7. sınıf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
7. sınıf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Ekim 2025 Perşembe

YILDIZELİ'NE DOĞRU

Semih Yılmaz, Feyza İşbaşar, Yusuf Kerem Köse, Ahmet Emir Koç

1. Zor Yolculuk

Hava git gide soğuyordu ve akşam yaklaşıyordu. Büyük bir kar çölünün ortasında gibiydim. Her taraf bembeyazdı. Saatlerdir yürüyordum ve gece bastırmadan Yıldızeli’ne ulaşmalıydım. Aslında daha önceden bu yolu çok yürümüştüm fakat bahar ya da yaz mevsimiydi o zamanlar ve hiç bu kadar soğuk olmamıştı. Ara sıra rüzgarın uğultusuna uzaktan kurt sesleri eşlik ediyor gibiydi. Bu dağlarda kurt, ayı, domuz gibi yabani hayvanların çokça bulunduğunu duymuştum.
Kafamdan bu olumsuz düşünceleri atarak yürümeye devam etmek zorundaydım. Geceyle birlikte buraya yoğun bir sis iniyordu ve hepten kaybolma ihtimalim yükseliyordu. Var gücümle adımlarımı hızlandırdım, bata çıka karlar içinde yol alıyordum. Üşümeye başlamıştım ama bir yandan da terliyordum. Ayaklarım, paçalarım çoktan ıslanmıştı, üstelik acıkmıştım da. Anayola indikten sonra işim kolaydı. Mutlaka sığınacak bir yerler bulurdum ya da otostopla yola devam ederdim fakat doğru yolda olduğumdan bile emin değildim. Bu düşüncelerle ilerlerken hava tamamen karardı. Belki de havanın kararması lehimeydi. Şayet sis çökmezse ilçenin ışıklarını görebilirdim. Hava nihayet kararmıştı. Karanlık umudumu azaltmaya başlamıştı. Belki de Yıldızeli’ne ulaşamadan kaybolup donacaktım bu dağ başında. Aklıma güzel yemekler geliyordu, sıcak içecekler ve bir yandan uyku gözlerimi zorluyordu. Kalan son gücümle birkaç adım daha atmıştım ki birdenbire yuvarlanmaya başladım. Artık ne dizlerime gücüm yetiyordu ne de kollarıma. Ne kadar yuvarlandığımı bilmiyorum artık bu yolculuğun bittiğini düşünüp gözlerimi kapatmıştım. Böyle bir şekilde hayatla vedalaşacağım hiç aklıma gelmemişti. Belki cesedimi bahara kadar kimse bulamayacaktı. Düşündüğüm son şeyler bunlardı. 
Gözlerimi açtığımda gaz lambasının aydınlattığı bir odadaydım. Odanın ortasında kocaman bir soba vardı ve etrafta kimseler yoktu. Dışarısı hâlen karanlıktı ve köpek sesleri geliyordu. Yerimden güç bela doğruldum. Lambaya yaklaşarak ellerime, dizlerime baktım. Sıyrılmıştı ve bacaklarımdan biri çok fena ağrıyordu. Bir süre sonra büyük ahşap kapı gıcırtıyla açıldı, kapının önünde yüzü tam görünmeyen yaşlı bir kadın duruyordu:
-Seni evimin biraz ilerisinde köpeklerim buldu. Kimsin, buralarda niçin dolaşıyorsun, in misin cin misin, dedi.
Şaşkındım. 
-Adım Demir. Yıldızeli’ne gidecektim. Veterinerim. Köylerden birine çağrılmıştım. İşim bitti ve yola çıktım ancak Yıldızeli’ne varamadım bir türlü. 
-Yıldızeli mi? Yıldızeli buraya çok uzak, gerçeği söyle, dedi kadın. 
Şaşkınlığım iyice artmıştı. Belki de düştüğüm yerde bayılmıştım ve garip hayaller, rüyalar görüyordum. Tam konuşmak için kendimi toparlamıştım ki gözlerim ağırlaştı ve yeniden kapandı. 
Tekrar uyandığımda her yer aydınlıktı. Kapı yeniden açıldı, bu kez kapının önünde bekleyen bir dedeydi. Şefkatle bana doğru baktı ve konuştu:
-Yıldızeli ha? Demek Yıldızeli’ne giderken buraya düştün. Hayli ilginç, dedi. 
-İlginç olan ne, diye sordum. 
Cevap vermedi. Biraz sonra kahvaltı yapalım ve sen de bize gerçekleri anlat, dedi. 
Yerimden doğrulmaya çalıştığımda bacağımın ağrısını hissettim. Dede, tebessüm ederek:
-En az yirmi gün bizimlesin, dedi. O bacak fena kırılmış ve onu sarmamız lazım bugün.
Hemen ardında duran ince çubukları ve kabukları gösterdi:
-Bunlarla saracağız hem de, diye ilave etti. 
Yaşadığım için sevinmeli miydim yoksa bacağımın kırıldığı için üzülmeli miydi ya da bu garip yere düştüğüm için endişelenmeli miydim?.. Kafam karmakarışıktı. Konuşacağım, soracağım şeyler yanlış anlaşılmaya neden olabilirdi. Belki de gerçekten iyi niyetli insanlardı bunlar ve bana yardım etmeye çalışıyorlardı. Ben sadece yerdeki kilimin desenlerine bakıyordum. Bu şekilde kilim deseni hiç görmemiştim. Bu esnada yaşlı kadın elinde küçük bir tepsi ile içeriye girdi. Çay ve kahvaltı vardı tepside. Kahvaltılıklar arasında ilk kez gördüğüm şeyler vardı. Tepsiye garip garip baktığım görünce yaşlı kadın:
-Bunları yemezsen iyileşemezsin, dedi.
Oda çok sessizdi. Bu sessizlik ve aydınlık beni derinden etkiliyor, hareketsiz bırakıyordu. Kahvaltımı bitirdim ve çayımı içtim. Artık kırık bacağımın sarılmasına gelmişti sıra. 

2. Bölüm
 devam edecek.

27 Eylül 2025 Cumartesi

ERTELENEN ŞEYLER

 Aden  Mira Kartal

Bir arkadaşın yokluğu
Sadece bir yokluk değildir çoğu zaman
Sessizliktir, yalnızlıktır
Bütün kelimelerin saklanmasıdır
Perşembe gününe ertelenmesidir
Tebessümlerin 
Bir arkadaşın yokluğu bazen
Bir dünyanın yokluğudur

Korku

Yusuf Kerem Köse


Kitap bile yazılır sadece adından
İnsanlar çekinir onun kötü şanından 
Bazen insanlar anlatmasa da 
Var herkesi ürkütecek, terletecek bir olay

Eğer yaşıyorsan onu
Çoğunlukla üstüne gidemezsin
İçindekileri kimseye söyleyemezsin
İsmini bile duysan
Tir tir titreyebilirsin

Benim de var korkularım
Bazen benden bile büyük bazen de küçücük
Atlattıklarım veya atlatamayacaklarım
Ama ne olursa olsun
Korkularımı içimde tutmayacağım

Teselli

Nurgül Asya Kılcı

Sıkıldığımda kalabalığından şehrin
Bir doğa köşesi arıyorum
Bazen parka koşuyorum
Bazen bilmediğim bahçelere dalıyorum

Huzur bulmak zor şehirlerde
Hele de trafiğin yoğun saatlerinde
Ya da akşam vaktinde
Yanarken sokaklarda lambalar
Reklam tabelaları, araç farları
Kayboluyor gökte yıldızlar
Bir dağ başı özlüyorum gökyüzüne yakın
Bir kır köşesi arıyorum böcek, kuş sesleriyle örülü
Saksıdaki çiçeğe su veriyorum
Kendimi bir şelale kıyısında düşünüyorum

Doğa varsa huzur var
Doğa varsa insan var
Bunu düşünüyorum, anlıyorum. 

Rüzgâr

Ayşegül Yıldız

Kimi zaman kendimi
En yüksek dağları bile koşarak aşacak kadar
Güçlü hissediyorum.
Yüzlerce sayfalık bir kitabı
Bir günde bitirebileceğimi düşünüyorum. 
Ödevler az geliyor sayfalar dolusu olsa bile
Bir çırpıda hepsini tamamlıyorum. 
Koşarak gitsem eve
Servisten hızlı ulaşacağımı düşünüyorum.

Kimi zaman ise yanımdaki biri yüzünden
Adım atasım gelmiyor.
Bir sayfayı bile sonuna kadar okumak
Ölüm kadar zor geliyor.
Kalem elimden düşüyor bir harfi yazınca
Ödevlerim boynu bükük kalıyor.
Servise yürümek bana
Dünyanın en yüksek tepesine tırmanmak kadar zor geliyor.

Bilemiyorum 
Ben mi gel git yaşıyorum
Yoksa arkadaşlarıma mı kapılıyorum. 
Onların rüzgârıyla savruluyorum.

