ezgi budak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ezgi budak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Mart 2025 Cuma

KÖRDÜĞÜM

Ezgi Budak

Her ne kadar “cehalet mutluluktur” sözünü hiç sevmesem de cehalet mutluluktur.
Dünyanın bağlayıp önümüze koyduğu kördüğümü o şekliyle sevseydik onu çözmek için bu kadar çabalamazdık. Belki düğümü çözmeye çalışırken canımız yanıyor fakat bir ip ne kadar düzgünse kullanması o kadar kolaydır. 
İnsan, iradesizce içine düştüğü bu tuzakta hep açtır ve her hamlesini doymak adına yapar. 
O tuzak tarafından kandırılmış aç bir insan çıkıyor ve kutsama sandığı farkındalık ve görme hastalıkları yüzünden tuzaktaki kusurları fark ediyor. Diyor ki “Bu kusurlar ortadan kalkarsa dünya daha güzel bir yer olur.” Doyma çabası yüzünden geleceğe karşı beslediği bu beklentiye hayat felsefesi adını veriyor. Gözlerinin cehalet perdesinden sıyrıldığını düşünüp gerçekten gördüğünü zannediyor. Gördüğü manzarada ise tüm o kusurlar kendi türü tarafından büyük bir gayretle kazınmıştır.  Şaşırıyor, zira bu hayat felsefesinin amacı kazıyanları kurtarmaktı ama pes etmiyor. “Herkes bana uyarsa gelecek daha güzel olur.” 
Ne yazık, bilmiyor ki ondan önce gelen herkes aynı şeyi söylemişti lakin yüce geleceğe(!) kalan tek şey kusurlardı. 
Bunun üstüne kendini öncü ilan edip herkesi kendine göre uyarlıyor. Her şeyin yoluna gireceğine inanıyor. 
Ne acı, bilmiyor ki değiştirmeye çalıştığı şey gelecek ya da dünya değil, insanlardı, cahil insanlardı. İnsan aç doğar ve yaratılışı gereği çelişir. Tüm insanoğlu aynı şeyi savunuyor olsa da dokuzu altı, altıyı dokuz gördüler diye birbirlerini yok etmeleri garip değildir. İllaki bir açık bulurlar ve öncünün dayatmış olduğu felsefe, amacının tam zıddı olan kaosu getirir. Cennet olacakken cehennemin kapısı olan gelecekte bir başınadır. 
İnsan doymaya çalışırken doğruyu ya da yanlışı gözetmez. Doyduğunda da başlangıcı, son sanır. Belki de insanı kutuplaştıran dinmek bilmeyen açlığıydı çünkü önüne ne geldiyse benimsedi. 
Öncünün girdiği boş beklentilerin ve çabaların hikâyesi bize yalnızca tarihin tekerrürünü hatırlattı. Asla değişmeyecek ideal gelecek savaşını. Cehennemin kapıları öncü için aralandığında kutsanma dediği şeylerin onu buraya getirenlerle aynı şey olduğunu ancak anlayabildi. Anladığında ise felsefesinden geriye kalan, hüzün ve pişmanlıktı. 
Bilgi güçtür.
Bilgi zayıflıktır.
Bilgi iki tarafı keskin bıçaktır. 
Zamanın bilgesi biri, bir anda en cahili olabilir. Bizler yaşamak için bilgiye muhtacız ama o istediği zaman çekip gidebilir, geride paramparça bir insan bırakarak. Hayatınıza, duygularınıza, fikirlerinize ve işleyişe dair bildiğiniz her şey yalan olsaydı, doymak için yediğiniz onca şeyi kusmak istemez miydiniz? Ama maalesef mide bile bir şeyleri kusabiliyorken beyin bunu yapamıyor. Anlayacağınız, yücelttiğimiz beyin, mideden bile daha kirlidir. 
Yeni şeyler öğrenirken büyük bir kumar oynarız. 
Bilim, şu anki haline gelene değin birçok kez değişmiştir. Her seferinde biri çıkıp yeni teorisiyle diğerlerini çürütmüştür. Şimdi bile bildiklerimizin kalıcılığı, sönmesi bir damla suya bakan bir ateşten farksızdır. Sadece şimdilik bizi aydınlatabilir. 
Bilgi adına yapılmayan kalmamıştır. Bu yüzden maymun iştahlı diyoruz zira insan doymak için her türlü maymunluğu yapar. Bunları yaparken ne kadar mutludur, mutlu mudur?
Cehaletin mutluluk olduğu doğrudur lakin bu mutluluğun bedeli günahkârlıktır.  
Cehalet mutluluktur.
Cehalet günahtır. 
İnsan aç yaşayabilir mi? Dahası duyduğu bu mutluluk ne kadar doğrudur?
Öncünün hikâyesinde her şey, bir şeylerin farkında olduğu için başladı, pişmanlık ve hüzünle bitti.  Peki ya o da o cahillerden olsaydı, son değişir miydi?
Eninde sonunda her şey insanda başlayıp insanda bitmiyor mu? Her savaş, her kayıp, her anlam, her anlamsızlık, her soru ve her cevap…
Kördüğümü çözmek gibi bir sorumluluğumuz var çünkü tuzak bizden böyle istedi. Kim bilir belki de tuzak, çözmek için ömürler harcanmış ve çözüldüğünde düzgün bir ip halini alan o kördüğümü başka masumları kirletip acı çektirmek için hazırladığı ağda kullanacaktır. 
Asıl soru, o kördüğümle mutlu muyuz? Çözdüğümüzde mutlu olacağımızın garantisi var mı? Mutlu olmasak ne olur?
Cehalet mutluluksa mutluluktur. 
Bilgi güçse güçtür. 
İçinden canlı çıkamayacağımız bu tuzakta ne diye çırpınıyoruz o zaman? Başka bir gün ölmek için yaşamıyor muyuz? Her şeyi olduğu gibi kabul etsek ya… Doymak, çözmek, bilmek, değiştirmek, güçlenmek ve görmek için neden çabalıyoruz? Niye bir şeyleri bulmak için bu kadar acı içinde kıvranıyoruz? 
Doğru ya… Çünkü bu tuzağa bir kez düşüyoruz ve hala nedenini çözememiş olsam da insan denilen varlık, o tuzağın içinde bile umudunu korumayı başarabiliyor. 

