26 Ekim 2024 Cumartesi

EFSANEDEN GERÇEĞE

Ayşegül Yıldız, Eymen Çam, Gamze Sena Kuyucu, Aden Mira Kartal


Tarihin bilinmeyen zamanlarıydı. Asya’nın bozkırlarında yaşayan millet artık eskisi kadar mutlu değildi çünkü bir yandan Çin akınları bir yandan da bastıran kuraklık bölgeyi yaşanmaz hale getirmişti. Hayvanlar açlık ve susuzluktan birer birer ölüyor, halk yoksulluktan yok olma tehlikesi yaşıyordu. Belki açlık ve yoksulluk o kadar etkilemiyordu ama bunların üzerine bir de Çin baskınları iyice milleti huzursuz etmeye başlamıştı. 
Ülkenin Kağan’ı halkına karşı kendisini sorumlu hissediyor, içine düştükleri bu durumdan kurtulmak için çözüm arıyordu. Bilgelerin, şamanların getirdikleri çözüm önerileri işe yaramıyordu. 
Tüm çözüm önerilerinin bittiği bir gece, ansızın yağmur yağmaya başladı. Oysa kuraklık vardı ve havada aylardır bulut yoktu. Herkesi şaşkına çeviren bu yağmurdan sonra şimşekler çakmaya, her yer aydınlanmaya başlamıştı. Yıllardır hasret oldukları yağmur yağarken halk uyuyamazdı, dışarıya çıktılar. Halkın yaşadığı yerin az ilerisinde kutsal olduğuna inanılan üç büyük çınar ağacının üzerine mavi bir ışık inmişti. Halk bu ışığın kendileri için bir kurtuluş olduğuna inandı ve ışığın geldiği yere doğru koşmaya başladı. Göz alıcı mavi ışık etrafı gündüz gibi aydınlatıyordu. Kağan ve bilgeler, şamanlar iyice yaklaştıklarında ağaçların tam üzerinde kocaman kanatlı bir canlı gördüler. Biraz insana benziyordu bu kuş biraz da kurda fakat kanatları da vardı. Yağmur yağdıkça kanatları daha da büyüyor, şimşek çaktıkça gözlerinde ateş gibi bir şeyler parlıyordu. Bu canlıyı Tanrının kendileri için gönderdiğine inandılar ve ona saygı gösterisinde bulundular. Bu canlı, daha önceden efsanelerde duydukları, taşların üzerinde resmini gördükleri Gadayey olmalıydı. Halk ne zaman yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalsa Gadayey onları tehlikeden kurtarmak için ortaya çıkmıştı. En azından yaşlılar çocuklara bu efsaneyi anlatırdı ve yine gelmişti işte kurtarıcı. 
Sabaha kadar yağmur yağdı, gök gürledi. Gadayey büyüdükçe büyüdü, heybetlendi. 
Günün ilk ışıkları artık umut ve kurtuluş için doğuyordu. Kağan etrafta toplanan halkına bir konuşma yaptı:
-Ey Halkım
Gördüğünüz, yaşadığınız gibi güzel olaylar gerçekleşiyor fakat geceden beri burada bulunan şu canlı hakkında ben çok iyi şeyler düşünmüyorum. Bu canlı Çin’in bize bir tuzağı olabilir. Bizi yok etmek için gönderilmiş olabilir. O yüzden sevincimizi çok fazla büyütmeyelim. Önlemlerimizi alalım. 
Kağan, böyle düşünmekte haklıydı çünkü Çin defalarca farklı farklı yöntemlerle kendilerine saldırmıştı. Bu sözler üzerine şamanlardan biri öne çıkarak:
-Kaygınızı anlıyoruz fakat bu canlının bir olumsuzlukla ortaya çıkmış olmasına ihtimal vermiyoruz. Bu canlı Gadayey’dir ve onunla ancak biz iletişim kurabiliriz, dedi. 