ÇIKMAZ YOL

Ayşegül Yıldız
Nurgül Asya Kılcı
Aden Mira Kartal
Yusuf Kerem Köse

1. Bölüm

Bazen ya uykusuzluktan ya da tansiyonu düştüğünde ordu. Bir yerlerden ansızın yangın haberi geldiğinde mutlaka herhangi bir durumdan, şeyden utanmış oluyordu. Öfkelendiğinde ve bunu içine attığında dünyanın bir yerlerinde ya da yaşadığı bölgede fırtınalar kopuyordu. Kendini herkesten dışlanmış hissettiğinde mevsimlerden ne olursa olsun bir çığ haberine mutlaka rastlıyordu. Şayet kış mevsimindeyse yaşadığı yörelerde çığ felaketi gerçekleşiyordu. Yürürken sendeleyip yere düştüğünde göçük, heyelan haberleri görüyordu peş peşe. Aniden gelen üzüntü ve gözyaşının ardından sel felaketleri yaşanıyordu dünyanın bazı yerlerinde. Öfkesini dışarıya belli ettiğinde sönmüş volkanlardan birinin yeniden hareketlendiğini öğreniyordu. Dünyanın dört bir yanında yaşanan olumsuzlukların sebebini kendinde arıyordu. Bu yüzden mutlu olmak, mutlu bir hayat sürmek istiyordu ancak bu pek mümkün görünmüyordu. 
İç dünyası ile dünya arasındaki bu bağı kendisi kurmamış annesi fark etmişti seneler önce neyse ki insanların bundan haberi yoktu. Onlar her şeyi doğal bir biçimde karşılıyor, doğanın döngüsü diyerek geçiştiriyorlardı. Kolay değildi depremlere sebep olduğunu düşünmek, yangınlara, sele, yanardağ patlamalarına neden olmak. Bunları düşünmemek için yapması gereken tek şey mutlu olmak ve dikkatlice ya da insanlara kendisini kapatmaktı.
Son yıllarda zaten hiç dostu, arkadaşı kalmamıştı. Bu özelliği yüzünden eğitimine devam edememişti çünkü sürekli düşünüyor ve kendini suçluyordu. Öğrencilik yıllarında arkadaşları bu özelliğini fark etmiş olsaydı tüm yılın kar tatili ile geçmesi için ne gerekiyorsa yapardı ihtimal. Ya da ormanların yok olmaması için köylüler, çiftçiler ona gelip onu mutlu etmek için ne gerektiğini mutlaka sorarlardı. Neyse ki bilmiyordu hiç kimse. Keşke bir düğme olsaydı bazı özelliklerini devre dışı bırakmak için ve yalnızca insanların iyiliği ve mutluluğunu sebep olsaydı. Yaşadığı ruh haline göre değişim yaşanacak yeri tahmin edebilse bu yeteneğini insanlığın lehine kullanabilirdi belki. Hiçbiri mümkün değildi ve çaresizdi.

Bölüm 2
Her şey biraz da çok düşünmekten kaynaklanıyordu belki de. Yıllarca kendini şartlamış ve böyle bir hastalıklı duruma sevk etmişti. Biraz dinlenmek, az düşünmek, hayatın akışına kapılmak iyi gelebilirdi kendine. Bu düşüncelerle evinin üst katına çıktı. Yaşadığı ev hayli eskiydi ve dedesi, onun büyük dedesi de bu evde yaşamıştı. Evin çatı katı genelde kullanılmayan bir bölümdü. Burada eski eşyalar ve kitaplar vardı genellikle bir de eski kıyafetler. Merak edip de hiç bakmamıştı buradaki şeylere. Belki çatı katında vakit geçirmek zihnimi dağıtır diye düşündü. Belki de yıllardır açılmayan çatı katının kapısını araladı. Kapı tok bir gıcırtıyla açıldı. Her taraf toz ve örümcek ağı doluydu. Fare olma ihtimali bile vardı burada. Neyse ki elektrik tesisatı kurulmuştu buraya. Lambayı açtığında manzaranın korkunçluğu biraz daha netleşti. Antika sayılabilecek giysiler, eşyalar ve kitaplar… Birkaç eski daktilo bile vardı burada. Tuşlarına bastı, paslanmıştı daktilolar ve tuşları fena hâlde kirliydi. Kıyafetlere baktı, eşyaları inceledi sonunda cam kapaklı bir dolaptaki kitaplara gözü ilişti. Kocaman, deri ciltli kitaplardı bunlar. Dolabı açtı ve kitapları incelemeye başladı. Bazıları farklı alfabeyle basılmıştı kitapların. Kitapların arasında defterler de olduğunu fark etti. Kitapların bir kısmı nemlenmiş, küflenmiş, sayfalarının kenarları kurumuş ya da böcekler tarafından yenilmişti. Okuyabildiği, anlayabildiği kitapları ve defterleri tasnif etmeyi düşündü ve tüm kitapları, defterleri birer birer raflardan indirmeye başladı. Bu esnada elleri ve kıyafeti hayli toz olmuştu. Kitap görünümlü defterlerden biri hayli dikkatini çekti. Üstelik okuyabiliyor, anlayabiliyordu bu defteri. Defterin ilk sayfasında hiç görmediği ama zaman zaman adını duyduğu dedesinin adı yazıyordu: Düzbahçeli Mehmet. Zihnindeki yoğunluk azalmış, merakı onu başka bir yöne doğru sevk etmeye başlamıştı bile. Defterin bazı sayfalarındaki yazılar silinmiş bazı sayfaları ise düzenli bir biçimde yırtılmıştı. 
Zamanın nasıl geçtiğini anlamadı bile. Sadece bu defteri alarak çatı katından indi. Hava kararmaya dönmüştü ama artık gökyüzüne, bulutlara, haberlere bakmak istemiyordu. Kendine güzel bir kahve yapıp bu defteri okumayı, incelemeyi, dedesini daha yakından tanımayı düşünüyordu. 

3. Bölüm
Kitabın ilk sayfasında şöyle bir not gördü: Cesaretin varsa ve büyük zorlukları göze alıyorsan bu defteri okuyabilirsin. Eğer bu vasıflar sende yoksa lütfen defteri kimsenin bulamayacağı bir yere kaldır. 
Bu ifade merakını iyice uyandırmıştı. Cesaret, zorlukları göze almak… Acaba defterde neler yazıyordu? Hiç kimse bu defterden bahsetmemişti daha önce ona. Demek ki defteri ilk kez bulan kendisiydi. Defteri biraz daha temizleme ihtiyacı hissetti. Kahvesini aldı, masa lambasını açtı ve sayfaları çevirmeye devam etti. Okudukça merakı ve hayreti artıyordu. Defter bölümlerden oluşuyordu ve şu cümlelerle başlıyordu:
Dünyadaki her olumsuzluğun sebebi benmişim gibi hissediyorum. Sel felaketleri, depremler, kuraklık, orman yangınları sanki benim yüzümden kaynaklanıyor gibi düşünüyorum. Neyse ki bunu kimse bilmiyor, en azından şimdilik…
Bu cümleleri okur okumaz yeniden zihni karşıtı. Gözlerinin önü karardı. Bir an defteri kaldırıp atmak istedi. Bir şaka mıydı bu okudukları yoksa garip bir rüyanın içine mi düşmüştü? Dedesiyle aynı kaderi, aynı düşünceleri paylaşıyor olamazdı. En azından onun yaşadığı çağ başkaydı kendi yaşadığı çağ başka… Tüm bunların bir açıklaması olmalıydı. Kendini hayli yorgun hissetti. Defteri ve masa lambasını kapattı, derin bir uykuya daldı. 

Elimden Ayrılan Eller


Semih Yılmaz

Yedi sekiz yaşlarımdaydım. Hatırladığım ilk il dışı yolculuğumuza çıkacaktık. Samsun'a gitmek için bütün hazırlıkları yaptık ve nihayet Sivas'la vedalaştık. Kendi aracımızla seyahat ettiğimiz için yolculuk çok uzun sürmedi. Samsun'u sevmiştim çünkü deniz vardı. Sivas'a hiç benzemiyordu. Deniz kenarında kocaman binalar vardı. Bu şehir beni her şeyiyle etkilemişti fakat şehrin güzelliklerini ara sıra elimdeki telefonla ıskalıyordum. Bir süre sonra telefona kendimi hayli kaptırmış olmalıyım ki ailemin etrafımda olmadığını fark ettim. Kalabalık bir alışveriş merkezindeydik ve asansörün önündeydim. Sanki birileri hokus pokus yapmış ve ailemi yanımdan almıştı. Şaşkın şaşkın etrafa bakındım. Yaşım o zamanlar küçük olduğu için telefonla ailemi aramak da aklıma gelmemişti. Çaresizliğin tam ortasındaydım. Ailem benim yokluğumun farkına varmış mıydı? Telaşlanmışlar mıydı? Ağlayacak gibiydim ama kendimi tutmam gerekiyordu. Etrafımda bilmediğim insanlarla, yabancı bir şehirde, bilmediğim bir binanın ortasındaydım. En iyisi telaşlanmadan beklemekti. Mutlaka ailem yokluğumun farkına varacak ve beni bir şekilde bulacaktı. Ne kadar beklediğimi bilmiyorum. Bir süre şaşkın şaşkın gelip geçenlere baktım. Gözyaşlarım aktı akacak durumdaydı. Zihnim çok hızlı çalışıyordu. Ailemi bir daha hiç göremeyeceğim korkusu kalp atışlarımı hızlandırıyordu. Bir yandan da kötü insanlara rastlamaktan korkuyordum. Bu konuda çok fazla şey duymuştum. İnsanlara kaybolduğumu fark ettirmemeliydim. Biraz hareket etmek iyi gelir düşüncesiyle merdivene yöneldim. Asansör ve merdivenin tam arasındaydım. Birdenbire merdivenlerden yıldırım hızıyla aşağı doğru inen birini gördüm. İnsanlara çarparak ve kalabalığı yararak aşağı doğru iniyordu. Bu, annemdi. Nihayet yokluğumu fark etmişlerdi. Ben de koşmak istedim ancak dizlerimin bağı çözülmüştü. Çözülen sadece dizlerimin bağı değil gözyaşlarım da süzülmeye başlamıştı. Bağırmak istedim, anne demek istedim bu esnada asansörden inen babamı gördüm. İki taraftan kuşatılmış ve fethedilmiş bir kale gibi hissetim kendimi.  Babam, annemden önce bulmuştu beni. Birkaç saniye sonra ikisinin arasında ve güvendeydim. Bir film karesinin ortasında gibiydik. Mutluyduk. Bir elim annemin elindeydi, diğer elim de babamın. Bir eksiklik vardı ama neydi? Birkaç dakika sonra ikisine birden yönelerek kardeşimin nerede olduğunu sordum. Annem ve babam birkaç saniye birbirlerine baktılar ve ikisi birden elimi bırakarak yeniden koşmaya başladılar. Bu kez annem asansöre doğru gidiyordu babam merdivenlere koşuyordu.

