2 Ekim 2025 Perşembe

SELA

 Zeynep Ayten
Yeni bir mesajın titrettiği telefonu, onu hayallerinden sıyırıp bu dünyaya döndürmüştü. Telefonunu alıp mesajı okudu. Diğer mesajlar gibi değildi bu. Farklıydı, gizemliydi, daha önce hiç görmediği tarzdaydı. Mesajı gönderen kişi, onu bir yere çağırıyordu. Zaten her gün geçtiği, avucunun içi gibi bildiği bir yere. Fakat mesajda ne bir zaman bilgisi vardı ne de bir isim. Ne zaman gidecekti, buna dair de bir bilgi yoktu? Peki onu kim çağırıyordu, neden çağırıyordu? Gitmeli miydi? Dakikalarca düşündü. Gecenin bu saatinde gidemeyeceğine göre yarın ilk iş oraya gidecekti. Zaten mesajda hemen gitmesini isteyen bir ifade de yoktu. 

Mesaj yüzünden gece boyunca gözüne uyku girmedi, sabahı zor etmişti. Güneşin ilk ışıkları odasına girmeye başladığında daha fazla sabredemedi. Hızlıca hazırlanıp kahvaltı bile yapmadan evden ayrıldı. Yanına sadece telefonunu almıştı. Sabırsızlığın verdiği aceleyle mesajda yazan konuma ulaştı. Etrafa dikkatlice baktı fakat ortalıkta kimse yoktu. Erken mi gelmişti, yoksa tam tersine geç mi kalmıştı? Belki de mesaj geldiği anda gitmeliydi. Bu şans -veya tehlike- için geç kalmıştı belki de. Beklemekten başka yapacağı bir şey yoktu. Bekledi, bekledi… Bekledi... Ama ne gelen vardı ne giden. Saatlerce bir kenarda oturdu, etrafına bakındı. Sonra mesaja tekrar bakması gerektiğini düşündü. Belki de yanlış yerde bekliyordu. Mesajı açtı, tekrar okudu. Mesajın bir de devamı vardı. Karşısındaki kütüphanenin içine girmeli ve en sevilen yazarı bulmalıydı. Ama nasıl? Bunları düşünerek kütüphanenin kapısından içeri girdi. Aklına gelen ilk -ve en basit- fikirle bir görevliye sordu. Görevlinin adını verdiği yazar "Yavuz Bülent Bakiler"di. Doğru ya Sivas'ta böyle bir edebiyatçıdan başka kim sevilirdi ki?
Yavuz Bülent Bakiler'in kitaplarını aramaya başladı. Yarım saat sonra bütün kitaplarını önündeki masaya yığmış kitaplara bakıyordu. Fakat sadece bakıyordu. Kitapların çoğunun sayfası bile açılmamıştı. Oysa Yavuz Bülent’i herkes tanır ve severdi bu şehirde. Belki de bu kitaplar henüz konmuştu buraya. Yoksa okunmaması, sayfaların eskimemesi mümkün değildi. Yavuz Bülent’in bazı şiirleri ders kitaplarında bile vardı. Sivas’ta Yoksul Çocuklar adlı bir şiiri öğretmen birkaç kez ders kitabından okumuştu ve çok sevmişti o şiiri. Bu düşüncelerle kitapların sayfalarını karıştırmaya başladı. Bu esnada Harman adlı kitabı karıştırırken birdenbire gözüne bir not ilişti. Kitabın ortalarında bir yerde kurşun kalemle yazılmış bir nottu bu. Tekrardan sayfaları yavaşça çevirmeye başladı ve notu buldu: 