Kağan bunun üzerine iletişim kurmaları emrini verdi. Şamanlar bir süre Gadayey’in etrafında değişik hareketler sergileyip sesler çıkardıktan sonra gözlerini kapatarak beklediler. Halk ve Kağan da sessizce olanları izliyordu. Şamanların en tecrübelisi bir süre sonra kendine geldi ve şöyle dedi:
-Kağanım, gün kurtuluş vaktidir. Gadayey bizimle birlikte Çin’e karşı savaşacak bu sırada yağmurlar yağmaya devam edecek. Topraklarımız yeniden yeşerecek. Hastalıklar bitecek ve güçlü bir millet olacağız. 
Kağan’ın gözleri parlamıştı. Gadayey birkaç kez kanatlarını indirip kaldırdı. Kanatlarını açıp kapatması bile küçük bir rüzgâr oluşturmuştu. 
Genellikle baskından korunmak için geceleri nöbet tutan halk yıllardır ilk kez saldırı planı yapmaya başladı. Üç gün boyunca Çinlilerin mevzileri, sınırları konuşuldu ve planlı bir hareket için eli silah tutan herkes savaşa katılmaya çağrıldı. Halk elinde ok ve yaylar, mızraklarla atlanarak Kağan’ın çadırının önünde toplanmıştı. Şamanlar üç kutsal ağacın üzerindeki Gadayey’le iletişim kurarak harekete geçmek gerektiğini bildirdiler. 
Yalnızca geceleri saldırıda bulunacaklardı ve kırk gecelik bir taarruz olacaktı bu. Güneşin batmasıyla birlikte gökte Gadayey, yerde gençlerden oluşan ekip Çin sınırına doğru yola çıktı. Çinliler yaklaşan askerleri önce tebessümle karşıladılar fakat onların hemen üzerlerindeki Gadayey’i görünce şaşkınlıktan donup kaldılar. Gadayey, kanatlarını çırptıkça zaten rüzgar oluşuyordu. Pençelerine aldığı kaya parçaları ve büyük odunları Çin askerlerinin üzerine bırakıyordu. Çinlilerin ne okları ne mızrakları ne de ateş topları Gadayey’i etkilemiyordu. Mücadele çok uzun sürmedi. Gecenin tam ortasında Çinliler gerilemeye başlamıştı ve kaçarken bıraktıkları erzakı toplamak kalıyordu yalnızca askerlere. Toplanan erzak Gadeyey tarafından sabaha doğru halkın yaşadığı yere getirildi. Halk sevinç ve mutluluk içindeydi. 
Kırk gün sürdü bu mücadele. Kırk gece Çin sınırlarına hareket sürdü. Sonunda halkın yüzü gülmüş, kırk gün süren yağmurla her taraf yeniden yeşermeye başlamıştı.
Kırk birinci günün gecesi yine şimşekler çakıyordu. Yağmur daha da hızlanmıştı ama insanlar çadırlarında huzur içindeydiler. Birdenbire gece, mavi bir ışıkla aydınlandı. Halk bu mavi ışığın sebebini görmek için çadırlarından dışarıya çıktı. Büyük bir rüzgar vardı dışardı. Kutsal üç ağacın üzerinde yine mavi ışık belirmişti. Halk, Kağan ve şamanlar rüzgarın kaynağının üç ağaç tarafında olduğunu fark etmişlerdi. Güçlükle üç ağacın yanına gittiklerinde Gadayey’in süratle kanat çırptığını gördüler. Dakikalarca devam etti onun kanat çırpışları. Sonunda tüyleri alev alan Gadayey yanmaya başladı. Artık hareketsiz bir biçimde kül olmayı bekliyordu. Rüzgâr dinmişti. Yağmur azalmıştı. Sabaha kadar sürdü Gadayey’in tüm gövdesinin yanıp küle dönüşmesi. 
Sabah olup güneş doğduğunda Gadayey’e dair hiçbir şey kalmamıştı etrafta. Gençler ve babalar Gadayey efsanesini yüzyıllar sonra bir kez daha yaşamıştı ve torunlarına kim bilir kaç yüzyıl daha anlatacaklardı. 