Yine Örkümcek


Ahmet Emir Koç

Aradan iki yıl geçmiş olsa da
Ben hâlen aynı yerdeyim
İki yıl boyunca düşündüm seni
Bazen karşılaştık seninle tenha yerlerde
Göz göze geldik mi bilemiyorum
Sorduğum sorulara cevap vermedin

Senden bir söz bekliyorum
Senden birkaç cümle
Sen ise benim görmediğim yerlerde
Hâlen örüyorsun 
Örüyor bitiremiyorsun
Örkümcek
Benim sorularıma cevap
Ne zaman gelecek

Kaplumguen

 Yusuf Ensar Güler


Herkesin sevdiği bir hayvan var
Ben sadece ikisini seviyorum
Hatta mümkün olsa
Evde beslemek istiyorum

Düşünsenize evinizin bir kenarında
Paytak adımlarıyla
Size doğru gelen bir penguen olduğunu
Ve penguenin yanağınıza 
Bir buse kondurduğunu

Ya da 
Bir çekyatın kenarında
Büyük bir biblo gibi
Size bakan bir kaplumbağa olduğunu

Sizce de güzel olmaz mı
Bir penguen ve kaplumbağa
Her eve yakışmaz mı

13 Eylül 2025 Cumartesi

Bİ’ DÜŞÜNSENE


Yusuf Kerem Köse

Bir düşünsene, büsbüyük bir kasabada ya da şehirde yaşıyorsun ama o kasabadaki tek sağlıkçı sensin. Aslında senin bölümün kan alma ile ilgili ama bir anda o hastanedeki “her şey” sen oluyorsun. Tüm bölümlerin işleri sana kalıyor ve senden geriye kalan şeyler de “hiçbir şey”.  
İş gününe uyanıyorsun. Normalde bir üst rütbe kişiler olması gerekiyor, her birimden sorumlu birilerinin bulunması gerekiyor ama yok... İşe istediğin gibi istediğin zaman gidebileceğini sanıyordun ama yanılmışsın. 
Tüm kasaba ya da şehir buraya toplanmış gibi dolu hastane. İlk başta gözün korkuyor. Sıra numarası kesen ve insanları yönlendiren güvenlik görevlileri olmadığı için bu iş sana düşüyor ve en sonunda herkesi gerekli yerlere göndermeyi başarıyorsun fakat sonradan hatırlıyorsun ki tek doktor sensin burada. Hastanede homurdanmalar başlıyor. Ne yapacağını bilmeden önce önemli şikayetlerle gelen hastalara bakıyorsun, onlarla ilgilenmeye çalışıyorsun ama hastanede homurdanmalar artıyor. Bazıları kusuyor, kimileri bayılıyor, bir kısmı acı acı inliyor, feryat ediyor bazıları da bağırıp çağırıyor. Sen de strese girip işini bırakıp kendi alanına, kan alma bölümüne gidiyorsun ama o kadar streslisin ki damarları yanlış açıyorsun. Kan alamıyorsun. Tüm hastane senin üstüne geliyor, yandan yaşlı bir teyze sana bağırıyor, bir bebek bağıra bağıra ağlıyor, gençler yüksek sesle video izleyip sana homurdanıyor... Kafan çatlayacak gibi oluyor. Ya da düşünmeye gerek yok çünkü böyle bir iş ortamın olsa fazla düşünmeden kıyafetlerini çıkarır ve sessizce kaçardın. 
Şimdi bu anlattıklarımı unut ve geleceğe dair hayal kurmaya devam et. Mesela doktor ya da sağlıkçı olmayı düşünerek rahat bir iş sahibi olmayı düşleyebilirsin. 



KARŞILAŞMA

 
Yusuf Kerem Köse
Ayşegül Yıldız
Aden Mira Kartal

1. Bölüm
Sabaha kadar gözüne uyku girmedi. Nihayet okula başlayacaktı. Okula gidip de mutlu dönen hiç kimse tanımıyordu etrafında. Kimse okulların açılmasını istemiyordu. Herkes tatillerde mutluydu sadece. Okul, iyi bir yer olsa böyle olmazdı. Üstelik okuldan dönen çocuklar sanki savaştan çıkmış gibi görünüyordu. Yorgun, isteksiz, acıkmış, kıyafetleri kirlenmiş hatta yırtılmış, sökülmüş. Evlerinin yakınında bir okul olsaydı gidip uzaktan incelerdi ama sadece birkaç kez başka mahallelerdeki okulların önünden geçmişti ve çok korkmuştu. Okulun etrafı tıpkı filmlerde gördüğü gibi hapishane duvarlarını andıran parmaklıklarla çevriliydi. Bir keresinde bir okulun önünden geçerken zil çalmıştı ve çocukları dışarıya fırlarken görmüştü. Okulun içinde her ne oluyorsa çocukların kendilerini dışarıya atmalarından iyi bir şey olmadığı belliydi. Çıldırmış gibi merdivenlerden atlıyorlar ve arkalarına bakmadan koşuyorlardı. Yüksek duvarlar ve demir kapıların önüne kadar gelip dışarıya bakıyorlardı “kurtarın bizi” dercesine. Üstelik onların hemen peşinde öğretmenler oluyordu ve çocukları yönlendiriyorlardı. Okul, korkunç bir yer olmalıydı. O duvarların ardında ne vardı? İçinde neler yaşanıyordu? 
Anne ve babası çok mutlu görünüyordu. Yavrumuz okula başlayacak, diyorlardı ama belki de o görmeden gizli gizli ağlıyor, üzülüyorlardı hâline. Haftalarca, aylarca okula gidecekti artık ve ihtimal sırtında kocaman bir çanta olacaktı. Elinde beslenme çantası olacaktı. Yeni okul kıyafetleri alınmıştı ve hiç sevmemişti bu kıyafetleri. Ne gereği vardı ki yeni kıyafetin. Eşofmanla gidilebilmeliydi mesela okula. Saat, gece yarısını çoktan geçmişti ama uyuyamıyordu. Utanmasa ağlayacaktı. Okula gitmese olmaz mıydı? 
Bir diğer konu da okuldaki diğer çocuklardı. Kim bilir nasıl insanlarla karşılaşacaktı. Hırçın mı, ağlak mı, şakacı mı, kibirli mi?..
Göz kapaklarının ağırlaştığını hissediyordu. Düşünmekten beyni yorulmuştu. Sonunda uykuya yenik düştü. 
Uyandığında sabah olmuştu. Yorgun ve uykusuz bir gecenin ardından okulda ilk günü yaşayacaktı. Keşke bir ağabeyi, ablası olsaydı da okulu ona anlatsaydı. Bu düşüncelerle yerinden kalkmaya çalışırken annesi odasının kapısını araladı ve seslendi:
-Haydi bakalım minik yolcu. Okulun seni bekliyor. 
Yerinden doğrulmaya çalıştığında başı döndü ve biraz da midesinin bulandığını hissetti. Onun bu halini gören annesi telaşla sordu:
-Çocuğum, iyi misin?
-Biraz geç uyudum anne, başım çok kötü, üstelik midem de sanki bulanıyor, diye cevap verdi. 
Annesinin şefkat dolu bakışlarını fark eder etmez bu rahatsızlıkları daha belirgin bir halde sergilemeye başladı. Annesi:
-Kahvaltıdan sonra bir şeyin kalmaz. İlk günden okuldan ayrı kalmak da olmaz. Haydi bakalım, diyerek elini uzattı. 
Kahvaltı ve okul hazırlığı çok kısa zamanda geride kalmıştı.  Okulun ilk günü olduğu için servis yerine ailesiyle okula gidecekti. Kısa bir yolculuktan kalabalık okul bahçesinin önünde durdular. Çocukların yüzlerine bakıyordu, konuşmalarını anlamaya çalışıyordu. Okulun bahçesinden içeriye adım atarken bir an annesinin elinden kurtulup kaçmayı düşündü. Hele de ağlayan çocukları görünce… Ağlayan birkaç çocuk vardı etrafta ve ailelerin de durumları çok iyi görünmüyordu. Bu düşünceden vaz geçti ve annesinin elini daha sıkı tutmaya başladı. Okul bahçesinin tam orta yerine geldiklerinde kümeler halinde bekleyen çocukları ve aileleri gördü. Birileri isimler okuyor, ismi okunan çocuk annesinden ayrılıyor ve sıraya geçiyordu. Birkaç tuhaf çocuk dışında hiçbiri mutlu değildi ismi okunan çocukların. Hatta annesine, babasına sarılıp ağlayanlar bile vardı. Bu esnada kendi adını duydu: Yarkın Arkın. Bir yandan isminin okunduğu yere doğru ilerlerken bir yandan annesine baktı. Annesi de hüzünlüydü. Bir annesine sarılmak istedi fakat ayrılık vakti gelmişti. Hıçkırıklarını içine gömerek ve gözyaşlarını tutarak diğer çocukların yanına ulaştı. Geriye dönüp bakmak istemiyordu. Geriye dönse annesine koşabilirdi. Geriye dönse gözyaşlarına hâkim olamayabilirdi. Geriye dönse… Geriye dönüş yoktu. 
Hemen yanında durduğu çocuk da Yarkın’la aynı duygu ve düşünceleri paylaşıyor olmalıydı ki sadece yere bakıyordu. Bir anda Yarkın kendi üzüntüsünü, korkusunu unutarak yanında duran çocuğu izlemeye başladı. Çocuğun gözleri doluydu. Yarkın usulca çocuğun omzuna dokunarak:
-Adım Yarkın, dedi. Galiba benim en sevdiğim arkadaşım sen olacaksın. 
Bu sıcak ve samimi cümlenin ardından çocuğun yüzündeki endişe, korku azaldı. Yarkın’la göz göze geldiler. Sanki kelimeler olmadan da anlaşabilecek gibiydiler:
-Adım Kerem, dedi. Kerem Kendir… Yarkın’ın gözlerinin içine bakarak diğer çocuk. 
Bu esnada içinde bulundukları grup okul binasına girmek üzere yürümeye başlamıştı. İki arkadaş korkuyla okulun dış kapısından içeriye adım attılar.
 
