazen izin vermiyor, hemen sorguluyordu çünkü okuldaki öğrenciler, Sude’nin hakkında hocalara yalan yanlış şeyler söylüyorlardı. “Umarım bu hoca onları dinleyince bana yine böyle davranır.” diye geçirdi içinden. Odaya vardığında kitabını eline aldı. Bu sefer 1283 sayfalık bir kitap okuyordu. Ama sonlarına gelmişti, önümüzdeki iki derste biterdi büyük ihtimalle. Tam her zamanki köşesine gelmiş, kitapta kaldığı yeri açmıştı ki hoca birden seslendi:
-Kızım, bir gelir misin?
Hocanın kızmasından korkarak ürkek tavırlarla yanına gitti.
-Efendim hocam?
-Kızım gel rahatça otur. Hah, şöyle. Yavrum sen neden arkadaşlarınla oynamıyor, kitap okuyorsun?
-Hocam ben oyun oynamaktan pek zevk almıyorum. Hem kitaplar benim en iyi ve tek dostumdur. Merak etmeyin, ben böyle hiç ama hiç sıkılmıyorum. 
-Kızım bu kadarı da normal değil ama. Hem arkadaşın durup dururken neden çelme taktı sana bakayım? Çekinmene gerek yok, rahatça anlatabilirsin. 
Hocanın bu sözleri üzerine Sude, ilk kez kendisini dinleyen birini bulmanın heyecanıyla bir anda içini dökmeye başladı. Söze babasının ne kadar katı ve kuralcı olduğundan başladı. Kurallara uymadığında çektiği nutukları, verdiği cezaları anlattı. Beş ağabeyini ve onların yaşattıklarını anlattı. Tüm okulda adının çıktığını ve hocaların bile ona çok kötü davrandığını söyledi. Arkadaşının ona bu sebepten çelme taktığını, artık bunun olağan olduğunu da eklemeyi unutmadı tabii. Sonra annesini anlatmaya başladı. Sırf sohbeti, gezmeyi seviyor diye yedi yirmi dört temizliğe gittiğini de uzun uzun anlattı. Söyleyecekleri bittiğinde kendisini çok rahatlamış hissediyordu. Tam hoca bir şeyler söyleyecekti ki derslerin bittiğini ilan eden zil çaldı. Hoca, Sude giderken sordu:
-Adın Sude’ydi, değil mi güzel kızım?
Sude başıyla onayladı ve hızlı hızlı yürüyerek soyunma odasına doğru yola koyuldu. Eşyalarını aldı ve -neyse ki- bu sefer sadece biri ona dil çıkardı. Eve giderken iki ders boyunca bir harf bile olsun kitap okumadığını fark etti. Şaşırdı… 

IV. Bölüm 
Eve gittiğinde o kadar mutluydu ki olanları düşünürken yemeği biraz yaktı. Babası ve ağabeylerine yanmamış kısımları verdi, yanıkları da kendi tabağına koydu bu yüzden.  Babası onun tabağındaki yemeğin yanık olduğunu görüp yemeği yakmasına kızmasın diye hızlı bir şekilde yemeğini bitirmesi gerekti. Ama bu, artık onun için önemli değildi. Çünkü bugün, onun için hayatının en güzel günüydü. Ömründe ilk kez biri onu dinlemiş ve içinde bulunduğu durumu anlayışla karşılamıştı. İyi de hocanın adı neydi? Aslında kendini tanıtırken söylemişti ama Sude hatırlamıyordu. Yarın gidip hocanın adına odasının önündeki tabeladan bakmaya karar verdi. Bunları düşünürken birdenbire babasının ödev yapması için belirlediği sürenin on dakikasını harcadığını fark etti. Bugün hocalar çok ödev vermişti, o yüzden yetişmeme ihtimaline karşı her zamankinden hızlı olması gerekiyordu. Koşarak odasına, ödev yapmaya gitti ve hemen ödevine başladı. Ama ödevini bitirdiğinde belirlenen süreyi beş dakika aştığını fark ederek daha da telaşa kapıldı. Ayrıca ödevlerinin hatalarla dolu olduğunu biliyordu, hocalar bu hatalar yüzünden çok kızacaktı. Hayıflanacak vakti yoktu, ödevini masasına bıraktı ve koşarak dişini fırçalamaya gitti. Ağabeylerinin, onun süreyi aştığını bildiklerinden haberi yoktu. 
Dişini fırçalayıp odasına döndüğünde ödevi, tam ortasından korkunç bir şekilde yırtılmış halde çöpte duruyordu. Çöpte sadece kâğıtların olmasına şükretti, en azından ödevi ıslanmamıştı. Hemen onu çöpten çıkardı ve bantlamak için masasında bandın olması gereken yere uzandı. Ama tüm bant dolabının kapağını sıkıca kapatmak için kullanılmıştı, hem de okul malzemelerinin durduğu dolabın. Tam o sırada babası, en ufak bir hataya bile göz yummayacağını belli eden bir sesle içeriden seslendi. Belli ki ağabeyleri Sude’yi ödevini yırtmakla, dolabını bantlayıp tüm bandı harcamakla ve yapacağı tüm işleri geciktirmekle suçlamışlardı. Ayaklarını sürüyerek ne kadar hızlı gidebilirse babasının yanına o kadar hızlı gitti. Babası değil yarım saat, tam bir buçuk saatlik bir nutuk çekti. Sude onu dinledikçe yerin dibine girdi ama bir yandan da o kadar umursamadı bu lafları. Çünkü artık bunu anlatınca onu dinleyecek birinin olduğunu biliyordu. Hem de bu kişi bir hocaydı. Sırf bu kişiyi keşfetmesinden doğan mutluluk yüzünden fazladan ceza almıştı ama değdiğini düşünüyordu. Babasını dinlerken bile bunu düşünüp gülümsemesine engel olamamıştı ama babası bu durumunu bir şımarıklık emaresi olarak algıladığından aslında bir saat sürmesini planladığı nutuğunu yarım saat daha uzatmıştı. Tabii bunu Sude bilmiyordu. Bilse de bir önemi yoktu zaten. Sude’nin tek istediği yarının gelmesi ve okulda o hocayla konuşmaktı. Odasına gitti ve yatağına uzanır uzanmaz uykuya daldı.

