19 Ekim 2024 Cumartesi

SAHNE

Üner Taha AYDEMİR


Yaşamak bir lütuf mu
Yoksa ceza mı bana
Bir türlü karar veremiyorum bu hususta 
Belki de benim
Bu hayata verilen ceza

Yer yok herkese bu satırlarda
Bu bahçe sevmiyor herkesi galiba
Çünkü biter bazıları çayırda
Bazılarıysa 
Küçük bir saksıda

Muaffak değil miyim güneşi görmeye
Kaderin bile çok çok ötesinde
Son ziyaretçi yanıma gelince 
Gözlerimi kamaştırıyor sadece
Ulaşmamam için hakikate

Niçin yalnız bırakıyor bazılarını 
Kıskanıyor mu onları 
Çünkü seveni pek azdır hayatın
O yüzden istemiyor umutlu bakışları

Halbuki ben seçmedim
Bu sahneye çıkmayı
Sonra arkamda hiçbir şey bırakmadan kaybolmayı
Belki de ben istemiyordum 
Sorgusuzca sunulanı


SIKICI MESAİ

Nurgül Asya Kılcı, Zeynep Yurttaş, Kaan Erdoğan, Mehmet Zahid Ökten, Miraç Kağan Güler, Taha Metin Yıldırım, Selim Kurt, Tunahan Ceylan



Hayatımda ilk kez çalışmaya başlayacaktım ve çok heyecanlıydım. Aslında çalışmak için yaşım küçüktü fakat ailem çalışabileceğimi düşünüyor olmalıydı ki itiraz etmemişlerdi çalışmaya başlamama dair. Kardeşlerimle ve ailemle vedalaşamadan ayrıldık. Bir daha onları ne zaman ve nerede göreceğimi bilmiyordum.
Çalışmaya başladığım yer bir hayli kalabalıktı fakat ben insanları görmüyordum genellikle. Seslerini duyuyordum, gürültülerini işitiyordum. Özellikle öğlen ve akşam vakitleri çok hareketliydi fakat insanlarla hiç karşılaşmıyordum. Tüm dükkan artık boş kaldığında dolaşabiliyordum dükkanın içinde fakat bütün günüm dükkanın alt katındaki bölümlerde geçiyordu. Arkadaşım yoktu. Konuşabileceğim kimse de yoktu. Her gün yiyebileceğim miktarda yiyecek ve içecek veriliyordu bana. Gündüzleri o kadar sıkılıyordum ki bazen sinek avlıyordum. Sadece sinek değil gördüğüm her haşeratla önce oynuyor sonra onları imha ediyordum. Son zamanlarda onların da sayısı azalmıştı. Galiba burası bir lokanta ya da ona benzeyen bir iş yeriydi. Çalışmak için buraya gelmiştim fakat yaptığım herhangi bir iş yoktu. Neyse ki geceleri kimseler olmuyordu ve her tarafta dolaşıyordum. Çalıştığım dükkânın alt katında tüm ihtiyaçlarımı karşılayacak şekilde bir sistem kurulmuştu. 
Bir süre sonra bu işten sıkılmaya başlamıştım. Karnım doyuyordu fakat gönlüm değil. Ailemi özlediğim oluyordu, kardeşlerimi de. Dükkânın diğer çalışanları zaman zaman sevgi gösterisinde bulunuyorlardı bana. Hatta adımla hitap eden, zaman zaman bana sorular soranlar da vardı fakat konuşmayı çok sevmediğim için onlara cevap vermiyordum ilk zamanlar. Sonraları onların sorularına cevap vermeye başladım. Hatta bazen ben de onlara selam veriyor, hatır soruyordum fakat onlar nedense cevap vermiyordu bana. 
Bir süre sonra buradan sıkılmaya başladım. Buradan dışarıya çıkmalı, kendime yeni bir çevre edinmeliydim. Dükkânın bekçisi miydim yoksa çalışanı mı, anlayamamıştım. Dükkânın sahibi olduğunu düşündüğüm kişi bile akşamları bırakıp gidiyordu buradan ama ben buraya mahkumdum. Kendime bir kaçma planı yapmalıydım. Mesela gündüzleri, dükkânın kapıları açıktı çünkü sürekli insanlar girip çıkıyordu. Gündüz vakti bir yolunu bulabilirsem mutlaka buradan kurtulabilirdim. Birkaç gün bunu düşündüm ve bir gecenin sonunda dükkânın alt katına inmek yerine bir kenarına saklandım. Kimseler beni görmüyordu ve aşağıdaki yerimde olmadığımı da fark etmemişlerdi. Biraz vakit geçtikten sonra insanlar gelip gitmeye başlamışlardı. Dışarısı da hayli hareketli görünüyordu. Kapının açık olduğu vakti kollamalı ve aniden dışarıya fırlamalıydım. Nihayet beklediğim an gelmişti. Dükkana çocuklarıyla gelen bir kadın dükkanın kapısını kapatmadan yakınımdaki bir masaya geldi ve oturdu. Tam yerimden kalkmış kapıya doğru gidiyordum ki çocuklardan biri bağırdı:
-Aaa! Ne kadar sevimli bu şey. 
Sağıma soluma baktım. Kimse yoktu. Sevimli olduğumu söyleyenler vardı ama günlerdir ilk kez bir çocuktan bunu duymak hoşuma gitmişti. Bir anda planımı unutmuştum. Çocuğa doğru gittim ben de ona sevgi gösterileri sergilemeye başladım. İşte o anda oldu olan. Dükkanın diğer çalışanları öfke ile bana doğru geldiler ve bağırdılar:
-Çabuk yerine. Burada dolaşabileceğini kim söyledi sana. Üstelik bize bir faydan da yok. Yiyip, içip yatıyorsun. Geldiğin zamanki halini hatırla bir de şimdiki haline bak. 
Bu sözler bana mı söyleniyordu? İş vermeyen kendileriydi. İşsizlikten sinek bile avlamıştım. Daha fazla dayanamadım bana karşı söylenenlere. Kapı halen açıktı ve planımı yürürlüğe koymalıydım. Ani bir hareketle fırladım ve kapıya doğru yöneldim. Kaçarken çocuklardan birinin sesini duydum:
-Ne kadar sevimliydi değil mi?
Yanındaki diğer çocuk devam ediyordu:
-Anne, bunu bizim eve götürelim mi?
Eşikten dışarıya atladığımda annenin sesini duydum:
-Çocuklar, hiç mi kedi görmediniz. Sıradan bir kedi işte. Üstelik burada çok mutludur o. Biz evde buradaki gibi bakamayız ona. Bu sözü duyar duymaz eşikte çivilenmiş gibi kalakaldım. “Burada çok mutludur o”. Kulaklarımda yankılanmaya başladı diğer kelimeler de: “Hiç mi kedi görmediniz?”
Bu sırada kollarımdan beni kavrayan bir el ile irkildim. Beni kucağına aldı ve yeniden aşağı kata götürdü. İnmek istesem de dışardaki gürültülü hayat beni ürkütmüştü. Bir süre daha çalışayım, dedim kendi kendime. Farklı bir plan yapmalıydım. Hem burada yaşamalı hem de özgürlüğüme kavuşmalıydım. Ama nasıl olacaktı bu, bilmiyordum. 

