6. sınıf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
6. sınıf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Mart 2025 Cumartesi

AYNI

 
Fatma Beren Karatepe

İnsanlar
Hepsi farklı dünyadan
Biri der ki bunu yapalım
Diğeri der ki şunu yapalım
Ama biri seçilir mutlaka

Bazıları garip
Bazıları normal
Ama her zaman
Aynı insanlar

İLHAM

Amirhossein Hamedıshahraki


Gelmiyorsun bir türlü
Neden benim yanıma

SEN GELİNCE

 

Gamze Sena Kuyucu

Sen gelince
Sen gelince sevinç kaplıyor içimi
Hasretle bekliyorum gelmeni
En güzel kıyafetlerimi giyerim
Saçlarımı en güzel şekilde yaparım

Sen gelince kapanır okullar
Herkes tatile gider
Herkes eğlenmek ister
Dondurmalar içecekler meybuzlar
Sen gelince hatırlanır bir anda

Herkesin en sevdiği
Gelmesini merakla beklediği şeysin
Sen yaz mevsimisin

RAMAZAN

 

Elvin Rana Pelit

Ramazan ayı gelince
En sevdiğim şey
Gecenin bir yarısı sahura kalkmak
Uykulu gözlerle yemek yiyip doymak
Tüm gün aç susuz kalıp
İnsanların halini anlamak

Sadece bu da değil
Kibar ve nazik olmak
Kendimizi sınayıp
Sessizce iftar saatini beklemek
Ramazan ayı denilince 
Bunlar hep düşündüğüm

Bir de bayram var elbette
Ramazanın hemen ardında
Bitince oruçlar, sahurlar
Sabahın erken vaktinde 
Büyüklerle yapılan kahvaltılar, bayramlaşmalar

Bayram, harçlıksız olmaz
Baklavasız, sarmasız
Ama bayramı bayram yapan nedir diye sorsanız
Biraz da şeker derim, bayram şekeri
Ceplerimde, çantamda her yerde
Bayram şekeri, bayram neşesi

BENİ BIRAKMA

 


Atakan Kıvanç Ağca

Eğer sen yoksan yanımda
Eksiğim çok fazladır yolumda
Çünkü sana emanettir her şeyim
Kalemim, telefonum silgim

Ne kadar özen göstersem de sana
Yıpranıyorsun 
Farkındayım zamanla
Düşünüyorum seni nasıl değişirim
Bir başkasıyla
Çantam, güzel çantam
Ne olur beni bırakma

UYKUSUZ

İsmet Çınar Altuntaş

Eğer henüz çocukluktan çıkmamış biriyseniz
Eğer seviyorsanız gerçeklerden çok
Rüyaları
Uykusuzluk nasıl bir bela 
Anlarsınız 

Ekmek bulamamak gibi
Susuz kalmak gibi
Öyle bir şey işte uykusuzluk, desem
Kim anlar ki beni

8 Mart 2025 Cumartesi

BİR DAVUL SESİ

 Ayşegül Yıldız

Her sahurda erkenden uyanıyorum
Duymak için ramazan davulcusunu
Bekliyorum, bekliyorum
Belki yarın gelir diyorum

Neyse ki iftar vaktinde
Patlayan topun sesini duyuyorum
Onunla avunuyorum

Yine de umudum var bekliyorum
Bitmeden ramazan
Geçeceksin bizim sokaktan
Hangi şarkıyı çalacaksın bilmiyorum ama
Bekliyorum seni davulcu emmi
Bekliyorum.


ORUÇLU BİR GÜNÜM

Eymen Çam

Sabah uyanmıştım oruçken
Canım su istemişti erkenden
Oruç olduğumu hatırladım
Bardağı elimden bıraktım 
Okul yoluna çıktım

İlk üç ders güzeldi
Matematik beni mahvetti
Sonra ise bedendi
Karşı takım bizi yendi
Yaşadıklarım bu kadar değildi
Kafama krampon yedim
Ayağıma çelme
Arkadaşlarım bağırdı
Bir daha bizim takıma gelme

Akşam eve zor geldim
Ödevleri güç hallettim
Yine de iftar olmadı
Vakit bir türlü dolmadı

Açlıktan düştüm koltuğa
Gözlerim baktı tavana
Ezan sesi gelince
Sürünerek gittim mutfağa

Günü tamamlamıştım
Okul bitti sanmıştım
Sabah yine uyandım
Üstelik hem de yine
Kendi okulumdaydım

1 Mart 2025 Cumartesi

YARININ IŞIĞI

 

Ekin Akçay

Küçücük bir kalem
Ucundaki mürekkeple
Yazılmış olan
O büyük eserler
Bazense küçük eserler
Ama yarının
Küçük eserleri
Bitmek bilmeyen
Büyük düşünceler
Devamı gelmek bilmeyen
Ufak düşünceler
Ama büyüdükçe büyüyen
Ufak ve uçsuz bucaksız
Ufak düşünceler
Küçümsemek o ufak düşünceleri
Yarının ışığını kilitlemek
Hem de bir asma kilitle
O asma kilit vardır
Aslında küçüktür ama
Koca bir ufku kaplar
Küçümsememem lazım
O küçücük düşleri

