kadir üstündağ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kadir üstündağ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Ekim 2025 Perşembe

DAĞIN ZİRVESİNE YOLCULUK

 Kadir Üstündağ, Yusuf Ensar Güler, Metehan Darıcı

1. Bölüm

Kara Kadir derlerdi ona. Biraz esmer olmasının bu isimle çok bir alakası yoktu. Evet, geceleri fark edilmeyecek kadar esmerdi fakat yine de bu kara sıfatı onun hayatının özeti gibiydi. Kara kara düşünmeyi severdi mesela. Gözü karaydı, gözünü daha da kararttığında etrafında kimse kalmazdı. En sevdiği şair Karacaoğlan'dı. Kara buğday unundan yapılmış ekmek dışında ekmek yemezdi.  Renkli ayakkabı giymezdi. Renkli kıyafet de giymezdi.

Annesi onu zaman kara koyun yününden yapılmış bir yastıkta uyutmuştu. Belki de burada başlamıştı hayatındaki karanın yeri. Bahtı kara mıydı? Henüz değil çünkü henüz liseye geçiş sınavına girmemişti. Bu sınavdan sonra belli olacaktı bahtının kara mı ak mı olduğu.

Küçücük bir kasabaydı yaşadığı yerleşim merkezi. Çok az arkadaşı vardı ve çok fazla işi vardı. Özellikle yaz mevsimine doğru tarla, bostan, bahçe işlerinden bitkin düşüyordu. Yaz mevsimi geldiğinde en yakın arkadaşı köpeği Karabaş'tı. Köpeğinin adını aslında Pamuk koymuşlardı, bembeyazdı çünkü ama Kadir bu ismi sevmediği için onun adını Karabaş koymuştu. Hatta ismini Karabaş koyduktan sonra köpeğini siyaha boyamıştı.

Yine bir yaz mevsimi geride kalmıştı. Okullar açılmak üzereydi ve Kara Kadir'in okula gitme isteği hiç yoktu fakat buna mecburdu. Üstelik artık 8. sınıfa başlayacaktı. Çetin bir eğitim öğretim yılı onu bekliyordu. Bu düşüncelerle evlerinin önündeki dağa uzun uzun baktı. Ardından Karabaş'a seslendi. Kendine küçük bir azık çıkını hazırladı ve okul açılmadan önceki son gezisini yapmaya karar verdi. Bu dağı çocukluğundan beri bilir, zaman zaman eteklerine gider hayvanları otlatırdı fakat hiç zirvesine çıkmamıştı. Bu dağın zirvesine dair efsaneler vardı. Yıllar önce bu dağa gidip geri gelmeyenler olduğu gibi değişim yaşayarak gelenler olduğundan da bahsedilirdi hep. Yine de kimse bu dağın zirvesini merak etmezdi. Kimsenin bu dağa gitmesini de pek hoş karşılamazlardı. Aniden verdiği bu kararı uygulamak için en iyi zaman bu günlerdi.

Karabaş önde Kara Kadir arkada yolculuk başlamıştı bile. Bir endişe vardı Kadir'in içinde. Adını koyamadığı bir endişe... Karabaş da değişik davranıyor sanki biraz ürkerek yürüyordu. Yol boyunca hiçbir şey düşünmedi Kadir. Sanki bir büyüye kapılmış gibiydi. Sanki dağda onu çağıran bir şeyler var gibiydi. Oysa defalarca dağın yakınına gitmişti fakat bu kez her şey çok farklıydı. Dağa yaklaştıkça garip sesler ve hışırtılar duymaya başladı. Belki yabani hayvanlar bu sesleri çıkarıyordu fakat yine de ürpertici gelmeye başlamıştı her şey. Biraz dinlenmek iyi olur, diye düşündü. Üstelik acıkmıştı da. Bulduğu büyük bir kaya parçasının üzerine oturdu. Çıkınını açtı ve bir şeyler yemeye başladı. Karabaş'a da onun yiyebileceği şeylerden vermeyi unutmadı. Biraz susamıştı, etrafta bir akarsu, göze, pınar bulabilmek ümidiyle etrafına bakınmaya başladı. Su bulunan yerlerin biraz daha yeşil olabileceği düşüncesiyle etrafında yeşil bir yer aradı. Biraz uzakta otlar diğer yerlere göre daha yeşil görünüyordu. Çıkınını topladı ve Karabaş'la o tarafa doğru yürümeye başladı. Yaklaştıkça tahmininin doğru olduğunu fark etti. Gerçekten de az ötede bir pınar gördü. Bu pınarı daha önce hiç görmemişti. Hayli eski görünüyordu. Kurnası yosun bağlamıştı. Yeniden ürkmeye başladı ama susamıştı da. Susayan yalnızca kendisi değildi tabi. Pınarın başına vardığında avucuyla birkaç yudum su aldı. Daha önce böyle bir su içtiğini hatırlamıyordu. Tadı biraz farklıydı ancak içtikçe içesi geliyordu. Iki avucunu pınarın önüne bir tas gibi tuttu ve uzun süre içti, içti, içti. Artık su içemeyecek kadar şiştiğini hissettiğinde kenara çekildi. Bu kez de Karabaş sudan uzun uzun içmeye başlamıştı. Suyun hemen yukarısındaki boşluğa önce oturdu, sonra uzandı. Gökyüzü açıktı, yakınlardan kuş sesleri geliyordu. Çimen ve çiçek kokuları ruhuna işliyordu. Karabaş da su içmeyi bitirmiş Kadir'in yanına uzanmıştı. Kadir büyük bir huzur okyanusunda yüzüyor gibiydi fakat yol uzundu. Bir an önce doğrulmalı ve yola devam etmeliydi. Uzandığı yerden kalkmaya çalıştı fakat gövdesi kocaman bir beton kitlesi gibiydi. Bir türlü başını yerden kaldıramıyordu. Ellerini de hareket ettiremiyordu. Çaresizce Karabaş'a baktı. Karabaş etrafında dolaşıyordu fakat Kadir hareket edemiyordu. Bir süre sonra Karabaş havlamaya başladı. Kadir yerinden kalkma çabasıyla bitkin düşmüştü. Artık pes etmek üzereyken etraftan sesler duymaya başladı. Ayak sesleri git gide yaklaşıyordu. Her adımda yoldaki çöplerden, çalılardan sesler geliyordu. Bir süre sonra Karabaş iyice hırçınlaşmıştı ve etrafında kocaman gölgeler belirmeye başlamıştı. Doğrulabilse gölgelerin kime ait olduğunu görebilecekti fakat hiçbir şey göremiyordu. Bağırmak istedi. Yardım çağırmak istedi fakat sesinin çıkmadığını fark etti. Yeniden kendini çaresizliğin kollarına bıraktı ve gözlerini kapattı.

