16 Şubat 2024 Cuma

DİPSİZ GÖL

Üner Taha Aydemir

Her ayna bir pencere asılmış duvara

Açılan dışarıya

Ve suskun bütün aynalar

Taşımaktan kendisine bakan

Yüzlerin yorgunluğunu

Mutluluğunu

 

Her ayna dipsiz bir göldür

Ardında ne olduğunu bilemediğimiz

Yine de bakarız yansımıza

Bakmadan ardındaki karanlığa

 

Hayat dediğimiz adına

Karşı karşıya

İki ayna

AYNA

Üner Taha Aydemir

Kendini bildi bileli aynı sorunu yaşıyordu. Okulda, evde, sokakta, otobüste sanki kendisini yokmuş gibi hissediyordu. Yabancıydı yaşadığı dünyada, yaşadığı dünyaya yabancıydı. Aslında karışmak istiyordu hayatın kılcal damarlarına. Herkes gibi birileriyle irtibatta olmak istiyordu. Akşamın bir vakti bir arkadaşı arasın, dışarıya çağırsın istiyordu. Okuluna gittiğinde tebessümle karşılansın ve “nasılsın” diye sorulsun istiyordu. Öğretmenleri tarafından çağırılsın, geleceğe dair planları, hedefleri sorulsun istiyordu. Çok şey istiyordu, bekliyordu ancak etrafındaki herkes ona hep “yok”muş gibi davranıyordu. Okulun çiçeklerini, ağaçlarını bile düzenli aralıklarla suluyorlardı, çerçeveleri siliyorlardı. Eşya kadar bile görünür değildi hiçbir yerde.

Artık kendisinin görünmez olduğu hissine kapılıyordu ara sıra. Yanından geçtiği kuşlar ve kediler bile ürkmüyordu. Oysa başka çocuklardan kuşlar ve bazı kediler ürküyordu. Okula başlayıncaya kadar bu durumun çok farkında değildi. Okula başladığında dikkatini çekmeye başlamıştı varlığı ile yokluğunun farkının olmaması. Kendince testler bile yaptı “yokluğum fark ediliyor mu?” diye. Okulu aksattı bazı günler ama tekrar okula döndüğünde kimse “neredeydin” diye sormadı. “Nasılsın” diye zaten soran yoktu.

En yüksek notları alıyordu derslerden. Sınavlarda en iyi netleri yapıyordu ancak kendisinden daha geride olan öğrenciler bile övülürken kendisine dair kimse bir yorum yapmıyordu. İlk kez gittiği yerlerde önce ona dikkatlice bakıyorlar, hareketlerini izliyorlar sonra orda da “yok”muş gibi davranıyorlardı. Küçük çocuklar büyüklere göre sanki biraz daha bu konuda iyiydi. Her ne kadar bazıları onu gördüğünde ağlıyorsa da en azından “var” olduğunu kabul etmiş oluyorlardı bu hareketleriyle. Bazen de uzun uzun süzüyorlar, garip garip bakıyorlardı.

Hayatın içinde olup da yok sayılmak, görmezden gelinmek artık onda yaşamadığı, görünmez olduğu gibi garip hisler uyandırıyordu. Yaşıyor muydu? Belki… Var mıydı bu dünyada? Bilemiyordu.

Bu hislerin sürekli içinde olmak hayatı katlanılmaz kılmıştı. O gün de yine “yok” gibiydi herkes için. Okuldan çıktı, evine döndü. Hiçbir şey yapmak istemiyordu. Sadece insanları anlamak istiyordu. Neden kendisine karşı “öteki” gibi davrandıklarını merak ediyordu. Aslında “öteki”nin bile yeri vardı dünyada. “Var”lığından kendisi de şüphe duymaya başladı. Var mıydı?.. Bu eller, bu ayaklar kimindi eğer var değilse. Kendisini zora sokan bu beyin kimindi? Vardı, buna inanıyordu. Belki de diğer insanlar yoktu. Zihninde kara bulutlar dolaşıyor, şüpheler ve soru işaretleri peş peşe geliyordu.

Var mıydı dünyada? Vardı… Kendisini de inandırmak için aynaya bakmak istedi. Yürüdü ve salondaki aynanın önünde durdu. Aynadan kendisine bakan bir siyahiydi.

15 Şubat 2024 Perşembe

MİÇO'NUN SERÜVENLERİ

 Umut Bulut, Atıf Kaan Salar, Akın Eliş

1. Bölüm

Evvel zaman içinde değildi olanlar ama hangi zamanda olduğu da belirsizdi. Develer de yoktu o zaman insanların yanında ve pireler de yalnızca kedilerin, köpeklerin üzerindeydi.