ANLAYANLAR İÇİN

Ayşegül Yıldız

En sevdiğim rengi sorsalar
Düşünmeden söylerim 
Sarı
Ayva sarı, yaprak sarı, çiçeklerin en güzelleri sarı

Bir de lacivert var sevdiğim renkler arasında
Kimi gecelerde lacivert gökyüzü
Anlayan anladı beni
Uzatmamak gerek sözü



DOĞUM GÜNÜ

Eymen Çam 
Yusuf Kerem Acar 

İsmet Çınar Altuntaş 
Ayşegül Yıldız

Aden Mira Kartal
Gamze Sena Kuyucu



Aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Düşündüğüm şeyleri birilerine söylediğimde ya yetersiz buluyordu ya da ilgilenecek vakti olmuyordu. Sınıfta sıramda, evde koltukta boş boş oturuyordum. Zihnime güzel şeyler geldiğini düşünüyordum. İcatlar yapabilirdim, dünyayı içinde bulunduğu kaostan kurtarabilirdim. Adımı tarihe yazdırabilirdim fakat olmuyordu. Kimin dediğini hatırlamıyorum ama bir söz vardı zihnimde dolaşan: Bana bir kaldıraç ve dayanak noktası verin, sizin için dünyayı yerinden oynatayım. Bu güç bende vardı ama kimse bir kaldıraç vermek, dayanak noktası göstermek derdinde değildi. 
Oturmaktan sıkılmıştım. Biraz yürümenin, hayata karışmanın iyi geleceğini düşündüm ve sokağa çıktım. Ne kadar yürüdüğümü, nereleri gezdiğimi hatırlamıyorum. Bir anda önümde küçücük bir şişe buldum. Bir ırmağın kenarındaydım. Şişenin ağzı sıkı sıkıya kapatılmıştı ve içinde bir kâğıt vardı. Bunu duymuştum yani eski dönemlerde insanlar şişe içine notlar yazarak nehre, denize atarmış. Belki de böyle bir notla karşı karşıyaydım. Merakım ve heyecanım yarışıyordu birbiriyle. Kalbimin sesini duyuyordum: güm, güm, güm…
Şişeyi aldım ve üzerindeki yosunları, çamurları temizledim. Kapağını açmak istedim fakat açılmıyordu. Şişeyi kırmalı mıydım? Kıyamadım. Belki şişenin de tarihi bir değeri vardır diye düşündüm. Ne kadar uğraştımsa da şişe açılmıyordu. Eve götürecek ve detaylı bir temizlikten sonra şişenin kapağını açmaya çalışacaktım. Annem, konserve kavanozlarının kapağını açmakta ustaydı. Belki de ondan yardım almalıydım. Mantar bir tıpa konulmuştu kapak yerine ve hayli eskimiş, ucu şişenin içine kaçmıştı tıpanın. Etrafıma baktım, nerede olduğumu kestiremedim. Irmak boyunca yürüdüm fakat halen nerede olduğumu bilemiyordum. Elimde bir şişe ile kaybolmuştum. Güneş tam tepemdeydi ve etrafta yolumu soracağım kimseler yoktu. Yorulduğumu hissediyordum. Şehirden uzaklaşıyor muydum, şehre yaklaşıyor muydum, belirsizdi. Güneş sanki hızla batıyordu. Hava birazdan kararacaktı. Çok sürmedi, her yer karanlığa büründü. Etrafımı göremiyordum. Irmağa düşme riskim de vardı. En iyisi yine oturmaktı. El yordamıyla kendime oturacak bir yer buldum. Yorgundum. Çok yorgundum. 
Kendime gelip gözlerimi açtığımda evimizde, koltukta oturuyordum. İki elimle sıkı sıkıya tuttuğum şişeyi fark ettim. Şişe pırıl pırıldı ve içinde not duruyordu. Bir rüyanın içinde miydim yoksa hayal mi görüyordum. Belki de ırmağın kenarında bayılmıştım, uyumuştum ve halen oradaydım. Bu şaşkın düşüncelerin üzerime üzerime geldiği bir anda annem seslendi:
-Şişeyi açmayacak mıyız?
Bu, bir rüya değildi. Anneme beni nerede bulduklarını, ne zaman eve getirdiklerini sordum. Annem tebessüm ederek:
-Sen evden hiç çıkmadın ki evladım, dedi. 
Şişeye yeniden baktım ve sordum:
-Ya bu şişe?
Annem cevap vermek yerine:
-Haydi o şişeyi açalım, dedi. 
Kafam allak bullak olmuştu. Anlam veremiyordum bu olaylara. Bütün düğümleri birer birer çözmeli ve başımdan geçenleri anlamalıydım. Sadece yürüyüşe çıkmıştım oysa. Bu hikâyenin içine beni kim dahil etmişti, bilmiyordum. 
Annemin de ısrarıyla şişeyi açmayı denedim. Bu kez şişenin tıpası hiç zorlanmadan açıldı ve içindeki kâğıdı çıkardım. Heyecanla açtım fakat kâğıt bomboştu. Yazılar silinmiş miydi yoksa tamamen boş bir kâğıt mıydı anlamak güçtü. Bütün esrarı bozulmuştu yaşadıklarımın. Saçma bir şişe içinde boş bir kâğıt. Üstelik ben ne zaman eve gelmiştim, belirsizlikler devam ediyordu. Bu esnada annem saç kurutma makinesi ile geldi ve saçlarımı kurutmam gerektiğini söyledi. Terlemiş miydim yoksa dünden kalan bir ıslaklık mıydı, bilemiyordum. Saç kurutma makinesini annem saçlarıma doğru tutmaya başladı. Ben, elimdeki kâğıda boş boş bakıyordum. Saç kurutma makinesi üfledikçe kâğıtta bir şeyler belirmeye başlamıştı. Kâğıdı doğrudan kurutma makinesinin önüne tuttum ve geri çektim. Beliren yazıları okumaya başladım: 
İyi ki doğdun oğlum
Sensin benim tek umudum
Yeni bir yaşa girdin
Doğum günün kutlu olsun
Tuhaflıklar bitmiyordu. Kime yazılmıştı bu anlamsız şiir. Anneme baktım ve tebessüm ettiğini gördüm. Annem:
-O şiiri ben yazmıştım sana. Doğum günün kutlu olsun, dedi.
İyi ama şişeyi neden denize atmıştı, ne zaman yazmıştı bu notu. Ben o şişeyi nasıl bulmuştum ve en önemlisi eve nasıl gelmiştim… Sorular git gide artıyordu ve beni çok mutlu etmiyordu doğum günümün kutlanması bile. Hiçbir şey düşünemiyordum. Düşünmek de istemiyordum. Gözkapaklarım kendiliğinden ağırlaşıyordu. Annem, karşıma bir görünüp kayboluyordu. Tavan sanki üzerime uçacak gibiydi. Kollarım, ayaklarım yerinde değil gibiydi. 
Gözlerimi açtığımda etrafımda tanımadığım insanlar vardı. Değişik bir yerdeydim ve yatıyordum. Kolumda serum bağlıydı. Burası bir hastane olmalıydı. Bu kadarı fazlaydı. Artık düşünmek istemiyordum. Bu esnada annem yanıma yaklaştı. Elini alnıma koydu ve:
-Ateşin nihayet düşmüş Alaaddin. Artık iyileştin sayılır. Bugün senin doğum günün. Yeniden hayata döndün şükür. Çok sevindik. 
Alaaddin kimdi? Benim adım mıydı? Belki de öyleydi. Konuşmaları dinlemeye başladım:
-Çocuğunuz hastaneye getirildiğinde durumu çok ağırdı. Bir haftada iyi toparlandı yavrucak. Bu travmanın etkisi birkaç ayda ancak geçer fakat sorun yok, rahat olun. 
Gözüm, yatağımın hemen kenarındaki komidinin üzerindeki lambaya kaydı. Ne de olsa adım Alaaddin’di. 