Birkaç dakika gözleri kapalı bekledikten sonra bir elin kendini sarstığını hissetti. Gözlerini açtığında yanında kendiyle yaşıt bir çocuğun durduğunu gördü. Çocuk Kadir’e bakarak:

-İyi misin Kadir, dedi.

Kadir ürkerek:

-Tanışıyor muyuz, kimsin, nereden geldin sorularını peş peşe sordu.

-Yola birlikte çıktık, beni nasıl tanımazsın, dedi karşısında duran çocuk.

Kadir’in zihni karışmıştı. Yola Karabaş’la çıkmıştı. Gözleri Karabaş’ı aradı ama bulamadı.

-Ben yola Karabaş’la çıkmıştım ve seni ilk kez görüyorum, dedi Kadir.

Bu cümlelerin ardından çocuk ellerine, ayaklarına baktı ve bir çığlık attı.

-Ben Karabaş’tım zaten ve artık senin gibi bir insan olmuşum.

Kadir, bu saçmalığa anlam veremiyordu. Bu yaşadıklarının bir rüya olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Çocuk devam etti:

-Birlikte gitmeye çalıştığımız dağa yıllar önce ben de senin gibi gitmeye karar vermiştim. Duymuşsundur o dağdan kimilerinin dönmediğini kimilerinin de değişim yaşadığını. Bu dağın zirvesine ulaştıktan sonra ben bir köpeğe dönüştüm. Aylarca dolaştım ve yeniden yaşadığım yere döndüm ama kimse beni tanımadı. Sen sahip çıkınca senin yanında yaşamaya başladım.

Kadir anlatılanlara inanmak istemiyordu. Zihni iyice karışmıştı ve hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Yeniden gözlerini kapattı. Bir süre dalgın vaziyette kaldıktan sonra yeniden uyandı. Bu kez başucunda Karabaş duruyordu. Garip gözlerle ona bakıyordu. Az önce yaşadığı şeyin bir sanrı olduğunu fark etti. İlerde içecekleri su olmayabilirdi. Kadir, matarasını suyla doldurdu. İçtiği suya baktı, belki de suyun etkisiyle böyle bir şey yaşamıştı. Bu kez sorunsuz bir şekilde yerinden kalktı, bedeni dinlenmişti fakat kafası allak bullak olmuştu. Gün bitmeden dağın zirvesine ulaşması gerekiyordu. Karabaş suskundu. Karabaş önde Kadir arkada yeniden yola koyuldular.

Öte yandan Kadir’in ailesi, Kadir ve Karabaş’ın ortadan kaybolduğunu fark etmişlerdi. Hiç bu kadar uzun süre ortadan kayboldukları olmamıştı. Annesini bir endişe ve telaş sarmaya başlamıştı bile. Aklına türlü türlü senaryolar geliyordu ve bu senaryolar hiç iyi değildi. Annesinin aklına gelen senaryolar arasında Kadir’in dağa gitmiş olma ihtimali de vardı. En iyisi bir süre daha beklemek, Kadir ve Karabaş ortaya çıkmazsa onları aramak için harekete geçmekti. Zaman geçmek bilmiyordu. Annesi, beş dakikada bir saate bakıyor ardından etrafı kolaçan ediyordu fakat ortalıkta kimseler görünmüyordu.

Kadir uyumuş olmanın verdiği dinçlikle hızla yürüyordu. Dağın zirvesine ulaşmasına az kalmıştı. Bu yolculuğa niçin çıktığını bile unutmuştu, geri dönmek de istemiyordu. Garip hisler taşıyordu içinde. Kasabadaki hayatını düşünmeye başladı. Okul, ders, bahçe bostan işleri… Hayatını sorgulamaya başladı. Ne içindi bunca çaba? Yaşadığı kadarıyla ömrünü gözlerinin önüne getirdi. Geride kendisinden bir şeyler kalmış mıydı, hayır. Gelecekte yapıp işleyeceklerinden geriye bir şeyler kalacak mıydı, hayır. Etrafına baktı, ağaçlardan geriye bile kalan şeyler vardı. Hatta ağaçların bir kısmı insanlardan daha çok yaşıyordu. Üstelik dallarında kuşlar barınıyor, meyvelerini insanlar tüketebiliyordu. Derin soruların içinde bulmuştu kendini. Bu sırada azık çıkınından gelen hışırtıyı duydu. Belki de bir köstebek, böcek ya da yılan girmişti çıkınına. Önce biraz irkildi. Sonra çıkını kenara bıraktı ve usulca düğümünü çözdü. Gördüklerine inanamıyordu. Çıkınındaki elmalar yeşermiş hatta küçük birer ağaç fidanı gibi duruyordu. Bir süre izledi, yeni yeni filizlenen yaprakları gördü. Onun bu endişeli izleyişine Karabaş da dahil oldu. Çıkınındaki elma fidanlarını hemen kenarda bir yere dikti ve çıkınını tekrar bağlayarak yoluna devam etti. Artık neredeyse dağın zirvesine birkaç adım kalmıştı. Güneş, etkisini kaybetmeye başlamıştı. İkindi vakti olmuştu ve geri dönüş için çok az zamanı kalmıştı.

Dağın zirvesine ulaştığını düşündüğü bir noktadan bakınca biraz ilerde eski bir kulübe gördü. Aslında dönmesi gerektiğini biliyordu fakat kulübenin içini de görmeden gitmek istemiyordu. Yorulmuştu. Kalan son gücüyle kulübeye doğru ilerledi. Kulübenin kapısı yıllardır açılmamış gibi görünüyordu. Pencereleri kirden, örümcek ağlarından tamamen kapanmış gibiydi. Biraz tedirgin eden bir havası vardı buranın ancak merakına engel olamıyordu. Kulübenin kapısını araladı. Kapı gıcırtıyla açıldı. İçerdeki eşyalar yıpranmış, tozlanmıştı. Her yer toz, toprak ve örümcek ağı ile doluydu. Raflarda kocaman, kalın kitaplar vardı. Rafların bazılarında içi renkli sıvılarla dolu şişeler vardı. Koltuklardan en temiz gördüğüne oturdu. Karabaş da yanına oturdu. Dışarda güneş batmak üzereydi. Tekrar yola çıkmaya gücü kalmamıştı. Belki de geceyi burada geçirmeli ve sabah yola çıkmalıydı. Raflardan birinde gördüğü gaz lambasını eline alarak sildi, temizledi. Lambayı yakmak için kibrit ya da çakmak gerekliydi. Neyse ki yanında küçük bir çakı ve çakmak her zaman bulundururdu. Gaz lambasını yaktı ve bulunduğu koltuğa iyice yayılarak oturdu.