22 Şubat 2025 Cumartesi

HİKÂYESİ YAZILMAYAN KAHRAMAN

Ayşegül Yıldız
Yusuf Kerem Acar
Eymen Çam

Fransız yazar Exupery, onun en yakın arkadaşını ve gezegenini yazmış ve bütün hayatını herkese anlatmıştı fakat onun yaşadığı gezegeni ve onun hayat hikâyesini kimseler bilmiyordu. Y216 gezegenini kim bilebilirdi ki? İnsanlar son yıllarda Mars gezegeninden başka bir şeye ilgi duymuyordu. Başka dünyalarda hayat olduğuna inanalar çoğalmıştı fakat hiçbir gökbilimci onun yaşadığı gezegeni tespit edememişti. Oysa Küçük Prens’in gezegenine çok yakındı yaşadığı yer. Zavallı Küçük Prens… Artık Dünya’nın her yerinde çocuklar onu tanıyor kimileri seviyor, kimileri onu anlamıyordu. Hatta büyükler, küçüklerden daha çok ilgi duymuştu ona. Kimse onun hikâyesinin sonunu da merak etmemişti. Kimse şu anda Küçük Prens’in nerede olduğunu da bilmiyordu. Gerçek bir hikâye, yazarının sayesinde gerçeküstü bir masala dönüşmüştü. 
Zaman zaman Küçük Prens’e ziyarete gittiğinde onu hep düşünceli görüyordu. Aradan onlarca yıl geçmesine rağmen hâlen insanların dilinde olmak, onun için biraz üzücüydü. 
Y216, B612’ye göre oldukça büyük bir yaşam alanıydı. Burada kim tarafından yapıldığı belli olmayan terk edilmiş evler vardı, başka bir gezegende yetişmeyen ve konuşup şarkı söyleyebilen mantarlar vardı. Yürüyebilen ağaçlar vardı. Kocaman köklerini ustalıkla adım atmak için kullanıyorlardı. Dallarına yuva yapan kuşlar, akşam vakti döndüklerinde bazen evlerini aramak zorunda kalıyorlardı. İki küçük ırmak vardı bu gezegende. Birinin rengi mavi, diğerinin rengi sarıydı. Bu ırmaklar ilerde birleşiyor ve yeşile dönüyordu yeni ırmağın rengi. Irmakta yaşayan ve adı konulmamış tavşana benzeyen canlılar vardı. Bunlar suyun dışına hiç çıkmadıkları için ancak ırmağa girdiğinde onlarla görüşebiliyordu. 
Belki de Y216 bu kadar geniş ve renkli olduğu için Küçük Prens gibi yalnızlık çekmiyordu ve başka yerlere gitme ihtiyacı duymuyordu. 
Küçük Prens, Dünya’da yaşadıklarını ona anlattığında zaman zaman içinden keşke benim gezegenim de tespit edilse diye düşünüyordu. Son zamanlarda sıkılmıştı hep aynı yerlerde dolaşmaktan. Bir şekilde Dünya’daki insanların dikkatini kendi gezegenine çekmeliydi. Bunu nasıl yapabilirdi, düşünüyordu. 
Belki de prens olmadığı için insanlar onu ve hayatını merak etmiyordu. Kim ne yapsındı ki Servi isimli bir canlının yaşadığı gezegeni. Hem Küçük Prens’in dediğine göre servi, Dünya’da bir ağaç türünün adıydı. Belki de ataları götürmüştü Dünya’ya servi ağacını. Bir şeyler yapmalı ve kendisi de artık kitaplardaki yerini almalıydı. Ataları var mıydı, yok muydu? Bu sorunun cevabını da bilmiyordu. Belki başka gezegenlerde yaşayan birileri götürmüştü serviyi Dünya’ya. Onu sevmeyen birileri. 
Oturup kendi hikâyesini yazmayı düşündü bir süre fakat bu ne işe yarardı ki? İnsanlara nasıl ulaştıracaktı bu hikâyeyi? İnsanlar, kendi hikâyelerini yazan ve okuyan canlılardı. Küçük Prens gibi bir hikâye çok nadir olduğu için dikkat çekmişti belki de. 
En iyisi etrafı keşfetmek ve Dünya’ya bir yolculuk yapmaktı. Yaşadığı yerde seyahat edebilmek için bir araç yoktu fakat ağaçlardan yardım isteyebilirdi. Yürüdüklerine göre belki uçabilirlerdi de. Ya da kuşlar ona yardım edebilirdi. Kuşlardan yardım istemedi ve ağaçlara durumu anlattı. 
Ağaçların en yaşlısı Bilge Ağaç, ona yardım edebileceğini söyledi. Onu, en azından yaşadığı gezegenin dışına çıkarabileceğini, sonrasının ise kendi çabasına kaldığını dile getirdi. Hazırlıklara başlayan Servi, kısa sürede Bilge Ağaç’a giderek artık yolculuk zamanının geldiğini söyledi. 
Bilge Ağaç yaşlıydı ama güçlüydü de. Gövdesinin orta yerinde kocaman bir kovuk vardı. Burası sanki bir odayı andırıyordu. Servi’nin yolculuğu burada geçecekti. Servi, kovuktaki yerini aldı ve Bilge Ağaç gürültüyle hareketlendi. Bir süre yürüdü, sonra koştu ve en sonunda havalanmayı başardı. Bu yolculuğun Bilge Ağaç için de önemi büyüktü. İlk kez gezegen dışına çıkacaktı ve belki de dönemeyecekti. 
Nihayet yolculuk başlamıştı. Bilge Ağaç dışarda gördüklerini Servi’ye anlatıyor ve onun ineceği yeri tarif ediyordu. Onlarca küçük gezegen vardı ve her birinde yaşayan farklı farklı canlılar vardı. Üzerinde ağaç bulunan gezegen ise çok azdı. Dünya, uzaktan görünmüştü. Bilge Ağaç nefes nefese kalmış, geri dönecek gücü kendisinde hissetmiyordu. Dünya’ya girdikleri anda Servi’ye yeni planını anlattı Bilge Ağaç:
-Artık geriye dönmek benim için hayli zor. Kocaman uzay karanlığında yuvarlanmak yerine ben de seninle Dünya’ya ineceğim. En azından senin için de bir barınak olurum. 
Bu fikir Servi’nin hoşuna gitti. Dünya’ya iniş süreci başlamıştı. Nereye ineceklerini bilmiyorlardı. Bilge Ağaç, çok yukarılardan kendine bir hedef belirledi ve bir süre sonra gürültüyle yere indiler. Bilge Ağaç’ın rengi değişmiş, mavimsi bir hâl almıştı. Işık saçıyordu etrafa. İndikleri bozkırdı. Etrafta canlı görünmüyordu. Bilge Ağaç son gücüyle köklerini toprağa saldı. Kökleri, bu toprağı yabancı bulmuştu önceleri fakat besin alması gerekiyordu. Onun için artık dinlenme zamanıydı. Biraz ürpererek ve korkuyla başını kovuktan dışarıya çıkaran Servi önünde uzayan kocaman bir duvar gördü. Bu duvarın sonu yok gibiydi. Belli ki birilerini engellemek için örülmüş bir duvardı burası. Hava, yeni aydınlanıyordu. Etrafı keşfetmesi ve hikayesini, gezegenini anlatacak birilerini bulması gerekiyordu. Çok fazla ilerlememişti ki karşıdan bir toz bulutu yükseldi. Dört bacaklı, yüksek hayvanlar üzerinde kendisine doğru gelen insanlar vardı. Önce korktu fakat iyice yaklaştıklarında gelenlerin iyi niyetli birileri olduğu hissine kapıldı. 
Dört kişi gelmişti onu karşılamaya. Önce saygı gösterisinde bulundular. Servi’nin onlar için göklerden gelen bir kutsal kişi olduğunu düşündüklerini söylediler. Servi, hikâyesini anlatmak için acele etmedi. Atlılardan birinin ardına atlayarak ve Bilge Ağaç’la vedalaşarak gözden kayboldu. 
Bir süre yolculuk yaptıktan sonra çadırların bulunduğu, etrafta atların, geyiklerin, keçilerin ve ineklerin bulunduğu bir obaya ulaştılar. Küçük Prens’in anlattığı Dünya’dan çok farklı bir yerdi burası. Ne uçaklar vardı ne de çöl. Üstelik hayli kalabalıktı da. Nereye düştüğünü, kimlerin arasında olduğunu merak etmiyor değildi fakat kendisini güvende hissediyordu ve bu da ona şimdilik yetiyordu. 