7 Şubat 2025 Cuma

SON İLE -SUZ

Ezgi Budak 

Bir son ve bir başlangıca sahip olmak kaçınılmazdır zira doğduğumuz andan itibaren koyun sürüsü misali zaman adlı bir çoban tarafından ileriye güdülüyoruz. Başımızda bir çoban olduğu doğrudur fakat nasıl otlayacağımız bize kalmış: Geviş getirerek mi yoksa her seferinde farklı otları tadarak mı? Uyanık mı, yoksa bayık mı? 
Hiçbir şey sonsuz değildir. Bir düşününce belki de sonsuz olan şeyler vardır. Ne var ki biz onlardan biri değiliz.
Son ile başlangıç, doğum ve ölüm müdür? Peki ya insan bu iki kelime arasına sıkışmış bir yaratık mıdır? Geri dönme fırsatı olmadan yürüyüp gidecek miyiz? Nereye gidiyoruz? Neden yürüyoruz, geriye dönemediğimiz için mi, dönmek istemediğimiz için mi? 
Sonsuz olmamamız acınası bir şey mi?
Her nasıl bir karganın bedeni yüzmek için uygun değilse biz de sonsuzluk için uygun değiliz. Hiçbir canlı uygun değil. Bunun yaşlanmakla ya da bedenimizle alakası yok. Zaman yıpratır, doğru ama sonsuzluk süre değil, algıdır. Yani sonsuzluk algısı, bizi zaman gibi yıpratmaz. Sonsuzluğa uygun değiliz çünkü anlama yetimiz kısıtlı. Kısıtlı olan bir yere sonsuzluk sığamaz. Eğer sonsuz olsaydık, hiçbir şey anlamlı ve değerli olmazdı. Yine de birçok şey değişirdi ama bir tek şey aynı kalırdı: Başımızdaki çoban. Tabii ki değişen şeylerle beraber o çobanın adı da değişirdi ve yerini unutkanlık alırdı. Zaman akıp gittikçe o çoban da bizi takip ederdi, sürekli beynimizden parçalar aşırır bu da algımızı bozardı. 
Ortalama ömrümüz seksen iken bile birçok şeyi unutuyoruz. Sonsuz olsaydık kim bilir neleri unuturduk. “Sonsuz olmamamız acınası bir şey mi?” sorusunun yanıtını şu cümle verir: Unutmak bir lütuf mu yoksa lanet mi?
Sonsuzluk, gıpta edilecek; ölüm de korkulacak bir şey değildir. Sonsuz olsaydık hiçbir şeyin anlamı kalmazdı. Uzun ve anlamsız bir ömür yaşamaktansa kısa ve öz yaşamak daha iyidir. 
Ölüm, hayatın tadını çıkaralım diye bize verilmiş bir geçektir. 

AFORİZMALAR


Ezgi Budak
 

Umudun olduğu her yerde karamsarlık vardır. 
Nefretin olduğu her yerde sevgi vardır. 
İnsanın olduğu her yerde vicdan vardır. 
***
Varoluş sorgulanamaz yine de ben şansımı deneyeceğim. İnsan neden var? Bir cevap bulamıyorum fakat varoluşa karışabilmemiz için bizlere verilmiş bir sorgulama yeteneğimiz var. 
***
Kalbiniz beyaz olmasın. Çok çabuk kirlenir. 
***
Pişmanlık bir zamanlar doğru olduğunu sandığımız yanlışlardır. 
***
Bize ait olmayan beklentiler baskıya dönüşür, baskı da beceriksizliğe. 
***
Heplik ve hiçlik aynı anda var olduğu için mi evren hiçbir şeydir?
***
İnsanlık dışı, deriz. Oysa o, insanın ta kendisidir. 
***
Genelleme, en büyük ön yargıdır. 
***
Doğru ve yanlıştan emin olmamak lazım. Hiçbir şeyin kesin olmayışı gibi bu zıtlık da kesin değildir ve yine bu tamamen dünyanın işleyişini nasıl gördüğümüzle ilgilidir. En kesin doğruda ve yanlışta bile şüphe vardır çünkü kesin de kesin olana kadar şüphe olduğu kesindir. 
***
İçten yazılmayan hiçbir şey gerçek anlamda yazılmamıştır. 
***
Yalnızca objektif bir gözle bakarsak dünyayı tüm şeffaflığıyla görebiliriz. 
Öz kıyım bir cesaret örneği değildir. Yaşamak, ölümden çok daha zor ve çilelidir. Bunu cesaret bilenler, yaşamayı bilmeyenlerdir. 
***
Değişmeyen hiçbir şey yoktur, değişim de değişir. Sekiz milyar insan arasında değişimin anlamı sürekli değişir. 
***

Bir şey kaybettiğin için mi boş hissedersin yoksa boş hissettiğin için mi o şeylerin adı kayıp olur? 
***
Korku, karanlık bir odadır. Görmek için ışığa ihtiyaç duymazsın, orada kalman yeterli. Bir süre kalırsan alışırsın, alışırsan da korkmazsın. 


10 Ocak 2025 Cuma

İDEALE ULAŞMAK İÇİN GİDİLEN YOL


Ezgi Budak

Eğer var oluşunuz gerçekten umurunuzdaysa baskı nedir bilirsiniz. Baskı altında hissetmek bizi yorar ve yıpratır lakin bunu hissedebiliyor olmak, yaşamı kaale aldığınızı gösterir. Bu da kısmen iyi bir şeydir çünkü dünya üzerindeki onca televizyon arkasındaki dekoratif ledlerden biri değilsinizdir. Yine de hayatı fazla umursamak da iyi değildir çünkü her şeyin olduğu gibi bunun da bir yaptırımı vardır. 
İnsan olarak doğruyu ve yanlışı yapma hakkına sahibiz beynin bazen bizi yanıltmasından dolayı. Belki de böyle bir beyne sahip olmak için doğmadan önce bir bedel ödemişizdir. -Yanlış anlaşılmasın ben insanı yüceltmiyorum, sadece sahip olduğumuz bu düşünebilme kabiliyetini övüyorum.- Bu bedel, mükemmeliyetçiliktir. -Televizyon arkası dekoratif ledlerden ibaret olmayan insanlara hitaben- Her insan mükemmellik çabasına girer. Yoksa bu beyinler peşimizi bırakmazlar. Ardımızdan koşarken “daha iyisi olabilirdi, çalışırsan olur, geliştirilebilir” gibi şeyler söylüyorlar. Bu amansız yankılar zar zor bizlere tutunmalarını sağladığımız fikirlerimizi de etkiliyor. Tıpkı havası bitince duvara tutunamayan vakumlu bir lif gibi. Bu baskı çağrıları fikirlerimizin vakumunun içindeki havayı sömürüyor. Yere düşünce de lif gibi kirlenmemesi gereken fikirlerimiz kirleniyor.
Belki ardımızdan çığıran bunca sesi kesmemiz mümkündür fakat bir de kesilemeyen tek ve en yüksek ses vardır: iç sesimiz. Henüz kimse iç sesinin uğultusunu kulağında duymamıştır ama iç sesimiz öylesine esnektir ki diğer herkesten gelen sesi içine katabilir. Tüm o gürültü, en nezih ortamı berbat eder: Nereye doğru evirildiği belirsiz beynimizi. Beyin bir kütüphanedir, milyonlarca kitap arasından doğru olanı seçmek için sessizlik gerekir. Ne var ki bu gürültüler kendinden zahmetli işi, daha da zahmetli hale getirir. Sürekli der ki “Mükemmel ol, yoksa bir hiç olursun.” Bu vaveyla tüm kitapları birbirine karıştırır ve bir şey bulunmasını imkânsızlaştırır.
Mükemmellik, bir tür idealdir. İdeal, tanım olarak takip edilen bir amaçtır, olmak için çalışılandır. Bu da demektir ki ideal, sonuç değil yolun kendisidir. Bizler bir ideali takip ediyoruz sanırken ideal, dolaylı olarak gelişiyordur. Yani ideal asla ulaşılamayacak olandır; ideal, kazanılacak olandır. Mükemmelliği ideal yaptıysanız ona asla ulaşamazsınız. Siz hedefinize yaklaştığınızı düşünürken hedefi olmayan bir yere gidiyorsunuzdur ama yolculuğu asıl anlamlı kılan yolculuktur, hedef değil. Mükemmele yaptığınız bu yolculukta yapılan her hata ve her başarı kazançtır. 
“Hiçbir insan mükemmel değildir.” derler. Hayır, herkes mükemmeldir. –Bir kesim hariç, siz kimler olduğunu biliyorsunuz.- sadece bu kadar fazla insan ve bakış açısı olunca mükemmellik kelimesi de çok komplike bir hale geliyor. Bu yüzden mükemmelliği tam olarak tanımlayamıyoruz ve hiç kimse mükemmel değildir, deyip işin içinden sıyrılıyoruz. 
Bırakalım kimse mükemmel olmasın. Bunun uğruna tek kullanımlık ömrümüzü verirsek hiçbir şey olamayız. Daha iyisi olmaya çalışmaz ve seslere takmazsak kütüphanede kitap bulması, okuması, yorumlaması daha kolay olur. Mükemmel olsanız bile o sesler asla susmayacaktır, susmazlar da. Zaten doğru ve yanlışımızın olması bizi mükemmel yapar. Yaptığımız işten gurur duyabiliyorsak gerisi önemli mi?