Kadir’in annesi tüm kasabayı ayağa kaldırmıştı. Kasabalı, ellerinde fenerlerle, meşalelerle Kadir’i arıyordu. Kasabada olmadığı anlaşılmıştı kasabanın yakınlarında da Kadir ve Karabaş’a dair bir iz yoktu. Akşam, geceye doğru ilerliyordu. Kadir ise derin bir uykuya çoktan dalmıştı. Rüyasında Karabaş’ın insana dönüştüğünü görüyordu, dağın zirvesinden başka dünyalara açılan kapılar görüyordu, çığlık çığlığa kendisini arayan insanlar görüyordu, annesini görüyordu, babasını görüyordu fakat onlara bir türlü ulaşamıyordu.

 

Gecenin ilerleyen saatlerinde  Kadir’in ailesi daha önceden Kadir’in su içtiği ve dinlendiği yere ulaşmıştı. Burada bir şeyler olduğunu fark ettiler. En azından etrafta kırılmış dal parçaları, ezilmiş otlar ve ayak izleri vardı. Kadir’in buradan geçmiş olma ihtimali çok yüksekti. Ailenin ve kasabalıların en büyük endişesi Kadir’in dağın zirvesine çıkmış olmasıydı. Dağa doğru ellerinde fenerler ve meşalelerle kasabalı ilerlemeye başladı. Kadir uyumaya devam ediyordu, Karabaş ise arada bir gözlerini açıyordu. Bir süre sonra kasabalılar ve ailesi Kadir’in bulunduğu kulübeye ulaştılar. İçeriye girdiklerinde Kadir mahmur gözlerle etrafa bakınmaya başladı. Anne ve babasını karşısında görünce hayli şaşırmıştı fakat babası ona yaklaşarak:

-Buralarda 12-13 yaşlarında esmer bir çocuk gördünüz mü, diye sordu. Yanında da bir köpek olmalı. Bu esnada Karabaş yerinden kalktı ve Kadir’in babasının yanında dolaşmaya başladı fakat bu kez de annesi devam etti:

-Sabahtan beri kayıp yavrum. Buralardan geçmiş olabilir, gördünüz mü onu?

Kadir, söylenenlere anlam veremiyordu.

9 Aralık 2023 Cumartesi

BİR KAYBOLUŞ HİKAYESİ

     Metehan Darıcı, Yusuf Kerem Köse, Muhammet Onur ve Kadir Üstündağ
    
  Bölüm 1: Sessiz Veda

    Sıcak bir yaz günüydü. Şehirde serinlemek mümkün değildi. Biraz hava almak için şehrin kenarına ırmak kıyısına ailecek gitmeye karar vermişlerdi. Meyuko daha önceden ırmağı yakından görmemişti. Babasının dediğine göre bu ırmak çok uzundu ve denize kadar akıyordu. Üstelik sahili de vardı, içinde balıklar da yaşıyordu. Heyecanla yola çıktılar, kısa bir yolculuktan sonra serinleyecekleri yere ulaştılar. Bir süre suda oynadılar, karınları acıktığında kahvaltı yaptılar, salıncak kurdular, top oynadılar. Küçücük bir sahili vardı ırmağın ve etrafta kimse yoktu. Akşama doğru yorgun düşmüştü ancak Meyuko halen yorulmamıştı.
     Irmakta onu çağıran bir gizem vardı. Irmağın akışına baktı, baktı, baktı. Aile fertleri derin bir uykuya dalmıştı. Hafif ama sıcak bir rüzgâr esiyordu. Etrafta kuş sesi bile yoktu. İstemsizce ırmağa iyice yaklaştı. Suyun üzerindeki yakamoz ve suyun ahenkli akışı adeta onu büyülüyordu. Az ilerde sandığa benzeyen, tekne parçasından küçük ama sebze sandığından büyük tahtadan bir kutu duruyordu. Sepet miydi yoksa bu? Yine sanki zihni uyuşmuş gibi ona doğru yürüdü, iyice yaklaştığında bunun içine oturulabileceğini ve kayık gibi kullanılabileceğini düşündü. Zaten yaklaşınca banyo küvetine de benzediğini görmüştü. İçine oturdu, uzanmaya çalıştı ama sığmadı. Yarısı suyun içinde olan bu cisim bir süre sonra Meyuko’nun ağırlığı ile tamamen suya girdi. Meyuko endişe duymuyordu. Bir salıncakta ya da beşikte gibi mutluydu. Bir süre sonra akıntıya kapıldığının farkında bile değildi. Ailesi git gide uzakta kalıyordu. Hava serinliyor, sağda solda küçük tepeler ve cılız ağaçlardan başka bir şey görünmüyordu. İyice yorgun hissediyordu kendisini, gözlerini daha fazla açık tutamadı ve derin bir uykuya daldı. 
    Bu esnada Meyuko’nun ailesi uyanmış ve onun yokluğunun farkına varmış her yerde onu arıyorlardı ama nafile bir çabaydı bu. Şehre dönerek yetkililere durumu anlattılar, çocuklarını aramaları için yardım istediler. O akşam tüm haber kanallarında ırmakta kaybolan Meyuko’nun fotoğrafları vardı. Yakınlardaki evler, kulübeler, hayvan barınakları arandı. Irmağın her yerine dalgıçlar görevlendirildi ama nafile. 
    Gece ilerlemiş, Meyuko gözlerini silerek ve üşüyerek uyanmıştı. Biraz ıslanmıştı aynı zamanda. Yıldızlar çıkmış, hava çoktan kararmıştı.

Bölüm 2: Bitmeyen Yolculuk 

Meyuko, saatlerce yüzen cismin içinde iyice halsiz kalmış üstelik acıkmış ve susamıştı. Elini nehre daldırarak birkaç yudum su aldı. Tadı hoşuna gitmemişti, çamur ve yosun arası bir tadı vardı. Akvaryum gibi kokuyordu ama başka yiyeceği ve içeceği yoktu. Aç karnını suyla doldurmaya çalıştı ama midesi bulanıyordu içtikçe. Daha fazla içmekten vaz geçti. Üzerinde yüzdüğü cismin içinde ayağa kalkarak sağa sola bakmaya çalıştı az kalsın suyu boyluyordu. Oturmaktan, uzanmaktan başka çaresi yoktu ama bunu bile tam yapamıyordu zaten küçük bir sepetti bu. Gözleriyle bir ışık aradı, kulaklarıyla bir ses duymak istedi hepsi nafileydi. Çaresiz kendisini akıntıya bırakacaktı. Annesini özlüyordu, babasını özlüyordu. Bir rüyanın içinde gibiydi ama rüya değildi bu. Korkmaya bile cesaret edemeyecek kadar korkmuştu. 