Çadırların en büyük ve süslü olanının önüne gelince atlardan indiler. Çadırdan içeriye girdiklerinde Servi, önce gördükleri karşısında biraz irkildi. Yaşlı, aksakallı ve saçlı biri yerde oturuyor ve boşluğa bakıyordu. Bir süre sessizlikten sonra konuştu:
-Kaç zamandır senin gelmeni bekliyoruz. Destanlarımızda hep sen vardın. Efsanelerimizde hep sen vardın. Bir umut bekliyorduk göklerden. Nihayet geldin ve obamızı şenlendirdin. Türk boyu artık senin de desteğinle zaferlere imza atacak ve Çin’in eziyetleri sona erecek. Atalarımız yüzyıllarca beklediler seni ama sen şimdi geldin. Hoş geldin. 
Söylenen sözlerden bir şey anlamadı Servi. Kenara geçerek oturdu. Bir hikâyem olsun diye ayrılmıştı gezegeninden ancak bambaşka bir hikâyenin içine düşmüştü. Hikâye değil de destanın içine düşmüştü belki de. Yaşayacağı şeyler çok merak ediyordu. Üstelik etrafta kâğıt, kalem, kitap tarzında bir şeyler de görünmüyordu. Küçük Prens’in anlattığı dünya bu değildi. Küçük Prens’in anlattığı çağ, bu çağ değildi. Sanki destanlar çağına düşmüştü. Destanların tarihi, hikâyelerden çok önce olmalıydı. Yorgundu. Biraz dinlendikten sonra her şeyi anlamak için hayli vakti olacaktı nasıl olsa. 
Dünya’nın havası biraz çarpmıştı Servi’yi. Önüne kâse ile konulan beyaz sıvının ne olduğunu sorarak başladı merakını gidermeye. Çadırdakiler önce sustu sonra hep birlikte kahkaha attılar ve önündeki şeyin ayran olduğunu söylediler. Daha önce böyle bir şeyin tadına hiç bakmamıştı Servi. Çekinerek tadına baktı ve çok sevdi bu içeceği. Birkaç kâse daha içtikten sonra biraz uyumak istediğini söyledi. Çadırda ona keçi yününden hazırlanmış bir yatak gösterdiler. Mışıl mışıl bir uykuya daldı. Rüyasında Y216’yı gördü. Galiba özlemeye başlamıştı orasını ama Dünya da fena sayılmazdı. 
Tam bir gün boyunca hiç uyanmamıştı. Uyandığında ertesi günün sabahı olmuştu. Güneş, Dünya’da başka görünüyordu. Kendi gezegenindeki gibi hemen kaybolmuyordu. Merakını gidermek istiyordu ama nereden başlayacağını da bilemiyordu. Etrafında toplananlarla hoş bir sohbete başladı kendine geldikçe. 
Uzun konuşmalar sonucu Asya’da olduğunu anlamıştı. Tarihin henüz ilk çağlarıydı. Onu misafir edenler Türklerdi ve Bilge Ağaç’la indiği yer Türkler ve Çin arasındaki sınır bölgesiydi. Çin Seddi’nin kenarına inmişlerdi. Hiç böyle hayal etmemişti. Küçük Prens mi şanslıydı yoksa kendisi mi, bunu tahmin etmek zordu. Küçük Prens’ten yüzlerce yıl öncesine denk geliyordu onun Dünya’ya inişi ve insanlarda gezegenleri gözlemleyebilecek, başka dünyadaki canlıları tanıyabilecek teknolojik gelişmeler henüz yoktu. Servi’nin Dünya’ya inişini birtakım inanışlarla anlamlandırıyorlardı. Servi, onlar için Gök Tanrı’nın armağanıydı. Düşünceler içindeyken aklına Bilge Ağaç geldi. Bilge Ağaç hayli yaşlıydı ve onu orada öylece bırakıp gelmişti. Etrafında bulunanlara kendisini Dünya’ya indiği yere götürmelerini istedi. Yine dört kişi atına bindi. Bu kez bir at da Servi’ye vermişlerdi. İlk kez ata biniyordu ama çok ustaca yol alıyordu. Bilge Ağaç’ı uzaktan görünce duygulandı Servi. Atından indi ve yanına gitti. Bilge Ağaç yürüme yeteneğini kaybetmişti. Üstüne garip kuşlar yuva yapmışlardı. Bir süre onunla sohbet etti. Bilge Ağaç’ın hayatta kalabilmek için köklerini çok derinlere saldığını öğrendi. Etrafındakiler, Servi’nin ağaçla olan sohbetinden çok etkilenmişlerdi. Bu ağacın sıradan bir ağaç olmadığına karar verdiler ve burada her gün birinin nöbet tutması gerektiğini kendi aralarında konuştular. Bilge Ağaç’ın ihtiyaçlarını gidermek için her gün iki Türk buraya gelecek ve etrafı kolaçan edecekti. 
Servi yaşadığı yeri, umduğu Dünya’yı anlattı onu yanına alan insanlara fakat hiçbiri inanmak istemiyordu onun anlattıklarına. Sadece saygı duyuyorlar ve zaman zaman fikir danışıyorlardı. 
Bilge Ağaç’ın hemen yanında duran duvar Servi’nin ilk günden beri dikkatini çekmişti. Bu duvarın sebebini sorduğunda hayreti biraz daha arttı. Duvarın öte yanında yaşayan insanlar, Türklerin o bölgeye geçmesini engellemek için kocaman yüksek bir duvar örmüşlerdi. Bu duvarı aşabilmek için çok Türk can vermişti. Aslında Servi’den asıl beklentileri de bu yöndeydi. Servi’nin bu duvarı yok etmesi ya da aşmak için bir fikir vermesini istiyorlardı. 
Servi artık çadıra dönmek yerine bu duvarın önünde bir fikir bulmanın daha mantıklı olduğunu düşünmeye başlamıştı. Hem Bilge Ağaç da yanındaydı onun. 
Günlerce düşündükten sonra Bilge Ağaç, Servi’ye bir fikir söyledi. Yüzlerce büyük merdiven yapıp bu duvara tırmanmak ve duvarı aşmak mümkündü. Servi, etrafındaki insanlara yapmaları gereken şeyleri her gün anlattı. Sonunda duvarın önünde onlarca basamağı olan yüzlerce merdiven hazırdı. 
Duvarın diğer tarafında yaşayan halk, arka taraftaki hareketlilikten huzursuz olmaya başlamıştı. Gizlice Türklerin nelerle meşgul olduklarını izlemeye başladılar. Büyük bir taarruz hazırlığındaydı Türkler ve onlar da savunma konumuna geçmek için hazırlıklara başladılar. Bu esnada Bilge Ağaç kendine gelmişti. Ona her gün su taşıyan ve sağlığı için etrafını çapalayan insanlar sayesinde artık kendisini son derece güçlü hissediyordu. 
Büyük gün gelmişti. Türkler bütün gücüyle seddin diğer yüzünden tırmanmaya ve arka tarafa geçmeye başlamışlardı. Islık çalan oklar, kılıç sesleri, at kişnemeleri birbirine karışıyordu. Her yer toz duman olmuştu. Servi ve Bilge Ağaç ise sadece dinliyordu gürültüyü. Anlam veremiyorlardı olanlara. 
Birkaç gün devam eden gürültü sonunda sessizliğe bırakmıştı yerini. Türkler, seddin diğer tarafına geçmişlerdi. 
Servi ve Bilge Ağaç, yaşadıklarından sıkılmışlardı. Servi, yine Bilge Ağaç’ın kovuğundaydı. Bilge Ağaç ona fısıldadı:
-Aynı şeyleri mi düşünüyoruz?
Servi:
-Ben Y216’yı özledim. Burası bize göre değil, dedi. 
Bilge Ağaç:
-Eğer istersen eski gücüme kavuştum, yeniden havalanmayı ve gezegenimize dönmeyi düşünebiliriz, dedi.
Bu teklif Servi’nin hoşuna gitmişti. Bilge Ağaç gürültüyle köklerini topraktan söktü ve önce yürümeye sonra koşmaya başladı. En sonunda havalanmıştı. Bir rüzgar ona destek oluyordu havalanması için. Bir süre sonra gözden kayboldular ve gezegenlerine doğru yola çıktılar. 
Onların hikâyesini anlatacak bir yazara denk gelmemişlerdi. Onların bir kitabı olmayacaktı insanlar tarafından okunan fakat onların hayatlarıyla, varlıklarıyla ilgili şeyler kulaktan kulağa, nesilden nesle anlatılacaktı. 
Büyük zaferin ardından Türkler döndüklerinde Servi’yi ve ağacı yerinde göremediler. Artık iyice emin oldular onlar kendilerine Gök Tanrı’nın gönderdiği yardımcılardı. 

