sivas bilim ve sanat merkezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sivas bilim ve sanat merkezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Haziran 2025 Pazar

HASTA MEKTUBU

Hülya Doğancık
 
 
Sevgili  Kim Olduğunu Bilmediğim Kişi,

Dün buradaydın. Emin değilim. Belki de sen değildin. Senin kim    olduğunu da bilmiyorum. Bu mektubun sana ulaşabileceğinin de garantisi yok. Sadece bazen insanın bir şeyler anlatması gerekiyor gibi hissediyorum. Her ne olursa olsun birkaç kelime söylemek, içinde tuttuğum sözcükleri dışarı vurmak en azından bana iyi geliyor. Burada benimle konuşan pek olmaz. Hemşire, doktorlar ve hasta bakıcılar var. Ama ilaçlar hakkında değilse hiçbiri benimle konuşmazlar.
Buna alıştım. Alıştım sanırım. En azından sen varsın. 
Ya da yoksun. Yine de yazıyorum. 
Belki biri okur. 
Ya da okumaz. 
Neyse burada günlerim çok sıradan. Kahvaltıda ilaçlar, öğlen ilaçlar, akşam ilaçlar. Ve kimse tek kelime etmeme izin vermiyor. Ama bir bahçemiz var. Oraya çıkınca daha iyi hissediyorum kendimi. Kendi kendime konuşabildiğim tek yer orası. İçeride kendimle konuşunca ilaçlarımın dozunu arttırıyorlar. Biliyor musun? Geçenlerde biri bana gülümsedi. Yani öyle sandım. Aslında ziyaret ettiği kişiye gülümsemiş. Olsun. En son buraya gelmeden önce gülen birini görmüştüm.
Daha kimseler ziyaretime gelmedi.
Sorun değil. 
Eminim çok meşgullerdir. Belki de benden utanıyorlardır. 
Yine de burası güzel. 
Belki güzel değil de gidebilecek bir yerim olmadığı için kendimi avutmaya çalışıyorumdur...


Sevgilerle

RÜYA GİBİ GERÇEK

Rukiye Tokgöz


I. Bölüm
Sude için bu hayat işkence gibiydi, beş ağabeyi ve kurallara uyma meraklısı babasıyla. Maddi durumları pek iyi değildi, babası bir kaza sonrası sakatlandığı için çalışmıyordu. Annesi -kendisi böyle diyor- altı çocuğunu doyurabilmek için yedi yirmi dört temizliğe(?) gidiyordu. Aslında annesinin o kadar çok çalışmaya ihtiyacı yoktu ama annesi gezmeyi, dolaşmayı ve sohbet etmeyi çok severdi. Temizliğe gittiği hanımlarla sıkı fıkı olduğundan sürekli çalışmak isterdi. Bu durumda Sude, okula gitmediği zamanlarda ağabeyleri ve babasıyla baş başa kalıyordu.  
Babası, tüm kurallara harfi harfine uyulmasını isterdi. Yatması, kalkması, yemek yemesi için belli saatler vardı. Bu saatler bir dakika bile geçse yarım saat ile üç saat arsında süren nutuklar dinlemek zorunda kalırdı. Nutuklar bittikten sonra da tüm ev işleri üzerine yıkılırdı. Bu ceza bir hafta sürerdi ama Sude, cezalı olmadığı zamanlarda da tüm işleri yapıyordu. Aslında ağabeyleriyle ev işlerini paylaşmaları lazımdı fakat ağabeyleri tüm işi ona yaptırıyordu ve babası ya bunu bilmiyordu ya da umurunda değildi. Ne de olsa bu evde oligarşi vardı. Annesinin evde kalmak istememesinin sebeplerinden biri de buydu belki. Sude, ağabey terörü denen şeyi sonuna kadar yaşıyordu. Sanki duvarsız bir hapishaneydi burası. 
 
II. Bölüm 
Babasının kural koyma merakı ve ağabeyleri, okulda da Sude’ye sıkıntı çıkarıyordu. Babası asla ve asla kendisinin tanımadığı kişilerle arkadaşlık kurmamasını söylerdi. Okulda samimi olduğu bir-iki kız vardı ama evdeki durum gizli olduğu için asla arkadaş buluşmalarına katılamazdı. Bu yüzden doğal olarak biraz da olsa dışlanıyordu. 
    Ağabeyleri ise onu sınıfta rezil edecek ve/veya babasını kızdıracak şeyleri baş başa verip düşünür, ardından el birliğiyle bu işi gayet iyi becerirlerdi. Bütün ödevlerini karalar veya yırtar, yazılıya çalışacağı zaman ders notlarını yakarlardı. Onlar yüzünden babası, notları düşük olduğu gerekçesiyle de ceza veriyordu. Sınıfa ya ödevsiz ya da yırtık, buruşuk ödevlerle geldiğinde öğretmenleri de ceza veriyordu. Bir keresinde de ağabeyleri okul formasının arkasına “SIRACALI” yazmışlardı. Utançtan yerin dibine girmişti o gün. Yazı görünmesin diye hırkasını sırtından hiç çıkarmamıştı ama fark etmediği bir şey vardı, aynı yazı hırkasının arkasında da yazıyordu. O günden sonra okulda adı çıkmıştı, gelen geçen alay ediyordu. İlkokuldan beri -yani yedi yıldır- okulda asla rahat gezemiyordu. Okul, onun için en az ev kadar, hatta evden daha büyük bir işkence olmuştu. 
Beş ağabeyi ve babası, yani toplamda altısı birden ona çok çektiriyordu. Evde, okulda, hayatın her alanında. Birkaç kez annesine okulu bırakıp onunla temizliğe gitmeyi bile teklif etmişti. Lakin annesi katiyen böyle bir şey yapamayacağını söylemişti. Sude’ye göre annesi, kendini bu evden kurtardığı için artık Sude’yi önemsemiyordu. Zaten şu dünyada ona anlayışlı davranan, onu önemseyen hiçbir canlı yoktu. Ya da Sude öyle düşünüyordu.


