atıf kaan salar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
atıf kaan salar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Mayıs 2024 Perşembe

BİR PAZARTESİ SABAHI

 

Atıf Kaan Salar, Akın Eliş

Yaz gecikmişti. Soğukların ardı arkası kesilmiyordu. Normalde bu aylarda insanlar tatil planlarına başlardı fakat kimsenin tatil planı yaptığı yoktu. Okullar da bir türlü tatil olmamıştı zaten. Okul sıkıcı hâle gelmişti. Bu durum öğretmenlerin yüzlerinden bile belliydi. Derse geç geliyorlar, konuya geç giriyorlar, ders anlatırken iştahsız davranıyorlardı. Hatta ödev vermekten bile usanmıştı bazıları. Dönem başında sayfalar dolusu ödev veren matematik öğretmenine bazı işgüzar öğrenciler hatırlatmasa ödev vermeyi unutarak çıkıyordu sınıftan. Dönem başında haftada bir kitap okumak gerektiğini söyleyen ve her pazartesi özet isteyen Türkçe öğretmeni, haftalardır kitaplardan bahsetmiyordu. Beden eğitimi dersinde bile aynı durum söz konusuydu. Resim öğretmeni dönem başında boya setleri, resim defteri aldırmıştı ama onun da ödev verdiği yoktu. Okulda zaten müzik öğretmeni yoktu. 

Yine bir pazartesiydi işte. Devamsızlıklar da artmıştı. Her sınıfta, her gün okula gelmeyen en az beş kişi oluyordu. Ayrıca raporlu, izinli öğretmensiz gün yok gibiydi. Okulu aksatmayan tek kişi kantinciydi. O da işlerin yavaşlığından şikayet ediyordu. Kantinci de usanmıştı. Bir tostu yapması bazen bir ders sürebiliyordu. Devamsızlık yapıp, okula gitmesem mi acaba, diye aklından geçirdi. Annesine seslendi:

-Anne ben bugün okula… Daha cümlesi bitmeden annesi:

-Kahvaltın hazır, çantanı da ben hazırladım. Birazdan servis gelecek, dedi. 

Kaçış yoktu. Oysa başka anneler çocukları yorulmasın diye kendileri göndermiyordu okula. Hatta bir de ödev var mı, diye çocuğunun arkadaşlarını arıyorlardı. Çaresizdi. Gitmesi gerekiyordu okula. 

Hızlı bir kahvaltıdan sonra sokağa indi, servis tenhaydı. Okula ulaştı. Yol boyu sağı solu izledi. Okul çıkışı neler yapabileceğini hesap etti. Yapacağı bir şey yoktu. Bu düşüncelerle okula ulaştı fakat okul bahçesinde kimse yoktu. Belki de geç kalmıştı ve tören bitmişti. Dönüp geriye baktığında serviste de kimsenin kalmadığını gördü. Ne zaman inmişti bu öğrenciler ne zaman sınıflarına gitmişlerdi? Şaşkındı. Apar topar servisten indi. Öyle şaşkındı ki servisin kapısını kapatmayı unuttu. Okula iyice yaklaşınca sınıf penceresinde arkadaşlarını gördü. Gülüyorlardı. Hatta öğretmen de pencereden bakıyordu. Koşarak merdivenleri çıktı. Sınıfın kapısına gelince derin bir nefes aldı. Kapıyı tıklattı fakat içerden ses gelmedi. Bir kez daha kapıya vurdu, yine içerden ses gelmedi. Aynı eylemi üçüncü kez yapınca doğrudan doğruya kapıyı açtı. Şaşkınlıktan az kalsın dilini yutacaktı. Sınıf boştu. Acaba başka bir sınıfa mı geçmişlerdi şaka yapmak için? Öğretmen de vardı, niye öğretmen alet olsun ki bu şakaya? Sınıfa girdi. Sessiz, terk edilmiş şehirler gibiydi sınıf. Cuma gününden kalma yazılar vardı tahtada. Diğer sınıflara baktı, onlar da boştu. Tekrar sınıfına geldi, az önce arkadaşlarını gördüğü pencereye doğru ilerledi. Pencere açıktı. Pencereden başını dışarıya uzattı, tüm okul bahçedeydi. Arkadaşlarına el salladı. Arkadaşları da kendisine el salladı. Öğretmenlerden dönüp bakanlar oldu. Hiçbir şey anlamamıştı bu işten. Çantasını sırasına bıraktı. Hızla merdivenlerden indi. Okulun kapısını açtığında artık gücü tükenmişti. Bahçe boştu. 