Kocaman okyanusta kocaman bir gemi durmadan ilerliyordu. Kocaman yelkenleri vardı geminin. İçinde pek çok insan vardı. Nereye gidiyordu bu insanlar, nereden geliyordu? Belirsizdi. Okyanus hangisiydi, belirsizdi. Günler öncesinden başlamıştı yolculuk ve yaklaşık bir hafta sonra hedeflenen rotaya ulaşılacağını söylüyordu geminin kaptanı. Geminin kaptanı mavi sakallıydı. Geminin kaptanının saçları onu terk etmişti ama omzunda onu terk etmeyen kocaman siyah bir papağanı vardı. Geminin kaptanından korkuyordu tayfalar.

Kocaman okyanusta, kocaman geminin içinde küçücük bir yolcu vardı kimsesi olmayan. Nereye gidiyordu kimsenin tanımadığı bu yolcu, belirsizdi. Gemiye bindiği gün tayfalardan biri ona “Miço” diye seslenmişti ve o günden beri adı Miço’ydu. Mavi sakalları yoktu ama onu terk etmeyen uzun mavi saçları vardı. Çok yalnızlık çekiyordu Miço ve uzaktan uzağa kaptanın siyah papağanı ile bakışıyordu çoğu zaman. Onu bir yerlerden tanıyor gibiydi.

Yolculuk çok sıkıcı geçiyordu. Hafif rüzgar da olmasa gemi sanki hiç hareket etmeyecek gibiydi. Birden gemi hızlandı, gökyüzü kızıl ve koyu mavi bulutlarla kaplandı. Mavi sakallı kaptanı bir telaş aldı. Bağırarak emir yağdırıyordu tayfasına. Yolcular da telaşlanmıştı. Miço her zamanki gibi sakindi. Rüzgar şiddetini artırmıştı, üstelik yağmur da başlamıştı ve gemi artık kontrolden çıkmış gibi rüzgarın elinde o yana, bu yana savrulup duruyordu. Yolculardan bir kısmı bağırıyor bir kısmı sessiz sessiz dua ediyordu.

Sonunda büyük bir dalga geldi ve gemiyi sulara gömmeyi başardı. Yolcular, kaptan, tayfa hepsi gemiyle birlikte mavi dalgaların altında sürükleniyordu. Miço tam dalga geldiğinde gözlerini kapatmıştı. Tekrar gözlerini açtığında mavi derinliğe doğru indiğini gördü. Etrafında insanlar aşağı doğru iniyordu. Yukarı çıkmaya çalıştı ancak o da aşağı doğru iniyordu. Hiç başlamamış hayat hikayesi burada bitecek gibiydi. O sırada bir kendisini iten bir güç hissetti. Bir yunus balığı Miço’ya yardım etmek istiyor gibiydi. Sonra bir yunus balığı daha, bir yunus balığı daha… Miço onların arasında suyun yüzüne doğru ulaştı. Rüzgar ve yağmur devam ediyordu ama yunuslar sayesinde suyun üzerinde kalabiliyordu. Dakikalarca direndi, sonunda kolları yorgun düşmüştü. Gözlerini kapattı…

Miço kendine geldiğinde sapsarı kumlardan oluşan sahildeydi. Yuttuğu su halen midesindeydi. Üstü başı ıslak ve yıpranmıştı. Robinson’u hatırladı. Issız bir adaya düşen o meşhur kahramanı. Onun kadar bahtsız olamazdı. Kocaman gemide kocaman insanlar vardı. Hele o mavi sakallı kaptan mutlaka kurtulmuş olmalıydı. Tayfalar daha önce de yaşamış olmalıydı bu tür olaylar ve kurtulmuş olmalılardı. Sağa sola baktı, kimsecikler yoktu. Okyanus durgundu ve güneş yeniden açmıştı.

Karnı acıkmıştı ve sopa yemiş gibiydi. Yerinden kalkacak gücü yoktu. Sürünerek sahilden uzaklaştı, ilerdeki ağaçların gölgesine sığındı. Ağaçlardaki meyveler dikkatini çekmişti ama uzanıp alabilecek gücü yoktu. O sırada başının üzerinde kocaman bir gölge hissetti. Yukarıya doğru baktığında kaptanın siyah papağanını gördü. Papağan, ağaçlardan birinden birkaç meyve kopararak Miço’nun yanına düşmesini sağladı. Miço biraz meyve yedikten sonra kendisine geldi. Papağan ağaçta onu bekliyor gibiydi. Miço yukarıya doğru bakarak:

-Teşekkür ederim, dedi. Akbabayı andıran bu papağanı bir yerden tanıyordu. Papağan da onu tanıyor olmalıydı ki yardım etmişti. Miço, toparlanarak ada olduğunu düşündüğü bu yeri keşfe başladı. Papağan da kurtulduğuna göre mutlaka adada başka kurtulanlar da vardı. Kaptan yakınlarda olmalıydı. Çok büyük bir ada değildi burası. Yarım saat kadar yürüdükten sonra adanın en yüksek yerine ulaşmıştı. Buradan her yer görünüyordu ancak ada sessizdi. Belki ağaçların bulunduğu yerdedir kurtulanlar diye ümitlendi.