III. Bölüm 
O gün, okula yeni bir beden eğitimi öğretmeni geldi. Tam da beden eğitimi dersinin olduğu gündü. Yani Sude’nin en ama en nefret ettiği gün. Çünkü tüm beden eğitimi derslerinde şansına(!) tüm toplar kafasına gelir, koşarken ayağı taşa takılır ve yere yapışırdı. 
Beden eğitimi dersinde hoca kendini tanıttı ve isteyenin voleybol, futbol ya da basketbol oynayabileceğini söyledi. Hocanın lafı biter bitmez hızla koşan arkadaşlarından biri Sude’yi yere düşürdü. Sude ayağa kalktığında onu düşüren çocuk, diş macunu reklamı yapıyor gibi sırıtıyordu. Ardından dil çıkarıp ortadan kayboldu. Sude için artık bu durum olağan hale gelmişti. Kapüşonunu başına geçirip hocanın yanına, soyunma odasına gitmek için izin almaya gitti. Tek dostu olan kitabı çantasındaydı ve onu almak için soyunma odasına gitmeliydi. Hocanın yanına gitti:
-Hocam, soyunma odasına gidebilir miyim? Çantamda bir şey unuttum da. 
-Elbette yavrum, neden olmasın?
Hevesli bir şekilde soyunma odasına doğru yürüdü. Sevinmişti çünkü önceki hocası bazen izin vermiyor, hemen sorguluyordu çünkü okuldaki öğrenciler, Sude’nin hakkında hocalara yalan yanlış şeyler söylüyorlardı. “Umarım bu hoca onları dinleyince bana yine böyle davranır.” diye geçirdi içinden. Odaya vardığında kitabını eline aldı. Bu sefer 1283 sayfalık bir kitap okuyordu. Ama sonlarına gelmişti, önümüzdeki iki derste biterdi büyük ihtimalle. Tam her zamanki köşesine gelmiş, kitapta kaldığı yeri açmıştı ki hoca birden seslendi:
-Kızım, bir gelir misin?
Hocanın kızmasından korkarak ürkek tavırlarla yanına gitti.
-Efendim hocam?
-Kızım gel rahatça otur. Hah, şöyle. Yavrum sen neden arkadaşlarınla oynamıyor, kitap okuyorsun?
-Hocam ben oyun oynamaktan pek zevk almıyorum. Hem kitaplar benim en iyi ve tek dostumdur. Merak etmeyin, ben böyle hiç ama hiç sıkılmıyorum. 
-Kızım bu kadarı da normal değil ama. Hem arkadaşın durup dururken neden çelme taktı sana bakayım? Çekinmene gerek yok, rahatça anlatabilirsin. 
Hocanın bu sözleri üzerine Sude, ilk kez kendisini dinleyen birini bulmanın heyecanıyla bir anda içini dökmeye başladı. Söze babasının ne kadar katı ve kuralcı olduğundan başladı. Kurallara uymadığında çektiği nutukları, verdiği cezaları anlattı. Beş ağabeyini ve onların yaşattıklarını anlattı. Tüm okulda adının çıktığını ve hocaların bile ona çok kötü davrandığını söyledi. Arkadaşının ona bu sebepten çelme taktığını, artık bunun olağan olduğunu da eklemeyi unutmadı tabii. Sonra annesini anlatmaya başladı. Sırf sohbeti, gezmeyi seviyor diye yedi yirmi dört temizliğe gittiğini de uzun uzun anlattı. Söyleyecekleri bittiğinde kendisini çok rahatlamış hissediyordu. Tam hoca bir şeyler söyleyecekti ki derslerin bittiğini ilan eden zil çaldı. Hoca, Sude giderken sordu:
-Adın Sude’ydi, değil mi güzel kızım?
Sude başıyla onayladı ve hızlı hızlı yürüyerek soyunma odasına doğru yola koyuldu. Eşyalarını aldı ve -neyse ki- bu sefer sadece biri ona dil çıkardı. Eve giderken iki ders boyunca bir harf bile olsun kitap okumadığını fark etti. Şaşırdı… 

IV. Bölüm 
Eve gittiğinde o kadar mutluydu ki olanları düşünürken yemeği biraz yaktı. Babası ve ağabeylerine yanmamış kısımları verdi, yanıkları da kendi tabağına koydu bu yüzden.  Babası onun tabağındaki yemeğin yanık olduğunu görüp yemeği yakmasına kızmasın diye hızlı bir şekilde yemeğini bitirmesi gerekti. Ama bu, artık onun için önemli değildi. Çünkü bugün, onun için hayatının en güzel günüydü. Ömründe ilk kez biri onu dinlemiş ve içinde bulunduğu durumu anlayışla karşılamıştı. İyi de hocanın adı neydi? Aslında kendini tanıtırken söylemişti ama Sude hatırlamıyordu. Yarın gidip hocanın adına odasının önündeki tabeladan bakmaya karar verdi. Bunları düşünürken birdenbire babasının ödev yapması için belirlediği sürenin on dakikasını harcadığını fark etti. Bugün hocalar çok ödev vermişti, o yüzden yetişmeme ihtimaline karşı her zamankinden hızlı olması gerekiyordu. Koşarak odasına, ödev yapmaya gitti ve hemen ödevine başladı. Ama ödevini bitirdiğinde belirlenen süreyi beş dakika aştığını fark ederek daha da telaşa kapıldı. Ayrıca ödevlerinin hatalarla dolu olduğunu biliyordu, hocalar bu hatalar yüzünden çok kızacaktı. Hayıflanacak vakti yoktu, ödevini masasına bıraktı ve koşarak dişini fırçalamaya gitti. Ağabeylerinin, onun süreyi aştığını bildiklerinden haberi yoktu. 
Dişini fırçalayıp odasına döndüğünde ödevi, tam ortasından korkunç bir şekilde yırtılmış halde çöpte duruyordu. Çöpte sadece kâğıtların olmasına şükretti, en azından ödevi ıslanmamıştı. Hemen onu çöpten çıkardı ve bantlamak için masasında bandın olması gereken yere uzandı. Ama tüm bant dolabının kapağını sıkıca kapatmak için kullanılmıştı, hem de okul malzemelerinin durduğu dolabın. Tam o sırada babası, en ufak bir hataya bile göz yummayacağını belli eden bir sesle içeriden seslendi. Belli ki ağabeyleri Sude’yi ödevini yırtmakla, dolabını bantlayıp tüm bandı harcamakla ve yapacağı tüm işleri geciktirmekle suçlamışlardı. Ayaklarını sürüyerek ne kadar hızlı gidebilirse babasının yanına o kadar hızlı gitti. Babası değil yarım saat, tam bir buçuk saatlik bir nutuk çekti. Sude onu dinledikçe yerin dibine girdi ama bir yandan da o kadar umursamadı bu lafları. Çünkü artık bunu anlatınca onu dinleyecek birinin olduğunu biliyordu. Hem de bu kişi bir hocaydı. Sırf bu kişiyi keşfetmesinden doğan mutluluk yüzünden fazladan ceza almıştı ama değdiğini düşünüyordu. Babasını dinlerken bile bunu düşünüp gülümsemesine engel olamamıştı ama babası bu durumunu bir şımarıklık emaresi olarak algıladığından aslında bir saat sürmesini planladığı nutuğunu yarım saat daha uzatmıştı. Tabii bunu Sude bilmiyordu. Bilse de bir önemi yoktu zaten. Sude’nin tek istediği yarının gelmesi ve okulda o hocayla konuşmaktı. Odasına gitti ve yatağına uzanır uzanmaz uykuya daldı.

