28 Aralık 2024 Cumartesi

TERK EDİLMİŞ KÖYÜN SIRRI

NURGÜL ASYA KILCI
ZEYNEP YURTTAŞ
KAAN ERDOĞAN 
MEHMET ZAHİD ÖKTEN 
MİRAÇ KAĞAN GÜLER  
TAHA METİN YILDIRIM 
SELİM KURT
TUNAHAN CEYLAN 

Evi, köyün en yükseğinde ve uzağındaydı. Senelerdir tek başına yaşıyordu bu evde. Çocukları köyü beğenmemiş şehre göçmüşlerdi. Eşi de çocuklarına uyup köyü terk etmişti. Ahırdan, samanlıktan, odundan, tavuklardan, kışın zorluğundan usandığını söylemişti evden ayrılırken. Artık modern bir hayat yaşamak istediğini, televizyonda sabah programlarını izlemek istediğini, geç kalkmak istediğini, mutfakta sıcak su istediğini söylemiş ve ayrılmıştı çocuklarıyla beraber evden. On iki çocukları vardı ve her ay birinde kalsam yeter, diyordu eşi. 
Cafer amcayı da çağırmıştı çocuklar şehre fakat 200 dönüm araziyi bırakarak şehre gidemezdi. Üstelik yirmi koyun on tane de ineği vardı. Tavuklarının sayısını bilmiyordu. Yıllardır kapılarında bekleyen köpeği, evin her tarafında fare avlayan kediyi bırakıp da gidemezdi Cafer amca. Buralar ona babasından, babasına da dedesinden kalmıştı. Buraları bırakıp giderse köyde kendisini sevmeyenler bayram ederdi. 
Yedi yıldır böyle yaşıyordu işte köyde. Tek başına sayılmazdı çünkü beslediği hayvanlarla dost olmuştu. Sadece tarlalar yoruyordu onu. Ancak elli dönümünü sürebiliyordu her yıl tarlanın ve kalan kısımları nadasa bırakıyordu.  Tarla sürme işi olmasa hayatından çok memnundu. Eşi Fadime’nin dırdırından da kurtulmuştu. Tek başına yiyor, içiyor, istediği zaman dinleniyor, geziyordu. 
Yine tarlaları sürme zamanı gelmişti fakat hiç içinden gelmiyordu bu sene tarlaları sürmek. Zaten aldığı ürünleri de yoksullara dağıtıyordu kendisinin çok ihtiyacı yoktu. Çocukları ise köy unu, köy sütü, köy yoğurdu istemiyorlardı. Hatta bu ürünlerin sağlıklarına zararlı olduğunu söylüyorlardı. Hijyenik değilmiş, hastalık olabilirmiş, miş miş miş…
Sabah erkenden kalkarak eski traktörüne bindi ve bu yıl süreceği tarlaya doğru yola çıktı. Tam tarlaya doğru gidecekti ki aylardır inmediği köyüne inmek, birileriyle sohbet etmek ve yardım istemek aklına geldi. Köyde gençler, çocuklar çok fazlaydı ve mutlaka birileri ona yardım etmek için yanında gelirdi. Yol boyunca düşündü, kimse ona yardım etmek istemezse elde edeceği hasılatı teklif edecekti. Yeter ki tarlalar boş kalmasın, diye düşünüyordu. 
Köyün içine doğru ilerlediğinde bir gariplik sezdi. Etrafta kimsecikler yoktu. Traktörün yanında koşan köpekler de yoktu. Gökyüzüne baktı, kuşlar, kargalar da yoktu. Ağaçların çoğu çürümüştü. Traktörü köyün tam ortasına durdurdu ve birilerini aramaya başladı. Evlerin çoğunun kapısı açıktı. Bazılarının pencereleri kırık, duvarları yıkıktı. Terk edilmişti köy ve bundan haberi olmamıştı. Kendini çok kötü hissetmeye başladı. Yakındaki çeşmenin kurnasına gitti ve oturdu. Kurna yosun tutmuştu ama çeşme akmaya devam ediyordu. Elini yüzünü yıkadı. Abdest aldı ve köyün camisine doğru yöneldi. Caminin de kapısı açıktı ve içerisi toz, toprak, örümcek ağlarıyla doluydu. İki rekat namaz kıldı. Köylüler niçin gitmişti, buna anlam veremiyordu. Camideki takvime baktı. İki yıl öncesine aitti takvim. Demek ki iki yıl olmuştu köylüler buradan göçeli. Bir ara tıkırtılar duydu. Belki birileri köyde kalmıştır diye ümitlendi. Bu esnada bir kedi miyavlayarak yanına geldi ve sevgi gösterisinde bulundu. Kedi, Cafer amcanın yanından ayrılmıyordu. Traktöre kadar yanında yürüdü. Cafer amca kediyi burada bırakamazdı. Yanına aldı ve yeniden yola çıktı. Tarlaları tek başına sürmesi gerekiyordu. Yarım saatlik yoldan sonra kedisiyle birlikte tarlaya ulaştı. Kedi hayli mutlu görünüyordu. Kediye bir isim bulmak aklına geldi. Bir süre düşündü ama aklına tezekten başka bir şey gelmiyordu. Kedisinin adını Tezek koydu. Kediye Tezek, diye seslendiğinde kedi toprağı kazarak ihtiyacını giderdi. Belli ki bu ismi sevmemişti. Başka bir isim düşündü, düşündü. Bu sırada tarladaki otlar gözüne çarptı. Çorabına baktı, pıtrak denilen bitkiler yapışmıştı çoraplarına. Kedi de tıpkı onlar gibi ayaklarının arasında dolaşıp duruyordu. Kedisinin adını Pıtrak koymaya karar verdi ve seslendi:
-Pıtrak. 
Kendisine seslenildiğini duyan kedi, yeni sahibinin yanına gelmişti bile. Cafer amca, kedisini yanına alarak traktörüne bindi ve tarlasını sürmeye başladı. Cafer amca her zamanki gibi sürüyordu tarlayı fakat bir noktaya gelince Pıtrak huysuzlanmaya başlamıştı. Yanında duramıyor, miyavlıyordu. Tedirgindi. Cafer amca, traktörü durdurur durdurmaz Pıtrak aşağıya atladı ve hızlıca bir noktayı eşelemeye başladı. Cafer amca buna bir anlam veremedi. Pıtrak’ın kazdığı yeri o da kazmaya başladı ancak bir şey yoktu kazdığı yerde. Traktörle burayı kazmak işini biraz daha hızlandırabilirdi. Yıllardır sürüyordu bu tarlayı ve bir gariplik görmemişti fakat şimdi Pıtrak sayesinde kafasına bin türlü şey gelmişti. Burada belki define vardı belki de kıymetli bir şeyler. Traktörü bu noktaya getiren Cafer amca dakikalarca burasını kazdı fakat ortada bir şey yoktu. Zaten Pıtrak da bu kez başka bir noktayı eşeliyordu. Cafer amca bu kez de o noktaya yöneldi ve orasını kazdı fakat tarlaydı işte… Hiçbir şey yoktu. Boşu boşuna heyecanlanmıştı. Sadece birkaç saat önce tanıştığı bir kedinin bu kadar etkisinde kalmasına şaşırdı, kendisine kızdı. Tarlanın düzeni bozulmuş, bazı yerler fazlaca kazılmış, çukur oluşmuştu. Buraları da düzeltmesi gerekiyordu.  Kaybettiği sürede tarlayı sürmüş olsaydı işi biraz daha azalmış olurdu. Pıtrak’a uzaktan biraz kahırla baktı ve tarlayı sürmeye devam etti. Pıtrak bulunduğu yeri yalnızca eşeliyor, Cafer amcaya hiç bakmıyordu bile. Bir süre sonra Cafer amca da ona bakmamaya başladı. Sadece işini bitirmeye çalışıyordu. Bir ara aklına Fadime geldi. Tam onu özleyecekti ki vazgeçti. Dırdırından kurtulduğu için küçük bir mutluluk bile duydu. On iki çocuğunu hatırladı bu esnada. Yoksa on üç müydü? Belki de on bir çocuğu vardı. Zaten dördüncü çocuktan sonrasının adlarını hep karıştırıyordu. Bunları düşünürken işini epey azaltmıştı. Tarlanın sürdüğü yerlerine baktı ve bir türkü dolandı diline:
Benim sadık yârim kara topraktır. 
Fadime’den daha vefalıydı kara toprak. Bu esnada Pıtrak’ı hatırladı yeniden. Pıtrak, ortada görünmüyordu ve son kazdığı yerde küçücük bir tepe oluşmuştu. 