V. Bölüm 
Sabah annesinin sesiyle uyandı. Annesi ona “Hadi tatlım, okul vakti.” diyordu. Uyku sersemi buradaki tuhaflığı fark etmedi ve her zamanki gibi banyoya, yüzünü yıkamaya gitti. Sonunda uykusu açılmıştı. O an buradaki tuhaflığı fark etti. Annesi evdeydi, üstüne üstlük bir de onu uyandırmaya gelmişti. Bu nasıl olabilirdi? Bir anlam veremedi çünkü bir mucize olup annesi evde kalsa bile asla ve asla onu uyandırmak için zahmete girmezdi. Böyle bir şey olması için dünyanın tersine dönmesi gerekirdi. Bunları düşünürken burnuna nefis bir koku geldi. Epeydir unuttuğu bir koku… Evet patates kızartması kokusu geliyordu mutfaktan. Kokuyu içine çekti, bir de şarkı sesi geliyordu. Annesinin en son ne zaman şarkı söylediğini veya dinlediğini hatırlamıyordu bile. O yüzden onu en çok şaşırtan bu olmuştu. Mutfağa gidip annesine sordu:
-Anne, bu ne?
-Ne olacak kızım, patates kızartması. Dünkü gibi sosis kızartacaktım da sosis bitmiş.
-Önemli değil anne, patates kızartması da güzel, dedi ve sofraya oturdu. Ardından içeri ağabeyleri girdi. En büyük ağabey yanına geldi ve:
-Canım kardeşim bugün nasılmış bakalım, diyerek saçını hafifçe okşadı. 
Sude şaşkınlıktan abisine cevap veremedi. Ardından diğer dört abisi de “Günaydın.” diyerek masaya oturdu. Hayatında bu kadar tuhaf bir şeyle karşılaşacağını kırk yıl düşünse tahmin edemezdi. Tüm ömrü boyunca muhtaç kaldığı, umduğu ama bulamadığı aile sıcaklığının umduğundan bile fazlasını görmüştü. Acaba her şey tersine dönmüştü de bir tek o mu aynı kalmıştı? Tam daha hiçbir şeye şaşıramayacağını düşünüyordu ki babası içeri girdi. Sude’ye ve ağabeylerine çok ama çok sevecen ve içten bir şekilde “Günaydın.” dedi ve gidip annesinin yanağına bir öpücük kondurdu. Bu kadar iyi davranmak yetmemiş gibi bir de annesine oturmasını söyleyip yemek işini kendisi devraldı. Kısa bir süre sonra Sude’nin servisinin kornası duyuldu. Evdekiler ona iyi şanslar dilediler ve Sude şaşkınlıkla evden ayrıldı. 
Gün boyunca hem serviste hem okulda herkes ona çok iyi davrandı. Her ne kadar şaşırmış olsa da artık alışmış sayılırdı bu duruma. Yeni beden hocasının yanına da gitti ama hoca ona dünyadaki en yaramaz öğrenciymiş gibi davrandı, hatta onu neredeyse odasından kovdu. Dünyada ona iyi davranan tek insandı oysa daha dün. Şimdi ise ona kötü davranan tek insandı. Dünya tersine döndüyse bu durum normal olmalıydı. Derken okul bitti, servise bindi. Servisten indiğinde hâlâ bu ters dünyayı düşünüyordu. Aslında bu dünya çok daha iyiydi diğerine göre. Rüya gibi bir yerdi. Eğer bu bir rüyaysa da asla uyanmak istemezdi. Bunları düşünerek kapıya doğru yürürken yerinden çıkmış kaldırım taşını görmedi ve yüzüstü yere düştü. Bunu gören büyüğün küçüğü olan ağabeyi koşarak yanına geldi, bir şeyi olup olmadığını sordu. İyi olduğundan emin olduktan sonra onu eve kadar götürdü. İçeri girerken annesinin ortanca abisine şunları söylediğini duydu:
-Sude dün gece sayıklıyordu. Önemsemedim ama bugün çok tuhaf davranmıyor muydu? Geceleyin bu kıza ne oldu anlamadım gitti.
Düşmenin acısını unuttu o anda Sude. Yüzünde bir tebessüm, gözlerinde bulutlanmalar oluştu. Gerçek sandığı dünyanın rüya, rüya sandığı dünyanın gerçek olduğunu anlamıştı. Mutlulukla ağabeyinin peşinden eve girdi. Bu esnada yanağından süzülen damlanın düşmenin acısıyla olduğunu düşünüyordu ailesi. Mutluydu, hem de çok mutlu. 
