V. Bölüm 
Sabah annesinin sesiyle uyandı. Annesi ona “Hadi tatlım, okul vakti.” diyordu. Uyku sersemi buradaki tuhaflığı fark etmedi ve her zamanki gibi banyoya, yüzünü yıkamaya gitti. Sonunda uykusu açılmıştı. O an buradaki tuhaflığı fark etti. Annesi evdeydi, üstüne üstlük bir de onu uyandırmaya gelmişti. Bu nasıl olabilirdi? Bir anlam veremedi çünkü bir mucize olup annesi evde kalsa bile asla ve asla onu uyandırmak için zahmete girmezdi. Böyle bir şey olması için dünyanın tersine dönmesi gerekirdi. Bunları düşünürken burnuna nefis bir koku geldi. Epeydir unuttuğu bir koku… Evet patates kızartması kokusu geliyordu mutfaktan. Kokuyu içine çekti, bir de şarkı sesi geliyordu. Annesinin en son ne zaman şarkı söylediğini veya dinlediğini hatırlamıyordu bile. O yüzden onu en çok şaşırtan bu olmuştu. Mutfağa gidip annesine sordu:
-Anne, bu ne?
-Ne olacak kızım, patates kızartması. Dünkü gibi sosis kızartacaktım da sosis bitmiş.
-Önemli değil anne, patates kızartması da güzel, dedi ve sofraya oturdu. Ardından içeri ağabeyleri girdi. En büyük ağabey yanına geldi ve:
-Canım kardeşim bugün nasılmış bakalım, diyerek saçını hafifçe okşadı. 
Sude şaşkınlıktan abisine cevap veremedi. Ardından diğer dört abisi de “Günaydın.” diyerek masaya oturdu. Hayatında bu kadar tuhaf bir şeyle karşılaşacağını kırk yıl düşünse tahmin edemezdi. Tüm ömrü boyunca muhtaç kaldığı, umduğu ama bulamadığı aile sıcaklığının umduğundan bile fazlasını görmüştü. Acaba her şey tersine dönmüştü de bir tek o mu aynı kalmıştı? Tam daha hiçbir şeye şaşıramayacağını düşünüyordu ki babası içeri girdi. Sude’ye ve ağabeylerine çok ama çok sevecen ve içten bir şekilde “Günaydın.” dedi ve gidip annesinin yanağına bir öpücük kondurdu. Bu kadar iyi davranmak yetmemiş gibi bir de annesine oturmasını söyleyip yemek işini kendisi devraldı. Kısa bir süre sonra Sude’nin servisinin kornası duyuldu. Evdekiler ona iyi şanslar dilediler ve Sude şaşkınlıkla evden ayrıldı. 
Gün boyunca hem serviste hem okulda herkes ona çok iyi davrandı. Her ne kadar şaşırmış olsa da artık alışmış sayılırdı bu duruma. Yeni beden hocasının yanına da gitti ama hoca ona dünyadaki en yaramaz öğrenciymiş gibi davrandı, hatta onu neredeyse odasından kovdu. Dünyada ona iyi davranan tek insandı oysa daha dün. Şimdi ise ona kötü davranan tek insandı. Dünya tersine döndüyse bu durum normal olmalıydı. Derken okul bitti, servise bindi. Servisten indiğinde hâlâ bu ters dünyayı düşünüyordu. Aslında bu dünya çok daha iyiydi diğerine göre. Rüya gibi bir yerdi. Eğer bu bir rüyaysa da asla uyanmak istemezdi. Bunları düşünerek kapıya doğru yürürken yerinden çıkmış kaldırım taşını görmedi ve yüzüstü yere düştü. Bunu gören büyüğün küçüğü olan ağabeyi koşarak yanına geldi, bir şeyi olup olmadığını sordu. İyi olduğundan emin olduktan sonra onu eve kadar götürdü. İçeri girerken annesinin ortanca abisine şunları söylediğini duydu:
-Sude dün gece sayıklıyordu. Önemsemedim ama bugün çok tuhaf davranmıyor muydu? Geceleyin bu kıza ne oldu anlamadım gitti.
Düşmenin acısını unuttu o anda Sude. Yüzünde bir tebessüm, gözlerinde bulutlanmalar oluştu. Gerçek sandığı dünyanın rüya, rüya sandığı dünyanın gerçek olduğunu anlamıştı. Mutlulukla ağabeyinin peşinden eve girdi. Bu esnada yanağından süzülen damlanın düşmenin acısıyla olduğunu düşünüyordu ailesi. Mutluydu, hem de çok mutlu. 
















6 Haziran 2025 Cuma

ÇİÇEĞİN RÜYASI

 

 Akın Eliş

Irmaklar yorulmuştu, denizler, dağlar da. Kuşlar ürkerek uçmaktan yorulmuştu. Ağaçlar yorulmuştu, bulutlar ve insanlar da. Ölüm yorulmuştu dolaşmaktan yeryüzünde.

Kin ve kan kokusuna aldırmadan, yolun nereye çıkacağını bilmeden, gece gündüz demeden koşuyordu. Ansızın bir çiçek kesti yolunu, daha önce resmini bile görmediği bir çiçek. Ayakları yere çivilenmiş gibiydi. Çiçek fısıldadı:

 -Siz, çiçeklerin ve kuşların sesini duyarak cennet gibi bir dünyada kardeşçe yaşamak yerine dünyayı cehenneme çevirmeyi seçtiniz.

Bir çiçeğin rüyasında uyandığının farkında değildi.  

 

3. KÜÇÜREK ÖYKÜ YARIŞMASI 

TÜRKİYE İKİNCİSİ 

 


7 Şubat 2025 Cuma

SİZ, NASIL BİR OYUNCUSUNUZ?

Akın Eliş

Bizler; bir filmde, dizide rol yapan, kendisine verilen kişiliği canlandıran insanlara oyuncu diyoruz. Oysa insanların hepsi birer oyuncu. Hem de iyi oyuncu. 
Şimdi düşünün; kaç kez mutlu olmadığınız hâlde size nasıl olduğunuzu soran arkadaşlarınıza “iyiyim” diyerek tebessüm ettiniz ya da çok üzücü şeyler yaşadığınız halde ertesi gün arkadaşlarınızla buluştuğunuzda onları güler yüzle karşıladınız ve ruh durumunuzdan hiç bahsetmediniz, üzüntünüzü dışarıya sızdırmadınız? 
İşte bu yüzden hepiniz birer oyuncusunuz. 
Bu ve benzer olayları o kadar çok tekrarladınız ki siz bile ne zaman, ne kadar mutlu olduğunuzu bilemiyorsunuz. Kendinizi diğer insanlara olduğunuzdan daha iyi ve mutlu gösterme çabası içindesiniz daima. 
İnsanlar, olduklarından daha iyi olmak istiyor eğer bunu yapamıyorsa olduğundan daha iyi görünmek istiyor. Oysa elindekilerle yetinse belki daha mutlu olacak.
İnsan her şeye sahip olmak istiyor, her şeyi yaşamak istiyor ve sürekli mutlu olmak istiyor aslında. Bunu da başkalarına göstererek yapmak istiyor. Sonsuzluğu istiyor farkında olmadan. Bunlar gerçekleşemeyince ya da sınırlı kalınca başlıyor film ve insan bir oyuncuya dönüşüyor. Bu hisleri, düşünceleri gerçekleştirme yolunda insanın etrafının zarar görmesi de kaçınılmaz oluyor bazen. Bu durumda insanın bu sonsuz isteklerini yatıştırması gerekiyor ve orada başlıyor huzursuzluk, mutsuzluk ve film devam ediyor, oyun devam ediyor, roller değişse de oyun bitmiyor. 
Fakir, tez zamanda zengin; zengin de daha zengin olmak istiyor fakat bu hayatta sadece elindekilerle yetinen, daha iyisi için gerektiği kadar çabalayan ve daha iyi olmak için hırslanmayan kişiler gerçekten mutlu ve huzurlu yaşıyor.  
Hepimiz oynayarak yaşıyoruz bu dünyada. Kimimiz daha az kimimiz daha çok oynuyoruz. Çoğunlukla mutlu, huzurlu insan rolünü oynuyoruz. Her zaman, her insan bu oyunu sergilemese de herkesin hayatında mutlaka oyuncu rolüne büründüğü zamanlar oluyor.