2. Bölüm

Cafer amca artık Pıtrak’ı kendi haline bırakmıştı. Normal bir kedi olsa zaten köyde kalmazdı. Demek ki anormal bir kediydi ve sahipleri burada bırakmıştı. Akşama kadar traktörüyle sürülmedik yer bırakmadı ve Pıtrak’a da dönüp bakmadı. Zaten Pıtrak da onun yanına hiç gelmemişti. Tarla sürerken bir süre sonra Pıtrak’ı bıraktığı yerden ayrılmak zorunda kalmıştı. Akşam olmuştu ve Cafer amca evine giderek bir şeyler yemek, dinlenmek istiyordu. Geçerken Pıtrak’tan ayrıldığı yere gelince duraksadı. Pıtrak ortalıkta yoktu fakat sabahtan beri eşelediği yer kocaman bir tepeye dönüşmüştü. Bunu bir kedinin yapması çok mümkün görünmüyordu. Zaten traktörden inecek hâli de yoktu. Evine doğru yola çıktı. 
Evine ulaştığında yemek bile hazırlayacak gücünün olmadığını fark etti. Biraz ekmek ve çökelek yedi, oturduğu yerde uyuyakaldı. Biraz zaman geçmiş, gece ilerlemişti ki kan ter içinde uyandı. Saatine baktı, sabah ezanı yakındı. Ayakları, elleri, sırtı uyuşmuştu. Rüyasının etkisinden kurtulamıyordu. Kendini toparladı ve abdest aldı fakat rüya aklından çıkmıyordu. 
Rüyasında Pıtrak’ın kazdığı yere gidiyordu ve bir kapı buluyordu orada. Kapıyı aralayınca başka bir dünyaya geçiyordu. Geçtiği dünyada Pıtrak ona rehberlik yapıyordu ve dolaştırıyordu. Üstelik Pıtrak konuşuyordu ve ona demişti ki:
-Benim anormal bir kedi olduğumu düşünmen çok yanlış Cafer amca. Asıl anormallik sende. Baraj altında kalacak bir köyde yaşayan tek insansın. 
Rüyasında saatlerce dolaşmıştı Cafer amca ve birkaç tehlike de atlatmıştı. Gördüğü define dolu sandıklara uzandığında yılanlar tarafından ısırılmaktan onu Pıtrak kurtarmıştı. Pıtrak’ın yılanla boğuşurken kuyruğunun bir kısmı da yaralanmıştı. Tam bu esnada uyanmış hatta elinde küçük bir acı hissetmişti. Acaba gerçekten bir canlı elini mi ısırmıştı? Dikkatlice baktı elinde küçük diş izine benzeyen kızarıklıklar vardı. 
Tüm bu rüyalar aç uyuduğundan olabilirdi. Belki uyuduğu yere ekmek kırıntıları dökülmüştü ve bu rüyaları görmesine neden olmuştu. Ya da Pıtrak haklıydı, anormal bir adamdı Cafer amca. 
İyi bir kahvaltı yaptıktan sonra yeniden tarlaya gitmeye ve Pıtrak’ın kazdığı yere yakından bakmaya karar verdi. Kahvaltıyla kaybedecek vakti yoktu. Çok meraklanmıştı. Yanına ekmek ve çökelek alarak yola çıktı. Hava halen karanlıktı. Tarlaya doğru giderken arada önünden bir şeyler kaçıyor gibi hissediyordu. Bazen de ardından birilerinin geldiğini zannediyor, geri dönüyordu. Pıtrak’ın sesini duyduğunu zannediyordu fakat yanında Pıtrak yoktu. Traktörün gürültüsünün azaldığı zamanlarda kahkahayla bir ses duyuyordu:
-Anormal olan sensin Cafer amcaaaaaa!
Hızını azaltıp Ayetelkürsi okuyarak devam etti. Biraz rahatlamıştı. Hava da aydınlanmak üzereydi. Pıtrak’ı bıraktığı yere geldi. Tepeciğin kenarında oturdu ve çökeleğini ekmeğinin arasına koyup yemeye başladı. Pıtrak yanına geldi bu sırada. Tam ekmeğinden son ısırığı alıyordu ki Pıtrak’ın kuyruğundaki zedelenmeyi gördü. Rüyasını hatırladı yeniden. Ekmeğin son parçasını kediye uzattı, dünden beri kedinin kazdığı yere yöneldi. Hava aydınlanmıştı. Cafer amca aydınlanmaya çalışıyordu. Kazılmış alanı görünce şaşkınlığı arttı. Burada bir kapı vardı ve rüyasında gördüğü kapıya çok benziyordu. Pıtrak, yanında bitmişti. Kapıyı biraz korku, biraz da merakla iteledi. Kapı, gıcırtıyla açıldı. Kapının ardından değişik, hoş bir koku geliyordu. Bu koku sanki Cafer amcayı içeriye davet ediyordu. Sağlıklı düşünemiyordu, ayakları kendisinden önce gidiyordu. Tıpkı bir rüyanın içinde gibiydi. Kapıdan adım attığı anda kapı şiddetle kapandı. Geriye döndü, kapıyı açmaya çalıştı fakat gücü yetmiyordu. Her yer karanlıktı. Yeleğinin cebindeki muhtar çakmağı aklına geldi. Çakmağını çıkardı fakat yanmıyordu çakmak. Birkaç kez salladı çakmağını. Sonuncu denemesinde çakmak yandı ve etraf birazcık olsun görünür duruma geldi. Hemen yanında duran gaz lambasını fark etti. Gaz lambasını yaktı. Pıtrak, yanındaydı ve çok sakin görünüyordu. Geriye dönüş yoktu. Mecburen ilerlemek zorundaydı. Her şey çok belirsizdi. Ne yapacağını bilemiyordu. Bu esnada Pıtrak’tan ses geldi:
--Benim anormal bir kedi olduğumu düşünmen çok yanlış Cafer amca. Asıl anormallik sende. Bu yolculuğun sonunda beni daha iyi anlayacaksın. Haydi, yolumuz açık olsun.
Cafer amca artık şaşırmıyordu. Karşısına çıkacak her şeyi şimdiden kabullenmişti. 

3. Bölüm

Cafer amca birdenbire dinçleşmişti. Kendisini on sekiz yaşında filan hissediyordu. Pıtrak önde, Cafer amca arkada ilerlemeye başladılar. Bir süre sonra Pıtrak’ın yanına ona benzeyen başka kediler de katılmaya başladı. Cafer amca bir yandan yürüyor bir yandan da yanlarına gelen kedileri sayıyordu. Tam 40 kedi olmuştu hep birlikte yürüdükleri. Kediler, kendi aralarında konuşuyorlardı ama başka bir dildi bu Cafer amcanın bilmediği. Pıtrak:
-Cafer amca, aslında arkadaşlarım senden biraz çekiniyorlar. Onlara çekinmelerinin yersiz olduğunu anlattım. Sen onlar hakkında ne düşünüyorsun, anlat bakalım, dedi. 
Cafer amca:
-Hayatımda ilk kez bu kadar çok kediyi bir arada görüyorum. O yüzden biraz garip karşıladım ama sorun yok, dedi. 
Ne olacağını, kendilerini nelerin beklediğini hiç merak etmiyordu Cafer amca. Sadece içinde büyük bir huzur hissediyordu. Tarlasını, köyünü, ailesini unutmuştu bile. Yeni bir dünya, yeni bir hayattı burası. Onlarca sene bu tarlayı sürmüş ama altında neler olduğu hiç aklına gelmemişti. Bir süre daha ilerleyince karanlık dağıldı. Etrafta yemyeşil tarlalar, billur ırmaklar vardı. Ağaç da vardı fakat köyünün ağaçlarına benzemiyordu bunlar. Ağaçlardaki kuşlara baktı, sanki kelebekleri büyütmüş büyütmüş kuş yapmışlardı. O kadar renkliydi bu kuşlar. Daha sonra gözü ağaçlardaki meyvelere kaydı. Hiç görmediği meyvelerdi bunlar ve rengârenkti. Tam birinin yanından geçerken uzanıp koparacak oldu fakat Pıtrak:
-Ölmek mi istiyorsun Cafer amca. Bunlar yenmez. Şu an gördüğün her şey aslında senin beyninin ürünü, dedi.
Cafer amca anlamadı Pıtrak’ın ne demek istediğini. Belki ilerde gördüğü ırmak da gerçekte yoktu. Hatta belki burası da gerçekte yoktu. Birden bir huzursuzluk hissetmeye başladı. Az önceki rahatlık, mutluluk, huzur yerini tedirginliğe bırakmıştı. Yanındaki kedilere baktı, belki onlar da gerçekte yoktu. Acaba ben gerçekte var mıyım, diye düşündü. Bu düşünce zihnine düşer düşmez her yer yeniden karardı. Yanındaki Pıtrak kayboldu. Bir süre sonra her yer yeniden aydınlandı. Daha önceden görmediği bir yerdi burası. Etraftan sesler geliyordu. Babasını sesinden tanıdı:
-Ah Cafer ah… Sanki istedin de sana traktörü vermedik mi? Bizden habersiz dağa bayıra çık, traktörü uçuruma yuvarla, kendin de ağır yaralan… Neyse ki sana bir şey olmadı. 
Sonraki konuşan annesiydi:
-Tatilden tatile ancak köye geliyor çocuk. Belki de özlemiştir traktöre binmeyi ama keşke bize haber verseydi. Şimdi bu kırıklar ne zaman iyileşecek. Tatil bitmeden inşallah iyileşir evladım. 
Cafer gözlerini açtı. Lise ikinci sınıfa geçmişti ve karnesini alalı daha bir hafta olmamıştı. Köyü çok özlediğini ve traktörle bir bayır gezintisi yapmak istediğini hatırladı. Sonrasını hatırlayamadı. Gözleri yeniden kararmaya başladı. Bu esnada doktor olduğunu düşündüğü bir ses konuşuyordu:
-Çarpmanın etkisiyle beyninde hasar oluşmuştur diye korkuyordum fakat galiba iyi delikanlı. 
Cafer yeniden gözlerini açtı. Kesik kesik hatırlıyordu her şeyi. Bu esnada pencerenin önünden kendisini seyreden Pıtrak’ı gördü. 