“Buraya kadar doğru geldin ancak burada bitmiyor. Beş sayfa sonraki şiiri oku ve yeni mesajı bekle.” 
Demek ki bu kitapları mesajı gönderen kişi buraya bırakmıştı. Kütüphaneci ile birlikte çalışıyor bile olabilirdi. Beş sayfa sonraki şiiri açtı ve okudu. Şiir, seneler önce öğretmeninin ders kitabından okuduğu şiirdi: Sivas’ta Yoksul Çocuklar. Şiiri birkaç kez okuduktan sonra yeni mesajı beklemesi gerektiğini hatırladı. Şiirin fotoğrafını çekti ve kütüphaneden ayrıldı. Bir süre yeniden kütüphanenin önünde oturdu ve kendisine gelen mesajları birkaç kez daha okudu. Sonra fotoğrafını çektiği şiiri okumaya başladı. Fotoğrafa dikkatle baktığında şiirde geçen Ulu Cami ifadesinin altının hafifçe çizili olduğunu fark etti. Belki de Ulu Cami’ye gitmeliydi. Zaten çok uzakta değildi Ulu Cami. Üstelik sabah saatlerinde güvercinler bambaşka bir hava katardı cami bahçesine. Telefonunu cebine koyarak Ulu Cami’nin yolunu tuttu. Cami bahçesine ulaştığında içine hafif bir huzur dolmuştu. Hatta bir ara buraya niçin geldiğini bile unuttu. Güvercinler, güller derken yeniden hatırladı niçin burada olduğunu. Belki de yeni mesaj gelmiştir, düşüncesiyle telefonuna baktı. Telefonu kapanmıştı. Gece boyunca şarja takmamıştı zaten. Biraz çaresiz hissediyordu ama yapacağı bir şey yoktu. Bir süre daha oturup evine dönmek en iyisiydi. Bu esnada minarelerden sala sesi yükselmeye başladı. Genelde yaşlıların gösterdiği bir titizlikle salayı dinledi. Şehrimizin büyük kültür adamlarından şair Yavuz Bülent Bakiler Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi 30 Eylül Salı günü… Devamını dinleyemedi bile. Hayli şaşkındı. Evine dönmekten başka çaresi yoktu. Evine ulaşır ulaşmaz telefonunu şarja taktı ve ardından mesaja yeniden baktı. Mesaj kutusu boştu. Telefonunu birkaç kez kapatıp yeniden açtı fakat herhangi bir mesaj göremedi. Pencereden dışarıya baktı, ne çabuk akşam olmuştu, anlayamadı. Yorgundu. Biraz uyumanın her şeye iyi geleceğini düşündü. Telefonunu şarjda bırakarak uzandı. Bir süre sonra telefonun titreşimiyle uyandı. Göz ucuyla telefonuna baktı. Telefonun alarmıydı çalan. İki kez ertelemişti üstelik. İlk kez çalmasının üzerinden on dakika geçmişti bile. Hızla yatağından doğruldu ve dışarıya çıkmak için hazırlandı. Telefonuna son bir kez daha baktı. Herhangi bir yeni mesaj yoktu. 
Sıradan bir gün geçirdiğini düşünüyordu ki öğlen vakti minarelerden yükselen bir sela ile irkildi. Şehrimizin büyük kültür adamlarından şair Yavuz Bülent Bakiler Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi 30 Eylül Salı günü…