4 Şubat 2025 Salı

DÖNGÜ


Mahmut Eray Erbaş
Emir Kaan Şimşek
Emir Sabri Ünsal

1. BÖLÜM

Hayli yorucu bir gün geçirmişti. Evine gidip dinlenmekten başka bir düşüncesi yoktu. Hatta yemek, içmek için bile uğraşamayacak kadar yorgundu. Evinin kapısını açtığında artık son gücü de bitmişti. Çantasını bir kenara fırlatarak doğruca uyumaya gitti. Sanki uykuya değil de başka bir boyuta geçmişti uzanır uzanmaz. Rüya gibi değildi yaşadıkları. Uzandığı anda bir kapıdan geçmiş ve yeni bir dünyaya girmiş gibiydi. Gözlerini uyanır gibi araladı. Her yer bembeyazdı. O kadar beyazdı ki küçücük bir leke olsa fark edilebilirdi. Tavan beyazdı.  Zemin beyazdı. Duvarlar beyazdı. Gözlerini alıyordu bu kadar beyaz. Bir kapı olmalı, diye düşündü. Pencere yoktu ama bir kapı olmalıydı. Yerinden doğruldu ve elleriyle duvarları yoklamaya başladı. Az önce yorgunluktan bitkindi fakat şimdi kendisini çok dinç hissediyordu. Bunun bir rüya olamayacağını düşündü. Kendine bir çimdik attı, acı hissedebiliyordu. Demek ki rüya değildi bu. Bu esnada elini sürdüğü yerde bir çıkıntı hissetti. Bu bir düğmeye benziyordu. Dikkatle baktı ve tüm gücüyle bu çıkıntıya bastı. Bu esnada bembeyaz duvarda kapı büyüklüğünde bir boşluk oluştu. Kapının ardı karanlıktı. Buradan çıkmak için bir fırsat doğmuştu ve değerlendirmeliydi bunu. Gözleri kamaşıyordu beyazlıktan. Adımını dışarıya atar atmaz bir boşluğa yuvarlandı. Karanlık bir boşlukta düşüyor, düşüyor, durmadan düşüyordu. Aşağılara doğru indikçe hızlanmak yerine yavaşlıyordu. Sonunda yerçekimi etkisini kaybetmiş gibi hissetti. Tam uçuyor muyum diye düşünüyordu ki bir anda gözlerini yeşil bir odada açtı. Filmlerde gördüğü gibi bir yeşillikti bu. Doğal bir yeşillik yoktu etrafında. Her şey yeşildi. Tavan yeşildi. Zemin, yeşildi. Duvarlar yeşildi. Ellerine baktı, yeşil görünüyordu. Kendi ellerinden rahatsız oldu. Ellerini duvara yaklaştırdığında elleri görünmüyordu. Biraz önce yaşadığı tecrübeden hareketle burada da bir düğme olabileceğini düşündü. Duvarları yoklamaya başladı. Tahmini doğru çıktı. Yine bir çıkıntı vardı duvarda ancak bu kez dışarıya adım atıp atmamak konusunda kararsızdı. Var gücüyle düğmeye bastı ve yine bir boşluk oluştu duvarda. Adımını atar atmaz yine düşmeye başladı. Her yer karanlıktı ama git gide aydınlığa doğru yol alıyordu. Ellerine baktı, rengi yerine gelmişti fakat biraz beyaz görünüyordu kendine. Bir ara kuş gibi kanat çırpmayı denedi. Çırpındı, çırpındı fakat bu onun düşmesini engellemiyordu. Sonunda yavaşladı. Yine bir odaya düşeceğim, diye içinden geçirdi. Gözlerini yine kapadı. Düşme hissi bittikten sonra gözlerini usul usul açtı. 
Başucunda maskeli iki kişi vardı. Üzerlerinde beyaz önlük vardı başucunda bekleyen kişilerin. Ellerinde eldiven vardı. Gözlerini açtığını görünce başucundaki kişiler telaşlanmıştı. Kendini toparlamalı ve nerede olduğunu sormalıydı. Kendini toparlayarak:
-Ben neredeyim, sizler kimsiniz, dedi. 
Başucunda bekleyenler sorularına cevap vermek yerine sağa sola ve birbirlerine bakıyorlardı. Doğrulmak istediğinde yatağa bağlı olduğunu hissetti. Tam ayaklarına ve kollarına bakıyorken burnuna doğru sıkılan bir gaz ile gözlerini kapattı. 
Gözlerini açamayacak kadar yorgun olduğunu hissetti. Uyanıktı ama bir şeyler yapmak için gücü yoktu. Gözlerini yeniden araladı. Az önce başucunda duran kişiler yoktu. Üstelik yatağa bağlı da değildi. Tepesindeki lamba çok cılızdı. Bazen sönüyor bazen yanıyordu. Kasavetli bir havası vardı odanın. Duvarlara bakarken bir kapı gördü. Bu, iyiye işaretti. Kapının altından ışık sızıyordu ve gölgeler hareket ediyordu. Kapı aralandı. Ardında sadece bir kişi vardı. Yerinden doğruldu ve sordu:
-Neredeyim ben?
Beyaz önlüklü ve maskeli adam elinde iki şeker tutuyor ve gözlerine bakarak konuşuyordu:
-Şu an senin beyninin içindeyim. Elimdeki şekerlerden birini seçeceksin. Sadece bu kadarını söyleyebilirim, dedi.
Son gücünü toplayarak kendisine şekerleri uzatan adamı duvara doğru itekledi. Bu esnada yere düşen iki şekeri de aldı. Tam ikisini birden ağzına atacaktı ki yeniden her yer karardı.
Gözleri açıktı ama hiçbir şey görmüyordu. Avucunda sıkı sıkıya tuttuğu şekerler erimeye başlamıştı. En iyisi onları yutmaktı. Karanlıkta şekerlerin ikisini birden ağzına attı. Tatlı bir şeyler ummuştu. Şekerlerin biri çok tatlı diğeri acıydı. Kırmızı olan büyük ihtimalle acıydı. Her yer karanlıktı hâlen. Şekerlerden acı olanı çıkarmak istedi ağzından fakat yanlışlıkla bu esnada her iki şekeri de yuttu. Şekerleri yuttuğu anda yine düşme hissine kapıldı. Etrafta hiçbir şey görünmüyordu. Bir yandan midesinin bulandığını hissediyordu. Belki de başı dönüyor, düştüğünü hissediyordu. Gözlerini kapadı bir süreliğine. Tekrar açtığında başucunda yine o maskeli iki kişi vardı. Gözlerini açtığını görünce başucundaki kişiler telaşlanmıştı. Biri diğerine:
-Hiç bu kadar sorun çıkaran olmamıştı. Bu kalitesiz denek kim tarafından getirildiyse tespit edilmesi gerek, bir daha bize böylelerini getirmesin, dedi. 
Demek ki burada bir denekti ve başkaları da getirilmişti. Olan biteni usul usul anlamaya çalışıyordu. Olanca gücüyle toparlandı ve bağırdı:
-Bırakın beni!
Başında bekleyenler iyice usanmış görünüyordu. Gözleriyle birbirlerine işaret ettiler ve yeniden her şey karardı. Bu kez bilincini de yitirmişti. 
Aradan ne kadar dakika ya da saat geçtiğini hatırlamıyordu kendine geldiğinde. Her yanı ıslanmıştı. Yağmur yağıyordu. Önce bulutları gördü, sonra çalıları. Usulca yerinden doğrulmak istedi fakat vücudunda yaralar vardı, ağrımayan yeri yoktu. Hafifçe doğrulduğu anda az ilerde hızla giden bir araç gördü. Kendini yeniden çamurun içine bıraktı. 
Yaraları acıyordu. Biraz kendini toparlayınca kalkmayı düşünüyordu. Bu esnada etrafa bakındı. Çalıların arasında kendisi gibi baygın bekleyen dört kişi daha vardı ve hiçbirinde hayat belirtisi yok gibiydi. Önce kendine gelmeli, ardından onların yaşayıp yaşamadığına bakmalıydı. Bir müddet daha bekledi. Yine dalmıştı. 
Bir süre sonra uyandı. Etrafında hayli su birikintisi oluşmuştu. Yağmur devam ediyordu ve şiddetlenmişti. Etrafındakilerden biri daha kendine gelmiş, sağa sola bakıyordu. O tarafa dönerek sordu:
-Neredeyiz biz? Neden buradayız? 
Gayet bitkin görünen adam cevap verdi:
-Aynı sistemin içinden atılan kişileriz. Artık sistemin bir parçası değiliz. Uyanmak, acı verir. Aslında hissettiğin bütün acılar artık uyanmış biri olmanla ilgili. Sen, ben, biz sistemin dışına atıldık. 
Söylenenlerden bir şey anlamıyordu. 
Belki de diğerleri yalnızca buraya hoş zaman geçirmek için gelmiş sarhoşlardı. Tam buna inanacakken diğer üç kişi de hareketlendi. Önce çamurdan çıkmak gerekiyordu. Güç bela ayağa kalktı ve biraz ilerdeki ahşap kulübeyi gördü. Beş yorgun ve bitkin kişi kulübeye doğru usul usul ilerledi. Konuşacak, birbirlerine anlatacak çok şeyleri vardı fakat hiçbirinin ağzını bıçak açmıyordu. 