DUYGULAR

Şeyma Ateş

Her gülen mutlu mudur
İnsan üzgünlüğünü gizlemek için de
Gülmez mi

Her ağlayan üzgün müdür
İnsan mutluluktan da
Ağlayamaz mı

Duygular çok değişiktir
Birinin gülmekten gözünden yaş gelir
Biri o kadar üzgün ve yorgundur ki
Ağlamaya gücü yoktur
Bazıları ise hiçbir şeye
Hiçbir tepki vermeden
Bomboş yaşar

ARKADAŞ



Ekin Akçay
                        Doğa için...

Bir arkadaş olmalı
Başlangıçtan beri yanında duran
Sana sıcacık bir bakış veren
Selamı ile yüzleri güldüren

Bir arkdaş olmalı
Suluğunu her zaman yere koyan
Çantası ne zaman yırtılıcak diye bakan
Bastonuyla taklit yapan

Bir arkadaş olmalı
Her bakışında dürüstlük olan
Her kelimesinde sevgi olan
Adı Doğa olan


EKİN

Doğa Uzunpınar

                           Ekin için...
Bilsem'e başladığım ilk yılda
Tanışmıştım onunla
Gülümsemesiyle
Alıştım hemen ona

Ekin'di onun adı
Biriktirdik onunla pek çok anı
Çıkardık onunla
Yaşadığımız her anın tadını

Sırlarımızı verdik
Birbirimizi çok sevdik
Onunla yaşadığımız her anı
Mutlulukla geçirdik


TUHAF BİR HAYAT

EYMEN ÇAM 
YUSUF KEREM ACAR 
İSMET ÇINAR ALTUNTAŞ 

1. Eğitim Hayatı

Baransel ilk dört senenin nasıl geçtiğini anlamamıştı. Okula gidip geliyor; dersler nasıl, diye soranlara “süper” diyordu. Okumaya üçüncü sınıfta geçmişti. Sınıfta elması kızaran son kişiydi. Aslında öğretmen unutmuştu bile onun okuyamadığını fakat nasıl olmuşsa olmuş, birden okumaya başlamıştı. Hem de arkadaşlarından daha hızlı okuyordu. Yazısı ise berbattı. Onun yazdıklarını görenler önce çivi yazısı zannediyor, sonra bilmedikleri bir alfabe olduğuna karar veriyorlardı oysa Baransel yazısının inci gibi olduğunu söylüyordu. Baransel’in yazısını yalnızca kendisi okuyabiliyordu. Bu ilk dört sene boyunca iyi bir şeydi fakat şimdi beşinci sınıfa geçmişti ve yazılılarla tanışmanın zamanıydı.
Bütün sınıfın gireceği ilk yazılıydı ve herkes oturmuş ders çalışıyordu. Bazıları heyecandan sık sık tuvalete gidiyor, oturduğu yerde heyecandan dizlerini sallıyordu. Neredeyse baygınlık geçirecek olanlar bile vardı. Baransel ise yazılıyı umursamıyordu. Nasıl olsa kâğıdını veren ilk öğrenci olacaktı. Bundan emindi. Bilmediği konu yoktu çünkü. Sonunda yazılı saati geldi. Öğretmen kâğıtları dağıttı. Sınıfta büyük bir sessizlik vardı. Bir süre sonra sadece kalem ve silgi sesleri duyuluyordu sınıftan. On dakika ya geçmişti ya geçmemişti. Baransel parmak kaldırarak öğretmenine:
-Sınavı bitenler kâğıdını verebilir mi öğretmenim, dedi. 
Öğretmen:
-Arkadaşların henüz ilk sorularda. Kâğıdın arka yüzünde de sorular var onlara baktın mı, diye karşılık verdi. 
Baransel kendinden gayet emin kâğıdını öğretmenine götürdü. Öğretmeni kâğıdı görünce önce irkildi. Tüm soruların altında cevaplar vardı fakat başka bir alfabeyle yazılmış gibiydi. Bir süre kâğıda bakan öğretmen sonucu açıkladı:
-100.
Tüm sınıf şaşkınlık içindeydi. Baransel ise haklı gururu yaşıyordu. İlk sınavda 100 alan ilk öğrenci olmuştu. Aslında cevaplardan kendisi de endişeliydi ve öğretmeni hiçbir cevabına itiraz etmemişti. Bu iyi bir başlangıçtı şüphesiz. Böyle devam etmeliydi. 
Sonraki günlerde de Baransel kâğıdını teslim eden ilk öğrenci, 100 alan ilk öğrenci unvanını korudu. Arkadaşları da en az kendisi kadar şaşkındı. Soruların cevaplarını konuşurlarken Baransel hiç ses çıkarmıyordu. Birkaç kez konuşacak oldu fakat arkadaşları garip garip birbirlerine baktılar onun konuştuklarından sonra. Baransel sorularla ilgili konuşmuyor, önceki gün yapılan maçları anlatıyordu ya da oynadığı oyunlardaki karakterlerden bahsediyordu sorularla ilgili olarak. İlk yazılılar bitmişti. Baransel; dersler nasıl gidiyor, diye soranlara artık “çok süper” diye cevap veriyordu. 