14 Haziran 2025 Cumartesi

AKSİYONSUZ

 
Hülya Doğancık

Artık 75 yaşındaydı. Çok yaşlanmıştı, en azından kendisini öyle hissediyordu. Geriye dönüp baktığında geride kendinden hiçbir şey kalmadığını fark etti. Belki vardı bir şeyler ama o göremiyordu. Belki de gerçekten boş bir hayat bırakmıştı ardında. Kocaman bir ömür boşa harcanmıştı.
Hep bir kaos, hep bir geçim sıkıntısı… En son belki yıllar önce gitmişti bir restorana, bir parka. Ne zaman gittiğini hatırlamıyordu bile. En aksiyonlu zamanlarını evde biten süt, yumurta için markete gittiğinde yaşıyordu. Kendi için hiçbir şey yapmadığını hatırladı yeniden. Kendime vakit ayırmanın zamanı geldi, diye düşündü. Çok çılgın bir şey yapmalıydı. O kadar heyecan verici olmalıydı aksiyon olarak düşündüğü market alışverişi dahi yaptığı şey yanında ona boş gelmeliydi. Düşündü, düşündü… Ama ne yapacağına karar veremiyordu.
Bastonu olmadan dışarı mı çıksa, yoksa fiyatına bakmadan yoğurt mu alsa karar vermek çok zordu. En iyisi birine sormaktı. Karşı komşusunu hatırladı. Hiç tanımadığı hatta görmediği karşı komşusunu. Bunca yıldır karşısında oturan birinin olduğunu biliyordu fakat o kadar zaman hiç denk gelmemişlerdi. Ona akıl danışabilirdi. 
Yerinden usulca doğruldu. Kemiklerinin gıcırdadığını hissediyordu her hareketinde. Gidip komşusunun kapısını çaldı. Otuzlu bilemedin kırklı yaşlarında bir kadın açtı kapıyı. Üzerinde çok sıra dışı giysiler vardı. Ayaküstü bir tanışma faslından sonra komşusu onu içeri davet etti. Komşu kadına niyetini, düşüncelerini anlattı. Çılgın bir şeyler yapmak istediğini söyledi. Komşu kadın ona bir hafta sonra Ege turuna çıkacaklarını ve kendisinin de gelebileceğini söyledi. Ne! Ege mi? Bu çılgıncaydı ama düşündüğü şey olamazdı. Ege turu yerine en fazla evinde bir tur yapardı. Komşu kadına bu fikri düşüneceğini söyleyip yeniden evine çekildi. 
Kendini bu tura katılmamak için ikna etmeye çalıştı evde. Bir süre sonra hayatını hep çevresindekiler için yaşadığını hatırladı yeniden. Kendisinin bir hayatı yok gibiydi. Onu bu sıradan ve sıkıcı hayata iten şey de bu değil miydi zaten? Belki bu tur, onun hayattan intikam alması için fırsattı. Bu düşüncelerle uykuya daldı. 
Ertesi gün komşusunun yanına gidip Ege turana katılmayı kabul ettiğini açıkladı. Heyecanlanmaya başlamıştı ve bu heyecanla bir hafta göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Gezi günü gelmişti ve buluşma noktasında tüm gözler onun üzerindeydi. Nedenini pek anlamadı. Komşu kadın yanına geldi ve ona bu kadar valiz almaması gerektiğini söyledi. Alt tarafı 4 tane valiz almıştı. Neden sorun yaratsın ki? Yolcunun işini Allah bilir, demişti atalar. Her senaryoya hazırlıklı olmak gerekliydi. Ya bir dolu yağarsa ve şemsiyesiz olursa, ya elektrikler kesilirse ve ışıksız kalırsa, ya da bir savaş çıkarsa ve kamufle olması gerekirse. Bu durumlar için gerekli önlemi almalıydı. Düşüncelerini açıklayınca oradaki herkes ona garip garip baktı. Biraz daha çırpındıktan sonra şoför de kabul etmek zorunda kaldı. 
Yolculuk çok iyiydi. Kötü senaryoların daha hiçbiri gerçekleşmemişti. Gerçekleşme ihtimali vardı mutlaka. Tetikte olması gerektiğini düşünüyordu hâlâ. Ama istemsizce gerginliği geride bırakmıştı. Rahatlamıştı. 3 gün geçmişti bile. Geldiğine hiç pişman değildi. Hatta yeni arkadaşlar dahi edinmişti. Bir arkeoloji müzesi gezdikten sonra kamp alanına döndüler. Herkes kendi çadırına girdi. Bizimki ise çılgınlığa doymamış olacak ki dolaşmaya gitti. Nehir kenarına vardığında yorulduğunu hisseti. Uyku, üzerine pamuktan bir yorgan gibi bastırıyordu. Karşı koymak imkansızdı. Kenara oturdu ve su sesini dinleyerek uykuya daldı. Daha önce böyle bir uyku uyumamıştı. Uykunun tadına vardığını hissetti ve o mutlulukla uyandı. Biraz sırtı ağrımıştı ama yine de çok huzurluydu.
Kamp alanına geri döndü ama kimse yoktu. Üstelik birileri eşyalarını da götürmüştü. Çok panikledi. Ne yapacaktı? Nasıl hayatta kalacaktı? Nelere ihtiyacı olacaktı? İhtiyaç hissettiği şeyleri nereden bulacaktı? Göz kapakları ağırlaşıyordu, bir anda gözleri kapandı ve yere düştü. Uyandığında bir hastanedeydi. Kafası çok karışmıştı.
Hastane olduğunu anlamıştı ama bildiği hastanelerden değil gibiydi burası. Önlüklü bir adam kendisine yaklaştı. Adam farklı görünüyordu. Ona nerede olduğunu sordu. Adam gayet serinkanlı bir ses tonuyla anlatmaya başladı. Kampta bir kaza geçirdiğini ve düşerken kafasını bir taşa çarptığını söyledi önce. Çarpmanın etkisiyle komaya girdiğini, tam 15 yıl süren komadan yeni uyandığını da ilave etti. Bizimki çok şaşırdı ama ne diyeceğini bilemedi. Sustu. Sadece sustu. Bir hafta sonra taburcu oldu. Evi aynı değildi. Yeniydi. Evinin tarzına hiç alışamadı. Yeni bir sistem vardı evde ve ev, kişinin ihtiyacı olan şeyleri otomatik olarak temin ediyordu. 
Evine girdikten sonra ondan hiç kimse haber alamadı. 
Kimseyle konuşmadan ve hiçbir şeye ihtiyaç duymadan yaşamaya devam mı ediyordu? 
Belki de… 
Hayata veda mı etmişti yoksa? 
Kim bilir... 
Zaman zaman hayatı sıkıcı bulup yeni bir aksiyon yaşam istiyor muydu? 
Yaşıyorsa neden olmasın…
 


5 Haziran 2025 Perşembe

İSİMSİZ

Rukiye  Tokgöz
 
 I. Bölüm
 Uzun yıllardır burada yaşıyordu. Nice öğrenci mezun etmişti, nice hocalar görmüştü cinnet geçiren. Bu sınıfın öğrencileri hep yaramaz olurdu zaten. Şimdiye kadar bu sınıfa gelen akıllı öğrenci sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi. Buna rağmen nasıl oluyorsa şimdiye kadar sınıfta kalan öğrenci sayısı da bir elin parmaklarını geçmezdi. Büyük ihtimalle hocalar, öğrencilerle bir yıl daha uğraşmamak için hepsini geçiriyordu. 
Sık sık “Keşke yan sınıfta olsaydım.” diye iç geçirirdi. Yan sınıfın öğrencileri o kadar akıllı, o kadar terbiyeli, o kadar efendiydi ki… Yıllardır hep akıllı öğrencileri yan sınıfa, yaramazları ise onun sınıfına koyarlardı. Tabii buna yaramazlık denirse! Sınıf Hababam Sınıfı gibiydi mübarek ama bir farkları vardı: Hababam Sınıfı sürekli sınıfta kalırdı, bu sınıftaki öğrencilerin neredeyse hiçbiri sınıfta kalmazdı. Birkaç kez kırılmıştı, birkaç kez içi cız etmişti, hatta kolu yerinden koparılmış, üzerine içecek dökülmüştü tekmelenmişti. Çok çekmişti birbirine, hocaya trip atan kızlardan. Kimin canı sıkılsa acısını ondan çıkarıyordu. Sınıfı kirli bulan temizlikçi, öğrencilere kızan öğretmen bazen sınıfa giren idareci bile… Bazen ona öyle bir çarpıyorlardı ki bir ay kendine gelemiyordu. Şu sınıfın kızları dövüş öğrenseler rakiplerini tekte yere sererlerdi. Öyle böyle değildi öfkeleri. Uzaktan görenler sevgi pıtırcığı zannetse de yeri geldiğinde Hulk kesilirlerdi. Bu sınıfta erkeklerin en çetin kavgası, kızların öfkesinin yanında hiç kalırdı. Bu, her sene böyleydi. Nasıl oluyorsa yeni gelen öğrenciler eskilerin hınk demiş burnundan düşmüş gibiydi. Şansı yoktu, şanssızdı… Hem de öyle böyle bir şanssızlık değildi bu. 