UNUTULMAZ KAMP

 
UNUTULMAZ KAMP
Yola Çıkarken

Yıllardır hayalini kurduğum iki haftalık kampı nihayet gerçekleştirecektim. Aslında süre sınırı da koymamıştım fakat en kötü ihtimalle iki hafta sürecekti bu kampım. Ben dâhil beş kişi olacaktık kampta. Yaşadığım şehirde kamp yapılacak alan yoktu, daha yeşil ve daha uzaklarda bir yer planlamıştık. Kamp yerine yakın bir ırmak ya da göl olmalıydı mutlaka. Dağlar olmalıydı, ormanlar olmalıydı kamp yaptığımız yerde ve mağaralar da olmalıydı. Daha önce kimsenin gitmediği bir yer olmalıydı burası. Eyşan, Agâh, Atakan ve Beren bu tariflere uygun yerler arıyorlardı ama ben her seferinde bir eksiklik buluyordum bu yerlerde. Sonunda Eyşan hayli uzak bir yerde benim istediğim gibi bir mekân bulmuştu: Canista ormanları. Haritalardan burasını aradık, ansiklopedilerden baktık fakat hiçbir bilgi yoktu buraya dair. Eyşan da burasını ninesinden duymuştu. Ninesi ise buraya hiç gitmemiş sadece çocukluğunda buraya ait ilginç hikâyeler duymuştu. Aslında varlığı bile meçhul bir yer gibiydi burası fakat Eyşan, ninesinden buranın yakınındaki köyleri, kasabaları öğrenmişti. Diğer arkadaşlar da Canista ormanlarında kamp yapmayı kabul ettiler ve hazırlıklara başladık. 
Orada kalacağımız süre tam olarak belli olmadığı için en az bir ay yetecek kadar yiyecek tedarik ettik. Kıyafetlerimizi bile bir ay yetecek kadar aldık. Hepimizin kocaman kamp çantaları tıka basa dolmuştu. Ayrıca iki de çadır vardı yükümüz arasında fakat bunları kimin taşıyacağı, kuracağı belli değildi. 
Atakan, kiraladığı kocaman arazi aracıyla hepimizi evlerimizden alacaktı ve pazartesi günü sabaha yakın yola çıkacaktık. Yolculuk bizim tahminimize göre sekiz saat sürecekti. 
Pazar günü tüm hazırlıklar tamamlanmıştı. Yolda yemek için atıştırmalıklar, termosla çaylar bile hazırdı. Gecenin saat dördüydü ve Atakan önce Agâh’ı, ardından Eyşan’ı alacaktı. Beren’in evi ile bizim evimiz arasında zaten bir dakikalık bir süre vardı. Saat dördü yirmi geçe Atakan gelmişti. Arkadaşlarımın hepsinin gözlerinden uyku akıyordu ama hayli heyecanlılardı. Ben de uyumamıştım zaten gece boyunca. Çantamı güçlükle taşıyarak araca bindim. Aracın bu kadar dar olabileceğini tahmin etmemiştim. Atakan ve Agâh ön koltuklarda rahattı ama arka koltukta üç kişi ile yol almak biraz sıkıcı gelmişti bana. Neyse ki Eyşan ve Beren ufak tefek kızlardı. Saat beşi gösterdiğinde artık yaşadığımız şehrin dışına ulaşmıştık. Hava hâlen karanlıktı. Yollar ise tenhaydı. 
Kimse konuşmuyordu bu esnada Eyşan sessizliği bozdu:
-Canista ormanlarına dair bir şeyler öğrenebildiniz mi ninemin anlattıklarından başka?
Atakan:
-Ben bulamadıysam buraya dair bir bilgi, kimse bulamamıştır. Hatta ben burasını ninenin uydurduğunu bile düşünmeye başladım. Ninen zaten hayli yaşlı. Belki de bir filmde gördüğü yeri bize kamp alanı tarif etti. 
Beren, Atakan’ın sözlerinden umutsuzluğa kapılmıştı:
-Eyşan’ın ninesinin yaşlı olduğu doğru fakat o bir bunak değil. Lütfen hayallerimizi yolun başında bozma, dedi. 
Bu esnada Agâh’ın ani horlama sesi bütün gerilimi dağıttı. Agâh, kahkaha sesleriyle uyandı ve mırıldandı:
-Ben uyumuyorum, sizi dinliyorum. Kalbim uyanık benim merak etmeyin. 
Bir süre sonra yeniden sessizlik başlamıştı ki Eyşan, ninesinden buraya dair yeni bir hikâye duyduğunu söyledi. Eyşan’ın ninesinin anlattığına göre bu ormanda başka hiçbir yerde yaşamayan hayvanlar varmış ve bu ormana gidip bir geceyi burada geçirenler elli yıl yaşlanmış olarak dönermiş. 
Eyşan’ın anlattıkları sessizliği daha da derinleştirmişti. Karanlık bir yolda beş kişi başımıza geleceklerden habersiz ilerliyorduk. Neyse ki sabah yakındı ve güneş doğduğunda her şey daha güzel olacaktı.