2. Sanat Hayatına İlk Adım
Eğitim hayatından sıkılmıştı Baransel. Kendini sanata vermek istiyordu. Resim çizmek için yetenekli olduğunu söylüyorlardı hep. Resim çizmeliydi. İki boyutlu resimler… 
O gün ailesinden resim çizmek için kendisine gerekli olan malzemeleri istedi. Akşam, okuldan eve döndüğünde masasında bir yığın malzeme buldu. Yemek yemedi. Çay içmedi ve resim çizmeye başladı. Önceleri hayalinde, zihninde olan şeyleri kâğıda tam olarak aktaramadığını düşünüyordu fakat akşamın ilerleyen saatlerinde geri dönüp önceki resimlerine baktığında tam da istediği gibi resimler çizebildiğini fark etmişti. 
Gece boyu uyumadı. Önündeki kâğıtlara bir şeyler çiziyor, kâğıdı kenara bırakıyor, bir süre sonra tekrar baktığında yarım resim, tam istediği gibi oluyordu. Sabaha doğru bitirdiği bütün resimleri odasının penceresine yerleştirdi. Pencerelerin tümü resimlerle kaplanmıştı. Uykusuz da olsa sabah okula gitmek zorundaydı. Servise binerken odasının penceresine baktı, büyülü bir evin penceresi gibiydi görünen manzara. Resimler sanki canlı gibi duruyordu. Evin önünden geçen herkesin dikkatini çekeceğini düşündü bu resimlerin. Sabah güneşi resimleri sanki canlandırmış gibiydi. Servis uzaklaşırken gözü halen resimlerindeydi. 
Gün boyu okulda ne yaşadı, neler yaptı, umurunda bile değildi. Eve gitmek ve resim çizmeye devam etmek istiyordu. Zaten gece boyu da uyumamıştı. Bir ara sınıfta uyudu. Neyse ki kimse rahatsız etmemişti de uykusunu okul bitinceye kadar almıştı. 
Son ders, iyice dinlenmiş olarak uyandı. Uyandığı anda da zil çaldı. Güneş, batmak üzereydi. Servisine koşarak evin yolunu tuttu. Servis, eve yaklaştığında uzaktan odasının penceresindeki resimler görünüyordu. Hızlı adımlarla evine girdi ve doğruca odasına gitti. Odasında bir gariplik vardı. Kâğıtlara çizdiği resimler sanki canlanmış gibiydi. Güneş ışığının etkisiyle odanın yüzünde geziniyor gibiydi bütün resimlerdeki canlılar. Bu durum ona çok keyif vermişti. Hatta bir ara neredeyse kahramanlardan birine çarpacaktı. Oturdu ve durmadan, dinlenmeden yeni resimler çizdi. Penceresinde artık yer kalmamıştı fakat duvarlar ve tavan boştu. Çizdiği resimleri tavana, duvarlara asıyordu. Artık odasında tek yaşamadığını hissediyordu, kalabalık bir odaya dönüşmüştü odası. Sadece sesi çıkmıyordu çizdiği karakterlerin. Pencerede, duvarlarda, tavanda dolaşıyordu çizdiği karakterler. Açlıktan ve yorgunluktan bir süre sonra masada uyudu. Gözlerini açtığında oda karanlıktı. Odasının lambasını açtı, her şey normaldi. Belki de uykusuzluktan görmüştü yaşadıklarını. Biraz yemek yedi, dinlendi fakat kâğıt ve kalemler sanki kendisini çekiyordu. Yeniden, yeniden, yeniden resimler çizdi. 
Odasından çıkmıyordu artık. Yemeğini annesi odasına getiriyordu. Okulu da unutmuştu. Gitmiyordu okula. Niçin okula gelmediğini arayan soran da olmamıştı hiç. Odasında kendine yeni bir dünya kurmuştu. Kahramanlarının kendisinin çizdiği bir dünya. 
Güneş doğarken ve batarken canlanan kahramanlarla dolu bir dünya. Bir süre sonra onlarla konuşmaya da başlamıştı. Onlarla sohbet ediyor, onların istediği yeni kahramanları çiziyordu. Neyse ki odası genişti ve hepsi sığıyordu bu mekâna. Hayatına bir canlılık, renk gelmişti. Kendine ait bir oda değil de dünya kurmuştu. 

3. Gerçek Hayat
Baransel, elindeki çay bardağı ile uyumuştu. Baransel dede kaç zamandır böyleydi. Kimseyle konuşmuyor; duvarlara, tavana, pencereye bakıyordu. Bazen sağ eliyle sanki fırça tutuyor da bir şeyler çiziyor, boyuyormuş gibi yapıyordu. En mutlu olduğu anlar güneşin doğuş ve batış zamanlarıydı. Diğer zamanlar sadece boşluğa bakıyor ama bir şey görmüyor gibiydi. Güneşin doğuş ve batış zamanlarında gözleri yerinde durmuyordu. Hatta zaman zaman sağa sola dönüp tebessüm de ediyordu. Yıllardır böyleydi. Etrafındaki insanlar alışmıştı onun bu haline. Kendi adının verildiği torunu Baransel onun bu durumuna zaman zaman üzülüyor, onunla sohbet etmeye çalışıyordu. Gittiği okulu, girdiği sınavları, çizdiği resimleri anlatıyordu. 

GRİ VE YALNIZLIĞIN RENGİ

 Elif Naz

Gri kimsenin aklına bile gelmeyen yalnızlığın rengi. O da adı gibi yalnız, kimsenin ilgisini çekmeyen siyah ve beyazın karışımını temsil eden, içinde biraz iyi biraz kötü barındıran, bende çok garip ve karamsar hisler uyandıran renk. O çok farklı ve çok yalnız. İçindeki siyahtan kurtulamayıp beyaza adım atamayan, artık pes etmiş, bıkmış, nötrleşmiş bir renk. İşte bu yüzden beni etkiliyor, tıpkı benim gibi.
Gri ve yalnızlığın rengi. 

BAZEN

Ekin Akçay

Ben olmak istiyorum
Bazen bir kapı
Her şeye açık bir kapı

Ben bazen olmak istiyorum
Bir bardak
Hayata dolu tarafından bakılan

Ben bazen olmak istiyorum
Bir pencere
Bütün rüzgârları içine alan

Ben bazen olmak istiyorum
Bir dolap
İnsanların özel şeylerini koyduğu

Ben bazen olmak istiyorum
Bir kamera
Bazen de sadece mutluluğu görmek istiyorum bütün diğer pişmanlıklardan nokta. 

ADI PİŞMANLIK

 Ekin Akçay


Kötülük neden bir insan tarafından başka bir şeye yapılır ki? Can sıkıntısı mı, art niyet mi yoksa bir diğerinin başının belaya girmesi mi? 
Bence her ne amaçla olursa olsun bu gerçekten de hoş karşılanacak bir şey değil. Bir düşünsenize karşıdakinin canının yanması, kalbinde derin bir iz bırakır büyüyüp gidecek olan. Karşıdaki hiç düşünmez, bir an bile. Çünkü düşünürse ne olacağını bilir. Üstelik düşünen kişi yürekliyse. Bazen fark edilmez bile karşıdaki söylemezse. Tabii bazıları vardır ki söylemez, yapanın kapılar kapandıktan sonra anladığı. Hani adı pişmanlık olan.

2025'İN İLK GÜNÜ

 Nehir Güver

Yılbaşı sabahına bir gün kaldı. 
Bütün çocuklar Noel Baba’nın gerçek olduğuna inanıyor ama öyle bir şey olmadığını o çocuklar dışında herkes biliyor. Ben ailemdeki herkese hediye almıştım. Yarın sabah o hediyeleri birlikte açacağımız için o kadar heyecanlıydım ki heyecandan uyuyamamıştım. Gözüme uyku girmiyordu. O zaman ben de dışarıya çıkayım dedim. Dışarıya çıktığımda çok fazla kar yağmıştı ve herkesin ayak izi silinmişti. Karda yürümeye başlamıştım, uzun bir süre yürüdükten sonra kocaman ayak izlerinde kırmızı pamuk tozları görmeye başlamıştım. Ayak izleriyle pamuk tozlarını takip ettim yakınlaşınca sanki karşımda iri bir gölge duruyordu. Gölgeye yaklaştığımda bir de ne göreyim? Karşımda beyaz sakallı, koca göbekli, sırtında kambur torbasıyla Noel Baba duruyordu. Bu imkânsızdı, yani öyle biri yok. Neredeyse bayılacaktım. Bunca zamandır yanılıyormuşum. Hala nasıl ayakta durabildiğime hayret ediyorum. Bence bir rüyadaydım. Hayır, rüyada değilim. Rüyada olsam uyanırdım. Iıııgh. Şu an karşımda Noel Baba duruyorken ona sorular sormak yerine rüyada olup olmadığım konusunda kendi kendimle tartışıyordum.
Ben bunları düşünürken Noel Baba birden ıslık çaldı. Yukardan dört ren geyiği ve onlara bağlı ışıltılı, süslü ve kırmızı koltuklu bir kızak indi. Bir kere daha bayılmak üzereydim. Ağzım açık, gözlerim sonuna kadar açık, Noel Baba’ya bakıyordum. İçimde aynı sorular tekrar dönüyordu. Noel Baba karşımda bana dik dik bakıyordu o sırada. Noel Baba bana bakarken:
-Aşırdığın hediyeleri geri ver, dedi. 
Neyden bahsettiğini anlamamıştım. Ona:
-Nasıl yani diyerek cevap vermiştim çünkü hediyelerle bir alakam yoktu. Noel Baba ve ren geyikleri:
-Hediyeleri geri ver ver ver ver ver… diyordu. 
Igıııh. Sadece bir rüyaymış. Üzülmeme gerek yok. İyi ki bir rüyaymış. Bu kadar rüyaya rağmen gece bitmemişti. Of… Hemen uyuyakalmıştım. Uyandığımda bu sefer sabahtı. Hem de yılbaşı sabahı. Ben herkesten daha erken kalkmıştım. Kimseyi uyandırmadım. Onlar uyandıktan sonra hep birlikte oturma odasında toplandık. Herkes birbirine hediyeleri vermişti. Bu 2025’in ilk sabahını mutlu bir şekilde geçirmiş olduk.