SONBAHAR


Doğa Uzunpınar, Ekin Akçay


Sonbahar denildiğinde
Akla hep mi gelir yaprakları soyulmuş bir ağaç
Çizgili, sıcacık tutan atkılar
Renkli şemsiyeler, sarı botlar

Bulutlardan düşen küçük damlalar
Suyla dolmuş olan derin çukurlar
Sobanın başında ısınmaya çalışan insanlar
Kestane ne zaman çıkacak diye bekleyen küçük adamlar 


Sonbahar denen şey 
                            Bu mu
Ben mi yanlış anlıyorum
                             Bunu

KÜÇÜK BİR KIRIK

Elif Serra Yıldırım


Günlük hayatı doğal akışında yaşarken bazı güzelliklerin, nimetlerin farkına varamayabiliyoruz. Herhangi bir gün yaşadığımız bir kaza ya da felaketle aslında önceki günlerimizin ne kadar güzel olduğunu fark ediyoruz. Mesela küçük bir kaza sonucu ayağınız ya da kolunuz kırıldığında anlıyorsunuz ayağın ya da kolun kıymetini. 
Birkaç hafta önce başıma geleceklerden habersiz neşeyle vakit geçirdiğim evin parkında yaşadıklarım bana büyük bir tecrübe oldu. Kaydıraktan kayarken ansızın serçe parmağımı kaptırdım kaydırağa ve acıyla indim kaydıraktan. 
Önce buz koydum parmağıma. Küçük bir şey olabileceğini düşündüm. Acımın geçeceğini düşündüm fakat geçmiyordu. Bir yandan da şişiyordu parmağım. Ailem beni hastaneye götürdü fakat acil serviste parmağımda bir şey olmadığı söylenmişti. Psikolojik olarak biraz rahatlamıştım fakat acım dinmiyor, parmağım habire şişiyordu. Sonunda yeniden hastaneye gittik. Bu kez parmağımın kırık olduğu söylendi ve parmağım, elim, kolum boydan boya alçıya alındı. 
İki hafta boyunca sol elimi kullanamadım doğal olarak. Bu süreçte düşündüm tek elle yaşamın ne kadar zor olduğunu. Hele bir de solaksanız… Neyse ki dört gün sonra kurtuluyorum imzalarla dolu alçıdan. 
Umarım çocukluğum başka bir yerimi kırmadan geride kalır. 

ACI GERÇEK

 Fatma Beren Karatepe
Agah Taha Temizkan
Ela Eyşan Polat
Amırhosseın Hamedıshahrakı
Atakan Kıvanç Ağca
Gamze Sena Kuyucu
Zümra Şahin


Neden herkes bana tuhaf tuhaf bakıyordu bir türlü anlamıyordum. Gittiğim her yerde insanlar bana bakıyor, bir süre gözleriyle takip ediyor bazıları da yaklaşıp incelemeye çalışıyordu. Hatta yanımda durup fotoğraf çekinenlerin sayısı da fazlaydı. Beni görenler sanki başka bir gezegenden gelmişim gibi davranıyordu bana. 
Yine adlandıramadığım bir sevimliliğim olmalı ki herkes bana iyi davranıyordu. Yiyecek, içecek verenler, yaptığı mangaldan ikramda bulunanlar hatta yaklaşıp bana sevgi gösterisinde bulunanlar… Bu durumdan hoşnuttum aslında ancak neden ben, diye düşünüyordum. 
Beni kovalayan, beni korkutan kimseler olmuyordu. Oysa mahalledeki çocuklar bazen çok zalim olabiliyordu. Taş atabiliyor, sopayla kovalayabiliyorlardı. Bu çocuklar arkadaşlarına bile zalimce davranıp kavga ediyorlardı kimi zaman. 
Bende büyülü bir şeyler vardı sanki. Gittiğim yerde bir hareketlilik oluşuyordu. İnsanlar tebessüm ediyordu. Bu durum benim için bir sorun haline gelmişti ve bunu çözmeliydim.
Her sabah olduğu gibi önce markete girdim. Market çalışanı beni tebessümle selamladı. Birkaç adım atmıştım ki ilk kez markette gördüğüm bir teyze şaşkınlıkla bağırdı:
-Aman Allah’ım! İlk kez böylesini görüyorum. Nereden geldin sen, adın ne bakalım?
Teyze bana sesleniyordu, belliydi. Devam etti:
-İlk kez mor bir kedi görüyorum. 
Market çalışanına döndü ve:
-Siz mi boyadınız tüylerini, yoksa kendi rengi mi, diye sordu. 
Market çalışanı:
-Tabi ki kendi rengi. Hatta biz ona Mordi ismini verdik.
Bir kedi olduğumu öğrendim o gün. Hem de mor bir kedi olduğumu. Üstelik adımı da öğrendim. Artık biliyordum insanların, etrafımdakilerin bana neden böyle baktığını. 