3 Ocak 2025 Cuma

İNSAN ÜZERİNE

Ezgi Budak

Duygular insanları güçsüz mü kılar? Birçoğumuz böyle düşünüyoruz, belli oluyor gözler önündeki vaziyetimizden.
Manavdan meyve seçerken nelere dikkat ediyorsunuz? Kabuğuna mı, şekline mi, rengine mi, boyutuna mı? Neticede hepsinin tek tek içini açıp bakmıyorsunuz. Diyelim ki manavdan parlak kabuklu, güzel görünümlü mandalinalar aldınız fakat içlerini açıp tattığınızda ne denli acı olduğunu fark ettiniz. O mandalinalar insanlardır. Kabuklar, duygular gibi içteki tatsızlığı saklar. İç kısmı ise salt insandır. Eğer güçlü olmanın vicdan azabı çekmemek ya da ağlamamak olduğunu savunuyorsanız bu çok büyük bir yanılgıdır. Duygulardan arınmış insanlar salt hallerine geri dönmüş demektir, yani o kabuksuz ve tatsız haller. İçlerinde yalnızca mantar gibi onlara yapışmış acılar ve intikam hissi kalmıştır. İntikam uğruna verilen manasız savaş, onları güçsüz yapar. Bir hiç uğruna verilmiş savaş, güçsüzlük değil midir? İçlerinde bu güdülerini dizginleyemeyecek kadar hiçbir şeyin kalmayışı ve kendilerini bitirecek derecede güçsüz olduklarını rahatça görebiliriz. İnsanlık bu yöne doğru evrilirse katliam kaçınılmazdır. Asıl güç, bu güdüyüz dizginleyecek vicdana ve iradeye sahip olmaktır. Bu iki kelime insanı canavardan ayıran tek şeydir keza duygular da öyle. Her insan intikamın cazibesine aldanabilir. Ne de olsan insan buna kanacak kadar ikiyüzlü mahlûktur. Ancak güçlü olanlar kendilerine sahip çıkar, bunu da duyguları sayesinde yaparlar. Yine duygular vasıtasıyla katliamdan uzak dururlar. Duygular insanı insan yapar ve onu günah çizgisinden uzak tutar. Bazen güç, yapmaktansa yapmamaktır, yapmayacak kadar güçlü olmaktır. 
Duygular güçsüzlük arz etmez aksine insan gibi güçsüz bir varlığı güçlü kılar. Bu yüzden onlara sahip çıkmalıyız. Duygularından vazgeçmiş bir insan, insanlığından da vazgeçmiştir çünkü güç, hâkim olabilmektir; nefret ve intikam güdüsünü hiçe sayabilecek kadar kendine hâkim olabilmektir. Bu da ancak duygularla sağlanabilir. 

20 Aralık 2024 Cuma

ÖZGÜRLÜK İÇİN BAKTIĞIMIZ HİÇBİR YER

Ezgi Budak

Özgürlük asla erişilemeyecek olandır çünkü onu hep gökyüzünde ararız. Gökyüzü özgür mü ki bize özgürlüğü sunsun? Kanatlarını gökyüzüne açmış, uçan bir kuşu özgür mü sanıyorsunuz? Gökyüzü onun için bir kaçıştır, yerdeki avcılardan kaçtığı hapishanedir. 
Özgürlük savaşılarak kazanılan bir ödül müdür, yoksa uğruna savaşılan bir sanrı mıdır? Daha önemlisi özgürlük adına ölünür mü? 
Özgürlük ne ki? Hiçbir zincire bağlı olmamak mı? İnsan zincirliyken de özgür olamaz mı? Eğer zincirsiz bir hayat yaşamaksa özgürlük, hepimiz tutsağız o hâlde. Geçmişin ve geleceğin gölgesiyle zincirliyiz. Durun ve sorun kendinize, özgür müsünüz? Doğduğumuz andan itibaren yaşam ve ölüme zincirlendik. Peki, bizi esir kılan neydi? Ölmemek için yapmadıklarımız mı, yoksa yaşamak için yaptıklarımız mı? 
Belki de katı şartlarımız yüzünden özgür olamıyoruz. Özgürlük için gökyüzü mü gerekir? Öyleyse hapisteki bir adam ne kadar özgürse biz de o kadar özgürüzdür zira içimizdeki özgürlük güdüsünü hapishanenin rutubetli duvarları gibi şartla çizilmiş bir gerekçe içine hapsetmişizdir. Özgürlük için koşul sonuç cümlesi kuruyorsanız zaten onu esaret altında tutuyorsunuzdur. Özgürlük nereye bakarsanız oradadır, sadece görmek gerekir. Ruhunuzu bir koşula bağladığınız müddetçe esirsinizdir, özgürlüğü görememeye esirsinizdir. Esaret altında olsanız bile zincirlenmiş, kelepçelenmiş olsanız dahi özgürlük budur, demediğiniz sürece özgürlük her şeydir. Kanatlı veya kanatsız, zincirli veya zincirsiz özgürlük özgür olmayı sever. Buna ulaşmanın tek yolu da içimizdeki özgürlük savaşına son vermektir. 