SENSİZ OLMUYOR

 
Amirhossein Hamedıshahraki


İster çok sıcak olsun hava
İsterse çok soğuk
İster sabahın beşi olsun
İster gecenin onu
O yoksa bir eksik hayatım
O yoksa çekiliyor damarımda kanım
Çok fazla bekleyince beni
Tadı kaçıyor
O yüzden bekletmeden koşuyorum ona
Sabah akşam demeden
Gidiyorum yanına

Ekmek ne kadar azizse
Su ne kadar değerliyse
Sen de o kadar değerlisin 
Sensiz bir hayat düşünemediğim doğru
Sensiz olmuyor ey şekersiz çay
Sensiz günü yaşanmamış sayıyorum



SENSİZ ASLA

Atakan Kıvanç Ağca

Seni özlediğim kadar
Özlemiyorum hiçbir şeyi
Sen yokken anlamı yok
Hayatın ve dünyanın
Anlamı yok derslerin
Okula koşmanın

Senden uzak kaldığımda bir süre
Hayat bana zindan oluyor
Dünya bir cehennem
Karışıyor her şey birbirine

Gün biter bitmez
Senin kollarında buluyorum kendimi
Uyku
Ey güzel uyku
Sen ne sihirli bir şeysin

YENİ BİR DOST

Agâh Taha Temizkan

Günlerdir yanımdasın
Yalnız günün belli saatlerinde değil
Gece başucumda 
Sabah yanımda
Okuldayken sıramda

Aslında beklemiyordum senden bu kadar vefa
Kimlerden kimlerden beklemişim boşu boşuna
Ne güceniyorsun bana
Ne kırılıyorsun
Pet şişem, küçük dostum
Sen beni terk etmezsen
Ben seni terk edemem
Nasıl bağlandım sana bilsen 

KAPI

FATMA BEREN KARATEPE
AGAH TAHA TEMİZKAN
AMIRHOSSEIN HAMEDISHAHRAKI
ELVİN RANA PELİT
ATAKAN KIVANÇ AĞCA



Geriye, sandalyeye döndü ve usulca yerine oturdu. Zaten uzun süredir dizleri ağrıyordu. Ayakta fazlaca bekleyemiyordu. Kapı hızlı hızlı vuruldu. Yeniden ayağa kalktı ve duvarlara tutunarak kapıya kadar gitti, kapıyı açtı:
-Çiğköfte galiba sizin. Afiyet olsun. 
Cevap vermesine fırsat bile bırakmadan yemekleri getiren kişi koşar adım merdivenlerden indi. Oysa yemek söylememişti. Çiğköfteyi zaten sevmezdi. Acaba kim söylemişti bu yemeği? Belki de karşı komşusuna gelmişti. Ya da alt kata getireceği yemeği kendisine getirmişti. Bir süre elindeki poşete baktı. Belki karşı kapı açılır, diye bekledi. Kimseden ses seda gelmeyince kapıyı kapadı. Zaten dizleri ağrımaya başlamıştı yine. Mutfağa geçti ve çiğköfteyi masaya bıraktı. Acıkmıştı aslında. Çiğköfteyi de daha önce hiç yememiş fakat görüntüsünden dolayı bir ön yargı oluşmuştu. Sevmiyorum, deyip senelerce yememişti. Eli istemsizce poşete uzandı. Ayran da vardı poşetin içinde. Sadece ayranı içse bile ona yeterdi. Ayrana uzandığı anda yeniden kapı vurulmaya başlandı. Belki de siparişin gerçek sahibiydi gelen. Telaşla poşeti topladı ve eline alarak kapıya doğru usul usul yürüdü. Kapıyı açarken poşeti uzattı fakat kapının önünde duran kişi de ona bir poşet uzatıyordu. Diğer eliyle ikinci poşeti de aldı. Poşeti bırakan kişi hiçbir şey söylemeden merdivenlerden koşarak indi. Şaşkındı. Poşetten güzel bir koku geliyordu. Göz ucuyla baktı. Kebap vardı içinde. Yine bir süre kapının önünde bekledi. Karşı kapıya baktı, aşağı katları dinledi. Mutfağa döndü. 
İki poşeti de masaya bıraktı. Açlık iyice kendini hissettirmeye başlamıştı. Çiğköfteye bakmak içinden bile gelmiyordu. Kebaba baktı. Onun da yanında ayran vardı. Yine ayrana doğru uzanmıştı ki kapının vurulduğunu duydu. Bu kez poşetleri masada bırakarak ve güçlükle kapıya doğru ilerledi. Bir günde üçüncü kez kapısı vuruluyordu ve açmaya gidiyordu. Çok yorucuydu bu iş onun için. Kapıyı açtı ama kimse yoktu ortalıkta. Birileri kendiyle dalga geçiyordu belki de. Kapının önünde bekledi, bekledi. Tam kapatıp içeri girecekti ki eşikteki poşeti gördü. Yine bir yemek firmasına aitti poşet. Artık içinde ne var diye merak etmiyordu. Hatta poşeti orada bırakıp kapıyı kapatmayı bile düşündü. Son anda uzandı ve poşeti yerden aldı. Onu da mutfağa, masanın üzerine bıraktı. 
İştahı kaçmaya başlamıştı ama açtı. Masada üç paket yemek vardı. Birinden başlamalıydı. Gelen son poşete doğru uzandı. Bu poşette ayran yoktu. Gazlı içecek vardı ucundan görebildiği kadarıyla. Aç karnına bunu içmese iyi olurdu. Tam hangi poşetten başlayacağına karar vermek üzereydi ki kapının önünde yine sesler duymaya başladı. Kapının ardından bir ses duydu:
-Murtaza Bey, siparişiniz kapıda. 
Önce canı sıkıldı fakat adının Muhittin olduğunu hatırladı. Murtaza adında kimseyi hatırlamıyordu. 
Artık kapıya bakmamaya karar verdi. Son kez kapıya bakacak ve bir daha hiç bakmayacaktı. Oturup tıka basa karnını doyuracaktı ve ardından uzanacak, eline bir kitap alacak ve okuyacaktı. Şayet çok yorgun olmazsa kahve bile yapabilirdi kendine. 
Bu düşüncelerle kapıyı açtı. Kimseler yoktu. Eşiğe baktı, paket filan yoktu. Üst kata, alt kata uzanarak baktı, kimseler yoktu. Hırsla kapıyı kapattı. Mutfağa girdi. Masaya baktığında şaşırdı. Masa boştu.
Sandalyelerden birini tuttu ve usulca yerine oturdu. Zaten uzun süredir dizleri ağrıyordu. Ayakta fazlaca bekleyemiyordu. 
 

27 Aralık 2024 Cuma

BİLMİYORUM


İdil Karaman


Ellerim, ayaklarım bağlı bu odaya
Sorsan özgürüm 
Aklım serbest mi peki?
Hayır
Yığınlara uyum sağlamak zorundayım
Zorundayız
Peki nasıl?
Bilmiyorum, bilmiyorum, bilmiyorum
Peki, bu sorunun cevabını hiç düşündüm mü?
Hayır 
Neden?
Bilmiyorum, bilmiyorum, bilmiyorum

NE İŞ?