VATAN BORCU

Amirhossein Hamedıshahraki

Vatanımızı kurtardınız
Evimizi hayatımızı
Her zaman saygı duyacağım
Milletime vatanıma

Bastığım yerleri tanıyıp basacağım
O topraktaki kanı unutmayacağım
Vatanımın geleceği için
Hep katkı sunacağım

18 Ekim 2024 Cuma

VİRAJ

 


Ezgi Budak


Cesaret bir silgi değildir insanlığa yazılmış olan korkuyu silemez. Silse bile ardında bıraktığı iz, bir şekilde yeniden belirir. 
Korku, gayet doğaldır. Adını andığınızda yüzünüze vuran soğuktan çok daha doğaldır çünkü o soğuk, bizim korkuya karşı hissettiğimiz boş korkudur. Sanki kalıplaşmış bir şey, sonbaharın hüznü getirmesi gibi. 
Korku, uçurumun kenarında durmak değildir. Öyle olsaydı cesaret, oradan atlamak olurdu. Korku, bilinmezliktir. Korku, önceden biçilmiş bir algıdır. İnsan en çok bilmediği şeyden korkar ya da korkunun kaynağı insanın bilmemesidir. Korku, keskin bir virajdır. O dönemecin sonunda karşına ne çıkacağını bilemezsin. Bu yüzden çoğu insan virajdan korkar. Bu yüzden virajlar bazen ölümcül bile olabilir. 
Korkuyu kabul etmiş insanlar, korkusuz olduğunu iddia eden insanlardan çok daha yüreklidir. Korkusuzluk, beraberinde cesaretsizliği de getirir. Bizi hayata bağlayan bir iptir korku. Cesaret ise o ipe hükmedebilme yeteneğidir. Bu yüzden her insan cesur değildir. 
Cesur, kişilik tanımı değil seçimdir. Deneyimler sayesinde seçtiğimiz bir seçenektir. 
Aslında hayat bizi cesur olmaya zorlamaz yalnızca doğası gereği virajlarda dolaşmaya zorlar. Bu cümledeki cesaret yanlış yorumlanmış bir insanlık hatasıdır yalnızca. Bu hata yüzünden ne virajda ilerlemek kolaydır ne de ipi dizginlemek. 

16 Ekim 2024 Çarşamba

DAHA ÇOK MU

Zeynep Ayten

Bitmeyen bir yarışta
Durmadan koşuyorum
Zaman nasıl geçiyor
Bakınca şaşıyorum

Kalabalık sokaklar
Herkes neden çok sessiz
Büyüyünce böyle mi
Bizim de hikayemiz

Defter, kalem ve kâğıt
Şimdi ise zihnimde
Çantalarda sırada
Yok ki bir sabah zinde

Durmadan yürüyorum
Çıkar gibi bir dağa
Sonumu bilmiyorum
Daha çok mu sabaha




SAYILI GÜN

 
Zeynep Akbulut

Eğer daha önce gelebilseydim dünyaya
Şimdi on sekiz yaşımda olurdum
Ve ihtimal on sekiz yaşımda
Daha mutluydum

Mesela süt almaya gitmek zorunda olmazdım
Çay koymazdım, bulaşık yıkamazdım
Hayat daha kolay olurdu galiba
Önümde dağ gibi kitaplar ve defterler
Bana bakıp durmazdı

Şimdi çok sıkıldığımda hayattan
Beş sene sonrasını düşlüyorum
Bazen on sene sonrasını
Düşünüp gülümsüyorum

Bir çare olmalı çabucak geçmek için
Bu uzayıp duran yolları
Ya da hızla koparmak gerek
Takvimdeki sayfaları

Eğer şimdi yirmi yaşımda olsaydım
İşim olurdu, maaşım olurdu
Kardeşim benden uzak dururdu
Ama daha çok var o yaşlara
Neyse ki sayılı gün çabuk geçiyor

NAZAR


Zeynep Akbulut

Yaz bitmişti. Eylül ayı gelmişti ama havalar halen sıcaktı. Ağaçlar da henüz yapraklarını dökmeye niyetli görünmüyorlardı. Mevsimler değişti, diyordu yaşlılar. Galiba haklılardı. Normalde eylül ayı gelince soğuklar kendini hissettirmeye başlardı. Yalnızca soğuklar gelmezdi eylülle beraber. Eylül demek, okulların açılma zamanı demekti. Yine okullar açılmıştı işte fakat benim için farklı bir dönem başlamıştı çünkü artık ortaokul bitmişti ve lise öğrencisiydim. 
Lise, ortaokuldan çok farklı geliyordu bana. Öğretmenlerin bizlerle iletişimi, arkadaşlık ilişkileri sanki biraz farklıydı. Galiba büyüyordum. Ortaokulda yapmayı aklımızdan bile geçirmediğimiz etkinlikler yapılıyordu okulumuzda. Mesela yemek günü yapmayı bile planlamıştık ama henüz kimin ne yapacağına karar verememiştik. 
Lisenin bir farkı da galiba günlerin hızlı geçmesi. Günler çabucak geride kaldı ve nihayet yemek günü geldi çattı. Bu esnada görev dağılımı da yapılmıştı ve benim mozaik pasta yapmam gerekiyordu. Normalde çok zahmet istemeyen bir görevdi benimki fakat annemin o gün gece nöbetine kalacak olması benim işimi zorlaştırmıştı. Yine de pasta tarifi kitaplarından ve annemden öğrendiğim kadarıyla güzel bir şeyler yapabileceğimi umuyordum. Umduğum gibi de oldu ve görselliğiyle, kenarından baktığım tadıyla mükemmel bir mozaik pasta yapmayı başardım. Artık ertesi güne hazırdım. 
Annem akşam yemeklerini hazırlamış ve dolaba bırakmıştı. Babamla birlikte akşam yemeğini de yedikten sonra asıl sorumluluğum başlıyordu, ödevler. Ödevlerimi tamamladım. Aslında ödevlerimi tamamlamak pasta yapmaktan daha yorucu ve zor bir işti benim için. Dokuzuncu sınıfa henüz geçmiştim ve lise ödevleri çok zorluyordu beni. Ortaokulda öğretmenlerimi tanıyor, verecekleri ödevleri biraz da olsa tahmin edebiliyordum ve sıkışıklık yaşamıyordum ama lisede henüz öğretmenlerimi tam manasıyla tanıyamadığım için ödevlerden beklentilerini de bilemiyor ve var gücümle çalışıyordum. Ödevlerim bittiğinde zaten gün bitmiş, uyku saati gelmişti. Geriye yalnızca yarın geçireceğim güzel vakitleri düşünerek uykuya dalmak kalıyordu. 
Sabah, her günkü gibi biraz zor uyandım. Çantamı hazırladım. Pastayı da alarak dışarıya çıktım. Normalde 70.40’ta kapımızın önünde olan servis saat 8’e yaklaşmasına rağmen henüz ortada görünmüyordu. Daha fazla bekleyemedim ve servisçiyi aradım. Telefon çalıyor fakat açılmıyordu. Tam telefonu kapatacaktım ki telefon karşı taraftan açıldı.
-Ağabey, dersimiz başlayacak ve sen hâlen yoksun. Beni unuttun mu yoksa, dedim. 
Servis şoförü gayet telaşlı bir sesle:
-Kızım, kusura bakma. Birkaç arkadaşını aradım ama seni unutmuşum galiba. Şu an lastikleri değiştirmekle uğraşıyorum. Sabah aracın başına gittiğimde dört lastiğin de havasının olmadığını fark ettim. Dakikalardır bir çözüm bulmaya çalışıyorum. İşim biraz daha uzayacak. Yürüsen bile benden daha hızlı gidersin okula, dedi. 
Telefonu kapattım ve arabayı park ettiğimiz yere geldim. Babamla giderim, diye düşünüyordum. Park yerine gelince babamın çoktan gitmiş olduğunu fark ettim. Onu arasam telaşlanacaktı üstelik gelemeyecekti de. Yürüyerek okula gitmeye karar verdim. Saate baktım, sekizi biraz geçiyordu ama en azından ilk dersin sonuna yetişirim diye düşündüm. Zaten etkinliğimiz 2. ders başlayacaktı.  Hemen yürümeye başladım. Kulaklığımı da ihmal etmedim bu esnada. Bir yandan müzik dinliyor bir yandan yürüyordum. Kestirme yollardan gidersem vakit kazanırım diye düşünüyordum ve bilmediğim ara sokaklara dalıyordum. Yolun yarısı geride kalmıştı ve okula yaklaştığımı hissediyordum. Tam keyfim yerine gelmişti ki bir anda kendimi yerde buldum. Ara sokaklardan hiç geçmediğim için yolların bozuk, kaldırım taşlarının oynak olduğunu düşünememiştim. Okul çantam sırtımdan çıkmış bir tarafa savrulmuştu. Onun içinde kırılacak bir şey yoktu ama pastamı görünce aklım başımdan gitti. Az ötede cam parçalarının içinde poşetten çıkmış, sağa sola dağılmış vaziyetteydi. Kendimi toparladım. Ayağa kalkmaya çalıştım. Dizimde ve ellerimde sıyrıklar vardı. Canımın acısını unutmuştum. Pastamın yanına gittim. Cam parçalarını ayıklayabilir miyim diye bakarken elimi de kestirdiğimi hissettim. 
Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Okul çantamı aldım. Kanayan parmağımla, sıyrılmış dizimle pastamı orada bırakarak okula doğru yürümeye başladım. 
Birkaç kez geriye dönüp baktım. Pasta, kaldırımın kenarındaydı. Bir kedinin pastaya doğru yaklaştığını gördüm. Bu kediyi tanıyordum. Bu bizim okulun kedisi Selçuk’tu. Demek ki okula iyice yaklaşmıştım. Bir köşeyi daha dönünce okulu karşımda buldum. 
İlk ders bitmiş olmalı ki herkes bahçedeydi. Arkadaşlarım benim halimi görünce yanıma geldiler. Olup biteni anlattım. Dizlerimi, kıyafetimi temizledim ve pansiyona doğru yöneldik hep birlikte. 
Mahcuptum çünkü getirmem gereken malzemeyi getirememiştim. Öğretmenlerimizden biri beni görünce yanıma geldi ve:
-Mozaik pasta yiyeceğim diye sabah kahvaltı bile yapmadım, dedi. 
O an kendimi çok kötü hissettim. Tam durumu açıklamaya çalışıyordum ki devam etti:
-Fakat seni ilk ders okulda görmeyince bir aksilik olduğunu düşündüm ve kantinde kahvaltı yapıp geldim, geçmiş olsun, dedi. 
Kötü haber tez yayılır derler, benim düşmem ve pastayı o ara sokakta Selçuk’a emanet edip gelmem tüm arkadaşlar arasında yayılmıştı. 
Yemekhaneye geçtik. Benim dışımda herkes hazırlıklı gelmişti. Tam moralim bozulacaktı ki kurabiyelerin yanında kocaman bir mozaik pasta gördüm. Benim yaptığıma benziyordu ama o kadar lezzetli olamazdı. Heyecanla bağırdım:
-Mozaik pasta! Kim getirdi bunu?
Arkadaşlarımdan biri hem kurabiye hem de mozaik pasta yapmıştı. Çok mutlu oldum. 
Öğle vakti geldiğinde sabah yaşadığım tüm aksilikleri unutmuştum. Akşam servisle eve döndüm. Annem dizimdeki sıyrıkları görünce sormasa sabah yaşadıklarımı unutmuştum bile. Anlatırken ne kadar üzücü bir sabah yaşadığımı yeniden hatırladım. Annem:
-Nazardandır kızım, neyse ki sana bir şey olmamış, dedi. 
Yine ödevlerim vardı. Bitmek bilmeyen ödevlerimin başına oturdum. Ödevlerim bittiğinde gün bitmişti. 