Başının altına elini koydu, büzüldü ve akıntıya kendisini bıraktı. Tekrar uyandığında sabah olmak üzereydi. Nereye gidiyordu? Yolun sonunda ne vardı? Hangi ilçede ya da şehirdeydi? Kafasına sorular üşüştü. Ya ailesi şimdi onun olmadığının farkına çoktan varmışlardır ama neden gelip kendisini kurtarmıyorlardı. 

Bu düşüncelerle çaresiz ilerlerken biraz ötede küçük bir ada parçasına benzeyen bir yer gördü. Irmak epey genişlemişti. Irmak üzerinde ada olur mu, diye düşündü ama git gide yaklaşıyordu bu küçük kara parçasına. Nihayet içinde bulunduğu cisim adanın kenarına takıldı. Meyuko saatlerdir oturduğu yerden doğrulmak istedi, her tarafı tutulmuştu. Islaktı ve ayakları ağrıyordu. Güç bela adım atarak adaya çıktı ve minik sandalını kenara çekti. Saatler sonra ayakları ilk kez yere basıyordu. Birkaç adım sonra açıldı. Birkaç ağaç vardı burada, çalılar vardı. En büyük ağacın yanına gitti. Bu bir dut ağacıydı. Dalları yere kadar inmişti. Açlığın verdiği hisle ağaçtaki dutları koparıyor ha bire atıştırıyordu. Kendine gelecek kadar yedikten sonra ağacın arkasındaki küçük kayaya doğru gitti ve orada bir sürprizle karşılaştı. Küçücük kümes gibi bir kulübe vardı burada. Hevesle tahta kapıyı açtı. İçerde küçük bir yer yatağı ve sandık vardı. Yatağa uzandı. Tam bir gündür uzanarak yatmamıştı. Bir saat kadar daldı. Uyandığında hava ısınmıştı ve öğlen vaktiydi. Demek ki buralara gelen insanlar var diye düşündü ama burası hangi ilin sınırları içindeydi? Kalkarak sandığın içine baktı. Balık konservesi ve su şişeleri vardı yanında. Konservelerden birini açmaya çalıştı, başaramadı. Sandığın dibinde konserve açacağı, çakı, çakmak gibi araçlar bulunca sevindi. Artık karnı doyacaktı. Konserve açtı, su açtı kendisine ziyafet çekti. Akşam yaklaşıyordu. Etraftan topladığı çalı ve odun parçalarını ateş yakmak için kullanacaktı. Çakmak paslanmıştı kullanılmamaktan. Biraz uğraştı ve ateş yakmayı başardı. Normalde elinden hiç gelmezdi böyle şeyler. Zorluk, yaşam şartları insana neler yaptırıyordu? Yaktığı ateşin yanında epey kaldı. Aklı ailesindeydi. Keşke iyi olduğunu biliyor olsalar, diye düşündü. Buraya bu malzemeleri koyanlar elbette yarın uğrar, beni aileme götürür diye kendisini teselli ediyordu. Gece hayli ilerleyip ateş zayıflayınca kulübeye gitmek üzere ateşi söndürecekti ki birileri ateşi görür de gelir diye söndürmekten vaz geçti. Kulübesine gitti ve uyudu. Rüya bile göremeyecek kadar yorgundu ve bu yorgunlukla sabah etmişti. 

Sabah birilerinin kendisini bulacağı umuduyla uyandı. Dışarıya koştu ama in cin top oynuyordu. Birkaç kuş vardı ses çıkaran o kadar. Adayı baştan sona dolaşma ihtiyacı hissetti. Küçücük bir okul bahçesinden az büyük bir adaydı burası ama yine de nerede ne var, bilmeliydi. Biraz ileriye gidince farklı şeyler görünmeye başladı. Yaklaşınca büyük bir küvete benzeyen bir şey gördü. Yanına gitti. Kullanılmamaktan rengi iyice solmuş bir sandaldı bu. Kenarları tahrip olmuştu demek ki buraya uğrayan pek kimse yoktu. Canı sıkıldı. Oysa bu gün birilerinin geleceğini düşünüyordu. Sandalın birkaç yerinde çatlaklar gördü. Adada başka bir şey yoktu. Buraya hapsolmuş gibi hissediyordu kendisini. Kurtulmalı ve ailesine ulaşmalıydı.

Burada bir gece kalmıştı ve burada kendisini bulmaya gelen kimse olmayacaktı. Yeni kurtuluş yolu aramalıydı bu düşünceyle sandalı kendince onarıp yola çıkmaya karar verdi. Kulübesindeki sandığı sandalın yanına getirdi. Bu epey zaman almıştı. Sonra sandalın onarılması gereken yerlerini konserve kutuları ve bulduğu diğer malzemelerle onardı. 

Kalan konserve ve suları sandala çıkardı, sandalı güçlükle itekleyerek içine atladı ve yeniden ırmağın akışına kendisini bıraktı.  