YENİ BİR HAYAT

Nehir Güver

Okulun bitmesine son üç gün, bir saat, yirmi iki dakika vardı. Herkes kaç saniye kaldığını bulmaya çalışıyordu. Bense saniyeyi bulup üç günü gözümde büyütmek istemiyordum. Çünkü herkese tanınan bu özgürlük, bu serbestlik, bu sivillik ve bize yapılan bu haksızlığı kocaman üç gün boyunca çekeceğimi düşünmek canımı çok sıkıyordu.  Günler geçtikçe sınıf sayımız azalıyordu: 18, 4, 4. 
Sayılar azaldıkça sınıfları birleştiriyorlardı. Kendi sınıfının dışında başka bir sınıfta ders işlemek çok bunaltıcı bir his. Üstelik son haftanın son günlerinde ders işlemek… 
Bir teneffüs bari öğretmenler etkinlik getirsin, diyoruz. Bunu dediğimiz teneffüsün dersi matematikti. Öğretmen elinde kâğıtlarla girdi sınıfa. Birkaç kişinin, ben dâhil, yüzü gülümsemeye başlamıştı. Öğretmenle selamlaştıktan sonra öğretmenimiz:
-Verdiğim testleri çözeceksiniz, dedi. 
Gülümsemeye başlayan yüzler tekrar somurtmaya başlamıştı. Herkes o testi istemsizce çözmeye başlamıştı. Çözmeye başlayınca herkes ilk ünitenin ilk konusu olduğunu fark etti ve canları daha çok sıkıldı. 

Öğretmen bize kısacık bir süre verdi ve o süreyi verdikten hemen sonra soruları çözmeye başladı. Öğretmen soruları uzun uzun çözerken birden ders bitti. Üç arkadaşımla beraber kendi sınıfımıza gittik ve sınıfımızdaki dolabın üstüne çıktık. Onlarla yıl boyunca yaşanan gizli olayları anlattım. Teneffüs bitmişti. Bu sefer derse giren öğretmen bizi serbest bırakmıştı. Bu derste herkesin yüzü gülmüştü. Ben de üç arkadaşıma teneffüste anlatmaya başladığım olayların devamını anlatmaya başladım. Derste bütün olayları anlatınca anlatacak başka bir şey kalmamıştı. Yine ders bitti ve biz sınıfımıza geçtik yine dolabın üstüne çıktık. İçimizden biri inip sıraların arasında gözlerini kapatarak geziyor ve bir sıra seçiyordu. Seçtiği sıranın sahibinin kim olduğunu tahmin edip o kişinin özelliklerini sayıyordu. Okul böylece bitmişti. Öğretmenimiz, artık dağılabilirsiniz, dediğinde çantalarımızı topladık ve okuldan ayrıldık. 
Ertesi gün karne günüydü. Bu kez bütün sınıfımız gelmişti çünkü herkes karnesini almak istiyordu. Sonra ne olduğunu hatırlamıyorum. 

KARANLIK

Şeyma Ateş

Feride bir pazar günü evde tek başınaydı. İlk kez tek başına kalmıyordu. Anne ve babası işleri yüzünden bir hafta boyunca evde olmayacaklardı. Feride evde sıkılmıştı, bir paket cips alıp korku filmi izlemeye karar vermişti. Üstelik akşam vakti izleyecekti. Akşam olunca seçtiği filmi izlemeye başladı. Evde tek kaldığında korkmazdı ama içinde bir ürperti vardı. Saat on ikiye yaklaşıyordu. Uykusu gelmişti. On dakika sonra uyuyakaldı. Feride rüyasında gördüğü kabuslarla uyandı. Uyumadan önce ışıklar kapalı televizyon açıktı ama uyandığında ışıklar açık televizyon ise kapalıydı ve bazı eşyaların yeri değişmişti. Feride korktuğu için mutfağa gidip bir bardak su içti. Odasına doğru ilerlerken bodrum katından garip sesler duymaya başladı. Hemen telefonunu aldı. Annesi, babası… kimi arayabiliyorsa onları arıyordu ama hiçbiri açmıyordu. Odasına girdiğinde dehşete düşmüştü. Hiç bu kadar korktuğunu hatırlamıyordu. Odasının her tarafı dağılmış, duvarlarda garip lekeler, yanıp sönen ışık ve en korkuncu da anne babasının yatağında oturmuş bir şekilde Feride’ye korkunç bir biçimde bakmasıydı. Feride ne olduğunu anlamıyordu. Ne olduğunu anlamadan gözü karardı ve yere yığıldı. 
Yaklaşık dört saat sonra Feride koltukta uyandı. 
Feride bunların neden yaşandığını anlamıyordu. Dışarıya çıkıp yürüyüş yapmaya karar verdi. Yürüdü, yürüdü… Issız bir sokaktan geçerken takip edildiğini fark etti. Hızlı adımlarla yürümeye başladı. O an sırtında bir acıyla yere yığıldı. Aynı acıyı bir daha, bir daha hissetti. Gördüğü son şey önündeki kaldırım taşlarıydı, hissettiği son şey sırtındaki acı, duyduğu son şey ise insanların çığlık sesi ve ambulans sesiydi. Sonra her yer karardı. 