2. Bölüm
Saat sabahın 6’sını gösteriyordu. Okulun ilk günüydü ve yıllardır sabah bu saatlerde uyanırdı okulun tatil olduğu günlerde bile. Bir süre yatağından kalkamadı. Yaşlılıktan oluyordu belki de bu durum. Arkadaşlarının çoğu emekli olmuştu hatta bazıları hayattan emekli olmuşlardı. Emekli olmayı düşünmüştü o da ama onun için öğretmenlik hayatın kendisiydi. Çocuklar olmadan, çocuklarla konuşmadan, paylaşmadan bir hayat geçirebileceğini düşünmüyordu. 61 yaşındaydı ve dört sene sonra zaten emekli olmak zorundaydı. Son bir sınıfı daha 4. sınıfa kadar emanet olarak alıp hayata hazırlayacaktı. Az sonra son kez emek vereceği yeni sınıfının öğrencileriyle tanışacaktı Yarkın Arkın Öğretmen ama bu garip rüyanın etkisinden de kendisini kurtaramıyordu. Daha önceden okula dair, okulda geçen çok rüya görmüştü fakat ilk kez bu kadar tuhaf ve etkileyici bir rüya görmüştü. Rüyayı görmemiş, yaşamıştı sanki. Zihnini yokladı, ilkokulda adı Kerem olan bir arkadaşım var mıydı, diye düşündü… Yoktu öyle bir arkadaşı. Hatta Kerem adlı bir tanıdığı bile yoktu. Bu düşüncelerle hazırlığını yaptıktan sonra okul yoluna düştü. 
Okul bahçesinden içeriye girdiğinde büyük bir kalabalık gördü. Artık alışıktı okulların ilk günü bu tür kalabalıklar görmeye. Kırk yıldır aynı şeyleri yaşıyordu. Binadan içeriye girdi ve ilgili müdür yardımcısından sınıfına ait listeyi aldı. Bahçeye çıktı ve diğer öğretmenlerin ardından kendi sınıfına düşen öğrencilerin isimlerini okumaya başladı. Öğrencilerin bir kısmı heyecanlı, bir kısmı hüzünlüydü. Ailelerde de aynı telaş vardı. Ağlayan öğrenciler de vardı ama bu duruma da alışıktı. Şimdi ailesinin yanında ağlayan çocuklar iki saat sonra canavar kesiliyordu. Listeyi okumaya devam edecekti ki birden durdu. Gözlüğünü cebinden çıkarıp yeniden listeye baktı. Kekeleyerek listede gördüğü ismi okumaya başladı:
-Ke-ke Kerem Kendir. 
Kalabalık içerisinden bir çocuk yanına doğru geldi. Kendine doğru gelen çocuğun gözleri çakmak çakmaktı ve yere bakıyordu. Çocuğun omzuna elini koydu ve:
-Adım Yarkın, dedi. Galiba benim en sevdiğim son öğrencim sen olacaksın. 

8 Eylül 2025 Pazartesi

YİTİP GİDEN EZGİ

Agâh Taha Temizkan
 
Bir masal vardı dolaşan kulaktan kulağa,
Bir ana ninni söylerdi ay ışığına,
Şimdi her söz satılık her ses kalabalık,
Gönül suskun
Sokaklar yabancı.

Bir bak eski sokaklara, duvarlar dile gelir
Bir serçe konar saçaklara
Özlemle öter bir bir.
Oyunlar bayram gibiydi bir vakit
Halaylar göğe değerdi.
Şimdi bu soğukluk bu anlamsızlık 
Anlamaya dünyayı yeter mi?

22 Haziran 2025 Pazar

ESPRİ MESELESİ

Rukiye Tokgöz

Çok sıcak bir gündü ve okuldaydı. Karne haftası, hem de bu havada okula gelmesinin
tek sebebi babasının ısrarıydı. Karne haftası diye gitmemezlik yapılmaması gerektiğini,
sonuçta okulun açık olduğunu söyleyip duruyordu babası. Babasına karne haftasının etkinlik
haftası ilan edildiğini, ortaokulda olmasına rağmen hocaların saçma sapan oyunlar oynatıp
yetenek paylaşımı adı altında “Hiç mi yeteneğiniz yok?” diye kızdıklarını yüzlerce, binlerce
kez anlatsa da onu ikna edememişti bir türlü. Zaten yedinci sınıflardan okula gelen öğrenci
sayısı on birdi. Beşi ailesinin zoruyla geliyordu, üçü devamsızlığı çok olduğundan, geri kalanı
da haylazlık peşinde olduğundan. En azından karneye sadece iki gün kalmıştı. İki gün daha
etkinlik haftası adlı saçmalığa katlanacak, ondan sonra rahat edecekti. Zaten onun okulla
ilgili bir sorunu yoktu. Okulu seviyordu, dersleri de. Onun sevmediği şey etkinlik haftası
programları ve babasının onu bu günlerde okula göndermesiydi. Bu haftayla ilgili sevdiği tek
bir şey vardı, o da sadece bir kez olan soğuk espri yapma dersiydi. Espri yapmayı çok
severdi ve bu konuda bir hayli yetenekliydi. Okula gelen diğer on kişi de öyle. O yüzden bu
ders çok eğlenceli geçerdi.
Sonunda dört gözle beklediği o ders gelmişti. Herkes haftanın uyuşukluğunu
üzerinden atmış, en soğuk esprilerini hazırlamıştı. Sonunda hoca geldi ve espriler yapılmaya
başlandı. Herkes aklına gelen soğuk esprileri sıralıyordu. Sınıf gülme krizine girmişti.
-İngilizCEM yok.
-Neden?
-Çünkü tanıdığım bütün Cem’ler Türk.
Hatta hocanın bile esaslı bir soğuk esprisi vardı:
-Tebrikler KAZANdınız, şimdi tencere oldunuz!
Ardından bir öğrenci sınıfın diğer ucundan bağırıyordu:
-Geçen gün arkadaşlarla FIRINDA patates yiyorduk, fırın sıcak gelince balkona çıktık.
-Bu iyiliğiniz çok Makbule geçti, şimdi de Fatma geçiyor.
Soğuk espriler havada uçuşuyordu ama o hiçbir espri yapmıyor, kendini tutuyordu. Sonra,
dersin bitimine doğru hoca, onun hiçbir espri yapmadığını fark etti ve şaşırarak niye
yapmadığını sordu. O da,
-Bu sıcak havada soğuk espri yaparsam hasta olurum hocam, diye cevap verdi. O sırada
herkesin sesi kısılmıştı ve öksürüyorlardı. O sadece,
-Ben demiştim, dedi ve sınıftan çıktı.

HASTA MEKTUBU

Hülya Doğancık
 
 
Sevgili  Kim Olduğunu Bilmediğim Kişi,

Dün buradaydın. Emin değilim. Belki de sen değildin. Senin kim    olduğunu da bilmiyorum. Bu mektubun sana ulaşabileceğinin de garantisi yok. Sadece bazen insanın bir şeyler anlatması gerekiyor gibi hissediyorum. Her ne olursa olsun birkaç kelime söylemek, içinde tuttuğum sözcükleri dışarı vurmak en azından bana iyi geliyor. Burada benimle konuşan pek olmaz. Hemşire, doktorlar ve hasta bakıcılar var. Ama ilaçlar hakkında değilse hiçbiri benimle konuşmazlar.
Buna alıştım. Alıştım sanırım. En azından sen varsın. 
Ya da yoksun. Yine de yazıyorum. 
Belki biri okur. 
Ya da okumaz. 
Neyse burada günlerim çok sıradan. Kahvaltıda ilaçlar, öğlen ilaçlar, akşam ilaçlar. Ve kimse tek kelime etmeme izin vermiyor. Ama bir bahçemiz var. Oraya çıkınca daha iyi hissediyorum kendimi. Kendi kendime konuşabildiğim tek yer orası. İçeride kendimle konuşunca ilaçlarımın dozunu arttırıyorlar. Biliyor musun? Geçenlerde biri bana gülümsedi. Yani öyle sandım. Aslında ziyaret ettiği kişiye gülümsemiş. Olsun. En son buraya gelmeden önce gülen birini görmüştüm.
Daha kimseler ziyaretime gelmedi.
Sorun değil. 
Eminim çok meşgullerdir. Belki de benden utanıyorlardır. 
Yine de burası güzel. 
Belki güzel değil de gidebilecek bir yerim olmadığı için kendimi avutmaya çalışıyorumdur...