Akın Eliş


Bunlar benim becerebileceğim işler değildi. Merdivenleri koşarak indim. Dışarıya çıktığımda gökyüzüne baktım ve derin bir nefes aldım. Bir nefes daha, bir nefes daha. Hava soğuktu ve yüzüme sert bir rüzgâr değiyordu. Şikâyetçi olabileceğim bir şey değildi havanın soğukluğu. Bu soğukluğa ihtiyacım vardı. Beni uyandırıyordu ve bana huzur veriyordu. Bunlar benim becerebileceğim işler değildi. Kaç kez söylemiştim oysa bu iş bana uygun değil diye. Kişiliğime uymuyordu bir kere. Hiç tanımadığım insanların kapısına varmak, zillerini çalmak… Ben kendi evimin bile ziline basarken çoğu zaman kuşkulanan, kendini kötü hisseden biriydim. Beni hiç tanımayan bir insan kapıyı açtığında neler düşünürdü kim bilir? Ürkütücü bir duruşum vardı. Yolda yürürken insanlar kenara çekiliyor ve bana yol veriyordu çoğu zaman. Montumun yakası hep yukarda ve ellerim hep ceplerimde. Beni gören çocukların ağlamaya başladığına çok şahit oldum markette, parkta. Şimdi bana verdikleri işe bak. Üstelik bu iş çok riskliydi. Bu kadar insanın arasında kimseyi ürkütmeden ve dikkat çekmeden dolaşacaksın. Gün bitmeden teslim etmen gereken her şeyi teslim edeceksin, üstelik sana sorulan sorulara cevap vereceksin. Evde olmayanlara tekrar uğrayacaksın. Üstelik çoğu evin giriş ve çıkışında kameralar var…
Bu işi yaparken yalnız değildim. Arkadaşlarımdan bu işi yaparken çok mutlu olanlar vardı. Bana da onlar önermişti aslında fakat bu kadar endişe verici olabileceği aklıma hiç gelmemişti. Bir kez “evet” demiştim. Uzaktan bakıldığında hiçbir zorluğu yoktu bu işin. Hatta on yaşındaki bir çocuk bile bu işi tereyağından kıl çeker gibi yapabilirdi ama benim kişiliğime tersti.
Gidip artık bu işten ayrılacağımı söylemenin vakti gelmişti. Hiçbir güç bu işi daha fazla sürdürmemi isteyemezdi benden. İş yerime geldiğimde kapıda bisikletler, motosikletler, küçük araçlar diziliydi. Bir ton iş vardı yapılacak. Derin bir nefes aldım ve patronun kapısını çaldım. Patronun önünde bilgisayar açıktı. Bir yandan bilgisayarda bir şeyler yapıyor bir yandan da telefonda yüksek sesle konuşuyordu. Beni gördüğü hâlde ben yokmuşum gibi devam ediyordu meşgul olduğu şeylerle. Bir süre bekledim. Belki de hiçbir şey söylemeden ayrılmalıydım. Tam dönüp çıkacaktım ki seslendi:
-Taha Bey, bir sorun mu var?
-Yok, dedim. Halledildi galiba sorun.
Dışarıya çıktım ve yeniden kapıdaki araçları gördüm. Herkes bu işi sorunsuz yapıyordu. Sorgulamadan yapıyordu. Kalan paketleri dağıtmak için yeniden yola çıktım. Bir kargo çalışanı olmak, belki de kötü bir şey değildi. Bu iş bana göre değildi ama değişebilirdim.  

CEVAPSIZ SORU


İdil Karaman


Herkes suskundu. Neden konuşulmuyordu, anlayamamıştım. Oysa biz onları dinlemek için gelmiştik oraya. Onlarca kişi, saatler öncesinden koltuklardaki yerini almıştı. Ben de en ön sıraya oturmuştum. Konferans saati başlamış hatta on dakika da geçmişti fakat konuşmacılardan herhangi bir ses yoktu. Kendi aralarında bile konuşmuyorlardı. Salon zaten sessizdi. Sunum yapacak olan kişiler de ne yapacaklarını bilmiyor gibiydi. Salonda sinek uçsa kanat sesleri duyulacak bir sessizlik hâkimdi. Birkaç dakika daha sessiz kalabilirdim ama sonrasında bu sessizliği ben bozabilecek kadar gerilmiştim. Kimse bir şey söylemiyordu. Boşuna mı toplanmıştı bu kadar insan, boşuna mı zaman ayırmıştım? Bu esnada bakışların bana odaklandığını hissetmeye başladım ama bu manasızdı çünkü ben de herkes kadar sessiz ve hareketsiz bekliyordum. Tüm gürültü zihnimdeydi. Sessizce geriye dönüp baktım, yan tarafımda oturanları süzdüm ve sahnedekilere yöneldi bakışlarım. Evet, herkes bana bakıyordu. Bir süre sonra üzerimde çevrili bakışlar bir tebessümle süslenmeye başladı. Bu tebessümler ürpertici, iticiydi. Giderek tebessümler yerini pis sırıtmalara bırakmaya başladı. Terlemeye başlamıştım ve salondaki sessizlik bozulmaya dönmüştü. Gülüyorlardı artık, hem de yüksek sesle. Bana bakarak gülüyorlardı. Arkamdaki koltuklarda oturanlar, yan koltukta oturanlar, sahnedeki konuşmacalar… Hepsi bana bakıp iğrenç kahkahalar atıyorlardı. 

Yerimden kalkıp salonu terk etmeyi düşündüm. İki elimi oturduğum koltuğun kenarlarına bastırarak yerimden kalkmaya çalıştım fakat kelepçelenmiş gibiydi kollarım. Pranga vurulmuş gibiydi ayaklarım. Hareket edemiyordum oturduğum yerde. Çığlık atmaya çalıştım fakat sesim içimde yankılandı. Dışarıya cılız bir ses bile çıkmadı. Ayaklarımı yere vurmak, ellerimle koltuğu yumruklamak istedim, nafileydi. Birden salon tamamen karanlığa büründü. Sesler çoğaldı, çoğaldı, çoğaldı… Sonra birden kesildi. Hiçbir şey duyamaz olmuştum. Gözlerimi ne zaman kapattığımı hatırlamıyordum. Gözlerimi aralamaya başladım. Gözlerim kamaştı önce aydınlıktan. Usul usul araladım gözlerimi. Her yer sessizdi. Tepemde bir lamba vardı etrafı fazlasıyla aydınlatan. Bir hastane odası olmalıydı burası. Yerimden doğrulmaya çalıştım. Ellerim, ayaklarım, gövdem yatağa bağlanmıştı. Yeniden gözlerimi kapatmıştım ki yanımdaki sesleri duydum ve gözlerimi açtım. Başucumdaki kişi bir doktor olmalıydı. Bana sordu:

-Bugün kendini nasıl hissediyorsun?




YARA

 
ZEYNEP AYTEN

Yaralıydı. Hem de ağır yaralı. Kimse farkında değildi yaralarının verdiği acının. Kimse farkında değildi kaybettiği kanın. Durmadan ona geliyorlardı tedavi olmak için. Hastalar, hastalar, hastalar… Aslında gelenlerin çoğu hasta değildi, sadece ona ihtiyaçları vardı. Onunla konuştuktan sonra yüzlerinde bir tebessüm oluşuyordu gelenlerin. Gelirken beton gibi bir yüzle gelen insanlar, onun yanından ayrılırken çiçek bahçesini andıran bir yüzle dönüyorlardı. 
Günler böyle geçiyordu. Kimse ona derdini sormuyordu. Kimse ona, yaralı mısın, demiyordu. Ona gelen her kişi bir yara bırakarak oraya geri dönüyordu. Bu kadar yaranın bir yararı yoktu ona. Bu kadar yarayı artık taşıyamayacağını da düşünüyordu. Neyse ki bazı yaralar kendiliğinden iyileşiyordu birkaç gün içerisinde. Bazıları ise anında iyileşiyordu. 
Kimse onun da hislerinin olabileceğini düşünmüyordu. Yara bere doluydu her yanı. Acı çeke çeke kurumaya yüz tutmuştu her yanı. Yıllardır bir yudum su getiren olmamıştı. Cansız bir iskelet gibi kalan gövdesine yıllardır bir kuş konmamıştı. Vücuduna kazınan anlamsız şekillerden, harflerden ve dallarına bağlanan renkli bez parçalarından acı damlıyordu. Hemen önüne yakılıp giden mumlar da canını yakıyordu. Böyle bir hayat düşünmemişti. Diğer arkadaşlarının fısıltılarını duyuyordu rüzgârdan, fırtınadan. Neşeli fısıltılardı bunlar. 
Yaralıydı ve gitme zamanının çoktan geldiğini biliyordu. Bir sabah onu alacaklar ve götüreceklerdi bilmediği bir yere. 
Daha önce hiç duymadığı bir acıyla selamladı son günü. Toprağın altında gömülü ayakları bile sızlıyordu. Rengârenk dalları titriyordu. Duyabileceği en büyük acıyı, sızıyı duymuştu artık ve bitmişti hepsi. Hepsi geride kalmıştı. Çok sürmedi, kendini yerde buldu. Toprağa hiç bu kadar yakın olduğunu hatırlamıyordu. Ayrılırken köklerine baktı, baktı… Bütün yaralarını orada bırakmıştı. 