29 Kasım 2024 Cuma

AYIRT ETME

Ezgi Budak


Doğru ve yanlış gerçekten var mı? İkisi de illüzyondan ibaret olamaz mı? 
Doğru ve yanlışı ayırt edebilmek yalnızca yetişkinlere mi özgü? Çok gördükleri için mi? Çok görmek mi yoksa farklı görmek mi bizi olgun yapar? Yaş, yalnızca bir geri sayım mıdır? Olgunluk her yaşta kazanılabilir. Peki ya olgunluk bize ayırt etme yetisi verir mi? Belki verir ama ayırt etme yetisi ihtiyaç değildir. Beşeri erdemler ihtiyaç mıdır ki? Olmayan şeyleri ayırt edemeyiz. Doğru, yanlış ya da onların arasında bir kavram vardır. Bu yüzden ayırt etmeye ihtiyacımız yoktur. Olgunluk, yaş, doğru ve yanlış alakasızdır. Bunları birbirine bağlamak için kullanılmış ipler, bir doğru ya da yanlış oluşturmaz. 
Doğrunun ve yanlışın var olabilmesi için bakış açıları gerekir. Salt doğru, toplum tarafından kabul edilmiş olandır -bilim-. Salt yanlış ise bunun tam zıddıdır. Bu ikisi arasında kalan kısım, bizlerin bakış açısına bırakılmıştır. 
Salt doğru ve salt yanlış vardır. Doğru ve yanlış yoktur. Bu durumda bile salt doğru ve yanlış sorgulanabilir. O zaman neden insanlar kanıtlanabilirliği olmayan bu konu üzerine bu kadar tartışıyor? Kimin doğru, kimin yanlış olduğunu asla bulamayacaklar. 
Bir başka insanın üzerinde kendi doğruların zorla taht kurarsa bu onu doğru olmaktan çıkarmaz mı? Doğru ve yanlış üzerine verilen bu savaş asla bir son bulmayacaktır ve diğer tüm savaşlar gibi bu da ölüm getirecektir. Doğru veya yanlış fark etmeksizin. 


SEBEB-İ TELİF

Ezgi Budak

Kimse gelip de bana “Neden yazıyorsun?” diye sormasın. Yazmak benim ihtiyacım olduğundan bir sebebi yok. Aslında bu soruya kendiniz de cevap bulabilirsiniz. Kendinize “Neden nefes alıyorum?” diye sorun. Bulduğunuz cevap, hepimizin cevabı olacaktır. 

23 Kasım 2024 Cumartesi

DEĞİŞKENLER VE ETKENLER


Ezgi Budak



“Her şeyin bir nedeni var mıdır?” sorusu beni sorgulamaya itti. Gerçekten her şeyin bir nedeni var mıydı yoksa bazı şeyler nedensiz miydi?
Bu dünyada nedenleri arayan fakat en nedensiz şey insandır. Bu kısır döngü başımızı öylesine ağrıtıyor ki içinden çıkmak için kendi kendimize yalvarıyoruz. İnsan, neden var? 
İnsan ne ki? Bir canlı mı yoksa erdem mi? İnsanlık yalnızca insan diye adlandırdığımız canlıya ait bir olgu olabilir. Olabilir ancak her insan buna sahip olmayabilir. Tıpkı saygı gibi, tıpkı merhamet gibi, tıpkı vicdan gibi. O olgu neyi barındırıyor peki, insan deyince aklımıza ne geliyor? Zeka mı, sosyallik mi dayanışma mı; bencillik mi adaletsizlik mi, maymun iştahlılık mı? Belki de insan kelimesi abartıldığı kadar üstün değildir. Bu kelimeyi abartan yine insandı, ben demeye meyilli olan insan. Bu erdemin varoluşa ne katkısı var? Bir katkısı var mı? İnsan, bencilliği yaymak için var olamaz mı? Bencillik sayesinde fedakarlığı ortaya çıkarmak için. 
Varoluşumuzun sebebi iyi olmak mı, iyiyi var etmek mi? İyi ve kötü diye bir çelişki de olmayabilir, tüm bu ayrım bakış açılarından da ibaret olabilir. 
Doğru bakış açısı hangisi? İnsanın kendine göre uyarladığı mı yoksa topluma göre mi? İnsan yanlışsa bakış açısı da yanlış olur, toplum yanlışsa yine yanlış olur. Ne de olsa toplum yine insanlardan oluşur. 
Yanlış ve doğru arasında ince bir çizgi mi var? Biz yanlış perspektiften bakıyorsak ve aslında aralarında dağlar kadar fark varsa.
 insan vahşidir. Her şeye karşı savaş açar. Varoluşa, dünyaya, kendine, doğuma ve ölüme. Ölüme karşı açılmış ölümsüzlük savaşı öylesine anlamsızdır ki üç yüz bin yıldır kazanılamamıştır, beraberinde yalnız ölümü getirmiştir. 
İnsan neden kendine savaş açar? İnsan olduğu için. 
Belki de insan zıtlıklar dengesini sağlamak için vardır, belki de sorgulamak için. Var olduğumuz için mi sorguluyoruz yoksa var olmak için mi?
Aradığımız zaman her şeye bir neden bulabiliriz. Sadece bulduğumuz nedenler farklı olur. Bazılarımız yok olmak için var olduğumuzu söyle, bazıları iyi olarak kötülüğü ortaya çıkarmak için, bazılarımız ise kötü olarak iyiliği ortaya çıkarmak için var olduğumuzu savunur. 
Kimileri bunu dine bağlar, kimileri farklı olmak için olduğumuzu, kimileri ise bir amaç bulmak için var olduğumuzu düşünür. 
Bir cevap bulmakta zorlanıyoruz çünkü tam cevabı bulduğumuzda sorular değişiyor. Zorlanıyoruz çünkü bu soru çok fazla değişken ve etken içeriyor. 
Kim bilir belki de amacımız budur, herkes kendi cevabını bulsun diye varızdır?