Endişeli Yolculuk
Yaklaşık bir saatlik suskunluk herkesin uykuya dalmasına yetmişti Agâh ve Atakan hariç. Güneşin ilk ışıklarıyla herkes yeniden uyandı. Gece boyu oluşan gerilim ve esrarengiz hava kaybolmuştu. Herkesin neşesi yerine gelmişti. Eyşan’ın anlattığı konular geride kalmıştı. Öğleye doğru bir yerlerde kahvaltı yapmamız gerekiyordu. Bunun için güzel bir mekân seçmek lazımdı. Agâh yol üzerinde bir yerlerde yemek yiyebileceğimiz yerler olduğunu söyledi. Hepimiz bu fikri beğenmiştik. Vakit öğleye yakındı ve artık yol hayli tenhalaşmış, ağaçlar yükselmeye başlamıştı. Yol kenarında şirin, ağaçtan yapılmış bir kulübe önünde durduk, küçücük bir tabelada “Meşhur Kır Menemencisi” yazıyordu. Kulübenin hemen yanında kocaman kurnası ile güzel bir çeşme akıyordu. Sırayla elimizi yüzümüzü yıkadık. Resmen can gelmişti hepimize. Açık hava içimizi aydınlatmış gibiydi. Kulübeden çıkan yaşlı amca ve eşi bizi içeriye davet etti. Yarım saat içinde kahvaltımız ve çayımız hazırdı. İyi ki böyle bir yola çıkmıştık. Neşeli anılar anlatılıyor, kahkahalar havada uçuşuyordu fakat Eyşan dalgın görünüyordu. Menemen hepimizin çok hoşuna gitmişti. Çaylarımızı yudumlarken bir ara herkes Eyşan’a baktı. Kulübenin sahibi olan teyze Eyşan’a yaklaşarak garip bir ses tonuyla ve tuhaf bir gülümsemeyle:
-Sen menemenimizi beğenmedin galiba, dedi. 
Eyşan cevap bile vermedi. Onun bu sessizliği git gide bizi de tedirgin etmeye başlamıştı. Yola çıkmak gerekliydi. Bir saat kadar süren molanın ardından yeniden yollardaydık. Yol uzadıkça tenhalaşıyor ve daralıyordu. Sonunda anayoldan çıkarak toprak bir yola girdiğimizde ikindi vaktine yaklaşmıştık. Bu yoldaki tek araç bizimkiydi. Zaten iki araç bu yola sığmazdı. Etraftaki ağaçlar, dağlar ve kayalar yükselmeye devam ediyordu. Hesaplamalarımıza göre önce Canista ormanlarının yanındaki kasabaya ulaşmamız gerekiyordu. Zaten haritalarda böyle bir bölge görünmüyordu. İkindiyi biraz geçtiğinde karşıda şirin bir kasaba göründü. Kasabaya yaklaşınca “Canis Kasabasına Hoş Geldiniz” yazısı göründü. Yolculuğun sonuna yaklaşıyor gibiydik. Kasaba sakindi. Etrafta kimseler görünmüyordu. Normalde bu tür yerlerde yollarda tavuk, ördek, köpek, kedi gibi canlılarla karşılaşmak mümkündü fakat burada hiçbiri yoktu. Kasabanın tam ortasında durduk. Burada akşam yemeği yedikten sonra ormana doğru çıkmak kalıyordu geriye. 
Kasabada neyse ki küçük bir lokanta vardı. Bizi gören insanlar çok güler yüzlü davranmıyordu. Hatta verdiğimiz selamı bile nazla alıyorlardı. Lokantaya girdiğimizde önce yemeğin bittiğini söyledi işletmeci ve ardından buralarda ne aradığımızı sordu. Atakan ve Agâh, sakin bir biçimde niyetimizi, hedefimizi anlattı. Lokanta sahibi ürpertiyle onları dinliyordu. Derin bir nefes aldı ve konuştu:
-Canista ormanlarına en son otuz sene önce sizin gibi bir grup geldi ve kayboldu. Parmağıyla uzakta bir aracı göstererek devam etti:
-Bakın, şu araç onların. Günlerce aradık onları ve sadece araçlarını bulabildik. 
Hepimiz karşıdaki boş arazide duran eski araca bakıyorduk. Paslanmış, pencereleri kırılmış, lastiklerinin havası inmişti bu aracın. 
-Yine de siz bilirsiniz elbette. Bana soracak olursanız sizlere güzel bir yemek hazırlayayım. Geceyi burada geçirin. Küçük bir misafirhanemiz var. Yarın sabah da geldiğiniz yere dönersiniz, dedi işletme sahibi. 
Eyşan saatlerdir süren sessizliğini bozdu:
-Siz güzel bir yemek hazırlayın, biz nereye gideceğimizi, ne yapacağımızı, nasıl hayatta kalacağımızı biliyoruz. Yanımızda her tür malzeme var. Hatta telsizimiz bile var. Endişe etmeyin. 
Bu cümle üzerine herkes sustu ve lokanta sahibi az önce yemek kalmadı, demesine rağmen yemekleri önümüze getirmeye başladı. 
Yeniden başladığımız yere, o soğuk ve endişeli ruh haline bürünmüştük. Şakalar, gülüşmeler artık yerini düşüncelere bırakmıştı. Tez vakitte yemeğimizi yiyerek yola devam etmemiz, ormana ulaşmamız gerekiyordu. İkindi üzeri lokantacının tarif ettiği yoldan ilerlemeye başladık. Ağaçların gölgelerinden, arada bir önümüzden geçen yabani hayvanlardan zaman zaman ürküyorduk. Bu esnada Beren bir şarkı söyleyerek sessizliği bozmaya çalıştı fakat kimse ona eşlik etmeyince sustu. Bu kez Eyşan sözleri hangi dilde olduğu belli olmayan bir şarkıya başladı. Şarkı güzeldi fakat kimse sözlerini bilmediği için ona da eşlik eden olmadı. Güneş batmaya başlamıştı. Artık kamp yerini belirlememiz gerekiyordu. Tam bu düşünceler hepimizin zihninden geçerken yol bitti. Yolun bittiği yerde küçük bir boş alan vardı. Buradaki ağaçlar daha seyrekti. Araçtan hep birlikte indik. Sağa sola baktık. Hava hafif serinlemeye başlamıştı. Etraftan kuş sesleri ve arada çığlığa benzeyen sesler geliyordu. Hava kararmadan kampımızı kurmamız gerekiyordu. İki çadır vardı. Kızlar çadırın büyük olanında kalacaktı Agâh ve Atakan ise küçük çadırda idare edeceklerdi. Çadırların kurulumu kolaydı. Çadırları kurduktan sonra Agâh ve Atakan bana seslenerek:
-Elvin, sen Eyşan ve Beren’le biraz odun toplayın, dedi. Hava kararmadan bir ateş yakalım. Gece burası soğuk ve karanlık olacağa benziyor. 
Güneş tamamen battığında hepimiz kocaman odun parçalarıyla kamp yerine geldik. Zaten küçük bir ateş yakmışlardı, ateşi büyüttük. Çay ve kahvenin tam zamanıydı. Henüz karnımız acıkmamıştı.  Kamp alanının hemen yanındaki dereden demlikleri doldurduk. Yorulmuştuk fakat uyumak için çok erkendi. 
Çıtırtılarla yanan ateşin sesini zaman zaman ormanın derinliklerinden gelen uğultular, çığlığa benzer sesler bölüyordu. Bu tarz bir ses duyduğumuzda hepimizin önce gözleri parlıyor sonra korkunun yerini tebessüm alıyordu. Akşam, geceye doğru ilerliyordu ve yeniden sohbete başlamıştık. Çocukluk günlerimizden, geleceğe dair planlarımızdan bahsediyorduk. Ailelerimizden, kardeşlerimizden bahsediyorduk. Vakit ilerliyordu. Korku ve endişe, yerini güzel bir yorgunluğa bırakmıştı. Hava iyice serinlediğinde artık uyku vaktinin geldiğini anladık. 