2: Bölüm
Ahşap kulübenin kapısı açıktı ve ortada küçük bir soba vardı. Önce kurumaları ve dinlenmeleri gerekiyordu. Sonradan uyananlardan biri sağda solda sobayı yakmak için bir şeyler aradı. Nihayet bir kutu kibrit bulmuştu ama kibrit nemliydi. Bir süre uğraştıktan sonra birini yakmayı başardı. Soba yandıkça ısınıyorlar ve birbirlerine bakıyorlar, birbirlerini tanımaya çalışıyorlardı. Üstelik acıkmışlardı epece. Kulübe ısınıp elbiseleri kurumaya başlayınca yiyecek bir şeyler aramaya başladılar. Kulübeye yıllardır kimsenin gelmediği belliydi. Yıllardır yanmamış olan sobanın borularından dumanlar çıkıyor ve sular akıyordu. Raflardan birinde duran kutunun üzerinde gofret resmi vardı. Beş kişinin tek umudu bu kutuydu. Kutuyu özenle indirdiler. Gerçekten de içinde gofret vardı. Son kullanma tarihine baktılar, yaklaşık elli yıl önce son kullanma tarihi geçmişti gofretin. Beş mağdur kişinin bunu düşünecek durumu yoktu ve hızla bitirdiler gofretleri. Gofretler bittiğinde hepsinin de uykusu gelmişti. Bulundukları yerde uyudular. Günlerdir ilk kez bu kadar mutlu oldukları yüzlerinden okunuyordu. Bebekler gibi mışıl mışıl uyuyorlar yanlarındaki soba çıtırtılarla yanıyordu. 
Hayli mutluydu uyandığında. Üstelik ağrısı, sızısı yoktu. Yaralarının tamamı iyileşmişti. Yanındaki kişilere baktı, onların da yaraları iyileşmişti. Üstelik hepsinin üzerinde temiz kıyafetler vardı. Yaşadıklarını hatırlamaya çalıştı. Bir ahşap kulübenin içinde olmaları gerekiyordu fakat burası başka bir yerdi. Bu esnada kenarda kendilerini izleyen maskeli ve beyaz önlüklü iki kişiyi yeniden gördü. 
-Gofretlerin tadı nasıldı? Şifalıdır bizim gofretler. Bak, yaralarınız iyileşmiş, dedi adamlardan biri. 
Bu sözleri duyan dört kişi de uyandı. Onlar da hayli mutlu görünüyordu. Elbiselerine, etrafa bakmaya başladılar şaşkınlıkla. 
Maskeli ve beyaz önlüklü adamlardan diğeri konuştu:
-Kurtulmak istiyordunuz, kendinizi huzursuz hissediyordunuz. Artık gidebilirsiniz. Bakın, şurada kapı var. Kapıdan çıkıp bahçeye ulaşacaksınız. Bahçeden de çıktığınız andan itibaren özgürsünüz. Yeni bir hayat sizi bekliyor. Hem de mutlu bir hayat. 

3. Bölüm
Birbiriyle konuşmadan dört kişi hızla bahçeye koştular. Bahçe kapısı yakın görünüyordu ama bir türlü ulaşamıyorlardı. Yürüme bandında koşar gibilerdi. Bir süre koştuktan sonra bahçe kapısına nihayet ulaştılar. Bahçe kapısının arkasında bir hayat onları bekliyordu. Terlemişlerdi. Kapıyı açmadan önce son kez birbirlerine baktılar. Bir veda merasimine gerek yoktu. Buradan kurtulmak gerekliydi. Büyük kapıyı açıp dördü birden dışarıya adım attılar fakat adımları onları dışarıya taşımadı. Bir boşluk vardı ayaklarının altında. Galiba düşüyorlardı yeniden. 
Her yer karardı. Büyük bir sessizlik vardı. 
Uyandığında tekti ve başucunda maskeli iki kişi vardı. Üzerlerinde beyaz önlük vardı başucunda bekleyen kişilerin. Ellerinde eldiven vardı.

18 Ocak 2025 Cumartesi

GEZEGENLER

Tunahan Ceylan

O en küçük gezegen 
Merkür’ü bilirim ben
Kılçık kaldı boğazda
Dün akşam yemek yerken

Çoban Yıldızı Venüs
Arkadaşım bana küs
Üstüne oturunca
Anladı ki o kaktüs

Yaşam olan yer Dünya
Yolda yürürüm yaya
Patikada giderken
Önüme çıktı kaya

Kızıl bir gezegen Mars
Bu mevsim soğuktur Kars
Ormanda yürüyorken 
Gördüm avlanan bir pars

En büyüktür Jüpiter
Görünen su değil ter
Yolda koşarken düştüm 
Çünkü kaygandı her yer

Satürn’ün var halkası
Su dolu onun tası
Kedi damdan düşünce
İlan ettiler yası

Uranüs yuvarlanır
Tüm dünya onu tanır
Kaplumbağa görürse
Patikada taş sanır

Uzak Güneş’e Neptün
Bir kitap okudum dün
Kimse pasta yemedi
Duruyor hâlâ bütün

ÖĞRENCİNİN DUASI

Yusuf Kerem Acar

Aslında okul güzel bir yer
Sıkıcı bir hayattan
Koparıp alıyor bizleri içine
Arkadaşlar, dersler, öğretmenler
Derken akşam oluyor
Dönüyoruz evlere

Okulun olmadığı günler bile
Arıyor insan okulu, dersleri
Öğretmenlerini
Hele yaz tatilinde
Özlememek mümkün mü birini

Fakat ödevleri anlamak çok zor
Sayfalar dolusu ödev
Sayfalar dolusu soru
Allah’ım sen bizleri
Ödevlerin bitmeyeninden koru

11 Ocak 2025 Cumartesi

SORULAR

 

Ayşegül Yıldız

Aklımdaki sorular hiç bitmiyor
Birine cevap bulsam
Diğerine bulamıyorum
Günün herhangi bir saatinde
Kendimi soruların içinde buluyorum

Bir gün bitecek mi sorularım
Bu da bir soru
Cevabını bilmiyorum

OYUN

 


Eymen Çam

Her şeyin bir anlamı olduğunu söylüyorlar
Bazı şeylerin anlamını bulamıyorum
Mesela arkadaşlarımla oynadıktan sonra
Oynadığımız şeyleri düşünüyorum
Gülüyorum
Anlam veremiyorum
Oyunların anlamı ne
Bir türlü çözemiyorum
Yine de kendimi oynamaktan beri tutamıyorum
Anlamak için kafa yoruyorum
Kafamın boşa çalıştığını görüyorum
Oyunların anlamını 
Sadece oynarken buluyorum