II. Bölüm
O gün -her zamanki gibi- sınıftaki çocuklar iyice coşmuştu. Bir şeyler olacağı belliydi sınıftaki gürültüden. Hiçbir şey yapamadan sessizce izliyordu etrafı. Bu esnada akıllı tahtanın tam yüzünün orta yerine voleybol topuyla iki, futbol topuyla üç, basketbol topuyla da beş şut çekmişti sınıftakiler. Tahtaya doğru çekilen son şutu görmemek için gözlerini kapatmıştı. Gözlerini açtığında etrafta zavallı tahtanın parçalarını gördü. Bir tahta için daha yolun sonu görünüyordu. İyileştirilemeyecek kadar perişandı. Atılan çığlıklardan sağır oluyordu neredeyse. Çocukların eğlencesi bittiğinde sanki üzerine bir dev oturmuş gibi hissetti kendini. Bu şahit olduğu kaçıncı olaydı? Kaç kez akıllı tahtanın yüzü gözü top izleriyle şekil değiştirmişti? Bazen kendisi de alıyordu bu eziyetten nasibini ama kendisi tahta kadar dayanıksız değildi.  Artık onun için olağan olmuştu yaşadığı şeyler. Sınıf sessizleşmişti. Herkes yerine oturmuştu. 
Maziyi düşünmeye başladı üzüntüsünden. Ne çok akıllı tahta yolcu etmiş ve ne çok yeni tahtaya “hoş geldin” demişti, sayısını bilmiyordu. Yan sınıfın kapısına ne oluyorsa bu durumu dert edinmişti kendisine. Seslerden, tıkırtılardan, sürekli açılıp kapanmasından rahatsız oluyormuş. Sürekli yabancılar gelip geçiyormuş önünden. Gürültü yapıyorlarmış, ıslık çalıp türkü söylüyorlarmış yabancı adamlar. “Anlayamazsın ki…” diyordu yan sınıfın kapısına. “Senin sınıfın her sene akıllı çocuklarla doluyor, anlayamazsın…”

III. Bölüm 
Aynı bezgin adam yine nefes nefese ve gürültüyle gelmiş ve onu kolundan tutarak sonuna kadar açmıştı. En az onun kadar bezgin iki arkadaşı da ellerinde yeni akıllı tahtayla içeri girdi. Artık alıştıkları için olsa gerek çabuk el hareketleriyle tahtayı monte edip çıktılar. Hemen sonra derslerin bittiğini ilan eden zil çaldı ve sınıf üç saniye içinde boşaldı. Gürültü, şamata bitmiş sessizlik başlamıştı. 
-Hoş geldin arkadaş, dedi tahtaya. Sen de bizdensin artık.
Tahta ne dediğini anlamamıştı.
-Ne dediğini anlamadım ama neyse. Sonra anlarım herhalde. Senin adın ne, dedi. 
Kapı, tahtanın acemiliğine acıdı ve bunun sesine yansımasına engel olamayarak:
-Ne zamandan beri kapılara isim veriliyor ki, dedi ve iç geçirdi. 
Afallamıştı tahta. İlk defa böyle bir şeyle karşılaşmıştı zavallıcık:
-Benim adım Fatih. Aylardır bir sınıfım olsun istiyordum, sonunda dileğim gerçekleşti. Peki nasıldır bu sınıfın öğrencileri, akıllı mı yoksa haylaz mı?” dedi. 
Bu sefer kendine hâkim olamayıp kahkahalarla güldü kapı. Sonra gülmesini zoraki bastırarak konuşmaya başladı: 
-Bunlar öyle böyle yaramaz değil kardeşim. Şansına dünya üzerindeki en yaramaz sınıfa denk gelmişsin, tabii buna yaramazlık denirse. Beni bile kaç kez tamire gönderdiler, tekrar tekrar taktılar. Birkaç kez değiştirmenin eşiğinden döndüler. Ne yazık ki hâlâ buradayım gördüğün gibi. Senden önceki akıllı tahtaya ne yaptılar biliyor musun? Voleybol topuyla iki, futbol topuyla üçü, basketbol topuyla da beş şut çektiler. Kızların hırsla attığı yumruk yüzünden kaç tahtaya veda ettim sayamadım. Öyle böyle fenalar yani. Şimdiden sana da geçmiş olsun kardeşim. Belki ilerleyen günlerde beni duyamaz olursun. Ben peşinen geçmiş olsun diyeyim. 
Bu sözleri duyan Fatih’in gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Duyduklarına inanamıyor, doğru olmamasını umuyordu. O kadar korkmuş, o kadar korkmuştu ki doğru düzgün konuşabilmesi için birkaç dakika derin derin nefesler alıp vermesi gerekti. Sonunda zoraki konuştuğunda söylediği ilk söz şu oldu:
-Nasıl yani? O kadar mı yaramazlar yani? Peki çok ses çıkarırlar mı teneffüste?
-Maalesef. Birkaç kez mahallelinin hatta yoldan geçenlerin şikâyete geldiği de oldu.
-İyi ama benim yüksek sese hassasiyetim var. Ben ne yapacağım?
Fatih ağlamak üzereydi. Kapı ona çok üzüldü. Onu teselli etmek kapının göreviydi. Bu sınıfın demirbaşıydı neticede. Sesine biraz şefkat ve merhamet ekleyerek konuştu:
-Zamanla alışırsın, merak etme. Hem belli mi olur, belki bir mucize olur da akıllanırlar. Ayrıca bir sıkıntın olursa ben buradayım, merak etme.
Fatih’in yüreğine biraz olsun su serpilmişti. Bu sınıfta en iyi dostunu bulduğunu o an anlamıştı. Kendi kendine gülümsedi:
-Umarım artık senin de kaderin değişir, akıllanır öğrenciler biraz.
Yan sınıfın kapısı, tahta ve kapının ne konuştuğunu duymaya çalışıyordu ama hiçbir cümlelerini anlayamamıştı. 