AYNA

 
ZEYNEP AYTEN

O yüzü duvarda görünce bütün o sıkıntılı geçmişi tekrar tekrar yaşamış gibi oldu. Uzun bir hikâyeydi o yüzden yansıyan. İstese de başka yere bakamıyordu. Bir kez görmüştü o yüzü ve gözlerini ayıramıyordu. Elinde bir bardak çayla öylece kalakalmıştı odanın ortasında. Yıllardır görmediği birini görmüş gibi oldu. Epeydir haber alamadığı birinden haber almış gibi… Tüm cesaretini toplayıp en yakın koltuğa oturdu. O aynanın yerini değiştirmenin zamanı gelmişti. 

KAPI


ZEYNEP AKBULUT

Üzülmediğine göre bir sorun olmadığını söyledim fakat bana bir türlü inanmıyordu. Durmadan yere bakıyor, bir şey söylemiyordu. Bir ara ellerine baktım, parmaklarını çıtlatıyordu ama ses gelmiyordu parmaklarından. Haydi artık, dedim. Sen, yapabileceğin her şeyi yapmışsın. Onu da üzmemişsin, kendini de. Cevap vermiyordu ve arada gözlerime bakıyordu ve gözlerini gözlerimden kaçırıyordu. Beni görmek, ona tedirginlik veriyordu, sezmiştim. Daha fazla bekleyemezdim onun önünde. Arkamı döndüm ve kapıyı kapattım. Ayna, orada öylece kaldı. 

O SES

Akın Eliş


Bir şeyleri sürekli erteleme ihtiyacı duyuyoruz. Bunu o kadar çok yapıyoruz ki artık bir refleks haline gelmiş. Eğer yapmamız gereken işi sevmediğimiz bir şeyse erteleyemeyeceğimiz kadar önemli olsa bile bir yolunu bularak ertelemek istiyoruz. Öyle bir duruma geliyoruz ki artık yapmamız gereken iş bize zevk verse bile onu ertelemek istiyoruz. İçimizden gelen bir ses, bizi buna itiyor ve biz de her seferinde bu sesin buyruğuna boyun eğiyoruz. Artık bu sese dur dememiz, bu sesi kesmemiz gerek çünkü bu ses hayatımızı ele geçirmiş durumda, hayatımıza o yön veriyor. O ses ne isterse onu yapıyoruz yani kontrol ediliyoruz ama kendi tarafımızdan. O sese yenik düşüyoruz çünkü onun istediği gibi yaşamak bizim de işimize geliyor zamanla. O sesin dediğini yapmak kolayımıza geliyor ve insan her durumda kolay olana yönelmekte ustadır. Herkes istediği şeyin gerçekleşmesini istiyor. Dünyamızdaki kargaşanın, kaosun, karmaşanın, çatışmaların asıl sebebi de bu. Her insan o sesin dediğine inanıyor, inanmasa bile bunu bir emir olarak benimsiyor ve yapıyor. Herkes kendi istediğini gerçekleştirmek istiyor ve bu isteklerini yerine getirirken kimseyi umursamıyor. Karşısındakini bir rakip olarak görüyor ve ezmek istiyor. Kim fiziksel ve maddi imkânlar yönünden daha önde ise bu mücadelenin kazananı da o oluyor. Artık dünyanın kanunu bu değil mi?  Dünyaya güç sahiplerinin, güçlülerin dünyası demek daha doğru değil mi? İşte bakın, o derinlerden gelen ses, dünyamızı onların dünyalarına çevirdi ve bizi yani diğerlerinden güçsüz olanları şimdiden bir kolay yol aramaya yöneltti. Bu satırları düşünüp yazarken bile o ses devreye girdi ve güçlülerin galip geleceğine dair bir şeyler fısıldadı.
Bunu anlamak, o sesi bilmek ve onun niyetini tanımak bile bir kazanç diye düşünüyorum. Bir gün o sesi tümüyle keseceğimi biliyorum. 

DUYGU ÖRTÜSÜ



İdil Karaman


Yüz boyamak denir makyaj yapmaya
Asıl boyanan yüz olmasa bile
Kapatma ihtiyacı sadece görünüş değildir
Duygularını, ifadelerini kapatır insan
Soyut duyguları somut şekilde kapatmak verir rahatlığı
Aradığı konforu orada bulur
Kapatmayı ancak ihtiyacı geçtiğinde bırakır
İhtiyaçları hiç bitmeyeceği hâlde

26 Aralık 2024 Perşembe

VESVESE

 

1. BÖLÜM

ZEHRA YILDIRIM
ZEYNEP KARAMAN
MERYEM KATIRCI
RUKİYE TOKGÖZ
HÜLYA DOĞANCIK

Yine olmuştu işte. Aniden oluyordu bu. Günün ortasında bir yerlerde, hiç ummadığı bir zamanda önce başı ağrıyor sonra pıt pıt pıt burnundan kan damlaları düşüyordu önüne. Ne yaparsa yapsın burnunun kanamasını durduramıyordu. Bir süre sonra kendiliğinden burun kanaması geçiyordu. Doktorlara gitmişti bu yüzden. Hastane hastane dolaşmıştı fakat muayene sonrası kesin teşhis konulamamıştı. Hayatının en güzel günleri hastane koridorlarında geçmişti. Artık teşhis konulacağından umudu kesmişti, kendisi de ailesi de. 
Yine olmuştu işte. Artık alışmıştı bu duruma. Öğlen yemeği vaktiydi ve henüz birkaç lokma yiyebilmişti. Zaten yemek yemeyi de çok sevmezdi. İştahı kaçmıştı. Sessizce yanındaki peçeteye uzandı. Derin bir nefes aldı. Etraftaki insanlardan bazıları ona bakıyordu. Hatta biri gelerek:
-Yardıma ihtiyacın var mı, iyi misin, diye sordu. 
Başıyla ve elleriyle iyi olduğunu ima etti ve suskunluğa büründü. Nasıl olsa biraz sonra duracaktı burnunun kanaması. Öyle de oldu. Kantinden kalkıp sınıfının bulunduğu kata doğru yöneldi. Öncesinde bir ayna bularak yüzünü, burnunu kontrol etti.  Kan izi kalmadığını fark edince sınıfına geçmeye karar verdi. 
Tam sınıfına yaklaşmıştı ki kapıda bir kalabalık gördü ve içerden gelen çığlıkları duydu. Adı Mebrure değildi ama şaşırmıştı. Şimdi bu manzara karşısında Mebrure de nerden çıkmıştı? Zihni karışıktı. Oysa her zaman yaşadığı gibi bir burun kanamasıydı yaşadığı sadece kan biraz daha sıcak ve fazlaydı. 
Kalabalığın arasından ilerlemeye ne olduğunu anlamaya çalıştı. Sınıf arkadaşlarından biri yerde yatıyordu. Önce bayılmıştır, diye düşündü fakat diğer arkadaşları nefes alıp vermediğini söylüyorlardı. Nihayet sağlık ekipleri geldi. Bir kenarda olup bitenleri seyrediyordu. Sağlık ekipleri yerde yatan arkadaşının kalbinin durduğunu söylediler ve müdahale için onu bir sedye ile alıp götürdüler. 
O gün dersler iptal olmuştu. 
İlk kez, burnunun kanamasından bir şeyler çıkarma çabasına girmişti o gün. Ertesi gün arkadaşının ölüm haberini alınca kendini çok kötü hissetti. Bu duyguya nereden saplanmıştı? Bir açıklaması yoktu bu düşüncelerin. Saçma geliyordu bu bağlantı ona. Arkadaşının ölümüne üzüleceği yerde zihninde kurduğu şeylerden utandı. Zaten kalp krizi demişlerdi arkadaşının ölümü için. Hem yıllardır burnu kanıyordu ve bu tarz bir düşünce aklının ucundan bile geçmemişti. Düşündü, düşündü… Tam kendisini bu düşüncelerden uzaklaştırmıştı ki üç sene önce kedisinin öldüğü gün de burnunun şiddetle kanadığını hatırladı. 
Bu düşünce bağından kaçmak istedikçe aklına yeni yeni şeyler geliyordu. Dedesi rahmetli olduğu gün de burnu kanamıştı ama o zamanlar ailesi bunun stresten kaynaklandığını söylemişti. Öğrenciliğin çetin geçtiği yıllarda olmuştu bu olay. Sonra büyük depremi hatırladı. Depremin yaşandığı bölgeden çok uzaktalardı fakat gece uyandığında burnunun kanamasından yastığının kıpkırmızı olduğunu görmüştü. 
Zihninden bunlar geçerken dudağının üstünde bir ılıklık hissetti ve yine başladı: pıt, pıt, pıt… Bu sefer farklı hissediyordu kendini. Etrafa baktı, yanından gelip geçen insanlara baktı. Bir felaket haberi bekledi. Çok kısa sürmüştü burnunun kanaması. 
Beklediği kötü haberin gelmeyişi onu biraz rahatlatmıştı. Yüzünü, burnunu temizledi. Dışarıya çıkıp hava almak iyi gelir, diye düşündü ve apar topar bir yürüyüşe çıktı. Tam birkaç adım atmıştı ki önündeki kalabalığı gördü. Bir trafik kazası yaşanmıştı ve manzara çok kötüydü. Geri döndü. Yaşadıklarının bir kâbus olduğuna kendini inandırmaya çalıştı bir süre. Sonra yüzünü yıkamaya karar verdi. Olabildiğince soğuk suyla yüzünü yıkadı, yıkadı. Hırsını alamadı başını soğuk su musluğunun altında tuttu bir süre. Başının, beyninin soğuktan sızladığını hissedinceye kadar öylece kaldı. 
Başını kaldırdığında aynada kendi yüzünü gördü. İlk kez gördüğü bir yüz gibiydi. Burnuna dokundu, yüzüne, kaşlarına dokundu. Bu düşünceden sıyrılmanın bir yolu olmalıydı çünkü mantıklı bir tarafı yoktu bu düşüncenin. Birinin burnunun kanaması ve yeryüzünde bir canlının o esnada ölmesi… Bu düşüncesini ailesine anlatsa ihtimal yine hastane süreci başlardı fakat bu kez psikiyatri. Kendine bir kurtuluş yolu arıyordu. Karıncalar, sinekler geldi aklına. Hatta böcekler… Madem böyle bir bağlantı var, burnumun kanının hiç durmaması gerek, diye içinden geçirdi. Her saniye bir yerlerde böcekler, sinekler, karıncalar ölüyordu. Vahşi doğada büyük hayvanlar küçükleri öldürüyordu, denizlerde büyük balıklar küçükleri yutuyordu. Hatta sokak hayvanları da ölüyordu etrafında. Neredeyse birkaç ayda bir mutlaka ezilmiş bir kedi, köpek cesedi görüyordu sağda solda. 
Kendine bir çıkış yolu bulmuş olmanın verdiği rahatlıkla uzanmayı, dinlenmeyi düşündü. Burnunun kanadığı bir gerçekti. Henüz bunun nedeninin bulunmadığı da bir gerçekti. Geriye kalan her şey onun kurgusuydu. 
Uzandı, rahatlamış hissediyordu kendini. Kaç vakittir beynini kemiren düşüncelerden uzaklaşmıştı. Huzurluydu. Hayat, bunları düşünecek kadar uzun değildi. Bir an önce okulunu bitirmeliydi, başka ülkeler görmeliydi. Belki de yurt dışında burun kanamasına teşhis koyabilecek doktorlar da vardı. Uyudu…