Bölüm 3: Sandal Yolculuğu

Yola çıktığında akşam yaklaşmıştı. Bir yandan seviniyordu yola çıktığı için bir yandan da üzülüyordu belki de hata etmişti buradan ayrılmakla. Bu düşüncelerle sandal ilerliyordu. En azından artık sandalda uzanabiliyor, oturabiliyordu ve yiyeceği de vardı. Onardığı yerlerin su alıp almadığına baktı. İçeriye su girmemişti. Bir süre sağı solu izledi ama yine görünürde bir yaşam belirtisi yoktu. Sandalına uzandı. Kulübeden aldığı battaniyeyi üzerine çekti ve derin bir uykuya daldı. 
Sabah uyandığında artık kara parçası çok uzaktaydı ve ırmak hayli genişlemişti. Uzaklarda dağlar, kıyılar görünüyordu ama burası artık ırmak değildi anladığı kadarıyla. Irmağın denize vardığı yeri geride bırakmıştı. Kurtulmayı umarken daha büyük bir sorunla karşı karşıya kalmış, ırmaktan kaçarken denize ulaşmıştı. Önce karamsar düşüncelere saplandı sonra burasının deniz olduğunu, denizde balıkçıların olacağını düşündü. Kurtulmaya az kaldı, diye sevinmeye başladı. Ancak akıntı artık eskisi kadar güçlü değildi. Denizin ortasında bir o yana gidiyordu bir bu yana. Üstelik güneş de fena yakıyordu. Gece üşümüştü, şimdi ter içindeydi. 
Çaresiz biçimde kaç gün, kaç gece geride bırakmıştı denizin ortasında bilemiyordu. Suyu ve konservesi azalıyordu. Bir yandan da fırtına çıkarsa diye korkuyordu. Neyse ki geceleri hayli durgun oluyordu deniz. Artık yaptığı hiçbir şey yoktu. Rüyalarında ailesini görüyordu, kurtulduğunu görüyordu. Okulunu görüyordu. En sevmediği dersleri bile özlemişti. Annesinin yaptığı yemekleri özlemişti, sıcak yatağını özlemişti. Günlerdir üzerinde aynı elbiseler vardı ve kendisi de akvaryum gibi kokmaya başlamıştı. Artık kara görünmüyordu sağda solda. Kocaman maviliğin ortasındaydı. Yukarıya bakıyordu mavi, aşağıya bakıyordu mavi…
O gün hava biraz serin ve esintiliydi. Günlerdir aynı yerde dolaşan Meyuko denizin farklı yerlerine doğru sürüklendiğinin farkına vardı. Çok sürmedi fırtına hızlanmaya başladı. Yapacak bir şeyi yoktu. Sandalına uzandı ve fırtınanın dinmesini bekledi. Fırtına onu denizde akıntısı olan bir yere sürüklemişti. Tıpkı ırmak gibi burada bir akıntı vardı ve hızla ilerliyordu sandalı. Suyun rengi değişmişti. Isısı da değişmişti. Sandalında çok az yiyecek kalmıştı. Birkaç gün daha ya yeterdi ya yetmezdi yiyeceği.  
Meyuko kaybolalı on günü geçmişti. Ailesinin artık ümitleri tükenmek üzereydi. Onu sonsuza kadar göremeyecek olmanın acısı onları çok üzüyordu. Aramalar tamamlanmış, ırmak dibinde ya da yakınlarda her yere bakılmıştı ama Meyuko’ya hiçbir iz yoktu. Sanki yer yarılmıştı da içine girmişti Meyuko. Babası sürekli kendisini suçluyordu, ırmak kenarına gitmek neyse de niçin uyumuştu. Meyuko’nun kaybolduğu günden beri o da uyumuyordu. Birkaç kez gözleri dalacak oldu, rüyasında oğlunu görüp geri uyandı her defasında. Hatta bir keresinde Meyuko uyku ve uyanıklık arasında babasına:
-Yaşıyorum ben, beni merak etmeyin, eve döneceğim ama üç hafta ama üç ay ama üç yıl sonra, demişti gizemli bir ses tonuyla. 
Babası da öyle düşünüyordu ama artık resmi kurumlar aramanın sonlandırılması gerektiğini düşünüyorlardı. Nihayet Meyuko kayıtlara “kayıp” olarak işlendi ve aramalar durdu. Hayat bir yandan devam ediyordu. Babası ve annesi her gün Meyuko’nun kaybolduğu ırmağın kenarına gelip, bir süre vakit geçirip dönüyorlardı. 
Meyuko da aslında çok özlemişti annesini babasını… Yürümeyi özlemişti, toprağa ayak basmayı. Hatta düşmeyi, dizlerinin kanamasını bile özlemişti. Çaresizce sabrediyordu. Nereye kadar dayanacaktı, kendisini bulabilen birileri olacak mıydı? Düşünüyordu… Düşünüyordu… Yapabileceği başka bir şey yoktu kocaman maviliğin ortasında. 
Artık zaman anlayışını kaybetmişti çünkü suyu ve yiyeceği de bitmişti. Üstelik iyice sıcaktı deniz ve hava. Bitkindi. Gözlerini açacak hali bile yoktu. Birden ayağını bir şeylerin sarstığını hissetti. Önce ayağını salladı. Biraz sonra yine ayağı sarsılıyordu. Tek gözüyle baktı, bir kuştu ayağına konan. Hayal görüyorum, diye düşündü. Ancak kuş ha bire ayağını sarsıyor, gagalıyordu. Derken bir kuş, bir kuş daha, bir kuş daha… Kuşular çoğaldı. Meyuko güç bela doğrularak önce kuşlara sonra az ilerdeki sahile baktı. Sapsarı kumlarla ve yeşil ağaçlarla kaplı bir kara parçasıydı burası. Sandalının oraya doğru sürüklenmesini bekledi bir süre sonra sandalı karaya oturdu. Ayağa kalktı, yürümeyi unutmuş gibiydi. Sandalın dışına adım atmaya çalıştığı anda düştü ve kumlara yuvarlandı. 