27 Mart 2025 Perşembe

MÜCELLA


Rukiye TOKGÖZ

1. Bölüm
Sürekli eleştiriliyordu yaptığı işler. Yatması, kalkması, konuşması… Komşunun kızı daha iyi yapıyor; şu Mücella var ya yan apartmandaki, o tek başına akşam yemeği hazırlıyormuş; Mücella şöyle Mücella böyle… Mücella ne alakaydı? Kendisi Mücella değildi ki hayatı onunki gibi olsun. Kendi hayatını değil, Mücella’nın hayatını mı yaşasındı? Mücella’nın yoğurt yiyişi farklı diye kendi yoğurt yiyişinden vaz mı geçecekti? Böyle düşünürken bir karar aldı. Mücella her kimse onunla konuşup bu soruna bir çözüm bulacaktı. Onunla konuşacaktı ki neden Mücella’yla kıyaslandığını öğrenebilsin. Ama Mücella’nın kim olduğunu bilmiyordu. En azından bir komşu olduğunu biliyordu. Annesine gidip sordu Mücella’nın nerede oturduğunu. Tuhaftır ki sürekli “Mücella, Mücella” deyip duran annesi “Mücella da kim?” diye sordu. Annesi bile Mücella’nın kim olduğunu bilmiyorken nerede oturduğunu nasıl bulacaktı ki? Sonra aklına bir fikir geldi. Belki de nerede oturduğunu bulmanın bir yolu vardı.
İçeriye gidip ödevlerini aldı ve annesinin yanına gidip yapmaya başladı. Annesi onu eleştirsin diye bilerek kötü yazıyordu. Annesi çok geçmeden başladı söylenmeye:
-Bu ne biçim yazı? Güzel yazmayı bir öğrenemedin gitti! Üst kattaki komşunun kızı Mücella çok güzel yazıyor, maşallah inci gibi. Ya seninki? Nerdeee…
İşe yaramıştı işte! Mücella’nın üst atlardaki komşulardan birinin kız olduğunu öğrenmişti. Gidip üst katlardaki bütün komşulara bakacak ve soracaktı. Koşarak montunu aldı. Tam kapıyı açacaktı ki annesinin sesini duydu:
-Yine bırakmışsın eşyalarını ortalıkta. Hep unutuyorsun zaten. Alt komşunun kızın Mücella var ya, o hep eşyalarını topluyormuş. Darısı başıma…
Eli kapının kulpunda donakaldı, annesi daha az önce Mücella’ya üst komşunun kızı dememiş miydi? Oysa şimdi alt komşunun kızı olduğunu söylüyordu. Sonra annesinin kafasının karışmış olabileceğini düşündü ve bir karar verdi. Önce üst kattaki komşuları gezecek, eğer Mücella’yı bulamazsa alt katlara bakacaktı. En üst katta Mücella diye biri yoktu, bir alt katta da, bir alt katta da… En alt kata kadar geldi ama kimsenin Mücella diye bir tanıdığı yoktu. Hayal kırıklığı içinde eve geri döndü. Belki annesinin kafası çok karışıktı, yanlış şeyler söylüyordu. Annesi matematik çalışmış olamaz mıydı? Böyle düşünerek kendini rahatlattı. Akşam olmasına rağmen hiç iştahı yoktu. Kendini yatağına fırlattı ve anında uykuya daldı-ki bu çok tuhaf bir şeydi, çünkü ne kadar uykusun olursa olsun en erken bir saat sonra uykuya dalardı normalde. Uykusunda matematik çözdüğünü ve herkese kendini Mücella olarak tanıttığını gördü.


2. Bölüm
Ertesi gün öğlene kadar uykulu uykulu gezdi. Ki bu da çok tuhaf bir şeydi çünkü ne kadar geç uyursa uyusun uyandığında o kadar enerjik olurdu ki zıplayarak gezerdi evde normalde. Ama bu normal bir durum değildi zaten, o yüzden normalde olmayan şeylerin olması tuhaf gelmedi ona. Annesi tüm gün Mücella’ya bir yan apartmandaki, bir alt mahalledeki komşunun kızı deyip durdu ama o kadar uykuluydu ki annesinin ne dediğini anlamıyordu; o yüzden yine Mücella’nın kesin bir konumu olmadığını fark etmedi. Zaten öğlen tuvaletten çıktığında aslında iki saat önce okuldan çıkmış olması gerektiğini fark etti ve ağzı bir karış açık kaldı. Annesi:
-Adını Mebrure koymasaydım keşke, her şeye şaşırıyorsun, dedi.
Artık uykusu iyice açıldığı için annesinin dediklerini algılayabiliyordu. Bu yüzden Mücella’nın evini arama çalışmalarını devam ettirdi. Çok geçmeden annesi yine söylenmeye başladı:
-Çok tabletle oynuyorsun. Yan apartmandaki Mücella çok akıllı, ayda bir kere tabletle oynuyor. Ya sen?
Olamaz, diye düşündü, hangi yan apartman acaba? Kuzeydeki mi güneydeki mi doğudaki mi batıdaki mi? Mecbur apartmanlarına komşu olan her apartmanı tek tek gezecekti. Ama bu günler sürerdi! Her gün bir apartmanı gezeyim, diye düşündü, daha kolay olur. Tam montunu alacakken annesi seslendi:
-Kızım; bir arkadaşıma gideceğiz, hazırlan.
Oflaya puflaya üzerini değiştirmeye gitti Mebrure. Daha güzel bir şey giymeliydi. Laf aramızda, annesinin arkadaşlarına gitmeyi de hiç sevmezdi.
Annesinin arkadaşı iki sokak ileride oturuyormuş meğer. Gittiklerinde arkadaşı mutlulukla içeri aldı annesini. Mebrure’ye döndü ve şöyle dedi:
-Kızım da senin yaşında. Arka odada oynayın siz.
Mebrure arka odaya gittiğinde çok sevimli bir kız gördü. O an içine doğdu ve kıza şöyle dedi:
-Sen annemin bana hep övdüğü Mücella olmalısın.
-Sen de annemin bana hep övdüğü Mebrure olmalısın.
-Nereden anladın?
-Çok şaşırmışsın da ondan.
Mücella’nın annesi de ona Mebrure’ye övüyorsa ona soracağı bir şey yok demekti. Mebrure sonunda arayışını tamamladığı için mutluydu. Mücella’ya baktı ve gülümsedi.


22 Mart 2025 Cumartesi

UFUKLARDA ARIYORUM

 
Mehmet Çınar Köksal

Ufuklara bakıyorum  
Belki görürüm seni diye  
Gözlerimde kaybolan,  
Bir umut, bir sevda yeriye.  

Rüzgarla savrulurken,  
Adını fısıldar içimden,  
Her uzaklık, seni ararken,  
Yakın olur, her an, her an.