Tekrardan sahile yakın bir yere indi. Siyah papağan da yukardan onu takip ediyordu. Miço cılız sesiyle sağa sola seslendi:

-Kimse yok muu? Miço bağırınca kuşlar susuyor, sesini kesince yeniden başlıyorlardı ötüşmeye. Kimse yok gibiydi. Aklına ateş yakmak geldi. Belki kurtulanlar varsa dumanı görür ve gelirler diye düşündü. Ateşi nasıl yakacağını biliyordu. Kuru ağaçları birbirine sürtmesi gerekiyordu. Kuru dallar, otlar buldu ve ağaçları birbirine sürtmeye başladı. Kolay olmayacaktı bu iş. Ağaçlar ısınmıştı ama yanacak gibi değildi. Kan ter içinde kalmıştı ki nihayet hafif duman çıkmaya başladı. Dumanı gören papağan Miço’nun çalışma alanına yaklaşarak kanat çırpmaya başladı ve nihayet ateş yandı. Miço, ateşi kısa sürede besledi ve dumanların her yerden görünmesini sağladı. Dumanı görenler nasıl olsa gelirdi yanına. Ateş, onu vahşi hayvanlardan da korurdu, güvendeydi. Akşam yaklaşmıştı. Kendisine ağaç dallarından yatacak bir yer hazırladı. Biraz daha meyve yedi. Daha önce de yalnız yaşıyordu, kimsesi yoktu fakat hiç korkmamıştı. İlk defa bir akşam vakti onun için ürkütücü geliyordu. Ağaçların olduğu yerden garip sesler arada bir yükseliyordu. Bu adada yaşayan başka birileri de vardı belki. Yırtıcı hayvanlar da olabilirdi. Ya yamyamların yaşadığı bir adaysa burası? Robinson yeniden aklına geldi. Kendisine barınak yapması gerekliydi eğer burada uzun süre kalacaksa. Kötü şeyler düşünmek istemiyordu. Yorgundu, yalnızdı. Başını yukarıya kaldırdı, papağan yine oradaydı. Bu papağanı bir yerden tanıyordu ama nereden? Yıldızlara doğru kaydı gözü. Okyanus durgundu. Akşamın karanlığında ateşin kenarında uykuya daldı.

Sabahın ilk ışıklarıyla uyandı. Ateş sönmek üzereydi, hemen ateşi besledi. Acıkmıştı. Meyve yemek istemiyordu ama başka seçenek de yok gibiydi. Sahil kenarında yürümeye başladı. Az ilerde ıslanmış, kocaman deri bir çanta vardı. Sevinçle koştu çantaya doğru. Kenara güçlükle sürükledi. İçini açtığında önce bir hayal kırıklığı yaşadı. Çantanın içinde onlarca takma sakal vardı ve hepsi maviydi. Islanmışlardı ve çantanın içi masmavi olmuştu. Çantanın aşağısına doğru elini attığında teneke kutular olduğunu anladı. Çantayı güçlükle ters çevirdi ve içindekiler döküldü. Bir miktar konserve, bir balta, kalın halatlar ve çürümüş meyveler vardı. Konserveleri ve baltayı aldı, halatları da boynundan aşırdı ve ormana doğru yürümeye başladı. Çürük meyveleri papağan yemeye çalışıyordu ki takma mavi sakalları görünce üzüldü. Tepesinde papağanı görmeyen Miço geri döndü ve papağana:

-Gidelim dostum, dedi. Bu esnada Miço beklemediği bir şey duydu:

-Gidelim…

DEVAM EDECEK

ALBATROS

Metehan Ersoy

Bir albatros kuşunun inişi gibi gökyüzünden

İniyorum bazen dünyaya

Acemi ve unutmuş her şeyi

 

Bir albatros kuşu için neyse gökyüzü

Benim için de o

Hayatın ve hayalin ülkesi

 

 Bir kuş olsaydım dünyada

Albatros olmak isterdim galiba

Uzak okyanuslarda