HESAP

 
Zeynep Ayten

Yedik herkesin hakkını
Sormadık hiç o razı mı
Belki de yetimin hakkı
Peki umurumuzda mı

Belki Gazze’de o yetim
Belki de Doğu Türkistan
Anne babası yok belki 
Ama dönmez imanından

O bombalarla büyürken
Her an korkuyla yaşarken
Bizse korkarız sadece
Odamızdaki böcekten

Dua eder ölmek için
Açlıktan ve sefaletten
Bizse hemen isyan ettik
Üstümüze binen yükten

O bulmaya çalışırken
Yiyeceği bir lokmayı
Bize neden zor geliyor
Şu boykot etme olayı

Sanki çok çok zormuş gibi
Çok yükümüz varmış gibi
İsyan ediyoruz hemen
Elhamdülillah demeden

Oysa dönüp de bir baksan
Türkistan’a ve Gazze’ye
Senin sevmediğin hayat
Onların hayallerinin
Ne kadar da ötesinde

Düşünmez misin adalet
Yerini bulmaz mı asla
Bu dünyada olmasa da
Elbette diğer dünyada

Nasıl hesap vereceğiz
Mahşer günü sorulunca
Utanmayı göreceğiz
O terazi kurulunca 

15 Ekim 2024 Salı

BİR MİLLET DOĞUYOR

Mahmut Eray Erbaş, Emir Kaan Şimşek

Kurumaz sanılan dereler, ırmaklar kurumuş, göller; çölleşmeye başlamıştı. Daha önceden tepesi görünmeyen dağlar üzerindeki yeşilliği kaybetmiş sadece kayalıklar ve çorak topraklar kalmıştı. Bin yıldır at koşturdukları, tohum ektikleri, av avladıkları topraklar artık Eremsa halkının ihtiyaçlarını karşılayamaz olmuştu. Üstelik ilk zamanlar yakın kavimleri yağmalayarak bir süre idare etmişler ancak aynı kuraklık onların topraklarında da baş göstermeye başlamıştı. Yeni doğan bebekler açlıktan ve hastalıktan ölüyor, yaşlılar artık hiçbir iş yapmadan yalnızca ölümü bekliyordu. Kış aylarında kar yağmıyor, bahar aylarında yağmur gelmiyor ve yazın çiçekler açmıyordu. Var olan ağaçlar ve bitkiler de çoktan kurumaya başlamıştı. Artık Eremsa halkı için tehlike çanları çalıyordu. Bu coğrafyadan uzaklaşmak, yeni ve verimli bir bölgeyi yurt edinmek gerekiyordu. Halk, kağanlarına bağlıydı ve Kağan emir vermeden karar alamazdı. Eremsa Kağanı ise yıllardır hastalıkla mücadele ediyordu. Tahtını üç oğluna bırakarak toprakları aralarında paylaştırması gerekiyordu. Eremsa halkı kağanlarına bağlıydı ancak burada yok olup gitmek de istemiyorlardı. Nihayet Eremsa Kağanı halkın önde gelenlerini bir toplantı için çağırdı ve üç oğluna ülkeyi paylaştırarak son nefesini verdi. Eremsa Kağanı öldüğü gün kara bulutlar sardı ülkenin her yanını fakat yine yağmur yağmadı. 
Eray Kağan, Emir Kağan ve Sabiri Kağan küçük yaşlarına rağmen devleti yönetmek işi artık onlara verilmişti. Aslında Eray, Emir ve Sabiri Kağanlar üçüzdü ve hepsi aynı yaştaydı. İyi bir eğitim almışlardı ancak tecrübeleri yoktu. Başlangıçta kendilerine verilen topraklarda yaşayan halkı ziyaret etmek üzere karar aldılar. Eray Kağan ülkenin güneyini, Emir Kağan batısını Sabiri Kağan ise kuzeyini idare edecekti. Ülkenin doğusu yaşam koşullarına elverişli olmadığı için zaten güvenlikliydi ve kimse bu bölgede yaşamıyordu. Üç kağan kardeş, üç hafta sonra buluşmak üzere kendilerine verilen topraklara doğru yola çıktılar. Yanlarına üç atlı almayı da ihmal etmediler. 
Üç hafta, üç gün gibi geçti çünkü halkın şikâyeti her yerde aynıydı. Bereket kalmamıştı bu topraklarda ve göçmek gerekliydi. Üç Kağan kardeş nihayet göç kararını aldılar ve bunu Eremsa halkına duyurdular. Göç etmek zor değildi fakat nereye göç etmeliydi? Hangi bölge daha güvenliydi? Belki büyük savaşlar vermek gerekecekti. Belki nüfusları daha da azalacaktı. Yolculuk demek, salgın hastalıklar ve düşman baskınları demekti. Göç kararı verilmişti, bu kolay bir karardı ancak sorun bu kararı uygulamaktaydı. 
Eray Kağan bir süre düşünerek kardeşlerini başına topladı ve onlara şöyle dedi:
-Bütün ülkenin aynı anda göç için yola çıkması tehlikeli olabilir. Kendimce bir plan yaptım. Önce bana bağlı insanlarla ben yola çıkacağım. Biz yola çıktıktan üç gün sonra Sabiri halkı ile birlikte yola çıksın. En sonda da Emir Kağan yer alsın. Böylelikle yolculuk daha güvenli olacaktır. 
Sabiri Kağan bir süre sustu ve konuşmaya başladı:
-Aramızda herhangi bir yaş farkı yok. Ama görüyorum ki ilk sırada giden Eray Kağan oluyor. Ben yolculuğa çıkan ilk Kağan olmak istiyorum. Hem biliyorsunuz, bana bağlı halkın durumu sizinkilere göre daha fazla genç nüfus barındırıyor. 
Eray Kağan hiç düşünmeden bu teklifi kabul etti ve ekledi:
-O halde yolun açık olsun yiğidim. Hazırlıkları derhal tamamla ve yola çık, biz ardından geliriz. 