MAVİ VE SEVGİ

Mehmet Çınar Köksal

Mavi gökyüzü, senin gözlerinde,  
Sevda büyür, yavaşça her bir yerde.  
Bir bakışınla açar çiçekler kalbimde,  
Maviyle sarar seni sevdam, her yerde.  

Bazen deniz, bazen gökyüzü gibi,  
Sevdan mavi, sonsuz ve derin bir nehir.  
Bir araya gelir mavi ve sevda,  
Ve kalbimde hiç solmayacak bir rüya.


18 Mart 2025 Salı

ERKEN SOLAN ÇİÇEK

Hayrettin Eymen Bulut

Değil yalnız ağaçlara, bahçelere
Gelir bahar kalplere de
Cemreler düşünce
Art arda peş peşe

Bahar, binlerce çiçeğin 
Bir mevsimde açması değildir
Bahar tek başına bir çiçektir
Gülünce tüm çiçekler neşelenir

Kimi zaman yazlar kışlar uzar
Ama uzamaz hiçbir zaman bahar

8 Mart 2025 Cumartesi

GECENİN SESİ

Mehmet Çınar Köksal

Ay ışığında sessiz adımlar
Rüzgar fısıldar eski anılar
Bir yıldız kayar gökyüzünden
Düşler doğar karanlıktan

Deniz uzakta dalgalanır
Gökyüzüne umut sarılır
Gecenin sesi, rüyanın izi
Kalbin derinliklerinde gizli

ISLAK SOKAKLAR

Mehmet Çınar Köksal

Yağmur düşer sessiz şehre  
Hüzün siner solgun geceye 
Islak sokaklar anlatırken 
Bir umudun solmuş hikâyesiyle 

Gözlerimde gökyüzü kadar derin 
Damlalar akar, içim serin 
Bir anlık bahar özlemiyle 
Kaybolur hüzün, gelir yeniden

HATIRAN YETER

 
Mehmet Çınar Köksal
Düşünceler dalga dalga vurur geceme
Bir eski hatıra dokunur içime
Sessizce fısıldar kaybolan zaman
Geçmişten bir iz kalır ruhumda tamam

Bir fotoğraf, bir koku, bir eski melodi
Hatıralar canlanır, dökülür dizeler gibi
Zaman silse de bazı izleri yavaşça
Gönül hep saklar en derin köşede sevgini

HASRETİN GÖLGESİNDE

 Mehmet Çınar Köksal

Sensiz geçen her an bir yaprak gibi
Rüzgâra kapılıp savruluyor içim
Gözlerim ufukta hayalin gibi
Yüreğim özlemle yanıyor derin

Sevdan bir melodi sanki fısıldar geceleri
Yıldızlar anlatır seni her defa
Ellerin uzakta hayalin gerçek
Sensiz bu dünya eksik bana

Kalıyor içimde bir hüzün
Solan bir yaprak gibi 
Bekliyorum hayalimi ufukta
Yüreğim özlemle yanıyor derin

7 Mart 2025 Cuma

KÖRDÜĞÜM

Ezgi Budak

Her ne kadar “cehalet mutluluktur” sözünü hiç sevmesem de cehalet mutluluktur.
Dünyanın bağlayıp önümüze koyduğu kördüğümü o şekliyle sevseydik onu çözmek için bu kadar çabalamazdık. Belki düğümü çözmeye çalışırken canımız yanıyor fakat bir ip ne kadar düzgünse kullanması o kadar kolaydır. 
İnsan, iradesizce içine düştüğü bu tuzakta hep açtır ve her hamlesini doymak adına yapar. 
O tuzak tarafından kandırılmış aç bir insan çıkıyor ve kutsama sandığı farkındalık ve görme hastalıkları yüzünden tuzaktaki kusurları fark ediyor. Diyor ki “Bu kusurlar ortadan kalkarsa dünya daha güzel bir yer olur.” Doyma çabası yüzünden geleceğe karşı beslediği bu beklentiye hayat felsefesi adını veriyor. Gözlerinin cehalet perdesinden sıyrıldığını düşünüp gerçekten gördüğünü zannediyor. Gördüğü manzarada ise tüm o kusurlar kendi türü tarafından büyük bir gayretle kazınmıştır.  Şaşırıyor, zira bu hayat felsefesinin amacı kazıyanları kurtarmaktı ama pes etmiyor. “Herkes bana uyarsa gelecek daha güzel olur.” 
Ne yazık, bilmiyor ki ondan önce gelen herkes aynı şeyi söylemişti lakin yüce geleceğe(!) kalan tek şey kusurlardı. 
Bunun üstüne kendini öncü ilan edip herkesi kendine göre uyarlıyor. Her şeyin yoluna gireceğine inanıyor. 
Ne acı, bilmiyor ki değiştirmeye çalıştığı şey gelecek ya da dünya değil, insanlardı, cahil insanlardı. İnsan aç doğar ve yaratılışı gereği çelişir. Tüm insanoğlu aynı şeyi savunuyor olsa da dokuzu altı, altıyı dokuz gördüler diye birbirlerini yok etmeleri garip değildir. İllaki bir açık bulurlar ve öncünün dayatmış olduğu felsefe, amacının tam zıddı olan kaosu getirir. Cennet olacakken cehennemin kapısı olan gelecekte bir başınadır. 
İnsan doymaya çalışırken doğruyu ya da yanlışı gözetmez. Doyduğunda da başlangıcı, son sanır. Belki de insanı kutuplaştıran dinmek bilmeyen açlığıydı çünkü önüne ne geldiyse benimsedi. 
Öncünün girdiği boş beklentilerin ve çabaların hikâyesi bize yalnızca tarihin tekerrürünü hatırlattı. Asla değişmeyecek ideal gelecek savaşını. Cehennemin kapıları öncü için aralandığında kutsanma dediği şeylerin onu buraya getirenlerle aynı şey olduğunu ancak anlayabildi. Anladığında ise felsefesinden geriye kalan, hüzün ve pişmanlıktı. 
Bilgi güçtür.
Bilgi zayıflıktır.
Bilgi iki tarafı keskin bıçaktır. 
Zamanın bilgesi biri, bir anda en cahili olabilir. Bizler yaşamak için bilgiye muhtacız ama o istediği zaman çekip gidebilir, geride paramparça bir insan bırakarak. Hayatınıza, duygularınıza, fikirlerinize ve işleyişe dair bildiğiniz her şey yalan olsaydı, doymak için yediğiniz onca şeyi kusmak istemez miydiniz? Ama maalesef mide bile bir şeyleri kusabiliyorken beyin bunu yapamıyor. Anlayacağınız, yücelttiğimiz beyin, mideden bile daha kirlidir. 
Yeni şeyler öğrenirken büyük bir kumar oynarız. 
Bilim, şu anki haline gelene değin birçok kez değişmiştir. Her seferinde biri çıkıp yeni teorisiyle diğerlerini çürütmüştür. Şimdi bile bildiklerimizin kalıcılığı, sönmesi bir damla suya bakan bir ateşten farksızdır. Sadece şimdilik bizi aydınlatabilir. 
Bilgi adına yapılmayan kalmamıştır. Bu yüzden maymun iştahlı diyoruz zira insan doymak için her türlü maymunluğu yapar. Bunları yaparken ne kadar mutludur, mutlu mudur?
Cehaletin mutluluk olduğu doğrudur lakin bu mutluluğun bedeli günahkârlıktır.  
Cehalet mutluluktur.
Cehalet günahtır. 
İnsan aç yaşayabilir mi? Dahası duyduğu bu mutluluk ne kadar doğrudur?
Öncünün hikâyesinde her şey, bir şeylerin farkında olduğu için başladı, pişmanlık ve hüzünle bitti.  Peki ya o da o cahillerden olsaydı, son değişir miydi?
Eninde sonunda her şey insanda başlayıp insanda bitmiyor mu? Her savaş, her kayıp, her anlam, her anlamsızlık, her soru ve her cevap…
Kördüğümü çözmek gibi bir sorumluluğumuz var çünkü tuzak bizden böyle istedi. Kim bilir belki de tuzak, çözmek için ömürler harcanmış ve çözüldüğünde düzgün bir ip halini alan o kördüğümü başka masumları kirletip acı çektirmek için hazırladığı ağda kullanacaktır. 
Asıl soru, o kördüğümle mutlu muyuz? Çözdüğümüzde mutlu olacağımızın garantisi var mı? Mutlu olmasak ne olur?
Cehalet mutluluksa mutluluktur. 
Bilgi güçse güçtür. 
İçinden canlı çıkamayacağımız bu tuzakta ne diye çırpınıyoruz o zaman? Başka bir gün ölmek için yaşamıyor muyuz? Her şeyi olduğu gibi kabul etsek ya… Doymak, çözmek, bilmek, değiştirmek, güçlenmek ve görmek için neden çabalıyoruz? Niye bir şeyleri bulmak için bu kadar acı içinde kıvranıyoruz? 
Doğru ya… Çünkü bu tuzağa bir kez düşüyoruz ve hala nedenini çözememiş olsam da insan denilen varlık, o tuzağın içinde bile umudunu korumayı başarabiliyor. 