2. BÖLÜM

Ertesi sabah uyandığında yeniden doğmuş gibiydi. Beynini kemiren düşüncelerden uzaklaşmıştı. Burnunun kanamasına zaten alışkındı. Önünde uzayıp giden hayata dahil olmalıydı. Gelecek hayalleri kurmalıydı. Öğrenciliği gereği gibi yaşamalıydı. Yaşıtı olan gençler gibi düşünmeli, hayata onlar gibi bakmalıydı. Müzik dinlemeli, film izlemeli, pikniklere katılmalıydı. Doğum günü yakındı. Güzel bir doğum günü partisi vermeliydi. Hazırlıklara başlaması gerektiğini düşündü ve başladı. Bir hafta sonrası için bütün arkadaşlarını doğum gününe davet etti. Pastalar, balonlar aldı. Normalde doğum günlerini kutlamayı sevmezdi. Davetlere de gitmezdi. Bu doğum günü aynı zamanda sembolik bir değer taşıyordu. Onun yeniden doğduğu gün olmalıydı. Hayata yeni bir gözle bakmaya başladığı günlerin içinden geçiyordu. Normalde arkadaşları ona hediye almalıydı fakat o, şimdiye kadar hediye almadığı, doğum gününe gitmediği arkadaşları için de özenle hediyeler aldı. Bu günü ölümsüzleştirmek için yeni bir fotoğraf makinesi bile aldı. Odasının her yanını süsledi. 
Nihayet doğum günü gelmişti ve doğum gününe kadar da burnu hiç kanamamıştı. Belki bu sorunu da aşıyordu. Yeni biri olmuştu. Mutluydu, hayatı seviyordu. Hayata derin anlamlar yüklemiyordu artık. Soruları, sorguları, şüpheleri, vesveseleri geride kalmıştı. Evet, yaşadığı her şey vesveseydi. Keşke söylenişi kadar güzel bir kelime olsaydı bu. Vesvese, vesvese… Birkaç kez tekrar etti bu kelimeyi ve saate baktı, aynı anda kapı çaldı. Kutlama saati gelmişti. Arkadaşları birer ikişer gelmeye başlamıştı. Sonunda doğum günü pastası masaya konulmuştu. Mumlar yakıldı. Müzik aleti çalmayı bilen arkadaşları yanında çalgılarını da getirmişlerdi. Mumlara üflemek için yaklaştı, bir değil birkaç dilek tutmuştu içinden. Daha önce kutlamadığı doğum günlerinin dileklerini de dilemenin zamanıydı. Buna hakkının olduğunu düşünüyordu. Arkadaşları bir yandan şarkılar çalmaya, söylemeye başlamışlardı. Gözlerini kapatıp mumlara üfleyeceği anda yanaklarında ılık bir ıslaklık hissetti. Gözlerini kapattığında bu ıslaklık daha da artmıştı. Kalp atışı hızlanmış, elleri titremeye başlamıştı. Gözlerini açmak istiyor fakat açamıyordu. Mumlara arkadaşlarının alkışları arasında üfledi. Gözlerini açtı, annesini yanı başında gördü. İstemsizce yanaklarına götürdü parmaklarını. Elinin tersiyle de gözlerinin altını sildi. Ellerinin üzerindeki kırmızılığı gördüğünde annesine endişeyle baktı. Herkes sessizdi. Herkesin yüzünden düşen bin parçaydı. Burnu kanamamış ama bu kez de gözlerinden kanlı damlalar gelmeye başlamıştı. Hâlen annesine bakıyordu. Kendisinden bir cevap beklendiğini gören annesi:
-Hiç zamanı değil biliyorum ama bir an önce kutlamayı bitirelim. Üzücü bir haberim var, dedi. 
Zihninde yeni bir senaryo, vesvesenin gücüne yaslanmış dolaşıyordu. Vesvese, sanki beyninde halay çekmeye başlamıştı. Annesine döndü:
-Söyle anne. Söyle… Dinliyorum.
Annesi elini uzattı ve ellerinden tuttu, gözlerinin içine bakarak fısıldadı:
-Benzine müthiş bir zam gelmiş hem de yirmi beş kuruş. 

24 Aralık 2024 Salı

BİLMEM NEDEN

Salih Taha Balta

Bilmem neden bulutlar beyaz
Bluzlar mavi
Geceler ve mazi siyah

Bilmem neden
Ağaçlar yeşil
Çiçekler sarı
Böcekler kahverengi 

Belki de hepsi
Kendi istediği renkte
Şimdi tek bir soru kaldı
Benim rengim ne

UÇTUM SEVİNÇTEN

Salih Taha Balta

Uçtum sevinçten
Seni görünce dede
Al yanaklı tonton dedem
Götür beni haydi yine
Parklara, gezmelere

Sırtına çıkar beni
Salıncakta salla
Ya da giderim belki
Oyuncak satan yerlere
O kukla ne güzel, bak dede
Uçtum sevinçten 
Bak 
Çok komik değil mi sence de

HESAP

MAHMUT ERAY ERBAŞ


İçin sıkılır bazı anlar
Hatırlanır yitip giden yıllar
Ama nafile dönemezsin geçmişe
Yolun diğer yarısı da bitmiş
Varmışsın sanki yetmişe

Yolun yarısına otuz beş demiş şairin biri
Kırk altında gitmesi 
Hayatın ironisi
Matematiği biraz karıştırınca
Evdeki hesap çarşıya uymamış gibi

ANLAMIYORUM

MAHMUT ERAY ERBAŞ

Bazı insanları anlamıyorum
Aslında bazılarını değil kimseyi anlamıyorum
Neden anlamadığımı da anlamıyorum
Böyle düşününce
Anlamak nedir 
Bunu da anlamıyorum

Anlamak zorunda mıyım
Anlamıyorum