RUHUN MEVSİMİ


Yasin Kesürük
Herkesin sevdiği mevsim farklıdır. Bunu biraz da belirleyen insanların kişiliğidir, diye düşünüyorum. Yaz ve ilkbahar mevsimini sevenler çoğunlukla gezmeyi, yaşamayı seven ve hayattan zevk almayı bilen insanlardır. Kış mevsimini ise genelde durgun mizaçlı insanlar sever. Sonbahar, benim mevsimim. Yalnızca benim mevsimim değil elbette çünkü sonbaharı seven hayli insan tanıyorum. 
Sonbahar, her şeyden önce yoğun sıcaklara veda edilen dönemdir. Haftalarca, aylarca susuzluktan çatlayan topraklar da sonbaharı bekler, sıcağa dayanan ağaçlar da. Dağlar, taşlar, ırmaklar, dereler hep sonbaharı bekler coşmak, yenilenmek için. Öğrenciler yeniden okula koşmak için sonbaharı bekler. Ebette bazı öğrenciler için bu iyi bir mevsim olmayabilir ama dedim ya mizaç meselesi. 
Yaprakların sararması, gölgelerin uzaması, güneşin etkisini yitirmesi, sabahın ve akşamın daha serin olması bir hüznü de beraberinde getiriyor yeryüzüne. Sararan yapraklar arasında hışırtıyla yürümek ya da bir yağmur sonrasında ciğerlerimize çektiğimiz toprak kokusu belki de içimize hüzün serpen etkenlerden sadece birkaçı. Tabi sadece hüzün değil bir huzur da geliyor sonbaharla birlikte. 
Yalnız kırsal alanlarda değil şehirlerde de sonbahar kendini gözle görülür bir biçimde hissettiriyor. İnsanlar sonbaharda yoğun bir çabaya girmeye başlıyor. Bunu en çok sokaklarda ve Pazar yerlerinde görmek mümkün. Turşu, konserve hazırlıkları, kışlık patates ve soğan satan traktörler ve kamyonetler, mağazalarda değişen vitrinler, eskisi kadar kalmasa da odun kömür telaşı… Bunlar, her sonbahar şehrin simasına yansıyan bazı manzaralar. 
Sonbahar, biraz da kışın habercisi galiba ve bu yüzden kimi insanlarda telaş anlamına geliyor. Özellikle kış mevsiminin şiddetli geçtiği yöreler için geçerli bu durum. Yoksa Akdeniz ya da Ege bölgesinde yaşayan insanların çok da umurunda olmasa gerek bazı şeyler. 
Yaz günlerinde insanlar parklarda, bahçelerde, balkonlarda vakit geçirirken sonbaharda evlerine döner, evlerin kalbi olan odalarına döner. Sonbahar, evlerin ve ailenin değerinin anlaşıldığı bir mevsimdir biraz da. Evin bir sığınak olduğunu insan en çok güz mevsiminde anlar. Yağmurlu bir günde aile bireyleriyle içilen çayın, izlenen filmlerin bambaşka bir anlam kazandığı mevsimdir sonbahar. Bir yağmur sonrası yürüyüşünden sonra eve gelerek battaniyeye sarılmanın mevsimidir sonbahar. Hele bir de soba varsa evde… Soba üzerinde kaynayan ıhlamurun tadı ya da pişirilen kestanenin lezzetini başka bir yerde bulmak mümkün mü?
İlkbahar nasıl doğanın uyanışı ise sonbahar da galiba doğanın uykuya yatma zamanı. Doğanın akşamı belki de… Yaz boyu gecelerimizi huzursuz eden sinek, sivrisinek türevlerinin birer birer yok olması sonbahar ya da yılanların, kertenkelelerin, akreplerin, karıncaların artık bizim dünyamızdan uzaklaşması… Kuşların telaşı bile değişiyor sonbaharda. Serçeler daha geç uyanıyor güne ya da kargalar daha az inşaat faaliyetinde bulunuyor. 
Doğanın tam tersine sonbaharda bütün duygularım yenileniyor benim. Yeni bir dünyaya adım attığımı hissediyorum. Tüm renkleri barındıran bir dünya. Yazın tembelliğini üzerimden bir örtü gibi alıp atan bir dünya. Sonbahar serinliği demek, uyanış demek benim için. Yeni bir sınıfa başlamak, yeni bir hayata başlamak demek biraz da. Herkesin sevdiği mevsim farklıdır. Bunu biraz da belirleyen insanların kişiliğidir, ben sonbahar adamıyım. Güzün kıymetini bilenlerdenim. Zaten güz olmasa ne yazın anlamı kalırdı ne ilkbaharın. Bütün mevsimleri tadında yaşamak için sonbaharı yaşamalı önce insan. 