Sevgilerle

RÜYA GİBİ GERÇEK

Rukiye Tokgöz


I. Bölüm
Sude için bu hayat işkence gibiydi, beş ağabeyi ve kurallara uyma meraklısı babasıyla. Maddi durumları pek iyi değildi, babası bir kaza sonrası sakatlandığı için çalışmıyordu. Annesi -kendisi böyle diyor- altı çocuğunu doyurabilmek için yedi yirmi dört temizliğe(?) gidiyordu. Aslında annesinin o kadar çok çalışmaya ihtiyacı yoktu ama annesi gezmeyi, dolaşmayı ve sohbet etmeyi çok severdi. Temizliğe gittiği hanımlarla sıkı fıkı olduğundan sürekli çalışmak isterdi. Bu durumda Sude, okula gitmediği zamanlarda ağabeyleri ve babasıyla baş başa kalıyordu.  
Babası, tüm kurallara harfi harfine uyulmasını isterdi. Yatması, kalkması, yemek yemesi için belli saatler vardı. Bu saatler bir dakika bile geçse yarım saat ile üç saat arsında süren nutuklar dinlemek zorunda kalırdı. Nutuklar bittikten sonra da tüm ev işleri üzerine yıkılırdı. Bu ceza bir hafta sürerdi ama Sude, cezalı olmadığı zamanlarda da tüm işleri yapıyordu. Aslında ağabeyleriyle ev işlerini paylaşmaları lazımdı fakat ağabeyleri tüm işi ona yaptırıyordu ve babası ya bunu bilmiyordu ya da umurunda değildi. Ne de olsa bu evde oligarşi vardı. Annesinin evde kalmak istememesinin sebeplerinden biri de buydu belki. Sude, ağabey terörü denen şeyi sonuna kadar yaşıyordu. Sanki duvarsız bir hapishaneydi burası. 
 
II. Bölüm 
Babasının kural koyma merakı ve ağabeyleri, okulda da Sude’ye sıkıntı çıkarıyordu. Babası asla ve asla kendisinin tanımadığı kişilerle arkadaşlık kurmamasını söylerdi. Okulda samimi olduğu bir-iki kız vardı ama evdeki durum gizli olduğu için asla arkadaş buluşmalarına katılamazdı. Bu yüzden doğal olarak biraz da olsa dışlanıyordu. 
    Ağabeyleri ise onu sınıfta rezil edecek ve/veya babasını kızdıracak şeyleri baş başa verip düşünür, ardından el birliğiyle bu işi gayet iyi becerirlerdi. Bütün ödevlerini karalar veya yırtar, yazılıya çalışacağı zaman ders notlarını yakarlardı. Onlar yüzünden babası, notları düşük olduğu gerekçesiyle de ceza veriyordu. Sınıfa ya ödevsiz ya da yırtık, buruşuk ödevlerle geldiğinde öğretmenleri de ceza veriyordu. Bir keresinde de ağabeyleri okul formasının arkasına “SIRACALI” yazmışlardı. Utançtan yerin dibine girmişti o gün. Yazı görünmesin diye hırkasını sırtından hiç çıkarmamıştı ama fark etmediği bir şey vardı, aynı yazı hırkasının arkasında da yazıyordu. O günden sonra okulda adı çıkmıştı, gelen geçen alay ediyordu. İlkokuldan beri -yani yedi yıldır- okulda asla rahat gezemiyordu. Okul, onun için en az ev kadar, hatta evden daha büyük bir işkence olmuştu. 
Beş ağabeyi ve babası, yani toplamda altısı birden ona çok çektiriyordu. Evde, okulda, hayatın her alanında. Birkaç kez annesine okulu bırakıp onunla temizliğe gitmeyi bile teklif etmişti. Lakin annesi katiyen böyle bir şey yapamayacağını söylemişti. Sude’ye göre annesi, kendini bu evden kurtardığı için artık Sude’yi önemsemiyordu. Zaten şu dünyada ona anlayışlı davranan, onu önemseyen hiçbir canlı yoktu. Ya da Sude öyle düşünüyordu.


III. Bölüm 
O gün, okula yeni bir beden eğitimi öğretmeni geldi. Tam da beden eğitimi dersinin olduğu gündü. Yani Sude’nin en ama en nefret ettiği gün. Çünkü tüm beden eğitimi derslerinde şansına(!) tüm toplar kafasına gelir, koşarken ayağı taşa takılır ve yere yapışırdı. 
Beden eğitimi dersinde hoca kendini tanıttı ve isteyenin voleybol, futbol ya da basketbol oynayabileceğini söyledi. Hocanın lafı biter bitmez hızla koşan arkadaşlarından biri Sude’yi yere düşürdü. Sude ayağa kalktığında onu düşüren çocuk, diş macunu reklamı yapıyor gibi sırıtıyordu. Ardından dil çıkarıp ortadan kayboldu. Sude için artık bu durum olağan hale gelmişti. Kapüşonunu başına geçirip hocanın yanına, soyunma odasına gitmek için izin almaya gitti. Tek dostu olan kitabı çantasındaydı ve onu almak için soyunma odasına gitmeliydi. Hocanın yanına gitti:
-Hocam, soyunma odasına gidebilir miyim? Çantamda bir şey unuttum da. 
-Elbette yavrum, neden olmasın?
Hevesli bir şekilde soyunma odasına doğru yürüdü. Sevinmişti çünkü önceki hocası bazen izin vermiyor, hemen sorguluyordu çünkü okuldaki öğrenciler, Sude’nin hakkında hocalara yalan yanlış şeyler söylüyorlardı. “Umarım bu hoca onları dinleyince bana yine böyle davranır.” diye geçirdi içinden. Odaya vardığında kitabını eline aldı. Bu sefer 1283 sayfalık bir kitap okuyordu. Ama sonlarına gelmişti, önümüzdeki iki derste biterdi büyük ihtimalle. Tam her zamanki köşesine gelmiş, kitapta kaldığı yeri açmıştı ki hoca birden seslendi:
-Kızım, bir gelir misin?
Hocanın kızmasından korkarak ürkek tavırlarla yanına gitti.
-Efendim hocam?
-Kızım gel rahatça otur. Hah, şöyle. Yavrum sen neden arkadaşlarınla oynamıyor, kitap okuyorsun?
-Hocam ben oyun oynamaktan pek zevk almıyorum. Hem kitaplar benim en iyi ve tek dostumdur. Merak etmeyin, ben böyle hiç ama hiç sıkılmıyorum. 
-Kızım bu kadarı da normal değil ama. Hem arkadaşın durup dururken neden çelme taktı sana bakayım? Çekinmene gerek yok, rahatça anlatabilirsin. 
Hocanın bu sözleri üzerine Sude, ilk kez kendisini dinleyen birini bulmanın heyecanıyla bir anda içini dökmeye başladı. Söze babasının ne kadar katı ve kuralcı olduğundan başladı. Kurallara uymadığında çektiği nutukları, verdiği cezaları anlattı. Beş ağabeyini ve onların yaşattıklarını anlattı. Tüm okulda adının çıktığını ve hocaların bile ona çok kötü davrandığını söyledi. Arkadaşının ona bu sebepten çelme taktığını, artık bunun olağan olduğunu da eklemeyi unutmadı tabii. Sonra annesini anlatmaya başladı. Sırf sohbeti, gezmeyi seviyor diye yedi yirmi dört temizliğe gittiğini de uzun uzun anlattı. Söyleyecekleri bittiğinde kendisini çok rahatlamış hissediyordu. Tam hoca bir şeyler söyleyecekti ki derslerin bittiğini ilan eden zil çaldı. Hoca, Sude giderken sordu:
-Adın Sude’ydi, değil mi güzel kızım?
Sude başıyla onayladı ve hızlı hızlı yürüyerek soyunma odasına doğru yola koyuldu. Eşyalarını aldı ve -neyse ki- bu sefer sadece biri ona dil çıkardı. Eve giderken iki ders boyunca bir harf bile olsun kitap okumadığını fark etti. Şaşırdı… 