21 Mart 2024 Perşembe

MİÇO'NUN SERÜVENLERİ

      4. Bölüm

    Umut Bulut, Atıf Kaan Salar, Metehan Ersoy

    Günlerdir adada aynı şeyleri görmekten usanan Miço için bu kapının arkası başka bir dünya gibi gelmişti. Kapının ardında üç yol vardı. Hangisinden gitmesi gerektiğini bilmiyordu. Yine düşünmeye başlamıştı ki Siyah Papağanın gölgesini hissetti tepede. Papağan süzülerek geldi ve:
    -Sağdan gidelim, durma, dedi.
    Miço hiç düşünmeden sağdan yürümeye başladı. Papağanı görmek onu rahatlatmıştı. Adaya dönebilecek miydi, bu yol nereye gidiyordu? Bunları düşünmeden yürüyordu. Burası adaya benzemiyordu. Deniz yoktu. Kumlar yoktu. Basket potası yoktu. Dümdüz bir kara parçasıydı, çok uzaklarda kayalıklar, dağlar görünüyordu. Üşümüyordu ama terlemiyordu da.
    Bir süre ilerledikten sonra Miço çayırların üzerinde beni buldu. Beni, yani bu hikâyenin yazarını. Belki de Robinson’u buldu. Ben konuşmaya başlayınca Miço sustu. Miço, gerçekten de kendisinin inandığı gibi biri değildi belki de ve bunu ben biliyordum. Bu yüzden Miço beni karşısında görür görmez sustu. Siyah Papağan da uzaktan beni görünce önce yolunu değişmek istedi fakat tuttum onu. Çünkü onu bu hikâyeye sokan da bendim. Kaçmak yok Bay Papağan. Papağanı aslında bir robot olarak kurgulamıştım ama kendini fazla kaptırdı hikâyeye ve böyle tuhaf bir yaratığa dönüştü. Onun üzerine biraz çalışmam lazım. Miço ve Papağan benimle karşılaştığından beri sahipsiz elbiseler gibi yığın halinde duruyorlar aynı yerde. Miço diyorum, konuş benimle. Ne yapmak istiyorsun, nereye gitmek istiyorsun, bu hikaye nasıl bitsin istiyorsun, kaç bölümden oluşsun, başka kimleri dahil edelim hikayeye?.. Miço öylece duruyor. Miço belki de pişmandı bana rastladığına. En iyisi ben kaybolayım yeniden, Miço devam etsin bakalım.
    Miço, birisinin kendisiyle konuştuğunu zannetti. Gözü uzaklara dalmış gibiydi. Birkaç saniye öncesini hatırlamıyordu. Yolun biteceği yoktu. En iyisi geriye dönüp ortadaki yoldan gitmekti ya da soldaki yoldan. Papağanı neden dinlemiş ve sağ tarafa yönelmişti ki? Kuş aklıyla hareket etmemeliydi. Geri döndüğünde aslında hiç ilerlememiş olduğunu fark etti. Yola çıktığı yerdeydi ve hemen gerisinde üç yol duruyordu. Yürüyecek takati de pek kalmamıştı. Acıkmıştı biraz. Buraya girdiği kapıdan geri çıktı.
    Diğer yolları bir sonraki gün kontrol etmek istiyordu. Dışarıya çıkar çıkmaz bir ürperti ile karşılaştı. Her yer, her şey karanlıktı. Üşüyordu. Kulübesine doğru hızla koştu. İçerdeki fenerini buldu, ocağını yaktı. Sanki mevsim değişmişti. Kulübesindeki her şeyin tozlandığını gördü. Çoğu eşyası da donmuştu. Papağanın dışarda üşüyeceğini düşünerek onu da içeriye çağırdı.
    Papağan konuşmuyordu. Miço konuşmuyordu. Şömine yanıyordu. Açlığını unutmuştu Miço. 

                                                                                                                    Robinson Crouse

                                               BİTTİ  /  SON

14 Mart 2024 Perşembe

MİÇO'NUN SERÜVENLERİ 3

    