YILDIZELİ'NE DOĞRU

Semih Yılmaz, Feyza İşbaşar, Yusuf Kerem Köse, Ahmet Emir Koç

1. Zor Yolculuk

Hava git gide soğuyordu ve akşam yaklaşıyordu. Büyük bir kar çölünün ortasında gibiydim. Her taraf bembeyazdı. Saatlerdir yürüyordum ve gece bastırmadan Yıldızeli’ne ulaşmalıydım. Aslında daha önceden bu yolu çok yürümüştüm fakat bahar ya da yaz mevsimiydi o zamanlar ve hiç bu kadar soğuk olmamıştı. Ara sıra rüzgarın uğultusuna uzaktan kurt sesleri eşlik ediyor gibiydi. Bu dağlarda kurt, ayı, domuz gibi yabani hayvanların çokça bulunduğunu duymuştum.
Kafamdan bu olumsuz düşünceleri atarak yürümeye devam etmek zorundaydım. Geceyle birlikte buraya yoğun bir sis iniyordu ve hepten kaybolma ihtimalim yükseliyordu. Var gücümle adımlarımı hızlandırdım, bata çıka karlar içinde yol alıyordum. Üşümeye başlamıştım ama bir yandan da terliyordum. Ayaklarım, paçalarım çoktan ıslanmıştı, üstelik acıkmıştım da. Anayola indikten sonra işim kolaydı. Mutlaka sığınacak bir yerler bulurdum ya da otostopla yola devam ederdim fakat doğru yolda olduğumdan bile emin değildim. Bu düşüncelerle ilerlerken hava tamamen karardı. Belki de havanın kararması lehimeydi. Şayet sis çökmezse ilçenin ışıklarını görebilirdim. Hava nihayet kararmıştı. Karanlık umudumu azaltmaya başlamıştı. Belki de Yıldızeli’ne ulaşamadan kaybolup donacaktım bu dağ başında. Aklıma güzel yemekler geliyordu, sıcak içecekler ve bir yandan uyku gözlerimi zorluyordu. Kalan son gücümle birkaç adım daha atmıştım ki birdenbire yuvarlanmaya başladım. Artık ne dizlerime gücüm yetiyordu ne de kollarıma. Ne kadar yuvarlandığımı bilmiyorum artık bu yolculuğun bittiğini düşünüp gözlerimi kapatmıştım. Böyle bir şekilde hayatla vedalaşacağım hiç aklıma gelmemişti. Belki cesedimi bahara kadar kimse bulamayacaktı. Düşündüğüm son şeyler bunlardı. 
Gözlerimi açtığımda gaz lambasının aydınlattığı bir odadaydım. Odanın ortasında kocaman bir soba vardı ve etrafta kimseler yoktu. Dışarısı hâlen karanlıktı ve köpek sesleri geliyordu. Yerimden güç bela doğruldum. Lambaya yaklaşarak ellerime, dizlerime baktım. Sıyrılmıştı ve bacaklarımdan biri çok fena ağrıyordu. Bir süre sonra büyük ahşap kapı gıcırtıyla açıldı, kapının önünde yüzü tam görünmeyen yaşlı bir kadın duruyordu:
-Seni evimin biraz ilerisinde köpeklerim buldu. Kimsin, buralarda niçin dolaşıyorsun, in misin cin misin, dedi.
Şaşkındım. 
-Adım Demir. Yıldızeli’ne gidecektim. Veterinerim. Köylerden birine çağrılmıştım. İşim bitti ve yola çıktım ancak Yıldızeli’ne varamadım bir türlü. 
-Yıldızeli mi? Yıldızeli buraya çok uzak, gerçeği söyle, dedi kadın. 
Şaşkınlığım iyice artmıştı. Belki de düştüğüm yerde bayılmıştım ve garip hayaller, rüyalar görüyordum. Tam konuşmak için kendimi toparlamıştım ki gözlerim ağırlaştı ve yeniden kapandı. 
Tekrar uyandığımda her yer aydınlıktı. Kapı yeniden açıldı, bu kez kapının önünde bekleyen bir dedeydi. Şefkatle bana doğru baktı ve konuştu:
-Yıldızeli ha? Demek Yıldızeli’ne giderken buraya düştün. Hayli ilginç, dedi. 
-İlginç olan ne, diye sordum. 
Cevap vermedi. Biraz sonra kahvaltı yapalım ve sen de bize gerçekleri anlat, dedi. 
Yerimden doğrulmaya çalıştığımda bacağımın ağrısını hissettim. Dede, tebessüm ederek:
-En az yirmi gün bizimlesin, dedi. O bacak fena kırılmış ve onu sarmamız lazım bugün.
Hemen ardında duran ince çubukları ve kabukları gösterdi:
-Bunlarla saracağız hem de, diye ilave etti. 
Yaşadığım için sevinmeli miydim yoksa bacağımın kırıldığı için üzülmeli miydi ya da bu garip yere düştüğüm için endişelenmeli miydim?.. Kafam karmakarışıktı. Konuşacağım, soracağım şeyler yanlış anlaşılmaya neden olabilirdi. Belki de gerçekten iyi niyetli insanlardı bunlar ve bana yardım etmeye çalışıyorlardı. Ben sadece yerdeki kilimin desenlerine bakıyordum. Bu şekilde kilim deseni hiç görmemiştim. Bu esnada yaşlı kadın elinde küçük bir tepsi ile içeriye girdi. Çay ve kahvaltı vardı tepside. Kahvaltılıklar arasında ilk kez gördüğüm şeyler vardı. Tepsiye garip garip baktığım görünce yaşlı kadın:
-Bunları yemezsen iyileşemezsin, dedi.
Oda çok sessizdi. Bu sessizlik ve aydınlık beni derinden etkiliyor, hareketsiz bırakıyordu. Kahvaltımı bitirdim ve çayımı içtim. Artık kırık bacağımın sarılmasına gelmişti sıra. 