10 Ocak 2025 Cuma

İDEALE ULAŞMAK İÇİN GİDİLEN YOL


Ezgi Budak

Eğer var oluşunuz gerçekten umurunuzdaysa baskı nedir bilirsiniz. Baskı altında hissetmek bizi yorar ve yıpratır lakin bunu hissedebiliyor olmak, yaşamı kaale aldığınızı gösterir. Bu da kısmen iyi bir şeydir çünkü dünya üzerindeki onca televizyon arkasındaki dekoratif ledlerden biri değilsinizdir. Yine de hayatı fazla umursamak da iyi değildir çünkü her şeyin olduğu gibi bunun da bir yaptırımı vardır. 
İnsan olarak doğruyu ve yanlışı yapma hakkına sahibiz beynin bazen bizi yanıltmasından dolayı. Belki de böyle bir beyne sahip olmak için doğmadan önce bir bedel ödemişizdir. -Yanlış anlaşılmasın ben insanı yüceltmiyorum, sadece sahip olduğumuz bu düşünebilme kabiliyetini övüyorum.- Bu bedel, mükemmeliyetçiliktir. -Televizyon arkası dekoratif ledlerden ibaret olmayan insanlara hitaben- Her insan mükemmellik çabasına girer. Yoksa bu beyinler peşimizi bırakmazlar. Ardımızdan koşarken “daha iyisi olabilirdi, çalışırsan olur, geliştirilebilir” gibi şeyler söylüyorlar. Bu amansız yankılar zar zor bizlere tutunmalarını sağladığımız fikirlerimizi de etkiliyor. Tıpkı havası bitince duvara tutunamayan vakumlu bir lif gibi. Bu baskı çağrıları fikirlerimizin vakumunun içindeki havayı sömürüyor. Yere düşünce de lif gibi kirlenmemesi gereken fikirlerimiz kirleniyor.
Belki ardımızdan çığıran bunca sesi kesmemiz mümkündür fakat bir de kesilemeyen tek ve en yüksek ses vardır: iç sesimiz. Henüz kimse iç sesinin uğultusunu kulağında duymamıştır ama iç sesimiz öylesine esnektir ki diğer herkesten gelen sesi içine katabilir. Tüm o gürültü, en nezih ortamı berbat eder: Nereye doğru evirildiği belirsiz beynimizi. Beyin bir kütüphanedir, milyonlarca kitap arasından doğru olanı seçmek için sessizlik gerekir. Ne var ki bu gürültüler kendinden zahmetli işi, daha da zahmetli hale getirir. Sürekli der ki “Mükemmel ol, yoksa bir hiç olursun.” Bu vaveyla tüm kitapları birbirine karıştırır ve bir şey bulunmasını imkânsızlaştırır.
Mükemmellik, bir tür idealdir. İdeal, tanım olarak takip edilen bir amaçtır, olmak için çalışılandır. Bu da demektir ki ideal, sonuç değil yolun kendisidir. Bizler bir ideali takip ediyoruz sanırken ideal, dolaylı olarak gelişiyordur. Yani ideal asla ulaşılamayacak olandır; ideal, kazanılacak olandır. Mükemmelliği ideal yaptıysanız ona asla ulaşamazsınız. Siz hedefinize yaklaştığınızı düşünürken hedefi olmayan bir yere gidiyorsunuzdur ama yolculuğu asıl anlamlı kılan yolculuktur, hedef değil. Mükemmele yaptığınız bu yolculukta yapılan her hata ve her başarı kazançtır. 
“Hiçbir insan mükemmel değildir.” derler. Hayır, herkes mükemmeldir. –Bir kesim hariç, siz kimler olduğunu biliyorsunuz.- sadece bu kadar fazla insan ve bakış açısı olunca mükemmellik kelimesi de çok komplike bir hale geliyor. Bu yüzden mükemmelliği tam olarak tanımlayamıyoruz ve hiç kimse mükemmel değildir, deyip işin içinden sıyrılıyoruz. 
Bırakalım kimse mükemmel olmasın. Bunun uğruna tek kullanımlık ömrümüzü verirsek hiçbir şey olamayız. Daha iyisi olmaya çalışmaz ve seslere takmazsak kütüphanede kitap bulması, okuması, yorumlaması daha kolay olur. Mükemmel olsanız bile o sesler asla susmayacaktır, susmazlar da. Zaten doğru ve yanlışımızın olması bizi mükemmel yapar. Yaptığımız işten gurur duyabiliyorsak gerisi önemli mi?

BİRİCİK GERÇEK

Akın Eliş

Dünyadayken kalbimiz attığında, vücutta yaşamsal faaliyetler gerçekleştiğinde hayattayız, diyoruz. Peki, ne kadar hayattayız? İnsanlar ölmekten korkar, ölünce yakınları üzülür. Peki ya ölünce gerçek hayatı gerçekten yaşayacaksak? Ya da hiçbir zaman ölmüyoruz, biz sadece öldüğümüzü zannediyoruz. Yaşamın normal bir parçası belki de ölüm, biz onu abartıyoruz. Ne zaman öleceğimizi de bilmiyoruz. Ölümün zamanını bilmek, ölümden korkanlar için zor olsa gerek. İnsanların geleceği bilme arzusu da galiba bu yüzden, yani ölecekleri zamanı görme çabasından kaynaklanıyor ancak insanlar farklı bahanelerle bu gerçek niyeti gizliyorlar. Aynı şekilde geçmişe gitme arzusu da özünde ölüm endişesinden kaynaklanıyor. Geçmişte yaptıkları ve pişman oldukları hataları geriye dönerek düzeltme çabası taşıyor bu niyetleri de. İşte yaşamın tek gerçeği ölümdür. Bir dine inanan ya da inanmayan herkes öleceğinin farkındadır. Peki ya şu an yaşadıklarımıza ne oluyor, anlık yaşanıp bitiyor mu her şey? Kayıp mı oluyor yaşananlar? Yoksa hâlen yaşandıkları yerde duruyorlar mı? Eğer yaşadıklarımı, yaşanan anda hâlen duruyorsa öldüğümüz an da hep orada ölüm anında kalacak ve yaşayacak. Ölüm işte böyle garip bir gerçek. 
Aslında insanın dünyaya gelmesinin en büyük nedeni bir gün ölecek olmasıdır. Adına hayat dediğimiz şey, ölüm bizi buluncaya kadar ya da biz ona varıncaya kadar geçen süreden başka nedir ki? Kimi bu süreyi on yıllarla doldurur kimi ise üç beş yılla. Ölümün yaşı yoktur, zamanı ve yeri de yoktur. İnsanların en büyük çaresizliği de aslında bu yüzden ölüm karşısında. 
Ölüm geldiğinde daha önceden kıymetli sayılan her şey değerini yitirir. Uğruna ömür harcanan her şey bir yalana dönüşür. Hatta sevgiler, akrabalık bağları bile ölümün önünde geçerliliğini yitirir. Belki de bu yüzden söylemiş yazar: Ölümün var olduğu bir dünyada hiçbir şey ciddiye alınamaz. 