Sabiri Kağan aslında durup dururken bu fikri öne atmamıştı. Babası öldüğünden beri farklı kavimlerle irtibat halindeydi ve diğer iki kardeşinin de topraklarını kendi topraklarına katmak için düşman kavimlerle iş birliği peşindeydi. Kendi topraklarından ayrılır ayrılmaz düşman kavimler kalan iki kağanlığın topraklarına savaş açacaklar ve Sabiri tekrar döndüğünde tek Kağan kendisi olacaktı. Planı gayet güzel işliyordu fakat hesaba katmadığı bir isim vardı Miraç Han. Miraç Han, bu bölgeye çok uzaklardan gelmiş tecrübe ve yeteneği ile insanların takdirini kazanmış ve sonunda komutanlık mertebesine yükselmiş bir gençti. Her ne kadar bu kavimden değilse de bu kavmi seviyordu ve kendisini bu insanlar için adamıştı. Sabiri Kağan’ın dış güçlerle yaptığı anlaşmanın da farkındaydı ve o da bir çözüm yolu aramaktaydı. 

BÜYÜK GÖÇ, BÜYÜK İHANET
Sabiri Kağan planını uygulamaya koymak için kendisine bağlı insanlarla göçün ilk aşaması için yola çıktı. Sabahın erken saatleriydi. Emir Kağan ve Eray Kağan da Sabiri Kağan’la vedalaşarak bol şans dilediler. Sabiri Kağan bu toprakları bıraktıkları için üzüldüğünü söylüyordu. Hatta güç bela birkaç damla da gözyaşı dökmüştü. Oyunculukta hayli yetenekliydi. Sabiri Kağan bölgeden ayrıldıktan üç gün sonra düşman kavimler kardeşlerinin bulunduğu topraklara saldıracaktı. Yolculuk başlamıştı fakat Miraç Han Sabiri Kağan ile gitmemişti. Askerleri ile bir süre kenarda da gizli gizli görüşmüştü. Sabiri Kağan’ın ayrılışının üçüncü gününde sabah büyük bir gürültü ile uyandı Eray Kağan’ın halkı. Dört yandan sarılmışlardı ve saldırıya uğramaları an meselesiydi. Ne yapacağını bilemiyordu Eray Kağan. Bir yandan Emir Kağan’a haber uçurdu. Emir Kağan batıdan askerleri ile yola çıktı. Bu esnada Miraç Han da askerleri ile Sabiri Kağan’ı bırakmış geri dönmüştü. Hilal taktiği ile Emir Kağan ve Miraç Han’ın arasında kalan düşman kavimleri kısa sürede püskürtüldü. Olan bitenden hiçbir şey anlamamıştı Eray Kağan. Savaşın ardından küçük bir kurultay yapıldı. Miraç Han kurultayda her şeyi anlattı. Emir Sabiri’nin niyetini ve kurduğu planı kardeşleri de artık öğrenmişti. Bu gerçekler göçü durdurmak için yeterli değildi. O gün acil bir karar alındı ve Miraç Han, Emir Kağan, Eray Kağan hep birlikte bu topraklardan ayrılmak üzere yola çıktılar. Kimse Sabiri Kağan’ın nerede olduğunu bilmiyordu. Zaten bilmek de istemiyorlardı. Çünkü o ihanet etmiş bir kardeşti. Bedelini ödemeliydi. 
Öte taraftan Sabiri planlananın tam tersi istikamette çadırları kurdurmuş, güzel haberler bekliyordu. Gözleri sürekli ufukta bir haberci arıyordu. Akşama kadar bekledi. Tam güneş batmak üzereyken karşı yoldan bir toz bulutu göründü. Kocaman bir kalabalık, dörtnala Sabiri Kağan tarafına doğru geliyordu. Sabiri’nin keyfi yerine gelmişti fakat başına geleceklerden habersizdi. Önden gelen atlılar dışında büyük bir kalabalık da arka taraftan geliyordu. Bir şeylerin ters gittiğini fark etti Sabiri Kağan fakat yapacak bir şey yoktu. Bir süre sonra atlıların içinde Emir Kağan ve Eray Kağan’ı fark etti. Miraç Han da yanlarındaydı. Sabiri Kağan’ın halkı olanlardan habersizdi. Onlar da şaşırdılar gelenleri görünce. 
Sabiri Kağan tam atına atlayarak kaçmak üzere iken Miraç Han’ın oklarına hedef oldu ve bacağından, kolundan yaralanarak yere düştü. Halk şaşkın şaşkın olanları izliyordu. Nihayet Sabiri Kağan halkın önüne getirildi ve planları diğer iki kağan tarafından halka anlatıldı. Halktan bazıları Sabiri Kağan’ın üzerine yürümeye çalıştı fakat Miraç Han:
-Onun cezasını hep birlikte vereceğiz. Biraz bekleyin, dedi. 
Değişik fikirler çıkmıştı Sabiri Kağan’ın cezalandırılması için. Kimileri atlarla sürüklenmesini istiyordu, kimileri çarmıha gerilmesini. Bazıları taşlayarak cezalandırmaktan yanaydı. Sabiri bu teklifleri utançla dinliyordu. 
Sonunda Emir Kağan ve Eray Kağan küçük bir mahkeme kurmayı teklif etti. Mahkemede jüri olarak Miraç Han görev yapıyordu. Suçlunun bütün yaptıklarını itiraf etmesi bu mahkeme ile sağlandı ve artık tüm yetkilerinin alınması ve ardından hayatına son verilmesi gerekiyordu. Emir Sabiri, pişmanım, bile diyemiyordu. Belki pişman olsa affedilebilirdi fakat susuyor ve etrafa nefretle bakıyordu. Mahkeme kararını vermişti. Elleri ve ayakları zincirlerle bağlanan Sabiri’nin yüzüne ve ayaklarına tuz sürüldü. Daha sonra kavmin koyun ve keçilerinin önüne atıldı. Sabiri’nin yüzündeki ve ayaklarındaki, ellerindeki tuzlar sürekli yenileniyordu. Birkaç saat sonra Sabiri hayata veda etmişti. 
Şimdi yeni bir ülke ve yeni topraklar bulmanın zamanıydı.