1 Kasım 2024 Cuma

KAYNAĞINDAN AYRIŞTIRILAN EĞİLİM

Ezgi Budak


Boş bir sayfaya baktığımızda gördüğümüz tek şey, hiçbir şeydir. Oysa orası hiçbir insanın sahip olamayacağı bilgilerle doludur. Çünkü insan sürekli bir şeyler üretme eğilimindedir ve o eğilime ulaştığı zaman sayfalara gizlenmiş yeni eğilimler ortaya çıkaracaktır. Biz o eğilimlere bilgi deriz. Bu yüzden boş sayfalar müthiş bilgilerle doludur, yalnızca ortaya henüz çıkmamışlardır. Sayfayı tüm şeffaflığıyla okuyabilenler, yazarlardır. Yazar ve okur olmak arasındaki o ince nüans okuduğunu açıklayabilme yetisidir. 
O boş kâğıt, evrendir. Evren, içinde heplik barındıran bir hiçliktir. Bazıları hiçlik, der. Bazıları hepliği görür. Bazıları ise hepliği kullanabilir, açıklayabilir. Aslında bizim somut olarak gördüğümüz çevre. Bilgiler barındırır. O bilgiler, tıpkı genler gibi anlamlı nükleotidlerin bir araya getirilmesiyle oluşturulan bilmem kaçta birlik bir kısımdır. Kenarda, köşede duran ufak bir toz tanesinin oluşabilmesi için evrenden alınan eğilim -bilgi- kaynağının yanında o toz tanesinden farksızdır. Herhangi bir şeyin -yağmurun, ağacın, kum tanesinin, çiçeğin en ufak poleni gibi- oluşumu için diğer her şeyden farklı bir bilgi gerekir. Beşeri ya da doğal fark etmeksizin var olan onca şey için bir araya gelen onca bilgi karşısında insan da anlama yetisinin ne kadar kısıtlı olduğunun farkına varır. 
O farkındalık hissi insanın bilginin kaynağından bir şeyler koparma arzusunu ateşler. 
İnsanlar, seçicidir. Bir kesim, o arzuya kulak verir; bir kesim ise o arzuya kulak vermiş olanlara kulak verir. Dünyada sekiz milyar insan olduğunu da hesaba katarsak aynı bilgiler, farklı dillerde tekerrür eder. O bilgiyi tekrarlayanlar bekçilerdir, bilgilerin bekçileri. Bu kulağa doğru gelse bile, aynı zamanda birçoğumuz bunu yapıyor olsak bile doğru yol onun hemen yanındadır. Bilginin sahibi. Bilginin bekçileri bu evrende o bilgiyi aktarmaya yararlar fakat bilgiyi kullanamazlar. Bilginin sahipleri bilgiyi kullanmayı bilir. Bekçiler, yağmurun; suyun buharlaşması ile oluştuğunun farkındadır. Sahipler, bunu suyun döngüsüne bağlayabilir. 
Bilginin varoluş sebebi, oluşumdur. Oluşumun varoluş sayesi, bilgidir. 
Bizler insanız, bilgiyi kullanabiliriz. Metale şekil verirsek onunla ağaç kesebiliriz ve bu alete testere deriz. Maymunlar da bunu yapabilir. Testereyi görüp, gayesini anlayıp bir benzerini yapabilirler. Maymunlar bilgilinin taklitçisidir. Görüp yapar -taklit eder- fakat insanlar sahiptir, bilip -metalin keskin oluşunu- yapar. 
Bizlere bir bilgi kaynağı sunulur, kullanalım diye. Eğer biz öncü olmayacaksak maymunlardan ne farkımız kalır ki?
İnsanı hayvanlardan ayrı tutan zihniyet, insanın ilişkilendirme yeteneğine güvenmiştir. Ne iletişim kurabilmesine ne de bilgiyi paylaşabilmesine. 

18 Ekim 2024 Cuma

VİRAJ

 


Ezgi Budak


Cesaret bir silgi değildir insanlığa yazılmış olan korkuyu silemez. Silse bile ardında bıraktığı iz, bir şekilde yeniden belirir. 
Korku, gayet doğaldır. Adını andığınızda yüzünüze vuran soğuktan çok daha doğaldır çünkü o soğuk, bizim korkuya karşı hissettiğimiz boş korkudur. Sanki kalıplaşmış bir şey, sonbaharın hüznü getirmesi gibi. 
Korku, uçurumun kenarında durmak değildir. Öyle olsaydı cesaret, oradan atlamak olurdu. Korku, bilinmezliktir. Korku, önceden biçilmiş bir algıdır. İnsan en çok bilmediği şeyden korkar ya da korkunun kaynağı insanın bilmemesidir. Korku, keskin bir virajdır. O dönemecin sonunda karşına ne çıkacağını bilemezsin. Bu yüzden çoğu insan virajdan korkar. Bu yüzden virajlar bazen ölümcül bile olabilir. 
Korkuyu kabul etmiş insanlar, korkusuz olduğunu iddia eden insanlardan çok daha yüreklidir. Korkusuzluk, beraberinde cesaretsizliği de getirir. Bizi hayata bağlayan bir iptir korku. Cesaret ise o ipe hükmedebilme yeteneğidir. Bu yüzden her insan cesur değildir. 
Cesur, kişilik tanımı değil seçimdir. Deneyimler sayesinde seçtiğimiz bir seçenektir. 
Aslında hayat bizi cesur olmaya zorlamaz yalnızca doğası gereği virajlarda dolaşmaya zorlar. Bu cümledeki cesaret yanlış yorumlanmış bir insanlık hatasıdır yalnızca. Bu hata yüzünden ne virajda ilerlemek kolaydır ne de ipi dizginlemek. 

11 Ekim 2024 Cuma

ANILAR VE PANTOLON

Ezgi Budak

Bir noktadan sonra gelen farkındalık hissi; kaosta ve düzende bize, bizi aramaya zorlar. Fakat karanlık bize hep hiçbir şey verir. Koca hiçliğin arasında bakındığımız heplik. İnsan hep kendini arar ve doğru olanın bu olduğunu savunur. Savunduğu şey insanda “v” aramaktan farksızdır. 
Hayat yolunda giderken aradığımız en büyük şey kendimizdir. Oysa hiç kaybetmemişizdir onu. Aramak için kaybetmek mi gerekir? Arayanlar bulamaz ama bulanlar hep arayanlardır… bir şeyi kafamıza ne kadar çok takarsak o kadar bela olur bize. Kendi kendimize bela oluyoruz, belalardan kaçmaya çalışırken. Bu kısır döngü bize görülecek hiçbir şey bırakmayıncaya kadar döndürüyor ve en sonunda elimize geçen ufak tefek anılar oluyor dönüşümüze dair. Bu döngüye bizi iten neydi, kaosun ve düzenin kapılarını kapatan? Beklenti ve inançtı; ümit ve umuttu, bizlere ait olmayan gelecekti. 
Her şeyi başlatan o farkındalık yine bizlere kendilerine ait olmayan bir gelecek için yürüyen insanlardı. Diğer insanlar tarafından kabataslak ölçülerle alınmış bize biçilen pantolonlar gibi. Dar ya da geniş olmak fark etmeksizin sırf rengi güzel diye biçilmiş pantolonlardı bizi engelleyen. O döngünün içinden çıkıp gitmemize mâni olanlar. Neden kendi ölçümüzü kendimiz alamıyorduk ki? Rengi de biz seçebilirdik. Kapalı kapıları açıp açık olanları kapatabilirdik. İyileşebilirdik. Üzerimize yük olan tüm bu beklentilerden kurtulup kaosa karışabilirdik, düzene katılabilirdik. Döngüden kurtulup yeni yollar açabilirdik. Anılarla kendimize yeni bir çizgi çizebilirdik. İyileşebilirdik…
Şu ana kadar hiçbir insan iyileşememiş. Ya hala o hiçlikte kendi için boş yerlere bakıyor ya da farkında fakat kendi ölçülerini alamıyor, renk seçemiyor. Kimsenin daha önce biçemediği beklentisiz geleceğe bakıyor. Zaten yazmak kolay olsaydı üzerine düşülmeye gerek kalmazdı. 
Beklenti baskıya dönüşür, baskı da beceriksizliğe. Bu yüzden insan hayatı boyunca her yerde ve her zaman kendisini arar. Arar çünkü hiçbir zaman ve hiçbir yerde aradığı kendisini bulamaz. Bulduğu zaman ise ne pantolona gerek kalmıştır ne de anılara. 