Tanıdık Bir Yüz
Ertesi sabah güzel bir kahvaltı sonrası keşiflere başlayacaktık. Kamp yerimize yalnızca uyku zamanı ve dinlenmek için gelecektik. Herkes birbirine iyi geceler diledikten sonra çadırlarımıza girdik. Hava git gide serinliyordu, çadırlar da çok sıcak değildi. 
Uyuyalı henüz birkaç saat geçmişti ki çadırın önünden geçen bir gölge ile irkildim. Acaba yabani hayvan mı dolaşıyor etrafta diye bir endişe içimde büyümeye başladı. Arkadaşlarımı çağırıp çağırmamakta tereddüt ettim. Fakat gölge sürekli dolaşıyordu. Artık sönmeye yüz tutan alevlerin çadırlar arasında dolaşan gölgeyi kimi zaman büyütüyor kimi zaman küçültüyordu. Bir yandan da ormanın derinliklerinden sesler geliyordu. Bu esnada diğer arkadaşlarımın da uyandığını fark ettim. Onlar da sessizce gölgeyi izliyordu. Hiçbirimizde dışarıya çıkacak cesaret yoktu fakat merakımız da büyüyordu. El fenerini elime aldım ve arkadaşlarıma baktım. Bakışlarımızla dışarıya çıkmak için sözleştik. Ani bir hareketle üçümüz birden yerimizden fırladık ve dışarıya çıkarak feneri yaktık. Bizim dışarıya çıkmamışla birlikte bir karartı çalıların arasına doğru hızlıca sıçradı. Bu esnada diğer çadırdaki arkadaşlar da dışarıya çıkmıştı. Hep birlikte çalıların olduğu yere doğru ilerledik. Benim elimde fener vardı, diğer arkadaşlarım da ellerine halen yanmaya devam eden odun parçaları almışlardı. Büyük bir heyecanla çalıların arkasına ulaştığımızda bize doğru bakan bir çift gözle karşılaştık. Feneri tuttuğumda bunun bir insan olduğunu anladık. Eyşan sessizliği bozdu:
-İnsan olduğunu düşünmüyorum bunun. Dikkat etmeliyiz bence. 
Atakan bu esnada bildiği duaları yüksek sesle okumaya başlamıştı. Tam bu esnada çalıların ardındaki kişiden ses geldi:
-Korkmanıza gerek yok, ben bir insanım. Adım Emir. Geceleri ormanda dolaşmak gibi garip bir huyum var. Yıllardır bu ormanda gezerim fakat şimdiye kadar ilk kez buraya kamp çadırı kuran kişiler görüyorum. İşin açığı ben de sizden çok korktum.
Bu sözler herkesi biraz sakinleştirmişti fakat Beren endişeyle konuştu:
-Geceleri ormanda dolaşmak ha? Üstelik tüm kasabanın girmeye cesaret edemediği bir ormanda gece dolaşmak… İnanılacak bir yalan söylemen gerek. Kimsin ve neden bizim çadırlarımızın etrafında dolaşıyordun?
Emir bir süre sustu. Herkes sustu. Bu esnada Emir bulunduğu yerden doğruldu. Agâh hiç konuşmuyor, suskun suskun bakıyordu. Emir’in yüzünü görünce birden hareketlendi. Bir yerlerden tanıyor gibiydi bu yüzü. 
-Emir, seni nereden tanıyorum ben? Hiç yabancı değilsin. Anlat bakalım, sen buralı olamazsın. Bize gerçekleri anlat. 
Hepimizin uykusu kaçmıştı bu davetsiz misafir yüzünden. Sönmek üzere olan ateşi biraz canlandırdık. Yeniden etrafına toparlandık. Emir, hepimizin karşısında tek başına duruyordu ve anlatmaya başladı:
-Aslında ben buralı değilim. Beş yıl önce sizler gibi buraya kamp yapmaya arkadaşlarımla gelmiştim. Tam da buraya kurmuştuk çadırlarımızı. Sabah uyandığımda arkadaşlarımın hiçbirinin olmadığını fark ettim. Öğleye kadar aradım, bağırdım ama kimseler yoktu. Yeniden kamp yerine geldiğimde çadırın da yerinde olmadığını gördüm. Günlerce bu ormandan çıkmaya çalıştım ama bir türlü çıkış yolunu bulamadım. Belki sizler bana yardım edersiniz ve sizinle birlikte yeniden hayata, dünyaya dönerim, dedi. 
Bu sözler, Beren’i ikna etmemişti yine. Beren:
-Nedense sana bir türlü inanmak istemiyorum. Peki, daha önce nerede yaşıyordun? Ne iş yapardın bize bunları da anlat bakalım. 
Emir gayet sakin bir ses tonuyla devam etti:
-Madem öyle, baştan başlayalım. Beş yıl önce yani sizlere yakın bir yaştayken büyükşehirlerden birinde güvenlik kamerası işiyle uğraşıyordum. İşlerim de çok iyiydi fakat bu olay benim hayatımı bitirdi. Aslında buraya dair efsaneler duymuştuk ama böyle bir son düşünmüyordum. Arkadaşlarım döndü mü, beni burada unuttu mu, yaşıyor mu bunları bile bilmiyorum. 
Bu esnada Agâh, Emir’i nereden hatırladığını buldu. Beş altı yıl önce çalıştığı yere güvenlik kamerası sistemi kurulmuştu ve Emir yapmıştı bütün işleri. Şimdi hayli yaşlanmış görünüyordu. Agâh, Emir’i hatırladığını söyledi. İş yerinin adresini, binanın özelliklerini anlattığında Emir de hatırladı burada yaptığı işi. Ortam bir süreliğine sakinleşmişti fakat şimdi yeni bir endişe vardı: Ya biz de burada kalır ve şehre dönemezsek?