SIRADAN OLMAYAN BİR SABAH

Fatma Beren Karatepe
Agah Taha Temizkan
Ela Eyşan Polat
Amırhosseın Hamedıshahrakı
Elvin Rana Pelit
Atakan Kıvanç Ağca
Gamze Sena Kuyucu

-Hayırlı sabahlar, dedi teyzem. Uyandığımda teyzemi başucumda görmek beni şaşırtmıştı. Heyecanla sordum:
-Ne zaman geldin teyze?
Teyzem:
-Kar yağmaya başladığında yola çıkmıştım. Az önce geldim ve seni uyandırmak istedim. Dışarda çok fena kar yağıyor. Her taraf bembeyaz. 
Teyzemle aramın pek iyi olduğu söylenemezdi ama nedense sabah sabah onu görmek beni mutlu etmişti. Okula gitmek için hazırlık yapıyordum ki teyzem ardımdan seslendi:
-Ben sana kar tatili getirdim. Okula gitmene gerek yok, az önce okulların tatil olduğu haberi geçti. Şimdi seninle güzel bir kahvaltı yapacağız. 
Annem bu esnada mutfaktaydı. Oysa okulda en sevdiğim dersler vardı bugün: beden eğitimi, resim, müzik. Üstelik Türkçe öğretmenimiz de raporlu olduğu için dersimiz boştu. Bu güzel günde okula gitmiyor olmak, benim için bir ödül değildi. Okulu seviyordum aslında yani teyzemle evde vakit geçirmek mi, okul mu? Elbette okul. 
Teyzeme karşı neden böyleydim, bilmiyordum. Belki de annemin tavırları teyzem geldiğinde değiştiği için. Belki de teyzemin sürekli çocuklarını benimle kıyaslamasından dolayı. Belki de teyzem de öğretmen olduğu için. Teyzem, evimizin hemen yanındaki okulda öğretmendi ve beni hep öğrencisi zannediyordu. Ya da ben öyle algılıyordum. Oysa onun yeğeniydim. 
Başkalarının teyzeleri böyle değildi. Arkadaşlarımdan teyzelerini annesinden çok sevdiğini söyleyenler bile vardı. Sorun bende miydi, teyzemde miydi bilemiyordum. 
Bu düşünceler zihnimde sıralanırken annem kahvaltı vaktinin geldiğini söyledi. Ben düşünmeye devam ediyordum. Sonunda şöyle bir fikre kapıldım: Belki de teyzem, öz teyzem değildi. Mutfağa gittiğimde kahvaltı için yeterli ekmek olmadığını gördüm. Annem bana dönerek:
-Ekmek yeterli değil dersen markete gidip ekmek alabilirsin. 
Aslında ekmek yeterliydi fakat dışarıya çıkmam ve etrafı görüp biraz moral toplamam lazımdı. Teyzem söze girdi:
-Çocuk daha yeni uyandı. Ben hemen ekmek alıp geleyim.
Annem karşı çıksa da teyzem ayağa kalkmıştı bile. Hızla kapıya yöneldi. Bu fırsatı da elimden almıştı. Çaresiz onun dönüşünü bekleyecektim. Masanın üzerindeki çay bardaklarından çıkan buharları bir şeylere benzetmeye çalıştım anlamsızca. Hiçbir şeye benzemiyordu. Teyzem için konulan bardaktan çıkan buhar biraz farklıydı. Dikkatle bakınca teyzemi andırıyordu çıkan buhar. İyiye gitmiyordu benim düşüncelerim. Kar tatilinin keyfini çıkarmalıydım belki de. 