27 Eylül 2024 Cuma

ZAMAN TÜNELİ

 Ezgi Budak, Akın Eliş, İdil Karaman
Antrenmandan çıkmış, yorgun argın evine doğru gitme çabasındaydı. Haftada dört gün antrenmana katılması gerekiyordu. İlk zamanlar hayli yorucu oluyordu bu sıkı tempo fakat artık bünyesinin alıştığını hissediyordu. Önceleri, antrenman dönüşü sadece uyukluyor, uzanıyor, dinleniyordu şimdilerde ise dönüşte hayata kaldığı yerden devam edebiliyordu. Otobüs durağına yakındı spor salonu. Otobüs, yarım saatte bir ancak geliyordu. Çok kalabalık olmuyordu çünkü şehrin sakin bölgelerinden birinde oturuyordu. Hatta yürüyerek de gidebilirdi lakin akşam karanlığında bu sakinlik bazen korku verebiliyordu. Durağa ulaştığında saatine baktı. Otobüs gelmek üzereydi. Bu durağa yalnızca onun oturduğu bölgeden geçen otobüsler uğrardı ve durakta da henüz kimseler yoktu. Birkaç dakika sonra durağa yaklaşan otobüsü fark etti ve binmek için kendisini hazırladı. Otobüsün üzerindeki güzergah ve numaralara dikkat etmeden eve bir an önce ulaşmak isteğiyle otobüse bindi. Kimseler yoktu otobüste ve önce kendisine rahat bir koltuk seçti. Zaten fazla yolcu olmayacağını tahmin ediyordu. Birkaç adım attıktan sonra sağ tarafta bulunan koltuğa oturdu. Kendisinden başka binen yolcu yoktu. İhtimal ilerdeki duraklarda birkaç kişi daha binecekti, hepsi bu kadar. Otobüs, beklemeden hareket etti. Bu, onun için iyiydi. Bir an önce evine ulaşacağı anlamına geliyordu. Bir süre dışarıyı seyretti. Hava çoktan kararmış, insanlar telaşla bir yerlere gidiyordu. Tam gözleri dalacaktı ki dışarısının tamamen karardığını fark etti. Bir tünele girmişti otobüs ve her zamanki yolu üzerinde bir tünel yoktu. Acaba yanlış otobüse mi bindim, diye düşündü ama bu durağa farklı bir otobüs gelmezdi ki. Tünel hayli uzundu. Farklı bir yoldan gidiyordu demek ki şoför. Artık yorgunluğunu hatırlamaz olmuştu. Yolun uzaması demek, evine geç ulaşması demekti. 
Tünel nihayet bitmişti. Otobüs yavaşladı ve daha önce hiç görmediği bir durakta durdu. Hayli kalabalıktı durak. İnsanlar otobüse hücum ediyordu. Tüm otobüs tıka basa insan dolmuştu. Kimse konuşmuyor, ses etmiyor, sadece karşıya bakıyordu. Endişesi artmıştı. Şoföre giderek otobüsün güzergahını sormak istedi fakat döndüğünde koltuğunu kaptırabilirdi. Bir süre otobüs böyle ilerledi ve yeniden bir tünele girdi. Bu kez yalnızca dışarısı değil otobüsün içi de karanlıktı. Neyse ki çok uzun sürmemişti tünel yolculuğu. Tünelden çıktıklarında otobüsün boş olduğunu fark etti. Otobüs herhangi bir yerde durmamıştı. Tünele girmeden önce tıklım tıklımdı ve tünelden çıkınca bomboş. Buna anlam veremedi. 
Belki de uyumuştu yorgunluktan ve şu an bir rüyadaydı. Belki de uyandığında inmesi gereken yeri geçmiş olacaktı. Bu bir rüya ise uyanması gerekliydi. Ayağa kalkmayı düşündü. Kalkabiliyordu. Şoföre doğru ilerledi ve sordu:
-Af edersiniz, bu otobüs Kılavuz Mahallesi’ne gitmiyor muydu? Biz şu an neredeyiz? Nereye doğru gidiyoruz. 
Şoför:
-Şu an çok önemli bir görevdeyim. Test sürüşü yapıyorum. Ben müsait olduğumda sizi arayacağım.
Bu, beklemediği bir cevaptı. İyice yaklaşınca şoförün elinde kocaman bir çevirmeli telefon olduğunu fark etti:
-Araç kullanırken niçin telefonla konuşuyorsunuz, ben size bir soru sordum, dedi.
Şoför, onu duymamış gibi yola bakıyordu. Hatta otobüs boşmuş gibi davranıyordu. 
Yeniden oturduğu yere gitmek için arkasını döndüğünde otobüsün tıka basa insanla dolu olduğunu fark etti. 
Bu esnada şoförün telefonu çalmaya başladı. Şoför elini cebine attı ve son derece şık bir cep telefonu çıkardı. Telefonun ışığından tüm otobüs aydınlanmıştı. Şoför:
-Testimiz galiba olumlu sonuçlanacak. Şu ana kadar farklı zamanlara ve farklı mekanlara ulaştım. Zaman tünellerinden başarıyla çıktım. Bu otobüsle yolculuk yapmak için insanlar servet ödeyecek, dedi. 
Telefon konuşması henüz bitmişti ki yine her yer karardı. Otobüsün içi de karardı. Tünelden kısa bir süre sonra çıktı otobüs. Dışarıya baktı, Kılavuz Mahallesi’ydi burası. Otobüs, tam durağın önünde durdu. Kapı açıldı. Aşağıya indi ve hızla kaybolan otobüsün ardından uzun uzun baktı. 
Belki de antrenman sayısını azaltmalıydı. 