Kurtuluş
Kamp yapmak, eğlenmek düşünceleri artık tamamen aklımızdan çıkmıştı. Hepimiz buradan kurtuluşun yolunu düşünmeye başlamıştık. Bu esnada gökyüzünün rengi değişmeye başladı. Sabah yaklaşmıştı. 
Günün ilk ışıklarıyla güzel bir kahvaltı yaptık. Emir, hepimizden daha çok yemek yemişti. Yılların verdiği açlıkla önünde ne bulsa tüketiyordu. Burada gezmek, dolaşmak düşüncesini unutmuştuk. Kahvaltıdan sonra yola çıkacaktık. Emir’i kasabaya, sonra da şehre götürecektik. 
Kahvaltı bitmişti ki aracımızın yerinde olmadığını gördük. Bu hepimizin tedirginliğini daha da artırmıştı. Acaba aracın freni boşalmış ve bir yerlere mi gitmişti kendiliğinden. Aracı aramaya başladık fakat tekerlek izi bile yoktu. Yeniden kamp yerine döndüğümüzde çadırların da yerinde olmadığını gördük. Her şey Emir’in anlattığına çok benziyordu fakat hepimiz bir aradaydık. Hava kararmadan buradan çıkmamız gerekiyordu. Eyşan’ın aklına sürekli ninesinin anlattığı yeni efsaneler geliyor, arada bunları anlatmak istiyor fakat kimse buna müsaade etmiyordu.
Kendimize bir rota belirleyerek yürümeye başladık. Her şey normal görünüyordu. Hatta yürüdükçe ilerdeki kasaba camisinin minaresini de görmeye başladık. Hedefimiz önümüzdeydi fakat biz yürüdükçe minare uzaklaşıyordu. 
Bir süre sonra etrafımda kimsenin kalmadığını fark ettim. Telaşla sağa sola koşmaya, bağırmaya başladım. Sessizlik uğulduyordu sanki ve kendi sesim bile kayboluyordu. Kan ter içinde kalmıştım. Zor nefes alıyordum. 
Gözlerimi açtığımda arkadaşlarımın tümü yanımda uyumaya devam ediyordu. Önümüzde boş menemen tabakları ve bardaklar vardı. Yaşadıklarımı anlamlandırmaya çalışıyordum. Bu esnada birer ikişer arkadaşlarım da gözlerini açmaya başladı. 
Şaşkın şaşkın birbirimize bakarken masadaki not gözümüze ilişti, şöyle yazıyordu:
Bilmediğiniz yerlerde mola vermeyin, yemek yemeyin. Aslında arabanızı da alacaktık fakat size kıyamadık. O kadar merhametliyiz yani. Yalnızca cüzdanlarınızı ve değerli eşyalarınızı aldık. Bizi unutmazsınız umarım. 
Karşı duvardaki takvim gözüme ilişti, on yıl öncesine aitti. Duvardaki saat ne zaman durmuştu, kestirmek zordu. Hepimizin başı ağrıyordu. En azından aracımız yerindeydi ve şehre dönebilecektik. Gerçekten merhametli insanlarmış, dedim içimden. 
Bu esnada kulübenin kapısı gıcırtıyla açıldı. Bir yerlerden tanıyordum içeri giren bu adamı. Çok yakından tanıyordum hem de. Adam biraz sinirli bir tavırla sordu:
-İçeriye nasıl girdiniz. Burası benim kulübem.
Ses tonu da yüzü gibi yabancı olmayan bu adama bir süre baktıktan sonra Eyşan:
-Emir, yine mi sen, dedi. 
Atakan ve Agâh devam etti:
-Emir, bizimle dalga mı geçiyorsun.
Evet, Emir’di bu. 