Bölüm 4: Günler Sonra Yeniden Karaya Çıkmak

Güçlükle, sürünerek kumların ilerisine doğru ulaştı. Rengârenk bitkiler ve kocaman ağaçlar vardı. Kuş seslerini ilk kez duyuyordu günler sonra. Hoşuna gitmişti fakat aklına şu soru geliyordu: Öldüm ve cennete mi ulaştım? Açlıktan etrafta gözüne kestirdiği otlardan bazılarına uzanarak yemeye başladı. Kimi ekşi, kimi acıydı bu otların. Yine de epey ot tüketti ve uyudu. Uyandığında gece başlamıştı. Kendine gelmişti. Sandalına baktı, yerindeydi. Ayakları açılmaya başlamıştı. Sandalından çakmak ve işe yarayacağını düşündüğü bir iki şey alarak ağaçların arasından yürümeye başladı. Yorulunca gözlerinin görebildiği kadarıyla kuru ağaç parçaları, yapraklar topladı ve ateş yakmaya koyuldu. Aslında soğuk değildi hava ancak ateş ona güven veriyordu. Üstelik ağaçların arasından vahşi hayvanların kendisine baktığını düşünüyor, korkuyordu. Irmakta, denizde sürüklenirken duymadığı, bilmediği korkulardı bunlar. Ateşi büyüttü, daire biçimine getirdi. Ortasına uzandı ve uyuyakaldı. Rüyasında ailesini gördü. Annesi de babası da ona el sallıyor ve özlediklerini söylüyorlardı. Tam onlara uzanacaktı ki bir tıkırtıyla uyandı. Uyanır uyanmaz yanındaki tavşan zıpladı ve kayboldu. Bir süre hareketsiz kalınca tavşan yeniden ortaya çıktı. Ayaklarının arasında havuca benzeyen bir şey tutuyordu. Ürkütmeden tavşanı takip etti. Sonunda havuçların bulunduğu yere gelmişti. Heyecan ve iştahla o da havuca benzeyen bu şeylerden yemeye başladı. Tatlıydı bu sebzeler. Yanına birkaç tane daha aldı ve hiç bitmeyecek gibi görünen ormanda yürümeye devam etti. 
Artık beslenme sorunu kalmamıştı. Meyuko’ya havuca benzeyen sebzelerin yolunu gösteren tavşan yanından ayrılmıyordu. Artık bir de arkadaşı vardı. Ancak burasının bir ada parçası olmadığını kısa sürede anladı. Çünkü daha ilerde yüksek dağlar vardı. Her yer ağaçlarla kaplıydı. Ormanın içine girdikçe tehlike artıyordu kendisi için ancak birilerine ulaşması gerekiyordu. Üzerindeki elbisenin paçaları ve kolları artık çürümeye başlamıştı. 
Gündüz vakitleri yürüyor, gece vakitlerinde ise kendisine bir ateş yakarak dinleniyordu. Gece ormanın derinliklerinde çok korkutucuydu. Baykuş sesleri, arada çığlığa benzeyen başka sesler, homurtularla sabah çok zor oluyordu. Üstelik derinliklerine doğru ilerledikçe gece ormanda serin de oluyordu. Kaç gün, kaç gece yürüdü, saymadı. Orman bitecek gibi değildi. Belki de aynı yerde daire çiziyordu çünkü ağaçlar hep birbirine benziyordu. Farklı ağaçlar ve meyveler bulduğunda yanına birkaç gün yetecek kadar almayı da ihmal etmiyordu. 
Bir sabah uyandığında ağaçların seyrek olduğu bir yere rastladı. En azından aynı yerde dönmediğini düşündü, sevindi. İlerde ne olacağını, karşısına ne çıkacağını bilmiyordu. Ağaçlardan bir kısmının kökleri duruyordu. Eğildi, inceledi. Bu ağaçlar kesilmişti. Ağaçların kesilmiş olması demek, insanların yakın olduğu demekti. Sevindi. Ancak nasıl insanlarla karşılaşacağını bilmiyordu. Üstelik hangi şehirde ya da ülkede olduğuna dair bir fikri de yoktu. Tek bildiği kilometrelerce uzakta olduğuydu ailesinden. Bir süre daha yürüyünce ormanın içinde patikaya benzer bir yol olduğunu fark etti ve bu yolu takip etmeye başladı. Patikalar ya hayvan sürüleri tarafından oluşturulurdu ya da insanların aynı yolu kullanmasıyla doğal olarak ortaya çıkardı. Kesilmiş ağaçları da hesaba katarsa bu patika onu insanların bulunduğu bir yere götürecekti. Birazcık olsun umuda kapılmıştı günler sonra. Durup dinlenmeden yolu takip etti. Heyecanlanıyordu. Yanında yürüyen tavşan bir sağına geçiyordu bir soluna. Nihayet ağaçlar iyice azaldı ve karşısında küçük bir köy gördü. Yaşadığı yerdeki yapılara benzemiyordu bu evler. Üstelik etrafta da kimseler görünmüyordu. 

Bölüm 5: Yabancılar Arasında İki Hafta

Sessizlikten endişe duyan Meyuko, bir kenara çekildi ve sessizce etrafı izlemeye devam etti. Küçük tavşan korkusuz bir şekilde köyün içine doğru ilerliyor, dönüp Meyuko’ya bakıyor adeta korkacak bir şey olmadığını ona anlatmaya çalışıyor gibiydi. Meyuko endişeyle sağa sola bakıyor yerinden oynamıyordu. Ağaçlardan yapılmış evlerden birinin önünde durdu, penceresine zıpladı, tekrar kapıya indi o esnada kapı açıldı ve Meyuko ile aynı yaşlarda bir çocuk göründü kapının önünde. Tavşan ve bu çocuğun birbirlerini tanıdıkları belliydi. Çocuk tavşana uzandı, onu sevdi ama tavşan bir şeyler göstermek ister gibi çocuğu köyün dışına doğru çekmeyi başardı. Nihayet küçük tavşan ve yanındaki çocuk Meyuko’nun yanına geldiler. Meyuko çocuğa baktı, çocuk da Meyuko’ya. Sonra Meyuko’ya bilmediği bir dilde bir şeyler sordu çocuk. Meyuko’nun anlamadığını fark edince işaret dili ile anlaşmaya çalıştılar. Meyuko, eline bir çöp parçası alarak macerasını resimlerle çocuğa anlatmaya çalıştı. Sevmişlerdi birbirlerini. Meyuko kendisini işaret ederek: 
-Meyuko, dedi. Bunun üzerine diğer çocuk:
-Düko, dedi. Artık birbirlerine adlarıyla hitap ediyorlardı. Tavşan da ha bire sağdan soldan bulduklarını kemiriyordu. Düko ile Meyuko iyice kaynaştıktan sonra Düko, onu evine işaret dili ile davet etti. Korkmaması gerektiğini de ima etti. Köyde kimse yoktu çünkü büyük insanlar ormanda avlanma ve ağaç kesme işiyle meşguldü. 
Haftalar sonra ilk kez bir eve giriyordu Meyuko. Kendi evini hatırladı, ağlamaklı oldu. İstemsiz bir biçimde Düko’ya sarıldı. Düko da ona sarıldı. Kendi evlerine benzemiyordu, dillerini bilmediği insanların köyündeydi. Nerede olduğunu da bilemiyordu ama yine de mutluydu ilk kez. İnsan görmekten mutluydu. Kurtuluş umudu yeşerdiği için mutluydu. 
Akşam olduğunda Düko’nun ailesi oğullarının yanında Meyuko’yu görünce önce şaşırdılar. Düko, anladığı kadarıyla Meyuko’nun hikayesini anlattı uzun uzun. Bunun üzerine Düko’nun ailesi köylülere haber verdi. Saatlerce Meyuko’ya gelip bakmak isteyen insanlar oldu. Meyuko, onlar kadar esmer değildi. Üstelik çelimsizdi onlara göre. Bu da Meyuko’yu gizemli kılıyordu onlar için. Birkaç gün boyunca gelip çocuklar, yaşlılar Meyuko’ya bakıp dokunuyor, garip şeyler söylüyorlardı ama korkutucu insanlar değildi hiç biri. Meyuko, Düko’ya memleketini özlediğini, anne babasının yanına gitmek istediğini ve buna yardımcı olması gerektiğini anlatıyordu her gün. Düko da ailesine, köylülere bu durumu anlattı durdu. Aradan iki hafta geçmişti. Bir sabah uyandıklarında çocuklarla beraber büyüklerin de köyde olduğunu anladı Meyuko. Düko, Meyuko’ya yılın bu gününde şehirden gelen bir yabancının kendilerine av malzemesi ve kıyafet getirdiğini anlatmaya çalıştı. 
Vakit geçmeden köyün ortasındaki kalabalık büyüdü ve ağaçların arasından bir araç köye yaklaştı. Bu gelen bir arazi aracıydı ve arkası tamamen yüklüydü. Gelen kişi, buranın insanlarına benzemiyordu. Daha açık tenliydi. Herkes yanına gidince Meyuko’da bu yabancının yanına gitti. Yabancı, görür görmez Meyuko’nun bu köyden olmadığını anlamıştı. Boş bulundu ve birden:
-Adın ne, sen ne zaman geldin buraya, diye sordu. Meyuko şaşkındı. Kendisiyle aynı dili konuşan birine rastlamıştı. Telaşla:
Ben Meyuko… Dedikten sonra gözyaşlarıyla hikâyesini anlattı. Yabancı, geceyi Dükoların evinde geçirmeye karar verdi. Ertesi sabah erkenden yola çıkacaklardı ve Meyuko’nun ülkesine dönmesi için yardımcı olacaktı. Konuşmalardan anlamıştı ki kendi ülkesinden çok uzaklara sürüklenmiş, ırmaktan denize oradan okyanusa ulaşmış ve bambaşka bir ülkenin en kıyısında bir köye ulaşmıştı. Artık dönüş ümidi daha da artmıştı. Sabaha kadar uyuyamadı. Sabah, Düko ve ailesi olmak üzere bu küçük köydeki herkesle vedalaştı. Tavşanla da vedalaşıyordu ama tavşan bir türlü peşini bırakmıyordu Meyuko’nun. Sonunda Meyuko araca binince tavşan da araca atlamıştı. Galiba onu terk etmek istemiyordu. Tavşan, yabancı ve Meyuko yola çıktılar. 