İZLER

Ezgi Budak

Şimdi, geçmişin geleceği ve geleceğin geçmişidir yani hepsi aynı anda yaşanır ama biz bunları çok ayrı kavramlarmış gibi birbirinden ayırırız. 
Zaman, akan bir kavram. Bir nehir gibi, suyun akışını aynı yerden izlersin ama akan su farklıdır. Biz de aynı böyle her gün yeniden ve yeniden kaçamadığımız bu döngü içerisinde akıp gidiyoruz. İnsanlık kelimesi de akışkandır. Zaman nehriyle akabilsin diye. Ta ki son bir baraj önümüzü kesene kadar. 
Şimdi, gelecek ve geçmiş; zamanın üç ayrı kolu değildir. Hepsi aynı anda yaşanır. Buradaki ayrım noktası anılar, bilinmeyen ve sürmekte olandır. 
O nehrin üstüne düşmüş bir yaprak elbet akıntı tarafından bir gün aşınır. Dibe çöker, parçalanır, yok olur fakat o nehir akmaya devam eder. Belki de akışkan değilizdir. Zaman bizden önce de vardı, sonra da olacak. Kuraklık akışı durdurana dek, bizler nehrin üstünde yüzen yapraklar olacağız. Arkamızda bıraktığımız anılar ve göreceğimiz bilinmezlikle.  Altımızda akıp giden, bir dönüşü olmayan nehir ile yalnızca izler olarak kalacağız. 
Şimdinin değerini bilmeliyiz. Sadece şimdi yaşayabileceğimiz için değil, çok beklediğimiz gelecek ve deneyime dönüşmesini istediğimiz anılar bu noktada olduğu için, hâlâ bu akışta yer alabildiğimiz için, nehrin akışını görebildiğimiz için, bir “şimdi”miz olduğu için…

20 Eylül 2024 Cuma

YARIM

Akın Eliş, Ezgi Budak

Kendini çok eksik hatta yarım hissediyordu. Bir şeyler eksikti hayatında ama ne olduğunu bilmiyordu. Müzik dinliyordu fakat yarımlığını unutamıyordu. Ders çalışıyordu. Kimsenin çalışmadığı kadar çalışıyordu fakat hep bir yarımlık hissi zihninde çivi gibi batıyordu. Kitap okuyordu, parka gidiyordu, yürüyüşe çıkıyordu ama hep bir şeyler eksikti. 
Zaman zaman bu hissi ailesiyle ve arkadaşlarıyla konuşmaya yeltenmişti ancak ailesi onu psikoloğa götürmeyi teklif etmişti. Arkadaşları ise az ders çalışmasını ve az kitap okumasını önermişlerdi. Ciddiye alınmamıştı kimse tarafından bu sorunu. Ne yapsa, ne etse yaptığı, ettiği her şey bir boşluğa düşüyor gibiydi. Kocaman, karanlık bir uçurumdan aşağıya yuvarlanıyordu her eylemi ve sonra bulamıyordu onları. Kayboluyordu yaptığı şeyler, kayboluyordu düşündükleri bile. 
Rüyalarına bile siniyordu bu yarımlık hissi. Rüyaları da kayboluyordu. Hayatı yarım yaşadığını düşünmeye başlamıştı ve etrafını yarım gördüğünü. Her şeyi yarım görüyorum, diyemezdi. Anlatamazdı ki bunu kimseye lakin öyleydi. 
Arkadaşlarının arasında gülüyor, eğleniyormuş gibi yapıyordu. Onlardan ayrı kalınca daha da derinleşiyordu önünde durduğu uçurum. Daha da karanlıklaşıyordu. Onlarla maç yapıyor, onlarla pikniğe gidiyor, yürüyüşe çıkıyordu. 
Yine bir okul çıkışıydı ve herkes evine doğru ilerliyordu. Kimileri de okul önünde bekleyen servis araçlarına doğru gidiyordu. 
Üç kişilerdi birlikte yürüyen. Üç kişilerdi, eve kadar birlikte gidecek olan. Okulun dışına çıkmışlardı. Vakit ikindiydi ve havada hoş bir kızıllık vardı. Gölgeler uzamıştı. Üç arkadaş güneşi arkalarına almışlar, yürüyorlardı. Bir süre sonra beş kişi yürüdüklerini fark etti. Üç kişilerdi ve önlerinde yalnızca iki gölge vardı. Adımlarını yavaşlattı. Bir süre sonra yürümeyi bıraktı. İki arkadaşı ve iki gölge ilerlemişti. Gölgesinin olmadığını fark ettiğinde olduğu yerde kalmıştı. Bir ses duydu bunu fark ettiğinde. Çıtırtıya benzeyen bir ses. Arkadaşları döndü ve yanına geldiler. Gölgeler dönmedi. 

BİLİNÇALTI SANRISI


Ezgi Budak

Belki de bizi ayık tutan şey rüyalardır. Rüya, görme isteğiyle topladığımız bilgilerdir. Bilinçaltımıza işleyen, biz farkında olmasak bile bu arzuyla yanan küçük bir istektir. 
Uyku, bir kaçıştır. Hayatın somutluğunu bırakıp soyuta kaçtığın bir yoldur. Kısa sürse bile tüm iplerden ve yüklerden kurtulduğun bir eylemdir. Rüya görmek de cabası. Geçici bir süre bile olsa insanın inandığı bir sanrıdır. Yani rüya sanrı mıdır, değil midir bilmem. Ama en yakın kelime bu galiba. Peki, kabuslar da açgözlülüğün bir sonucuysa? Zaten böyle bir kaçış şansımız varken bir de farklı bir gerçeklik istememizden kaynaklanıyorsa? 
Güçlü bir iradeye sahip olmadıkça göreceğimiz rüyayı seçemeyiz ya da rüya  gördüğümüzü anlayamayız. Tabi kabuslar o gün veya o günler içinde gördüğümüz kötü şeylerin yansıması da olabilir. Ama zaten kötü bir gün geçirmişsek kaçış yolumuz neden bize daha çok yük olsun ki? Belki de kabusları kafamızda büyüten bizizdir. Fakat soluk soluğa uyandıktan sonra etkisini sürdürdüğü de doğrudur. Bu her ne kadar bizim hayal gücümüz olsa da. 
Kabus ve rüya kavramları gerçekten garipler. Gözümüzü kullanmadan bize görüntüler gösteren soyutluğun en güzel güçlerinden biri bence. Rüya ya da bilinçaltı sanrısı anılardan da ibaret olabilir. Kaçışımızın gerçekliği ve gerçekliğin kaçışı. Rüyalar her zaman mantıklı değildir. Lakin insanlar bu kıymetli sanrıya anlam yükler. Kaybetmek istemeyecekleri bir kavram. Her sorun uyuyarak çözülmez ama sorunların çözümü uyuyarak bulunabilir. Rüyaların kısa süreli bellekte yer alması onların unutulması gerektiği anlamına gelmez. Aksine az oldukları için değerlidirler. İnsana özel oldukları için değerlidirler. 