BİR BARDAK

ZEHRA YILDIRIM
ZEYNEP KARAMAN
MERYEM KATIRCI
RUKİYE TOKGÖZ

Böyle olacağını hiç düşünmemiştim. Nasıl olsa toplamda on üç saatti oruçla geçirilecek süre. On üç saat yemeden, içmeden durduğum çok olmuştu. Sabah kahvaltı yapmadan okula gidip akşam yemeğine kadar aç kaldığım da çok olmuştu. Böyle olacağını hiç düşünmemiştim.
Şimdi iftara son bir saat yirmi dakika kala, bu kadar sarsılabilir miydi insan susuzluktan. Susuzluktan mıydı yaşadıklarım yoksa uykusuzluktan mı? Belki de çok fazla yemediğimden ama böyle olacağını hiç düşünmemiştim. 
İftara bir saat on dakika vardı ve ben sahurda içemediğim o son bir bardak su yüzünden bir çölde iftarı bekleyen insanlardan farksızdım. 
O bir bardak suyu içseydim şimdi ne baş ağrısı olacaktı ne de acıkma. O bir bardak suyu içmiş olsaydım uykusuz da olmayacaktım bu kadar. O bir bardak suyu ezan okunmadan önce içmiş olsaydım şimdi yaşayan bir ölü gibi olmayacaktım. Bütün çeşmelere şelaleye bakar gibi bakmayacaktım. Durup durup o şarkı dilime dolanmayacaktı:
Yandım ama susuzluktan
İçmiyorum haram diye
İftara yaklaşık bir saat vardı ve yalnız ben değil, etrafımdaki arkadaşlarım da günlerce çölde susuz kalmış gibiydiler. Boşluğa bakıyor ve serap görüyorlardı. Oysa onlar sahurda son bir bardak su yerine bir litre su içmişlerdi. Üstelik iyi de yemek yemişlerdi ama şimdi benimle aynı hisler içindeydiler. 
İftar süresi mi uzamıştı yoksa sahur süresi mi kısalmıştı, anlayamamıştık. Belki de havaların ısınmasıydı bu kadar bizi perişan eden. Hepimizi uykusuz bırakan. Oysa mart ayındaydık ve yaz sıcakları gelmemişti bile henüz. Sadece yumuşak bir bahar havası vardı dışarda ve bu hava bizi susuz düşürmeye yetmişti. 
İftara yaklaşık elli dakika vardı ve etrafımda dolaşan şeytanın ayak seslerini duymaya başlamıştım. Bazen önüme bir yemek görüntüsü düşürüyordu bazen su şişelerini getirip önüme diziyordu ve diyordu ki:
-Senin daha yaşın küçük. Yarın oruç tutma, yarın oruç tutma. 
Bu fikir bana cazip gelmeye başlamıştı. Geceden başladığım bu şanlı mücadeleye devam etmeliydim ve iftar vaktine ulaşmalıydım. Bu esnada yine bir fısıltı duymaya başlamıştım:
-Kendine eziyet etmek günahtır. Acı çekiyorsun, git ve su iç. Böyle ibadet olmaz. Kendini kandırma, git ve su iç, su iç, su iç…
Böyle olacağını hiç düşünmemiştim. Oysa geçen yıl daha sıcak günlere denk gelmişti ramazan ayı ve ben üç gün hariç tüm oruçları tutmuştum. Hatta oruçlarımı dedeme satmıştım. Ona sattığım yetmemiş, amcama satmıştım. Belki de aynı orucu farklı kişilere sattığım için çekiyordum bu azabı. Belki de tekne oruçlarım yüzündendi bu azap ama benim günahım yoktu. Bana, gün ortasında bir yerlerde oruca ara verebileceğimi söylemişlerdi ve ben de yapmıştım bunu zaman zaman. 
Güneş nihayet batmaya başlamıştı ama baş ağrısı daha da artıyordu. Namaz tutup oruç kıldığımı düşünüyordum. Son yarım saat kalmıştı iftara ve hazırlıklara başlamalıydım. 
Önce beş litrelik soğuk su bulmalıydım ve bunu beş ayrı bardağa koymalıydım. Bardak yerine tasla içmek daha iyi bir fikirdi. Beş tane tas ayarladım kendime iftarda su içmek için. Yemeğe gerek yoktu. Üç beş hurma, nefsimi körlemeye yeterdi. Beş litrelik soğuk suyu bulmuştum ama tasları aramaya gidip geldiğimde su yerinde yoktu. Bu şakayı kaldıracak halim yoktu. Suyu kim götürmüştü bıraktığım yerden. Ben gün boyu onun hasretiyle beklemiştim güneşin batmasını. Suyumu yeniden buldum fakat bu kez de bardaklarım, taslarım kaybolmuştu. Saate bakıyordum fakat durmuştu. İlerlemiyordu. Batmaya yüz tutan güneşe bakıyordum fakat güneş olduğu yerde duruyor bir türlü batmıyordu. Ezan sesini bekliyordum fakat ezan da okunmuyordu. Sanki zaman durmuş gibiydi. 
İlerde, çok ilerde yemyeşil bir ışık görünüyordu. Galiba akşam karanlığı çökmüş, minarenin ışığıydı bu. Minareye doğru yöneldim. Yürümüyordum, uçuyordum sanki. 
Susuzluğum da gitmiş gibiydi. Birdenbire yüzümde, alnımda, dudaklarımda ıslaklık ile irkildim. Annem ve babam başucumda bekliyorlardı. Ellerinde beş litrelik su bidonu vardı:
-Açlıktan mı bayıldın, susuzluktan mı? Haydi, iftar vakti yavrucuğum. 
Böyle olacağını hiç düşünmemiştim.