IV. Bölüm 
Eve gittiğinde o kadar mutluydu ki olanları düşünürken yemeği biraz yaktı. Babası ve ağabeylerine yanmamış kısımları verdi, yanıkları da kendi tabağına koydu bu yüzden.  Babası onun tabağındaki yemeğin yanık olduğunu görüp yemeği yakmasına kızmasın diye hızlı bir şekilde yemeğini bitirmesi gerekti. Ama bu, artık onun için önemli değildi. Çünkü bugün, onun için hayatının en güzel günüydü. Ömründe ilk kez biri onu dinlemiş ve içinde bulunduğu durumu anlayışla karşılamıştı. İyi de hocanın adı neydi? Aslında kendini tanıtırken söylemişti ama Sude hatırlamıyordu. Yarın gidip hocanın adına odasının önündeki tabeladan bakmaya karar verdi. Bunları düşünürken birdenbire babasının ödev yapması için belirlediği sürenin on dakikasını harcadığını fark etti. Bugün hocalar çok ödev vermişti, o yüzden yetişmeme ihtimaline karşı her zamankinden hızlı olması gerekiyordu. Koşarak odasına, ödev yapmaya gitti ve hemen ödevine başladı. Ama ödevini bitirdiğinde belirlenen süreyi beş dakika aştığını fark ederek daha da telaşa kapıldı. Ayrıca ödevlerinin hatalarla dolu olduğunu biliyordu, hocalar bu hatalar yüzünden çok kızacaktı. Hayıflanacak vakti yoktu, ödevini masasına bıraktı ve koşarak dişini fırçalamaya gitti. Ağabeylerinin, onun süreyi aştığını bildiklerinden haberi yoktu. 
Dişini fırçalayıp odasına döndüğünde ödevi, tam ortasından korkunç bir şekilde yırtılmış halde çöpte duruyordu. Çöpte sadece kâğıtların olmasına şükretti, en azından ödevi ıslanmamıştı. Hemen onu çöpten çıkardı ve bantlamak için masasında bandın olması gereken yere uzandı. Ama tüm bant dolabının kapağını sıkıca kapatmak için kullanılmıştı, hem de okul malzemelerinin durduğu dolabın. Tam o sırada babası, en ufak bir hataya bile göz yummayacağını belli eden bir sesle içeriden seslendi. Belli ki ağabeyleri Sude’yi ödevini yırtmakla, dolabını bantlayıp tüm bandı harcamakla ve yapacağı tüm işleri geciktirmekle suçlamışlardı. Ayaklarını sürüyerek ne kadar hızlı gidebilirse babasının yanına o kadar hızlı gitti. Babası değil yarım saat, tam bir buçuk saatlik bir nutuk çekti. Sude onu dinledikçe yerin dibine girdi ama bir yandan da o kadar umursamadı bu lafları. Çünkü artık bunu anlatınca onu dinleyecek birinin olduğunu biliyordu. Hem de bu kişi bir hocaydı. Sırf bu kişiyi keşfetmesinden doğan mutluluk yüzünden fazladan ceza almıştı ama değdiğini düşünüyordu. Babasını dinlerken bile bunu düşünüp gülümsemesine engel olamamıştı ama babası bu durumunu bir şımarıklık emaresi olarak algıladığından aslında bir saat sürmesini planladığı nutuğunu yarım saat daha uzatmıştı. Tabii bunu Sude bilmiyordu. Bilse de bir önemi yoktu zaten. Sude’nin tek istediği yarının gelmesi ve okulda o hocayla konuşmaktı. Odasına gitti ve yatağına uzanır uzanmaz uykuya daldı.

V. Bölüm 
Sabah annesinin sesiyle uyandı. Annesi ona “Hadi tatlım, okul vakti.” diyordu. Uyku sersemi buradaki tuhaflığı fark etmedi ve her zamanki gibi banyoya, yüzünü yıkamaya gitti. Sonunda uykusu açılmıştı. O an buradaki tuhaflığı fark etti. Annesi evdeydi, üstüne üstlük bir de onu uyandırmaya gelmişti. Bu nasıl olabilirdi? Bir anlam veremedi çünkü bir mucize olup annesi evde kalsa bile asla ve asla onu uyandırmak için zahmete girmezdi. Böyle bir şey olması için dünyanın tersine dönmesi gerekirdi. Bunları düşünürken burnuna nefis bir koku geldi. Epeydir unuttuğu bir koku… Evet patates kızartması kokusu geliyordu mutfaktan. Kokuyu içine çekti, bir de şarkı sesi geliyordu. Annesinin en son ne zaman şarkı söylediğini veya dinlediğini hatırlamıyordu bile. O yüzden onu en çok şaşırtan bu olmuştu. Mutfağa gidip annesine sordu:
-Anne, bu ne?
-Ne olacak kızım, patates kızartması. Dünkü gibi sosis kızartacaktım da sosis bitmiş.
-Önemli değil anne, patates kızartması da güzel, dedi ve sofraya oturdu. Ardından içeri ağabeyleri girdi. En büyük ağabey yanına geldi ve:
-Canım kardeşim bugün nasılmış bakalım, diyerek saçını hafifçe okşadı. 
Sude şaşkınlıktan abisine cevap veremedi. Ardından diğer dört abisi de “Günaydın.” diyerek masaya oturdu. Hayatında bu kadar tuhaf bir şeyle karşılaşacağını kırk yıl düşünse tahmin edemezdi. Tüm ömrü boyunca muhtaç kaldığı, umduğu ama bulamadığı aile sıcaklığının umduğundan bile fazlasını görmüştü. Acaba her şey tersine dönmüştü de bir tek o mu aynı kalmıştı? Tam daha hiçbir şeye şaşıramayacağını düşünüyordu ki babası içeri girdi. Sude’ye ve ağabeylerine çok ama çok sevecen ve içten bir şekilde “Günaydın.” dedi ve gidip annesinin yanağına bir öpücük kondurdu. Bu kadar iyi davranmak yetmemiş gibi bir de annesine oturmasını söyleyip yemek işini kendisi devraldı. Kısa bir süre sonra Sude’nin servisinin kornası duyuldu. Evdekiler ona iyi şanslar dilediler ve Sude şaşkınlıkla evden ayrıldı. 
Gün boyunca hem serviste hem okulda herkes ona çok iyi davrandı. Her ne kadar şaşırmış olsa da artık alışmış sayılırdı bu duruma. Yeni beden hocasının yanına da gitti ama hoca ona dünyadaki en yaramaz öğrenciymiş gibi davrandı, hatta onu neredeyse odasından kovdu. Dünyada ona iyi davranan tek insandı oysa daha dün. Şimdi ise ona kötü davranan tek insandı. Dünya tersine döndüyse bu durum normal olmalıydı. Derken okul bitti, servise bindi. Servisten indiğinde hâlâ bu ters dünyayı düşünüyordu. Aslında bu dünya çok daha iyiydi diğerine göre. Rüya gibi bir yerdi. Eğer bu bir rüyaysa da asla uyanmak istemezdi. Bunları düşünerek kapıya doğru yürürken yerinden çıkmış kaldırım taşını görmedi ve yüzüstü yere düştü. Bunu gören büyüğün küçüğü olan ağabeyi koşarak yanına geldi, bir şeyi olup olmadığını sordu. İyi olduğundan emin olduktan sonra onu eve kadar götürdü. İçeri girerken annesinin ortanca abisine şunları söylediğini duydu:
-Sude dün gece sayıklıyordu. Önemsemedim ama bugün çok tuhaf davranmıyor muydu? Geceleyin bu kıza ne oldu anlamadım gitti.
Düşmenin acısını unuttu o anda Sude. Yüzünde bir tebessüm, gözlerinde bulutlanmalar oluştu. Gerçek sandığı dünyanın rüya, rüya sandığı dünyanın gerçek olduğunu anlamıştı. Mutlulukla ağabeyinin peşinden eve girdi. Bu esnada yanağından süzülen damlanın düşmenin acısıyla olduğunu düşünüyordu ailesi. Mutluydu, hem de çok mutlu. 
