YENİ YURT
Vakit kaybetmenin zamanı değildi. Yeterince geç kalınmıştı. Emir Kağan, Eray Kağan’a yeni yerleşecekleri bölgenin güvenli olması gerekliliğini söylüyordu. Bir tarafta düşmanın yerleşemeyeceği dağlar olmalıydı. Bir tarafta ise deniz olabilirdi. Böylelikle yalnızca savunma yapmak için bir yön boşta kalacaktı. Emir Kağan ve Eray Kağan yeni güzergâhı düşünürken halktan yaşlı bir adam onların huzuruna gelerek şöyle dedi:
-Dedelerimden duymuştum böyle bir bölge olduğunu. Altay Dağları’nın eteklerinde bir yerden bahsederlerdi. Oraya ulaşması hayli güçmüş fakat ulaştıktan sonra uzun yıllar düşman yüzü görmeden yaşanılabilirmiş.
Eray Kağan:
-Madem böyle bir yer var neden orada kimse yaşamıyor peki ihtiyar, diye sordu. 
İhtiyar bunun üzerine durdu, gözlerini boşluğa dikti ve konuştu:
-Oranın lanetli olduğunu da söylerdi dedelerimiz. Ruhlar, oraya yerleşenleri rahat bırakmazmış. 
Emir Kağan bu cümle üzerine bir kahkaha attı ve:
-Ruhlar mı? Biz onları oradan kaçırır ve orayı yurt tutarız. Tek derdimiz bu olsun. Sen yeter ki bize yolu tarif et.
Yaşlı adam:
-Yürüyerek yedi günde ulaşabiliriz. Hızlı yürürsek yedinci günün akşamında orada olabiliriz diye düşünüyorum, dedi. 
Bunun üzerine halka haber salındı ve tez vakitte yola çıkıldı. Yolculuk hayli çetindi. Yol uzadıkça yaşlılar, hastalar birer birer ölüyordu. Ölenler, yol kenarına gömülüyor ve mezar yapılıyordu onlar için. Zaten yiyecekleri de çok az kalmıştı. Akşam olduğunda en uygun yerde konaklıyorlar ve sabah gün doğmadan yeniden yola çıkıyorlardı. 
Miraç Han, kafilenin birkaç saatlik mesafede önünden gidiyordu ve yolun güvenli olup olmadığını dönüp haber veriyordu. Yedinci günün ikindi vakti Miraç Han yanındaki üç çerisi ile dört nala koşarak geldi ve ihtiyarın sözünü ettiği yere sadece birkaç saat mesafede olduklarını söyledi. Bu güzel haberle tüm halk moral bulmuş, mutlu olmuştu. Dizlerinde kalan son dermanla yürümeye devam ettiler. Yolculuk herkesi canından bezdirmişti. Hatta geri dönmeyi düşünenler, homurdananlar bile ortaya çıkmıştı. Tecrübesiz iki Kağan yüzünden koca halk yok olma tehlikesi ile baş başaydı. Hayvanlar yorgundu, insanlar yorgundu, çocuklar artık ailelere yük olmaya başlamıştı. Neyse ki güzel haber gelmişti. 
Adımlar hızlandı. Yüzlerde tebessümler oluştu ve türküler, ezgiler söyleyerek yolculuğu daha da keyifli hale getirmeyi başardılar. Nihayet gün batmaya yaklaştığında söz konusu yere ulaştılar. Burasının bir tarafı kocaman kayalıklarla kaplı bir dağdı. Diğer tarafı denize bakıyordu. Arkada ise karanlık, kocaman ağaçların bulunduğu bir orman vardı. Yerleşmek için biraz ilerlemeleri ve ağaçların arasına doğru gitmeleri gerekiyordu. Bölgeye iyice yaklaştıkça hayvanlar tedirgin olmaya başlamıştı. Emir Kağan’ın atı öyle bir şaha kalkmıştı ki az kalsın attan düşecekti. Eray Kağan atının dizginlerini sıkı sıkıya tutuyor fakat onunla zor mücadele ediyordu. Her ikisi de atlarından indiler. Havaya doğru iki ok fırlattılar ve oklarının düştüğü yerlere onların otağları kurulmaya başlandı. Halk da kendisine yer beğeniyordu. Çadırlar kuruldu. Hava iyice kararmaya başlamıştı. Ateşler yakıldı. Kalan son malzemelerle Miraç Han aşure yapılmasını emretti. Nasıl olsa ertesi sabah avlanılır ya da yiyecek bitkilerden toplanılırdı. Kocaman kazanlar kaynamaya başladı. Hava karardıkça ormandan garip sesler geliyordu. Denizden gelen uğultu ise halk suskunlaştıkça daha da ürpertici bir hal alıyordu. Kayalıklardan zaman zaman küçük taş parçaları yuvarlanıyordu. Bu sırada ihtiyar adam yeniden Emir Kağan ve Eray Kağan’ın huzuruna gelerek:
-Buradaki uğursuzluğu siz de hissediyor musunuz yoksa sadece ben mi huzursuz oluyorum. Yarın, başka bir yurt bulmamız gerek bence, dedi. 
Miraç Han, ihtiyar adamı tersledi:
-İhtiyar bunak! Bizi önce buraya kadar getirdin, şimdi de burası yaşanmaz bir yer demek mi istiyorsun? Sesini kesmezsen ben yapacağımı bilirim, dedi. Miraç Han’ın bu davranışı Eray Kağan ve Emir Kağan tarafından saygısızca karşılandı. Bir yaşlı ile böyle konuşulmamalıydı. Zaten onlarda da gerçekten bir huzursuzluk oluşmuştu. Halk yorgundu. Aşureler yenildikten sonra herkes uykuya daldı. Yakılan ateşler küçüldü. Her yeri sessizlik kapladı. Arada değişik uluma sesleri ve kuş sesleri duyuluyordu. 
Ertesi sabah yeni yurtta tatlı bir heyecan başlamıştı. Kavmin genç erkekleri yanlarına ok ve mızrak alarak ormanın derinliklerine doğru gitmişlerdi. Kadınlar deniz kenarında çocukları ve çamaşırları yıkıyorlardı. Emir ve Eray Kağan yeni doğan güne doğru baktılar. Dün geceki huzursuzluk biraz da olsun azalmıştı. Artık buraya yerleşmemeleri için başka bir sorun yoktu. Uzun bir ağaç bulup ucuna bayraklarını bağlamaları ve bunu da kayalıkların en tepesine asmaları gerekiyordu. Miraç Han bu görevi üstlendi ve birkaç saat içinde kayalıkların üzerinde dalgalanan bayraklarını görünce artık burasının kendi yurtları olduğuna hepsi inanmıştı. 
Öğleye doğru avlanmaya giden gençler elleri dolu biçimde geldiler. Kocaman geyikler vardı sırtlarında. Torbalarında tavşanlar vardı. Dağ keçileri vardı kimilerinin elinde. Birkaç gün yetecek kadar yiyecek bulmuşlardı. Ayrıca kadınlar orman kıyısında yenilebilecek mantarlardan, bitkilerden de toplamışlardı. Artık burada bir hayat kurmanın zamanıydı. 