Bölüm 6. Dönüş Ümidi
Yabancı satıcı ve Meyuko yolda uzun uzun konuştular. Satıcı Meyuko’ya teşekkür etti yolculuğuna eşlik ettiği için ve onu ailesine ulaştıracağına söz verdi. Araçla üç günlük yolları vardı ve mola vererek gitmeleri gerekiyordu. Meyuko haftalar sonra yeniden damak zevkine uygun yiyecek, içecek bulduğu için mutluydu. Tavşan da halen yanından ayrılmamıştı. Yabancı satıcı, kendisinin yedek elbiselerinden Meyuko’ya bir şeyler uydurmaya çalıştı. Büyük de olsa bu kıyafetler hoşuna gitmişti Meyuko’nun. 
İlk molanın ardından yeniden yola çıktıklarında nihayet asfalt yol görünmüştü. Meyuko heyecanlanıyordu. Bir süre daha gittikten sonra başka başka araçlar görmeye başladılar. Tabelalar vardı yol üzerinde ama Meyuko ne yazdığını anlamıyordu. Bu kez molayı bir benzin istasyonunda vereceklerdi. Meyuko heyecan ve neşe ile araçtan indi. Tavşanını da yanına aldı. Birlikte önce karınlarını doyurdular ardından yabancı satıcı Meyuko’ya yeni kıyafetler aldı. Haftalar sonra yeniden modern bir dünyaya ulaşmak dünyaya geri dönmek gibiydi. Meyuko bu dinlenme yerindeki otel odasında saatlerce temizlendi, duş aldı. Aynada kendisini gördüğünde şaşırdı. Neredeyse tanınamayacak hale gelmişti. Saçları uzamış, yüzü esmerleşmiş, epey zayıflamıştı. Olsun, dedi içinden. Hayattayım ve aileme dönüyorum. 
Üçüncü gün artık yabancı satıcı yolculuğun sona erdiğini söyledi ve ülkesine dönmesi için görevlilerle irtibata geçmeleri gerektiğini dile getirdi. Birlikte kocaman binalara girdiler. Anlamadığı dilde çok şey konuşuldu etrafında. Tavşanı hep yanındaydı bu sırada. Akşama kadar ordan oraya dolaşıp durdular. Akşam olduğunda artık dönüş bileti alınmıştı Meyuko’nun ailesiyle irtibat kurulması kalmıştı geriye sadece. Meyuko ailesinin bilgilerini görevlilere verdi ve beklemeye başladılar. 

Bölüm 7: Eve Dönüş Yolunda
Meyuko’nun anne ve babası artık ondan ümidi kesmişti. Sadece hayatta olup olmadığını bilmek istiyorlardı. Resmi görevliler araştırmaları bırakmıştı ve Meyuko artık kayıp ilanlarında bile görünmüyordu. O gece Meyuko’nun annesi ve babası garip bir rüya görmüşler uyandıklarında birbirlerine anlatmışlar ve üzülmüşlerdi. Her ikisi de Meyuko’nun döndüğünü görmüşlerdi rüyalarında. Hem sağlıklı ve dinç bir halde. Tam rüyalarını birbirlerine anlattıkları sırada telefonları çaldı. Arayan çok uzaktaki bir ülkenin konsolosluğu idi. Meyuko’nun babası “yanlış numara” deyip kapatacaktı ki kendisini arayanlardan Meyuko ile ilgili görüşeceklerini öğrenince az kaldı bayılacaktı telefon elinde. Meyuko yaşıyordu ve aylar geçmişti kayboluşunun üzerinden. Çok uzak uzak bir ülkede nasıl ortaya çıkmıştı. Kaçırılmış mıydı, nasıl gitmişti? Bir sürü soru vardı anne ve babasının kafasında. Bunların dolandırıcı olabileceğini bile düşündü bir vakit babası. Sonunda Meyuko bulunmuştu.
Öte yandan Meyuko, tavşanı ile beraber ülkesine dönüş için son aşamadaydı. Yanında tavşanından başka hiçbir şeyi yoktu. Sadece anlatacağı hikâyeler vardı ülkesine götüreceği. Kendisine yardım eden satıcıya teşekkür etti. Sarıldı ve ülkesine dönüş uçağına bindi. Havaalanında ailesinin kendisini karşılayacağını biliyordu. 