7 Ocak 2025 Salı

SABIR

Salih Taha Balta


Peş peşe eklemişler hiç bitmiyor
Biri bitiyor diğeri başlıyor
Üç kitap önümde
Beş defter yanımda duruyor

Tam diyorum ki artık bitti hepsi
Uzanır dinlenirim biraz
Fakat bırakmıyorlar beni bana
Ders çalış, ders çalış, sınavın var diyor
Sivrisinek vızıltısı gibi saz

Çalışıyorum kalkıp saate bakmadan
Akıl kaybı yaşıyorum
Koşuyorum okula gece hiç uyumadan
Hurdaya dönüyorum

Sen sabır ver ya Rabbi

4 Ocak 2025 Cumartesi

NASİPSİZ NASİPLİ

NURGÜL ASYA KILCI
ZEYNEP YURTTAŞ
KAAN ERDOĞAN 
MEHMET ZAHİD ÖKTEN 
MİRAÇ KAĞAN GÜLER  
TAHA METİN YILDIRIM 
SELİM KURT 
TUNAHAN CEYLAN 


Elinden gelen başka bir iş yoktu. Mesela sıvacılık yapamazdı, tarımla uğraşamazdı, hayvan besleyemezdi. Bunların hepsi hem tecrübe istiyordu hem de beden kuvveti. Yapabileceği tek iş esnaflıktı. Ticarete atılmalı ve tez zamanda köşeyi dönmeliydi. Cengiz amca yıllar boyu her işi denemiş fakat hiçbirinde başarılı olamamıştı. Aslında onun başarısızlığının nedeni fazla dürüst olmasıydı. Hak ettiğinden fazla ücret almamıştı hiçbir işten. Bazı işleri de ücretsiz yapıyor, bunun için paraya gerek yok, diyordu. Etrafında onun bu özelliğini bilenler hep ona aptal muamelesi yapıyordu, üstelik tüm işlerini de ona hallettiriyorlardı çünkü Cengiz amcanın sözlüğünde “hayır” kelimesi yoktu. Acıkan biri olduğunda Cengiz amcaya geliyor ve şöyle diyordu:
-Bana yemek ısmarlar mısın, karnım çok aç. 
Cengiz amca cebinde para olmasa bile mutlaka o kişiye bir ziyafet çekiyordu. Borç buluyor, borçlanıyor ama yine de o kişiyi tok olarak gönderiyordu. 
Ya da bahçesi, bostanı ekilecek olan biri Cengiz amcaya geliyor ve ona diyordu ki:
-Benim canım hiç çalışmak istemiyor. Nasıl olsa boş adamsın. Sevabına şu bahçeye bir düzen versen, tohumları eksen, bellesen. 
Cengiz amca bahçe bostan işlerinden anlamamasına rağmen günlerce sürse bile o kişinin işini mutlaka görüyordu. Üstelik yemek ve su istemeden. 
Şimdi ticarete atılmalıydı ve çok para kazanmalıydı. Geride bıraktığı yılları telafi etmeliydi. Ticaretten iyi anladığını bildiği Kayserili bir arkadaşıyla günlerce konuştu, dinledi ve sonunda bir firmanın düdüklü tencerelerini satmaya karar verdi. Tencereleri firmadan ücretsiz alacak ve sattıktan sonra üzerinden prim alarak tencerenin ücretini firmaya verecekti. Kaç tencere satarsa o kadar çok kazanacaktı. Bunun için bir dükkana da ihtiyaç yoktu. Sabahın erken saatlerinde eline birkaç tencere alacak, sattıkça gidip yeni tencereler temin edecekti. Üstelik sattığı tencerelerin yarı fiyatı kendisine prim olarak verilecekti. Düşündü, günde on tencere satarsa ayda üç yüz tencere yapıyordu. Belki ilerde tencereleri kendisi bile imal edebilirdi. 
İlgili firmayla ayaküstü konuştu anlaştı ve ilk etapta üç tencereyi alarak firmadan ayrıldı. Kapı kapı dolaşıp tencereyi tanıtması gerekiyordu. Bir süre ilerledikten sonra ilk binanın önünde durdu tam zile basacaktı ki içerden gelen sesleri duydu. Karı koca birbirine bağırıyordu. İstemediği halde biraz kulak misafiri oldu. Kavganın sebebi düdüklü tencereydi. Kadın tüm gücüyle bağırıyordu:
-Bana sormadan ne tenceresi aldın sen? Bu tencere bir kez bile kullanılmaz. Verdiğin paranın onda biri bile etmez. İnsan bakmaz mı alacağı eşyaya.
Bu sözleri duyan Cengiz amca hızla bu kapıdan uzaklaştı. Birkaç adım daha atmıştı ki girmeye niyetlendiği kapının önünde onlarca ayakkabı gördü. Üstelik kapı açıktı. Üç tencerenin üçünü de burada satarım, diye düşündü. Tam kapıdan adım atıyordu ki kendisine doğru uzatılan helvayı fark etti. İki eli de dolu olduğu için helvayı almakta zorluk çekti. En son tencerelerden birinin içine helvayı koydu ve utanarak geri döndü. Dönerken de sessizce helvayı uzatan kişiye:
-Allah rahmet eylesin, dedi. 
Helvayı uzatan kişi gözleri yere bakar vaziyette cevap verdi:
-Hep o düdüklü tencere yüzünden. Rahmetli, mutfakta iken patlamış ve kapak başına gelmiş. Şimdi o firmayı dava etmeyi düşünüyoruz. 
Bu cümleyi duyan Cengiz amca elindeki tencereleri arkasına doğru itti ve ayrıldı. 
Morali bozulmuştu iyice. Bu kadar olumsuzluk, nasipsizlik biraz fazlaydı onun için. Bir süre daha ilerledi. Gözüne kestirdiği ilk evin kapısında durdu. Zile bastı fakat içerden herhangi bir tepki gelmedi. Zile bir kez daha bastı, bir süre bekledi bir kere daha bastı. Nihayet içerden sesler gelmeye başlamıştı. Kapı usulca açıldı ve ardında yaşlı bir adam göründü. Kalın, kocaman gözlükleri vardı adamın. Elinde bir de bastonu vardı. Kocaman göbeği, pijamasının düğmelerini zorluyordu. Cengiz amcaya hiçbir şey sormadan elinde tuttuğu şekerliği uzattı ve:
-İyi bayramlar çocuğum, şekerini buradan alabilirsin. İstediğin kadar alabilirsin. Harçlık da vermek isterdim ama emekliyim ben kusura bakma dedi. 
Cengiz amca cevap vermeyince:
-Sen ne kadar utangaç bir çocuksun, şu poşetini uzat bakalım, diyerek tencerenin içine iki tane bayram şekeri koydu. 
Cengiz amcanın dili tutulmuştu sanki. Bayrama daha kırk gün vardı. Şekerler de Ramazan Bayramı’ndan kalmıştı ihtimal. Bir an üç tencereyi de oraya bırakmak ve dönmek istedi fakat firma ya tencereleri ya da satış ücretini bekliyordu.
Yürüyecek gücü kalmamıştı. Az ilerde bir park gördü. Parka doğru gitti ve boş bir banka oturdu. Yanına da tencereleri dizdi. Bu esnada helvayı hatırladı ve helvayı tam yerken bir ses duydu:
-Amca kaça satıyorsun bu tencereleri?
Bu ses yabancı değildi ama sesin sahibini hatırlamıyordu. Sorusuna cevap alamayan adam devam etti:
-Düdüklü tencere yüzünden az kalsın yuvamız dağılıyordu. Bana şimdi güzel ve kaliteli bir tencere lazım. Bunlar iş görür mü?
Cengiz amca bu sözler üzerine sesin sahibini hatırladı. Az önce kavga seslerinin geldiği evden tanıyordu bu sesi. 
Tencerenin fiyatını söyledi. Kalitesi hakkında bilgisi olmadığını ama iş görecek bir tencere olduğunu ilave etti. Üstelik tencere alan ilk müşteriye iki şeker de hediye edeceğini söyledi. Adam, şekerleri görünce tencerenin kalitesini sorgulamayı unuttu ve istenen ücreti ödeyerek koşar adım evine doğru gitti. 
Cengiz amca şaşkındı. Helvayı yemeye devam edecekti ki yine bir ses duydu:
-Bu tencere patlamaz değil mi?
Cengiz amca:
-Patlamaz merak etmeyin. Oldukça kaliteli bir ürün. 
Fakat bu sesin sahibini de bir yerlerden tanıyordu. Dikkatlice bakınca az önce kendisine helva ikram eden kişiyi tanıdı. 
-Öyle ise bir tane alayım, dedi sesin sahibi. 
Cengiz amca ikinci tencereyi de satmıştı. Hem de oturduğu yerde. Artık helvayı yiyip kalan tek tencereyi de firmaya götürmeliydi. Bu iş ona göre değildi galiba.
Helvayı bitirmişti nihayet. Kalan son tencereyi eline alıp kalkıyordu ki az önce kendisine şeker veren dedeyi gördü karşısında. Dede bir tencereye baktı bir de Cengiz amcaya:
-Ben seni tanıyorum çocuk ama nereden tanıyorum bilmiyorum. 
Cengiz amca bozuntuya vermedi. 
-İnsan insana benzer dedeciğim. 
Bu yakınlığı duyan ihtiyar devam etti:
-Bayramdan sonra düğünümüz var ve ev eşyası topluyoruz. Sen ne satıyorsun? Yanındaki kutuda ne var?
Cengiz amca:
-Düdüklü tencere, dedi.
Fiyatını bile sorma ihtiyacı hissetmeden dede devam etti:
-Aldım gitti. 
Cengiz amca üçüncü tencereyi de satmıştı. Morali artık düzelmişti. Kayserili arkadaşının söylediği hiçbir şey işe yaramamıştı. Kendisi daha iyi bir tüccardı galiba. Nasibin peşine düşmemek lazımdı. Nasip gelip insanı buluyordu. Bu park onun nasibinin adresiydi.  Belki üç beş tencere daha getirir ve bu parkta akşama kadar satardı. Keyifle firmanın önüne geldi. Tam kapıdan içeriye girecekti ki bir yazı gözüne çarptı: “Cumaya gittik, ne zaman döneceğimiz belli değil.”
Günlerden pazartesiydi. Üç tencere parası Cengiz amcanın cebindeydi. Paranın yarısını kapının altından içeriye doğru itekledi. Kimsenin hakkına girmek istemezdi. Oysa ilk kez bir işte başarılı olmuş ve para kazanmıştı. Tam yerden doğrulacaktı ki kafasına düşen düdüklü tencere ile olduğu yere yıkılıverdi. 