14 Haziran 2025 Cumartesi

AKSİYONSUZ

 
Hülya Doğancık

Artık 75 yaşındaydı. Çok yaşlanmıştı, en azından kendisini öyle hissediyordu. Geriye dönüp baktığında geride kendinden hiçbir şey kalmadığını fark etti. Belki vardı bir şeyler ama o göremiyordu. Belki de gerçekten boş bir hayat bırakmıştı ardında. Kocaman bir ömür boşa harcanmıştı.
Hep bir kaos, hep bir geçim sıkıntısı… En son belki yıllar önce gitmişti bir restorana, bir parka. Ne zaman gittiğini hatırlamıyordu bile. En aksiyonlu zamanlarını evde biten süt, yumurta için markete gittiğinde yaşıyordu. Kendi için hiçbir şey yapmadığını hatırladı yeniden. Kendime vakit ayırmanın zamanı geldi, diye düşündü. Çok çılgın bir şey yapmalıydı. O kadar heyecan verici olmalıydı aksiyon olarak düşündüğü market alışverişi dahi yaptığı şey yanında ona boş gelmeliydi. Düşündü, düşündü… Ama ne yapacağına karar veremiyordu.
Bastonu olmadan dışarı mı çıksa, yoksa fiyatına bakmadan yoğurt mu alsa karar vermek çok zordu. En iyisi birine sormaktı. Karşı komşusunu hatırladı. Hiç tanımadığı hatta görmediği karşı komşusunu. Bunca yıldır karşısında oturan birinin olduğunu biliyordu fakat o kadar zaman hiç denk gelmemişlerdi. Ona akıl danışabilirdi. 
Yerinden usulca doğruldu. Kemiklerinin gıcırdadığını hissediyordu her hareketinde. Gidip komşusunun kapısını çaldı. Otuzlu bilemedin kırklı yaşlarında bir kadın açtı kapıyı. Üzerinde çok sıra dışı giysiler vardı. Ayaküstü bir tanışma faslından sonra komşusu onu içeri davet etti. Komşu kadına niyetini, düşüncelerini anlattı. Çılgın bir şeyler yapmak istediğini söyledi. Komşu kadın ona bir hafta sonra Ege turuna çıkacaklarını ve kendisinin de gelebileceğini söyledi. Ne! Ege mi? Bu çılgıncaydı ama düşündüğü şey olamazdı. Ege turu yerine en fazla evinde bir tur yapardı. Komşu kadına bu fikri düşüneceğini söyleyip yeniden evine çekildi. 
Kendini bu tura katılmamak için ikna etmeye çalıştı evde. Bir süre sonra hayatını hep çevresindekiler için yaşadığını hatırladı yeniden. Kendisinin bir hayatı yok gibiydi. Onu bu sıradan ve sıkıcı hayata iten şey de bu değil miydi zaten? Belki bu tur, onun hayattan intikam alması için fırsattı. Bu düşüncelerle uykuya daldı. 
Ertesi gün komşusunun yanına gidip Ege turana katılmayı kabul ettiğini açıkladı. Heyecanlanmaya başlamıştı ve bu heyecanla bir hafta göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Gezi günü gelmişti ve buluşma noktasında tüm gözler onun üzerindeydi. Nedenini pek anlamadı. Komşu kadın yanına geldi ve ona bu kadar valiz almaması gerektiğini söyledi. Alt tarafı 4 tane valiz almıştı. Neden sorun yaratsın ki? Yolcunun işini Allah bilir, demişti atalar. Her senaryoya hazırlıklı olmak gerekliydi. Ya bir dolu yağarsa ve şemsiyesiz olursa, ya elektrikler kesilirse ve ışıksız kalırsa, ya da bir savaş çıkarsa ve kamufle olması gerekirse. Bu durumlar için gerekli önlemi almalıydı. Düşüncelerini açıklayınca oradaki herkes ona garip garip baktı. Biraz daha çırpındıktan sonra şoför de kabul etmek zorunda kaldı. 
Yolculuk çok iyiydi. Kötü senaryoların daha hiçbiri gerçekleşmemişti. Gerçekleşme ihtimali vardı mutlaka. Tetikte olması gerektiğini düşünüyordu hâlâ. Ama istemsizce gerginliği geride bırakmıştı. Rahatlamıştı. 3 gün geçmişti bile. Geldiğine hiç pişman değildi. Hatta yeni arkadaşlar dahi edinmişti. Bir arkeoloji müzesi gezdikten sonra kamp alanına döndüler. Herkes kendi çadırına girdi. Bizimki ise çılgınlığa doymamış olacak ki dolaşmaya gitti. Nehir kenarına vardığında yorulduğunu hisseti. Uyku, üzerine pamuktan bir yorgan gibi bastırıyordu. Karşı koymak imkansızdı. Kenara oturdu ve su sesini dinleyerek uykuya daldı. Daha önce böyle bir uyku uyumamıştı. Uykunun tadına vardığını hissetti ve o mutlulukla uyandı. Biraz sırtı ağrımıştı ama yine de çok huzurluydu.
Kamp alanına geri döndü ama kimse yoktu. Üstelik birileri eşyalarını da götürmüştü. Çok panikledi. Ne yapacaktı? Nasıl hayatta kalacaktı? Nelere ihtiyacı olacaktı? İhtiyaç hissettiği şeyleri nereden bulacaktı? Göz kapakları ağırlaşıyordu, bir anda gözleri kapandı ve yere düştü. Uyandığında bir hastanedeydi. Kafası çok karışmıştı.
Hastane olduğunu anlamıştı ama bildiği hastanelerden değil gibiydi burası. Önlüklü bir adam kendisine yaklaştı. Adam farklı görünüyordu. Ona nerede olduğunu sordu. Adam gayet serinkanlı bir ses tonuyla anlatmaya başladı. Kampta bir kaza geçirdiğini ve düşerken kafasını bir taşa çarptığını söyledi önce. Çarpmanın etkisiyle komaya girdiğini, tam 15 yıl süren komadan yeni uyandığını da ilave etti. Bizimki çok şaşırdı ama ne diyeceğini bilemedi. Sustu. Sadece sustu. Bir hafta sonra taburcu oldu. Evi aynı değildi. Yeniydi. Evinin tarzına hiç alışamadı. Yeni bir sistem vardı evde ve ev, kişinin ihtiyacı olan şeyleri otomatik olarak temin ediyordu. 
Evine girdikten sonra ondan hiç kimse haber alamadı. 
Kimseyle konuşmadan ve hiçbir şeye ihtiyaç duymadan yaşamaya devam mı ediyordu? 
Belki de… 
Hayata veda mı etmişti yoksa? 
Kim bilir... 
Zaman zaman hayatı sıkıcı bulup yeni bir aksiyon yaşam istiyor muydu? 
Yaşıyorsa neden olmasın…
 


5 Haziran 2025 Perşembe

İSİMSİZ

Rukiye  Tokgöz
 
 I. Bölüm
 Uzun yıllardır burada yaşıyordu. Nice öğrenci mezun etmişti, nice hocalar görmüştü cinnet geçiren. Bu sınıfın öğrencileri hep yaramaz olurdu zaten. Şimdiye kadar bu sınıfa gelen akıllı öğrenci sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi. Buna rağmen nasıl oluyorsa şimdiye kadar sınıfta kalan öğrenci sayısı da bir elin parmaklarını geçmezdi. Büyük ihtimalle hocalar, öğrencilerle bir yıl daha uğraşmamak için hepsini geçiriyordu. 
Sık sık “Keşke yan sınıfta olsaydım.” diye iç geçirirdi. Yan sınıfın öğrencileri o kadar akıllı, o kadar terbiyeli, o kadar efendiydi ki… Yıllardır hep akıllı öğrencileri yan sınıfa, yaramazları ise onun sınıfına koyarlardı. Tabii buna yaramazlık denirse! Sınıf Hababam Sınıfı gibiydi mübarek ama bir farkları vardı: Hababam Sınıfı sürekli sınıfta kalırdı, bu sınıftaki öğrencilerin neredeyse hiçbiri sınıfta kalmazdı. Birkaç kez kırılmıştı, birkaç kez içi cız etmişti, hatta kolu yerinden koparılmış, üzerine içecek dökülmüştü tekmelenmişti. Çok çekmişti birbirine, hocaya trip atan kızlardan. Kimin canı sıkılsa acısını ondan çıkarıyordu. Sınıfı kirli bulan temizlikçi, öğrencilere kızan öğretmen bazen sınıfa giren idareci bile… Bazen ona öyle bir çarpıyorlardı ki bir ay kendine gelemiyordu. Şu sınıfın kızları dövüş öğrenseler rakiplerini tekte yere sererlerdi. Öyle böyle değildi öfkeleri. Uzaktan görenler sevgi pıtırcığı zannetse de yeri geldiğinde Hulk kesilirlerdi. Bu sınıfta erkeklerin en çetin kavgası, kızların öfkesinin yanında hiç kalırdı. Bu, her sene böyleydi. Nasıl oluyorsa yeni gelen öğrenciler eskilerin hınk demiş burnundan düşmüş gibiydi. Şansı yoktu, şanssızdı… Hem de öyle böyle bir şanssızlık değildi bu. 

II. Bölüm
O gün -her zamanki gibi- sınıftaki çocuklar iyice coşmuştu. Bir şeyler olacağı belliydi sınıftaki gürültüden. Hiçbir şey yapamadan sessizce izliyordu etrafı. Bu esnada akıllı tahtanın tam yüzünün orta yerine voleybol topuyla iki, futbol topuyla üç, basketbol topuyla da beş şut çekmişti sınıftakiler. Tahtaya doğru çekilen son şutu görmemek için gözlerini kapatmıştı. Gözlerini açtığında etrafta zavallı tahtanın parçalarını gördü. Bir tahta için daha yolun sonu görünüyordu. İyileştirilemeyecek kadar perişandı. Atılan çığlıklardan sağır oluyordu neredeyse. Çocukların eğlencesi bittiğinde sanki üzerine bir dev oturmuş gibi hissetti kendini. Bu şahit olduğu kaçıncı olaydı? Kaç kez akıllı tahtanın yüzü gözü top izleriyle şekil değiştirmişti? Bazen kendisi de alıyordu bu eziyetten nasibini ama kendisi tahta kadar dayanıksız değildi.  Artık onun için olağan olmuştu yaşadığı şeyler. Sınıf sessizleşmişti. Herkes yerine oturmuştu. 
Maziyi düşünmeye başladı üzüntüsünden. Ne çok akıllı tahta yolcu etmiş ve ne çok yeni tahtaya “hoş geldin” demişti, sayısını bilmiyordu. Yan sınıfın kapısına ne oluyorsa bu durumu dert edinmişti kendisine. Seslerden, tıkırtılardan, sürekli açılıp kapanmasından rahatsız oluyormuş. Sürekli yabancılar gelip geçiyormuş önünden. Gürültü yapıyorlarmış, ıslık çalıp türkü söylüyorlarmış yabancı adamlar. “Anlayamazsın ki…” diyordu yan sınıfın kapısına. “Senin sınıfın her sene akıllı çocuklarla doluyor, anlayamazsın…”