EKSİK TUĞLA


Ezgi Budak
Gözü kapalı resmedilir adalet. Çünkü o insanları dış görünüşüne göre yargılamaz. Her ne kadar bu çağın insanı tam tersini yapıyorsa da. Adalet kavramı soyuttur zira somutluğa ihtiyaç duymaz. İnsan bu iki gerçeklikten oluşuyor olsa bile belki de somutluğun adaleti güçsüz kılacağından soyuttur. Eşitlik ve adaletin aynı kavram olmadığı aşikâr. Eşitlik terazide gösterilemez.  Çünkü o terazinin kefelerine birer insan koyarsak elbet biri aşağıda kalır. Lakin eşitlik için o terazinin kolları aynı hizada olmalıdır. 
Ne yazık ki adalet bu günlerde gerektiği değeri görmüyor. Aslında insanın yaşama arzusunun fitili adalet olsa da o fitil yanamayacak kadar ıslak durumda. Şimdinin insanı insanlığın yani insanlık kelimesinin eksik kaldığının farkında değil. Fakat insanın ruhu evse bir tuğlası bile eksik kalınca içeri yağmurun, rüzgârın, dolunun girmesi kaçınılmaz oluyor. O eksik tuğlanın adı, adalet…
Tabii ki bu konu hakkında genelleme yapmak doğru olmaz. Ne de olsa her insan farklıdır. Bu yalnızca bir gözlem. Zaten bu gözlemi yapması gereken insanın kendisi. Yine de güçlü bir adalet duygusu ruhun gıdasıdır. Çünkü yalnızca adalet barışı getirebilir. 

13 Eylül 2024 Cuma

YAKAZA


Emir Subaşı
Akın Eliş
Metehan Ersoy
Ezgi Budak
-Benimle başlamasın, dedi isteksizce. Benimle başlarsa bitmeyebilir. Oysa başlamıştı bile. Uykuda mıydı?.. Belki de… Rüya mı görüyordu?.. Galiba. En son ne zaman rüya görmüştü? Düşündü, düşündü… Hatırlayamadı. Akşam yakındı. Sabah ve öğle ne zaman geçmişti, hatırlayamadı. Uykusu vardı. Gözleri bazen kendiliğinden kapanıyor, sonra aniden gözlerini açıyor, etrafa bakıyor, bir süre sonra yeniden uykunun eşiğine varıyordu.
Yalnızca o değildi bu hâlde olan. Bu kasabada yaşayan insanların tamamı rüyalarını kaybetmişlerdi. Anlatacak rüyası olmamak… Bunun acısını başka kasabalarda yaşayan insanlar bilemezdi. Uyku demek, karanlık demekti onlar için ve karanlık korkutucuydu. Bu yüzden uykudan da kaçar olmuşlardı. Uyumak istemiyorlardı. Çoğu insan artık yaşamı bir rüya olarak düşünmeye başlamıştı. Gerçek rüyayı ise zaten unutmaya başlamışlardı. Yalnızca kasabanın yaşlıları çocuklara çok çok önceden gördükleri tatlı rüyaları anlatıyorlardı. Hiç rüya görmemiş çocuklar anlatılan şeyleri anlamakta zorlanıyordu fakat dinlemek güzeldi. 
-Benimle başlamasın, demişti ama başlamıştı. Uykunun eşiğinden adım atacaktı ki uyku kapısına sırtını döndü ve düşünmeye başladı yeniden. Rüya… Bu kelimede bir aşinalık vardı ama bir o kadar da sonsuz çağrışımı vardı. Zihninde yankılandı durdu: Rüya… Rüya… Rüya… Aslında bir isim de olabilirdi bu. İnsanlar azalan değerleri, kıymetli şeyleri hep isim olarak vermiyorlar mıydı çocuklarına: Erdem, Onur, Özgür, Barış… Rüya da belki bir isimdi ve kelime yankılanıyordu zihninde. 
Kasabada kimsenin rüya görmediği anlaşıldığında ve bu olay bir sorun olarak ilk kez duyulmaya başladığında başka kasabalardan insanlar gelmeye ve rüyalarını anlatmaya başlamışlardı ilk zamanlarda. O zamanlar başka kasabalardan sürekli insanların gelmesi ve burada yaşayanlara soru sormaları, kendi rüyalarını anlatmaları kasaba halkının hoşuna gitmişti. Akın akın, uzaktan yakından onlarca insan gelmişti kasabaya ve soruyorlardı:
-Ne yani, gerçekten kimse rüya görmüyor mu bu kasabada. 
Hatta bazı insanlar bu kasabaya uyumak için geliyorlardı. Onlar rüya görmek istemeyen, rüyasında daha çok yorulan ya da kabus gören insanlardı genellikle. Gerçekten de bu kasabada uyudukları gece hiç rüya görmeden uyanıyor ve şaşkın şaşkın evlerinin yolunu tutuyorlardı. Kimi kabuslarıyla vedalaşıyordu kimi sağlığını kazanarak dönüyordu. Hatta bir dönem kasabada rüya görmek istemeyen insanlar için küçük bir otel bile kurulmuştu. 
Ya tam tersi ise yaşananlar, diye aklından geçti. Yani burada herkes çok fazla rüya görüyor ve gerçeğe çok yakın rüyalar görüyorsa… Ya rüyalar var ama mekan değişmiyorsa… Belki de böyle bir durum vardı ve çok fazla tedirgin olmaya gerek yoktu. Bu düşüncelerle önündeki bisküviye uzandı. Bisküvinin tadı yoktu. Bir tane daha, bir tane daha aldı. Bisküvinin tadı yoktu. 
Rüyasız geçecek bir akşamın daha sonuna yaklaşmıştı. Vakit gece olmuştu. Korkuyordu karanlığa teslim olmaktan. Uyumaktan, rüyasız uyanmaktan. 
Kasabaya bilim adamları gelmişti. Psikiyatrlar gelmişti. Çok uzun süre çalışma yapamadan geri dönmüşlerdi çünkü bilim adamları da burada rüyalarını kaybetmişlerdi. Bir daha rüya göremeyecek olmaktan korkup kasabayı terk etmişti gelenler. 
-Benimle başlamasın, dedi isteksizce. Benimle başlarsa bitmeyebilir fakat bitiyordu usul usul. Sonuna yaklaşılmıştı durgun bir gecenin, hikâyenin. Karanlığa kendini teslim etmek istiyordu artık. Uyumak istiyordu. Rüya görmeyecek bile olsa uyumak… Saatlerce uyumak, günlerce uyumak istiyordu. 
Kolları kendiliğinden iki yana düştü oturduğu sandalyede. Gözleri kapandı. Nefes alışları yavaşladı. Uyandığında sınıftaydı. Sınıf listesindeki son kişiydi. Gözlerini ovuşturdu ve rüyasını anlatmaya başladı:
-Belki de bizi ayık tutan şeyler aslında rüyalarımızdır, diyerek başladı söze. 

28 Mayıs 2024 Salı

AFORİZMA

Ezgi Budak

Eğer her insanın farklı olduğunu kabul ediyorsanız hepsinin aynı olduğunu da kabul ediyorsunuz demektir. 

21 Mayıs 2024 Salı

19.00

Ezgi Budak

On dokuz geç bir saattir.
Haberler bu saatte başlar
Ve haberler hep
Geç/mişi verir