HAYAL


Elif Dağdeviren

Uzaya çıkmaktı benim hayalim
Zaman zaman halen bu hayali kuruyorum
Ama belki de gerçekleşmeyecek bir hayal
Yine de bu hayal ile yaşamaya devam ediyorum 

YEŞİL SIRDAŞIM

Elif Dağdeviren

Rengi yeşil onun
Ve duygularımın tercümanı
Onunla aktarırım kâğıda
Düşüncelerimi, duygularımı, hayallerimi
Neler neler anlatırım ona

Üzülünce, sevinince
Onunla açarım günlüğümün sayfalarını
Bütün duygularımı bilir
Çünkü sadece o beni anlar

Belki de konuşabilse
O da benimle duygularını paylaşır
Ama dili yok onun
O sadece yazar
Benim içimden geçenleri
Kalemim
Biricik sırdaşım

DUYGU HAPİSHANEM

Doğa Uzunpınar

1. Bölüm: Ben
Herkes bana duygusuzsun, karamsarsın ve tepkisizsin diyor. Hâlbuki ben bütün duygularımı yaşıyorum. Dışımdan karamsar olabilirim ama aslında iyimserim. Tepkisiz değilim. Yalnızca tepkilerimi göstermeyen biriyim. Beni neden böyle görüyorlar ki? Hayatın farkındayım. Kötü şeylerden haberdarım. Bu yüzden mutlu olamıyorum. Acıların ağrısı çok ağır geliyor. Yaptıkları hataları düzeltmek yerine böyle sorular sormaları beni çok kızdırıyor. Onlar kim mi? Herkes… Herkes aynı. Hiç kimsenin en ufak bir farkı yok. Herkes, herkesi olumlu veya olumsuz eleştiriyor. Bu da benim duygularımı sarsıyor. Bu sebeple beni böyle görüyorlar. Duygu hapishanemdeki klasik bir günüm, işte her günüm bu düşüncelerle başlıyor. Her gün bana özel yapılmış olan bir hapishanede oturuyorum ama koruyucu olarak değil, suçlu olarak. 

2. Bölüm:  Hapishanem
Gündüzleri benim için özgürlük demekti. Hapishaneden çıktığım zaman çoğunlukla gündüz oluyordu. Bu her zaman değişiyordu. Ben ne zaman uyanırsam çıkıyordum hapishanemden. O yüzden uyumaktan nefret ediyorum çünkü rüyalarım aslında rüya değil, hapishanemde yaşadıklarım.
Şimdi size hapishanemden bahsetmek istiyorum. Burası her hapishane gibi gri duvarlardan oluşmuyor. Burası rengarenk. Oturduğum hapishane odasının rengi ben hangi duyguyu hissediyorsam ona göre değişiyor. Örneğin sevinçliysem sarı, mutsuzsam mavi, kızgınsam kırmızı oluyor duvarın rengi. Bu pek çok kişinin hoşuna gidebilir ancak benim hoşuma gitmiyor. Duvarın renk değiştiriyor olmasının bir anlamı yok. Neticede burası halen bir hapishane. Çıkışı olmayan bir hapishane. 

3 Ocak 2025 Cuma

ADINI SUSAN ÇİÇEK


Betül Seyhan

Ne zaman babaannemlere gitsem onu görüyorum salonun bir köşesinde, sessiz ve hüzünlü. Onu görmek yalnızca bir bitkiyi görmek değil benim için. Onu görmek yıllar yıllar öncesinin bir kısa film gibi gözlerimin önünden geçmesi. Onu görmek demek, zamanın donması. Onu görmek demek çocukluğuma dönmek biraz da. 
Adını bile bilmediğim bir bitkinin bu kadar anlam yüklenmesi nasıl oldu, anlamıyorum. Aslında yıllardır oradaydı o ve sadece dedemin gözdesiydi. Elleriyle dikmişti onu, o saksıya ve üzerine titremişti yıllarca. Büyüyen her dalında, açılan her yaprağında dedemin de yüzünde bir tebessüm açardı, sevinirdi çocuklar gibi ve bizlere gösterirdi büyüyen çiçeğini. O zamanlar anlamazdık dedemin sevincini. Çiçek de sanki dedemin dilinden anlar gibi o sevindikçe daha da gelişti, büyüdü. Hatta bir ara daha fazla büyürse nereye sığacak diye düşünmeye başlamıştım fakat daha fazla büyümedi, aksine küçüldü. Bir ekim ayında dedem bizleri bırakıp göçtüğünde sonsuzluğa, onun yadigârı çiçek de küçülmeye başladı. Artık yeni dallar, yapraklar açmadı. Önce büyümeyi bıraktı, sonra küçüldü, küçüldü. 
Çoğu insan için sadece bir çiçek o fakat benim için başka bir dünya, başka bir imge. Dili olmayan, kelimeleri bilmeyen fakat konuşan, fısıldayan, hüzünlenen bir canlı. 
Hani üzerinde güller açsa, çiçekler açsa ismini Dedeçiçeği koyacağım fakat çiçek de açmıyor garibim. Yalnızca hoş bir yeşillik. Hepsi o kadar. 
Babaannem artık fazlaca ilgilenemiyor çiçekle. Belki de ilgilenmek istemiyor.
Dedem onu bize bırakıp gitti. Şimdilerde o yok evinde fakat onun emaneti öylece duruyor ve her yanına gittiğimde sanki bana dedemle yaşadığı şeyleri anlatıyor. Sormasam da, konuşmasam da anlatıyor.