III. Bölüm 
Aynı bezgin adam yine nefes nefese ve gürültüyle gelmiş ve onu kolundan tutarak sonuna kadar açmıştı. En az onun kadar bezgin iki arkadaşı da ellerinde yeni akıllı tahtayla içeri girdi. Artık alıştıkları için olsa gerek çabuk el hareketleriyle tahtayı monte edip çıktılar. Hemen sonra derslerin bittiğini ilan eden zil çaldı ve sınıf üç saniye içinde boşaldı. Gürültü, şamata bitmiş sessizlik başlamıştı. 
-Hoş geldin arkadaş, dedi tahtaya. Sen de bizdensin artık.
Tahta ne dediğini anlamamıştı.
-Ne dediğini anlamadım ama neyse. Sonra anlarım herhalde. Senin adın ne, dedi. 
Kapı, tahtanın acemiliğine acıdı ve bunun sesine yansımasına engel olamayarak:
-Ne zamandan beri kapılara isim veriliyor ki, dedi ve iç geçirdi. 
Afallamıştı tahta. İlk defa böyle bir şeyle karşılaşmıştı zavallıcık:
-Benim adım Fatih. Aylardır bir sınıfım olsun istiyordum, sonunda dileğim gerçekleşti. Peki nasıldır bu sınıfın öğrencileri, akıllı mı yoksa haylaz mı?” dedi. 
Bu sefer kendine hâkim olamayıp kahkahalarla güldü kapı. Sonra gülmesini zoraki bastırarak konuşmaya başladı: 
-Bunlar öyle böyle yaramaz değil kardeşim. Şansına dünya üzerindeki en yaramaz sınıfa denk gelmişsin, tabii buna yaramazlık denirse. Beni bile kaç kez tamire gönderdiler, tekrar tekrar taktılar. Birkaç kez değiştirmenin eşiğinden döndüler. Ne yazık ki hâlâ buradayım gördüğün gibi. Senden önceki akıllı tahtaya ne yaptılar biliyor musun? Voleybol topuyla iki, futbol topuyla üçü, basketbol topuyla da beş şut çektiler. Kızların hırsla attığı yumruk yüzünden kaç tahtaya veda ettim sayamadım. Öyle böyle fenalar yani. Şimdiden sana da geçmiş olsun kardeşim. Belki ilerleyen günlerde beni duyamaz olursun. Ben peşinen geçmiş olsun diyeyim. 
Bu sözleri duyan Fatih’in gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Duyduklarına inanamıyor, doğru olmamasını umuyordu. O kadar korkmuş, o kadar korkmuştu ki doğru düzgün konuşabilmesi için birkaç dakika derin derin nefesler alıp vermesi gerekti. Sonunda zoraki konuştuğunda söylediği ilk söz şu oldu:
-Nasıl yani? O kadar mı yaramazlar yani? Peki çok ses çıkarırlar mı teneffüste?
-Maalesef. Birkaç kez mahallelinin hatta yoldan geçenlerin şikâyete geldiği de oldu.
-İyi ama benim yüksek sese hassasiyetim var. Ben ne yapacağım?
Fatih ağlamak üzereydi. Kapı ona çok üzüldü. Onu teselli etmek kapının göreviydi. Bu sınıfın demirbaşıydı neticede. Sesine biraz şefkat ve merhamet ekleyerek konuştu:
-Zamanla alışırsın, merak etme. Hem belli mi olur, belki bir mucize olur da akıllanırlar. Ayrıca bir sıkıntın olursa ben buradayım, merak etme.
Fatih’in yüreğine biraz olsun su serpilmişti. Bu sınıfta en iyi dostunu bulduğunu o an anlamıştı. Kendi kendine gülümsedi:
-Umarım artık senin de kaderin değişir, akıllanır öğrenciler biraz.
Yan sınıfın kapısı, tahta ve kapının ne konuştuğunu duymaya çalışıyordu ama hiçbir cümlelerini anlayamamıştı. 

27 Mart 2025 Perşembe

MÜCELLA


Rukiye TOKGÖZ

1. Bölüm
Sürekli eleştiriliyordu yaptığı işler. Yatması, kalkması, konuşması… Komşunun kızı daha iyi yapıyor; şu Mücella var ya yan apartmandaki, o tek başına akşam yemeği hazırlıyormuş; Mücella şöyle Mücella böyle… Mücella ne alakaydı? Kendisi Mücella değildi ki hayatı onunki gibi olsun. Kendi hayatını değil, Mücella’nın hayatını mı yaşasındı? Mücella’nın yoğurt yiyişi farklı diye kendi yoğurt yiyişinden vaz mı geçecekti? Böyle düşünürken bir karar aldı. Mücella her kimse onunla konuşup bu soruna bir çözüm bulacaktı. Onunla konuşacaktı ki neden Mücella’yla kıyaslandığını öğrenebilsin. Ama Mücella’nın kim olduğunu bilmiyordu. En azından bir komşu olduğunu biliyordu. Annesine gidip sordu Mücella’nın nerede oturduğunu. Tuhaftır ki sürekli “Mücella, Mücella” deyip duran annesi “Mücella da kim?” diye sordu. Annesi bile Mücella’nın kim olduğunu bilmiyorken nerede oturduğunu nasıl bulacaktı ki? Sonra aklına bir fikir geldi. Belki de nerede oturduğunu bulmanın bir yolu vardı.
İçeriye gidip ödevlerini aldı ve annesinin yanına gidip yapmaya başladı. Annesi onu eleştirsin diye bilerek kötü yazıyordu. Annesi çok geçmeden başladı söylenmeye:
-Bu ne biçim yazı? Güzel yazmayı bir öğrenemedin gitti! Üst kattaki komşunun kızı Mücella çok güzel yazıyor, maşallah inci gibi. Ya seninki? Nerdeee…
İşe yaramıştı işte! Mücella’nın üst atlardaki komşulardan birinin kız olduğunu öğrenmişti. Gidip üst katlardaki bütün komşulara bakacak ve soracaktı. Koşarak montunu aldı. Tam kapıyı açacaktı ki annesinin sesini duydu:
-Yine bırakmışsın eşyalarını ortalıkta. Hep unutuyorsun zaten. Alt komşunun kızın Mücella var ya, o hep eşyalarını topluyormuş. Darısı başıma…
Eli kapının kulpunda donakaldı, annesi daha az önce Mücella’ya üst komşunun kızı dememiş miydi? Oysa şimdi alt komşunun kızı olduğunu söylüyordu. Sonra annesinin kafasının karışmış olabileceğini düşündü ve bir karar verdi. Önce üst kattaki komşuları gezecek, eğer Mücella’yı bulamazsa alt katlara bakacaktı. En üst katta Mücella diye biri yoktu, bir alt katta da, bir alt katta da… En alt kata kadar geldi ama kimsenin Mücella diye bir tanıdığı yoktu. Hayal kırıklığı içinde eve geri döndü. Belki annesinin kafası çok karışıktı, yanlış şeyler söylüyordu. Annesi matematik çalışmış olamaz mıydı? Böyle düşünerek kendini rahatlattı. Akşam olmasına rağmen hiç iştahı yoktu. Kendini yatağına fırlattı ve anında uykuya daldı-ki bu çok tuhaf bir şeydi, çünkü ne kadar uykusun olursa olsun en erken bir saat sonra uykuya dalardı normalde. Uykusunda matematik çözdüğünü ve herkese kendini Mücella olarak tanıttığını gördü.


2. Bölüm
Ertesi gün öğlene kadar uykulu uykulu gezdi. Ki bu da çok tuhaf bir şeydi çünkü ne kadar geç uyursa uyusun uyandığında o kadar enerjik olurdu ki zıplayarak gezerdi evde normalde. Ama bu normal bir durum değildi zaten, o yüzden normalde olmayan şeylerin olması tuhaf gelmedi ona. Annesi tüm gün Mücella’ya bir yan apartmandaki, bir alt mahalledeki komşunun kızı deyip durdu ama o kadar uykuluydu ki annesinin ne dediğini anlamıyordu; o yüzden yine Mücella’nın kesin bir konumu olmadığını fark etmedi. Zaten öğlen tuvaletten çıktığında aslında iki saat önce okuldan çıkmış olması gerektiğini fark etti ve ağzı bir karış açık kaldı. Annesi:
-Adını Mebrure koymasaydım keşke, her şeye şaşırıyorsun, dedi.
Artık uykusu iyice açıldığı için annesinin dediklerini algılayabiliyordu. Bu yüzden Mücella’nın evini arama çalışmalarını devam ettirdi. Çok geçmeden annesi yine söylenmeye başladı:
-Çok tabletle oynuyorsun. Yan apartmandaki Mücella çok akıllı, ayda bir kere tabletle oynuyor. Ya sen?
Olamaz, diye düşündü, hangi yan apartman acaba? Kuzeydeki mi güneydeki mi doğudaki mi batıdaki mi? Mecbur apartmanlarına komşu olan her apartmanı tek tek gezecekti. Ama bu günler sürerdi! Her gün bir apartmanı gezeyim, diye düşündü, daha kolay olur. Tam montunu alacakken annesi seslendi:
-Kızım; bir arkadaşıma gideceğiz, hazırlan.
Oflaya puflaya üzerini değiştirmeye gitti Mebrure. Daha güzel bir şey giymeliydi. Laf aramızda, annesinin arkadaşlarına gitmeyi de hiç sevmezdi.
Annesinin arkadaşı iki sokak ileride oturuyormuş meğer. Gittiklerinde arkadaşı mutlulukla içeri aldı annesini. Mebrure’ye döndü ve şöyle dedi:
-Kızım da senin yaşında. Arka odada oynayın siz.
Mebrure arka odaya gittiğinde çok sevimli bir kız gördü. O an içine doğdu ve kıza şöyle dedi:
-Sen annemin bana hep övdüğü Mücella olmalısın.
-Sen de annemin bana hep övdüğü Mebrure olmalısın.
-Nereden anladın?
-Çok şaşırmışsın da ondan.
Mücella’nın annesi de ona Mebrure’ye övüyorsa ona soracağı bir şey yok demekti. Mebrure sonunda arayışını tamamladığı için mutluydu. Mücella’ya baktı ve gülümsedi.


22 Mart 2025 Cumartesi

UFUKLARDA ARIYORUM

 
Mehmet Çınar Köksal

Ufuklara bakıyorum  
Belki görürüm seni diye  
Gözlerimde kaybolan,  
Bir umut, bir sevda yeriye.  

Rüzgarla savrulurken,  
Adını fısıldar içimden,  
Her uzaklık, seni ararken,  
Yakın olur, her an, her an.

MAVİ VE SEVGİ

Mehmet Çınar Köksal

Mavi gökyüzü, senin gözlerinde,  
Sevda büyür, yavaşça her bir yerde.  
Bir bakışınla açar çiçekler kalbimde,  
Maviyle sarar seni sevdam, her yerde.  

Bazen deniz, bazen gökyüzü gibi,  
Sevdan mavi, sonsuz ve derin bir nehir.  
Bir araya gelir mavi ve sevda,  
Ve kalbimde hiç solmayacak bir rüya.