 

15 Şubat 2025 Cumartesi

SİYAH


Miraç Kağan Güler

Herkesin sevdiği bir renk var
Benim sevdiğim renk siyah diyorum
Siyah bir renk değil ki diyorlar
Bana göre siyah da bir renk
Hem de benim rengim

Üzerimde siyah bir kıyafet yoksa
Kendimi kötü hissediyorum
Çantam siyah, ayakkabılarım siyah
Siyah asaletin rengi, biliyorum

Siyah değil mi gece
Siyah değil mi kitaplarda yazılar
Siyah değil mi bazı tahtalar
Siyah değil mi kurşunkalemlerimizin ucu
Siyah olmasaydı eğer
Dünya nasıl olurdu
 

ÖTESİNE GEREK YOK


Zeynep Yurttaş

Nerelisin diye sorulduğunda bana
Zaralıyım diyorum. 
Kimileri zararlı anlıyor
Kimileri Zara’nın nerede olduğunu soruyor
İnsanlar nasıl bu kadar cahil olabiliyor
Anlamıyorum
Zara, Zara işte
Dünyanın merkezi
Gerek var mı söylemeye
Ötesini

HAYAL

Selim Kurt

Legolar muhteşem şeyler
O minik parçalar birer sanat eseri gibidirler
Sen ne istersen oluverir o şeyler
Birer harikadır istediğin takdirde

Legolar yalnızca bir oyuncak değil
Legolar gizli bir dünya
Bir kez başlayınca onlarla oynamaya
Bilemezsin ne çıkacağını ortaya

Keşke diyorum kocaman bir bahçem olsa
İçi Legolarla dolu
Ve bir ev yapsam onlardan
Yaşasam orda ömür boyu

BİRİCİK KEDİM

Tunahan Ceylan

Kedim koltukta uyur
Oldu hünkarım buyur
Padişah mı kedi mi
Bir oyun öğrenir mi

Sabah kalktım yataktan
Okula gitmek için
Kedimse nöbet tutar
Yatağı kapmak için

Bazen beni cırsa da
Vazoları kırsa da
Çok severim ben onu
Biriciktir dünyada

KORKU

Taha Metin Yıldırım

Yaz kış yanımda ol istiyorum
Sen varsan güvendeyim
Sen varsan huzur var
Sensiz bir yola çıkmak
Sensiz bir yerlere gitmek
Benim için ölümden beter

Bilmiyorum ben büyüdükçe
Sen ne yapacaksın
Sensiz ben ne yapacağım
Montum benim
En değerlim

KESTİRME YOL

Şeyma Ateş


Bir gün yaşadığım köyde kuzenlerimle köyün yakınındaki dereye gitmiştik. Derenin kenarında biraz oturduk ve sohbet ettik. Biraz vakit geçmişti. Dönmeye karar verdik. Ben yolu kısaltmak için çoğu kişinin geçmeye korktuğu yoldan gitmeyi teklif ettim ama kuzenlerim bu yoldan korktuklarını, burayı kimsenin kullanmadığını söyleyerek bu yolu kullanmak istemediler. Onlar gelmese de ben bu yolu kullanmak istiyordum. Onlardan ayrıldım ve kestirme yola düştüm. Yol kestirmeydi güya, herkes böyle diyordu ama yürüye yürüye bitirememiştim. Sanki yürüme bandında yürüyordum. Etrafımdaki her şey aynıydı ve yol bitmek bilmiyordu. Nihayet uzun vakitten sonra eve dönmüştüm. Hava kararmıştı. Bu nasıl bir kestirme yoldu anlayamamıştım. En azından sağ salim eve ulaşmıştım. Kuzenlerim galiba benim farklı bir yoldan geldiğimi kimseye dememişti. Evdekiler yokluğumun farkına bile varmamış erkenden uyumuşlardı. Ben de çok yorgun olduğum için beklemeden yattım. 
Ne zaman uykuya daldım, ne kadar uyudum bilmiyordum. Kâbuslarla kan ter içinde gözlerimi açtım gecenin bir yarısı. Yatağımın yanındaki pencereye baktığımda bir siluet gördüm ve bana sesleniyordu:
-Geçmemen gereken bir yoldan yürüdün ve bizi uyandırdın.
Koşarak babamların odasına gittim. Onları uyandırmaya çalıştım ama hepsi ölüm uykusuna yatmış gibilerdi. Çaresizdim. Bildiğim duaları okumaya başladım. 
Uyuyakalmışım. 
Sabah kalktığımda ilk işim babama bu olayı anlatmaktı. Babam:
-O yoldan geçen herkes böyle olaylar yaşar, dedi. 
O günden sonra bu yolun kenarından bile geçmedim. 

18 Ocak 2025 Cumartesi

GEZEGENLER

Tunahan Ceylan

O en küçük gezegen 
Merkür’ü bilirim ben
Kılçık kaldı boğazda
Dün akşam yemek yerken

Çoban Yıldızı Venüs
Arkadaşım bana küs
Üstüne oturunca
Anladı ki o kaktüs

Yaşam olan yer Dünya
Yolda yürürüm yaya
Patikada giderken
Önüme çıktı kaya

Kızıl bir gezegen Mars
Bu mevsim soğuktur Kars
Ormanda yürüyorken 
Gördüm avlanan bir pars

En büyüktür Jüpiter
Görünen su değil ter
Yolda koşarken düştüm 
Çünkü kaygandı her yer

Satürn’ün var halkası
Su dolu onun tası
Kedi damdan düşünce
İlan ettiler yası

Uranüs yuvarlanır
Tüm dünya onu tanır
Kaplumbağa görürse
Patikada taş sanır

Uzak Güneş’e Neptün
Bir kitap okudum dün
Kimse pasta yemedi
Duruyor hâlâ bütün

YANLIŞ ANLA/MA

Aden Mira Kartal

Anlıyorum, diyorlar
Dinliyorlar
Saatlerce dinliyor, fikirlerini söylüyorlar
Gün bittiğinde
Hiçbir şey anlatamadığımı düşünüyorum
Ya da yanlış anlaşıldığımı
Bunu niçin yapıyorlar

Her şey ortada iken açıkça
Ve söylemişken bütün gerçekleri
Anlaşılmamak bile değil
Yanlış anlaşılmak
Üzüyor, üzüyor beni

ÖĞRENCİNİN DUASI

Yusuf Kerem Acar

Aslında okul güzel bir yer
Sıkıcı bir hayattan
Koparıp alıyor bizleri içine
Arkadaşlar, dersler, öğretmenler
Derken akşam oluyor
Dönüyoruz evlere

Okulun olmadığı günler bile
Arıyor insan okulu, dersleri
Öğretmenlerini
Hele yaz tatilinde
Özlememek mümkün mü birini

Fakat ödevleri anlamak çok zor
Sayfalar dolusu ödev
Sayfalar dolusu soru
Allah’ım sen bizleri
Ödevlerin bitmeyeninden koru