Bu esnada kapı çaldı ve açmak için koştum. Kapı dürbününden baktım çünkü kapıyı açmadan her zaman bakardım. Teyzem kapıda bekliyordu. Gözleri yerdeydi. Gerçekten teyzem miydi bu? Kapıyı açmalı mıydım? Farklı bir şeyler seziyordum. Bir yabancılık seziyordum. Teyzem bu kez kapıyı tıklattı ve telaşla açıverdim. Yüzüme bile bakmadan söze girdi teyzem:
-Bu marketteki mor kedi ne Allah aşkına? Nasıl bir kedi? Hiç böylesini görmemiştim, çok ürkütücüydü. Siz buradan nasıl alışveriş yapıyorsunuz? Ben bir daha bu markete gitmem. 
Mor kedi oysa çok sevimliydi. Sadece onu görmek için bu markete başka mahallelerden gelen insanlar vardı. 
Mutfağa geçtik, teyzeme karşı olan yabancılık hissim git gide büyüyordu. Kahvaltı masasında daha yakın gözlem yapmaya başladım. Önündeki çaya baktım teyzemin. Bardaktan halen buhar çıkıyordu ve buharda yine teyzem görünüyordu. 
Kahvaltıya başlamıştık ama ne yediğimi ne içtiğimi bilmiyordum. Başkasının yazdığı bir hikâyenin anlamsız kahramanı gibiydim. Her kim ya da kimler yazıyorsa bu hikâyeyi teyzemi benden uzaklaştırmayı başarmıştı. 
Uykudan mı uyanamamıştım daha yoksa bu yaşadıklarım bir şaka mıydı, anlayamıyordum. Kahvaltı bittikten sonra annem hiçbir şey söylemeden odasına gitti, hazırlandı ve evden çıktı. Onun için kar tatili yoktu, bu doğaldı. Babam da kaç zamandır şehir dışındaydı. Teyzem ve ben kalmıştık evde. Ben de bir şeyler söylemeden odama çekildim. Belki de biraz daha uyusam her şey değişecekti. Yatağıma uzandım, uyumaya çalışırken bir gürültü ile kapım açıldı. Teyzem, elinde sopaya benzeyen kocaman bir nesne ile odama dalmıştı. İrkildim ve bağırdım:
-Hayır, kendine gel teyze!
Teyzem tebessüm ediyordu. Elindeki sopaya benzeyen nesneyi yere tutuyordu ve gürültü yükseliyordu. Ben bağırmaya devam ediyordum:
-Teyze, ben senin yeğenin değil miyim?
Bu esnada gürültü kesildi. Teyzem bana yaklaştı. Gözlüğümü takmalı ve evden kaçmalıydım. Gözlüğümü el yordamı ile buldum. Tam takmıştım ki teyzemin elindeki şeyin süpürge olduğunu gördüm. Mahcubiyetle teyzemin yüzüne baktım, teyzem değildi bu. Teyze, diye hitap ettiğim temizlikçi teyzeydi bu. Zaten bana oldum olası soğuk davranırdı. Yüzümü yıkamadığımı fark ettim. Yüzümü yıkamalı ve kendime gelmeliydim. Sabah çok garip başlamıştı. 
Yüzümü yıkadım. Biraz daha kendime geldim o esnada kapı çalındı. Kapıyı açmak için koştum. Kapı dürbününden baktım, gelen teyzemdi. Öğretmen teyzem. 
Kapıyı açtım ve teyzeme sarıldım. 
-Neredesin sen teyze?