6 Mart 2025 Perşembe

İFTARA DOĞRU YAKLAŞIRKEN

 

Bu klavye oldukça sağlam hocam, siz bilemezsiniz. Eski klavyemi yatağıma vurarak parçalamıştım. Aslında yatağa değil koltuğa vurarak parçalamıştım. Bu klavyenin üzerine ne kadar yumruk attığımı hatta kafa attığımı bilemezsiniz. Dili olsa da konuşsa gariban. Ha, bu klavye ile arkadaşlarımla yaptığım sohbetleri bilmeyin zaten. Hangi kelimeler yazıldı bununla, hangi cümleler kuruldu bilseniz. Bu kadar övdüğüme bakarak pahalı bir şey sanmayın siz bunu. Yalnızca iki bin lira. Yıl iki bin yirmi beş ve bir klavye iki bin lira. On koli yumurta ile aynı fiyat anlayacağınız ama klavye benim için daha doyurucu. Anlıyor musunuz hocam? Bu klavye benim ekmek param aslında. Emek param. Keşke bayram harçlıklarımla bir tane daha alabilsem. Zaten bayrama kaç gün kaldı. Yirmi gün filan. 

Merve Hoşgiz
Hazal Göksu
Yusuf Çağrı Ekici

Hocam, neden bir konusu olmak zorunda bazı şeylerin. Konusuz konuşulmaz mı, konusuz ders olmaz mı, konusuz hikâye yazılamaz mı? Bir konu olmadan insanlar bir araya gelip çay içemez mi? Muhabbet kuşları mesela, bir konu hakkında mı konuşuyorlar durmadan? Ya da günün ilk ışıklarıyla şamataya başlayan kargalar, serçeler mutlaka bir konu etrafında mı geziniyor. Derslerde illa bir konu anlatmak zorunda mı öğretmenler ve sınavlarda hep işlenen konular mı sorulmak zorunda? Bir şiirin temasını soruyorlar ya da bir hikâyenin, yazının konusunu… Bazen filmlerin konusunu soranlar da oluyor, dizilerin konusunu anlatanlar da. Konu olmadan dönmüyor mu dünya? Neden böyle hocam?
Bu gün birkaç kişi eksiğimiz var sanki ve bu yüzden ortam daha sakin hocam. Üstelik yapılacak ödevim de çok fazla değil. Üç tanecik soru var. Ödevler zaten matematikten verilmişse ödev, yoksa çok da ödev sayılmaz. Bu üç tanecik soru bitecek ve ben artık yarınki güne hazır olacağım. Merve’ye rağmen hazır olacağım. Merve’nin henüz bitmedi ödevi. Ne zaman biteceğini de bilmiyorum. Her ne kadar Merve ödevlerini bitirdiğini söylese de şüphelerim var hocam. Bir ders sonra fen bilgisi ödevini açabilir diye düşünüyorum. Bana sorarsanız gerçek bir öğrenci değil o. Gerçek bir öğrenci ödevlerin tümünü Pazar akşamı yapar. Hatta bazılarını okulda, teneffüste yapar. 
Hocam kurban pazarına gittiniz mi? 800 büyükbaş hayvanın 40 tanesi 6 yaşından büyükmüş. Buna göre kurban pazarındaki öğrencilerden kaçta kaçı matematiği sevebilecek?

26 Şubat 2025 Çarşamba

İKİNCİ KEZ

Hayrettin Eymen Bulut

Belki giderim
Belki de hiç dönmem
Yazıyorum kim bilir bu sözleri dünden
Bir gecede 
İkinci kez ölürken

KAYIP

Emir Sabri Ünsal


Seni artık göremiyorum ya
İçimi bir hüzün kaplıyor
Unutmaya çalışıyorum
Ama hep aklıma geliyorsun
Seni kaybettiğim günden beri
Değerin bende fazlalaşıyor
Neredesin canım ciğerim
Küçücük minnacığım
Değerlim, kedim 

Bir gün karşıma çıkabileceğini düşünüyorum
Bunu kalbimde hissediyorum
En yakın zamanda evine bekliyorum
Seni hemen bulmak dileğiyle
Hoşça kal diyorum

GECE

Mehmet Çınar Köksal

Ay ile bakışıyorum geceleri
Yansıtıyor üzerime ışıltısını

25 Şubat 2025 Salı

BÜYÜYEN YALNIZLIK

Emir Sabri Ünsal

Eskiden
Çınlardı kulaklarımda bazen
Yalnızlık
    Yalnızlık
        Yalnızlık diye
Ama bugünlerde 
Bu sesi daha fazla duymaya başladım
Bilmiyorum niye

Fazla olmaya başladı bu ses
Sanki yanımda kimsem kalmadı
Artık duvarla konuşmaya başladım
Çünkü çok sıkıldım
Belki bir yerlerden 
Kendime destek almalıyım
    Kalmadı 
        Kalmadı 
            Kalmadı artık hiç sabrım