Bölüm 8: Büyük Buluşma
Birkaç saat sonra Meyuko ülkesinde olacaktı. Ailesi de heyecanlıydı, kendisi de heyecanlıydı. Bir filmin içinde gibilerdi hepsi. Yalnızca tavşan olan bitenden habersiz gibiydi ve mutluydu çünkü Meyuko’nun yanındaydı. 
Sonunda yolculuk bitti. Meyuko uçaktan inerken anne ve babası önce onu tanıyamadılar. Esmerleşmiş, zayıflamış, saçları uzamış ve garip elbiseler içindeydi Meyuko. Galiba biraz da büyümüştü. Anne babasını görünce onlara doğru koştu. Tavşanı da kucağındaydı. Anne babası da ona doğru koştu. Bu esnada olayı haber alan gazeteciler, resmi yetkililer de havaalanına gelmişti. Flaşlar patlıyor, mikrofonlar uzatılıyor, televizyonlarda Meyuko ile ilgili haberler yer alıyordu. “Mucize Kurtuluş, Efsane Dönüş” gibi haber başlıkları vardı her yerde. Meyuko, anne babasına sarıldı, tavşan da kucaklarındaydı. Ertesi günün bütün gazetelerinde bu mutluluk pozu vardı. Meyuko’nun artık ömür boyu anlatacağı hikâyeleri vardı. İnsanlar belki de inanmayacaktı kendisine ama o yaşamıştı. 
Her şeyi yaşamıştı…



3 Aralık 2023 Pazar

DÜŞÜNEYİM AZCIK

Kadir Üstündağ

Canın karpuz ister mi
     cık
Canın içecek ister mi
      cık
Canın cips ister mi 
     cık
Canın gezmek istiyor mu
      cık
Telefonla oynamak ister misin
      cık
Canım sadece istiyor cacık
    ama yine de düşüneyim
               az
                      cık

21 Ekim 2023 Cumartesi

ELMA AĞACI

Kadir Üstündağ
Köklerin hep derinlerde derler
Toprağın altına nasıl iniyorsun
Çapalıyorum etrafını zaman zaman
Söylesene
Topraktan nasıl besleniyorsun
 
Topraktan, sudan güneşten alıyorsun
Karşılığında bana elma veriyorsun
Söylesene
Bunu nasıl yapıyorsun

14 Ekim 2023 Cumartesi

BEN

Kadir Üstündağ
Aslında çok hayat dolu biriyim
Koşarım ama yorulmam
Erken kalkarım ama geç uyurum
Arkadaşlarım çağırdığında
Dünyanın diğer ucunda olsalar bile
Gider onları bulurum
 
Araçlarla yarış yaparım
Rüzgar gibi koşarım
Ama nedense bugün
Elim kolum kalkmıyor
Yorgun gibiyim biraz
Halsiz gibiyim biraz
Kırgın gibiyim biraz
 
Bugün böyleyim
Ama yarın
Yine eski benim

7 Ekim 2023 Cumartesi

ÇAY

    Kadir Üstündağ
    Çay içerken çoğu zaman  aklıma derenin yanında, çayların dibinde piknik yaparken yaşadığım olay gelir aklıma.
    Piknik yapıyorduk ve çay içecektik. Tam çayımdan ilk yudumu alacaktım ki bacağımda yemyeşil bir kurbağa gördüm. Kurbağa aniden geldiği için ürkmüştüm ve korkudan çayı bacağıma dökmüştüm.
    Kurbağa kaçtı hızla ve sanki yüzünde muzip bir gülümseme vardı.  Bana yaptığı yaramazlıktan mutlu gibiydi. Ancak ben üzgündüm. Bacağım yanmıştı, kıpkırmızıydı. Hastaneye götürüldüm. Yanan yer çok acıyordu.
    Doktor okula bir ay gitmesin, deyince bir ay okuldan uzak kalmamak için bacağımın iyileştiğini söyledim. Artık bacağım acımıyor diye bağırınca annem babam ve doktor okula yarın gidebilirsin, dedi. Bir ay boyunca bilgisayarda oyun oynayamayacağım için çok üzüldüm. Bacağımın iyileşmesine ise mutlu oldum.



23 Eylül 2023 Cumartesi

BULUT ŞEKER

 Kadir Üstündağ

Uçakla giderken gökyüzünde
Pencereyi açmak isterdim
Geçerken bulutların içinden
Bir parça bulut koparmak istiyorum
Ve sonra onu bir çubuğa dolayıp

Afiyetle yemek istiyorum

ISPANAKLI BÖREK

Metehan Darıcı, Yusuf Kerem Köse, Muhammet Onur ve Kadir Üstündağ'ın  ortak çalışmasıdır 

        (5 sınıf)


B
en ıspanaklı böreği çok severim dedi Mavi Kaplumbağa, etrafındaki diğer kaplumbağalara. Diğer kaplumbağalar umursamadı. Kısa bir sessizlikten sonra başka bir kaplumbağa çıkarak:

-Ben de seviyorum ıspanaklı böreği hatta ıspanaklı börek kırmızıçizgimdir, geçilemez dedi.  O sırada toprağın altından kendi tünelinde dolaşan karnı aç Yeşil Köstebek yukardaki konuşmaları duydu ve toprağı kazarak yukarı çıktı:

-Pırasalı börek, pırasalı böreeeek, ah olsa da yesek diye bağırdı. Diğer kaplumbağalar yine umursamadı. O sırada annesi Metehan’a:

- Metehan, okul zamanı geldi diye seslendi. Metehan uyanır uyanmaz sağa sola baktı. Ne kaplumbağa vardı ne de köstebek. Kıyafetlerini giydi, yüzünü yıkadı ve okul yoluna düştü. Okulu yakındı ve her sabah yürüyerek gidiyordu. Baktığı her yerde ya yeşil köstebeği arıyordu ya da mavi kaplumbağayı. İlk derslerden Metehan hiçbir şey anlamadı. Dalgın dalgın teneffüse çıktı. Futbol oynamayı seven Metehan’ın bu hali uzaktan iyi görünmüyordu. Yusuf, ayağının hemen ucundaki topu Metehan’a atmak için geriye doğru gitti ve koşarak gelip son gücüyle topa ayağıyla vurdu ancak Metehan kendisine doğru gelen topun farkında bile değildi. Şiddetle Metehan’ın kafasına düşen top, Metehan’ı bayıltmaya yetti. Metehan’ın düştüğünü gören Kadir ve Muhammet onun yanına koştular. Yusuf da koştu geldi. Nöbetçi öğretmen büyük bir telaşla olay yerine koştu. Görünürde Metehan’ın hiçbir şeyi yoktu. Bir süre öylece yerde kaldı. Öğretmen ve arkadaşları Metehan’ı ayıltmaya çalışıyor, yüzüne su döküyordu. Metehan ise sabah yarım kalan rüyaya yeniden dalmış yeşil köstebek ve mavi kaplumbağa ile yine karşılaşmıştı.

Öğretmeninin sarsmalarına ve yüzünden aktarılan suya daha fazla dayanamayan Metehan birdenbire ayağa kalkarak bağırdı:

-Ispanaklı böreeeeekk!