DEVAM EDECEK…


SORGU

Hayrettin Eymen

Ben şimdi anlamadım neden sorgudayım
Neyse biraz da ben sorgulayayım
Renkli kağıtlarım yok diye mi buradayım
Param olmadığı için özür dilerim bayım

Evet, özür diledim hiç suçum olmasa da
Belki de var suçum, olmasa da
Saygım yok çünkü bu camiada
Param olmadığı için özür dilerim bayım

SOKAK LAMBASI

Mehmet Çınar Köksal

Cızır cızır sesler veriyorsun
Kim bilir neyi mırıldanıyorsun
Ya yaşadığın acıyı
Ya da yaşattığın acıyı
Veya pişmanlığını
Bir ritmi andırıyorsun
İçindeki lambalarınla
Sanki dertleşmeye çalışıyorsun
Yanından geçen insanlarla
Gün doğuyor bırakıyorsun kendini manzaraya
Akşam oluyor, hava kararıyor
Akrep vuruyor saat altıya 
Başlıyorsun yine cızırdamaya

MANZARA


Hayrettin Eymen

Bir adam var dışarda
Dertli dertli bakıyor etrafa
Eminim içinde çok şey var ama
Kendini bırakmış yalnızlığın kollarına

Bir de ağaç var yanında
Sararmış yaprakları
Yorulmuş sallanıyor dalları
Çocukların bağırışları arasında

Dünya sadece bir manzara
Baktığın zaman etrafına

 




KURU YAPRAK


Mehmet Çınar Köksal

Bir zamanlar yeşildin değil mi
Şimdi kuruyup gidiyorsun
Derdin tasan ney bilmiyorum
Sonbaharı bahane ediyorsun

Rüzgâr öyle bir eser ki
Soldurur senin rengini, neşeni
Siler götürür güzel ve iyini
Oysa herkes rüyasında güzel

Hala iddia ediyorsan güzelliğini
De ki kendine bakıp
Öyle bir rüzgâr eser ki

Ben de güzeldim eskiden dersin
Ama 
Kime göre
Neye göre

MEĞER

Salih Taha Balta

Buradan bir adam geçti
Kalbi kırık aklı dağınık
Solgun yapraklar gibiydi
Sanki gelen geçen ezmiş gibi

Az önce bir adam geçti
Sanki eksikti bir şeyi
Belli ki erişememiş
Meğer istermiş her şeyi

Küçük Prens

Salih Taha Balta

Uzakta bir gezegen var
Üstünde fanusla bir gül
Bekliyor Küçük Prens’ini
Sırtında ince bir tül

Çölde bozulmuş bir uçak
İçinde yalnız bir pilot
Görüyor Küçük Prensi
Nasıl çizsin kuzuyu yeteneksiz ki
Küçük Prens miyim yoksa pilot mu
Bilmiyorum bu hayatta yerimi

ÇANTALAR

Utku Kerim Genç

İlk çantamı hatırlıyorum. Ön yüzünde Örümcek Adam vardı. Üç sene Örümcek Adam’ı okula götürdüm ve okuldan getirdim. Bir öğrencinin çantasında ne olursa ben de onları taşıdım içinde. Kitaplarım, beslenmem, kalemlerim… 
Bu çantadan sonra kaç çantam daha oldu bilmiyorum fakat şimdi yine bir çantam var. İlk çantama göre büyük bir çanta. Biz büyüdükçe çantalarımız da bizimle birlikte büyüyor galiba. 
Çantam benim gölgem gibi diye düşünmeye başladım. Ben nereye, çantam da oraya. Okula, sinemaya, maça, eve…
Evet, ben bir öğrenciyim ve çanta, bir öğrencinin vaz geçilmez aksesuarı peki ya annelere, babalara, doktorlara, tamircilere ne diyeceğiz? Onların da her birinin çantaları var. Kimi büyük, kimi küçük. 
Çanta, bizlere günümüz dünyasının yüklediği bir yük sanki. Eski insanların çantaları var mıydı bilemiyorum. Olsaydı kazılarda çıkardı belki de. Eskiden hayat, çantaya ihtiyaç hissettirmeyecek kadar basitti belki de. 
Çanta, bir öğrenci için hayatının geri kalanını kurma çabası demek. Meslek sahibi birinin çantası, onun ekmek teknesi demek. Annelerimizin çantası başlı başına bir dünya. Evet, galiba en renkli ve içinde bol çeşit bulunan çantalar anne çantaları. Hani yolun ortasında bir yerlerde pantolonunuz sökülse mutlaka anne çantasında bir iğne ve ip vardır. Ya da küçük bir kaza geçirseniz ve yara bandı gerekse annelerin çantasında mutlaka bulunur. Kolonya zaten bu çantanın vaz geçilmezi. Çikolata, şeker, para, kalem, tırnak makası… Anne çantasının içinden çıkanlar yanında şapkadan tavşan çıkaran sihirbazlar hiç de yetenekli sayılmaz.