2. Bölüm
 devam edecek.

30 Eylül 2025 Salı

YENİ BİR DÜNYAYA AÇILMAK

 Ali Çağhan Yılmaz

Tıpkı renkler gibi
Diller de çeşit çeşit
İngilizce Almanca Fransızca
Konuşabilsem keşke hepsini

İspanyolca benim için ayrı
Bir gün bol bol vaktim olursa
İspanya’ya gideceğim
Yeni bir dünyaya açılmak için
İspanyolca öğreneceğim

BAŞKA ŞEHİR

 

Selim Çabuk

Herkes yaşadığı şehri sever
Ama Sivas yalnızca bir şehir değil
Haritadan bile baktığımda
Diğer şehirlerden farkını anlıyorum
Her geçen gün Sivas’ı daha çok seviyorum

Başka şehirlerin türküleri bir yana
Sivas türküleri bir yana
Başka oyunlar, halaylar bir yana
Sivas halayları bir yana

Soruyorlar Sivas’ı sana sevdiren ne ki?
Sivas’ta yaşamayana 
Bunu anlatamam ki…

UMUT

 
Çiğdem Soydağ

Geleceğin için diyor büyüklerimiz
Geleceğin için oku
Geleceğin için düşün
Geleceğin için okula git
Gelecek 
Bir türlü gelmiyor
Senelerdir bekliyorum 
Ne zaman gelecek bilmiyorum

Umarım gelecek geldiğinde
Ben yerimde olurum
Geleceği düşünmekten hem yoruluyorum
Hem de gelecek benim umudum

DUA


Mehmet Tuğra Aydemir

Daha baharındayken çocukluğumun
Bir dağ büyüyor önümde kocaman
Testlerden, kitaplardan oluşan

Kimilerine göre hayatın gereği
Kimilerine göre eziyet
Allah’ım LGS yolunda
Sen bana yardım et

KEŞKE



Dağhan Toy

İnsanları anlamak çoğu zaman zor
Hep bir şeylerin telaşında
Hep bir şeylerin çabasında
Kediler öyle mi oysa
Durup durup düşünüyorum
Keşke herkes 
Kediler gibi yaşasa

VAZGEÇİLMEZ SEVDAM


Kerim Yuvacı

Bana en sevdiğim renkleri sorduklarında
Düşünmeden söylüyorum sarı ve kırmızı

Bana en sevdiğim hayvanı sorduklarında
Düşünmeden söylüyorum aslan
Anlıyor tabi birazcık futboldan anlayan

Bir ben değilim gönül vermiş bu renklere
Galatasaray varken
Başka takım tutulur mu hiç
Düşünün bir kere

HAYATIN ANLAMI



İbrahim Gül

Eğer sen olmasaydın
Hayatın da bir anlamı olmazdı
Olmazdı hiçbir şeyin tadı
Yemenin içmenin adı anılmazdı

Sen varsan evde beni bekleyen
Koşarak eve gidiyorum 
Keşke yanımda olsan okulda diye
Dualar ediyorum

Hangi yaylalardan hangi dağlardan
Koşup da geldin soframıza bilmiyorum
Fakat ey madımak aşı
Sensiz bir sofra düşünemiyorum