 Atıf Kaan Salar, Umut Bulut, Meryem Er

     Metal Kapı
    Miço’nun eğlenecek, masallara inanacak vakti yoktu. Elinde bozuk bir pusula vardı ama barınağı yaşanabilir hale getirmişti. Bir süre dinlenmeli, kendine macera aramamalıydı ama pusula da hiç aklından çıkmıyordu. Arada pusulaya bakıyor, ibresinin hiç hareket etmediğini görünce yeniden cebine koyuyordu. Deredeki suya küçük bir kanal kazarak kulübesinin yanına içme suyu getirmeliydi bir an önce. Her seferinde su içmek için dereye inmek yoruyordu. Birkaç gün çalışarak kapısının önüne tatlı suyu getirmeyi başarmıştı. Çeşmesinin hemen yanına ağaçlar dikti ve küçük bir de gölet yaptı. İlerde bu göleti büyütüp yüzebilirim, diye düşünüyordu fakat o kadar uzun süre adada kalmak korkunç bir düşünceydi.
    Kapının önüne suyu da getiren Miço artık sıkılmaya başlamıştı kimsesizlikten. Hatta bir ara bir basket potası yapmayı düşündü ağaçlardan birine ama top yoktu. Hindistan cevizlerini potadan atmayı düşündü fakat israf olurdu bu. Kurumuş meyveleri ve kurumuş Hindistan cevizlerini atabilirdi potadan. Böyle garip, saçma şeyler düşünürken cebinde unuttuğu pusulanın bir kertenkele gibi kımıldadığını hissetti. Pusulayı çıkardı, ibre yerinde durmuyor, saat gibi hızla dönüyor bir yandan da titriyordu. Günlerdir hiçbir şeyden korkmayan Miço, pusulanın bu halinden korktu önce. Sonra yeniden eline alarak pusulayla birlikte ilerlemeye başladı. Pusula, Miço yürüdükçe dönme hızını ve yönünü değiştiriyordu. Sonunda pusula aniden titremeyi ve dönmeyi kesti. Bu esnada papağan da Miço ile dolaşıyordu. Miço, bu anlamsız şeylerden sıkılmıştı. Yere oturdu. Bu lanet olası adada daha fazla kalmaktan korkuyordu. İnsan görmemek ve yalnızca bir papağanla konuşmak onu iyice delirtmişti. Evet, belki de delirdiği için görüyordu, duyuyordu bu şeyleri. Robinson, papağan, mavi sakallı kaptan bunların hepsi birden onu bulmuş olamazdı. Bir an önce bu masalsı hikâyenin içinden çıkmalıydı. Gerçek ne ise onu bulmalıydı. Bu düşünce ve öfkeyle elindeki pusulayı potaya fırlattı. Belki pota, belki pusula belki bu hikâye yalandı. Pusula, düştü ve yeniden titremeye, kendi etrafında fırlanmaya başladı. Üstelik düştüğü yerde metalsi bir ses de çıkarıyordu döndükçe, titredikçe. Miço, bu masalsı, rüyamsı şeylerden uzak durmaya çalıştıkça ha bire içine dalıyordu. Kalktı, pusulayı aldı. Bir çubuk bularak yeri kazmaya başladı fakat kazılacak gibi değildi. Çok sert bir zemin vardı ayakların altında. Belki toprak kurumuş, sertleşmiştir düşüncesiyle bir kova su döktü buraya. Ne çamurlaşma oldu, ne de ıslanma. Biraz daha sağı solu eşelerken Miço kulp gibi, kol gibi, düğme gibi bir şeye rastladı. Tam olarak neydi bu, anlamadı fakat merak ediyordu. Pusula tamamen sessizliğe bürünmüştü. Papağan da ortalıkta görünmüyordu. Kulpa benzeyen bu şeyi biraz oynatınca az kaldı suratına çarpacak bir cisim yana doğru açıldı. Bir kapıydı burası ve açılmıştı ardına kadar. İçerden soğuk bir hava dışarı üflüyordu. Uzanıp bakmaya çalıştı ama karanlıktı her yer. Az önce suratına çarpmak üzere olan kapıyı yeniden güçlükle yerine oturttu ve kulübesine meşale yapacağı bir şeyler bulmak üzere yöneldi. Bu esnada papağan dönmüş kenarda sessizce Miço’yu izliyordu.
    Miço, her gördüğü kapıdan geçmek zorunda mıydı? Her gördüğü gemiye kaçak binmek zorunda mıydı? Her gördüğü kitabı, defteri okumak ve onlara inanmak zorunda mıydı? İşte yine bir tercihle karşı karşıya kalmıştı. Oysa artık hayatı bir düzene binmek üzereydi. En azından kulübesi vardı, arkadaşı vardı. Epey malzeme de biriktirmişti. Şimdi durup dururken bu gizemli kapı nereden bulmuştu Miço’yu. Pusulayla bulduğu not geldi aklına “ Pusulayı kullanmayı öğrendiğinde bana teşekkür edeceksin.” Galiba ilk kez pusula işe yaramış ve önüne bir kapı açmıştı fakat kapının ardında neler vardı? Görecekleri Miço’yu memnun mu edecekti yoksa hayal kırıklığına mı uğratacaktı. Bunları düşünürken acıkmıştı da. Kulübesinden küçük bir yolluk hazırladı kendine. Meşale yapmak için ne kadar mavi sakal varsa etrafta bunları topladı ve bir değneğin üzerine sardı. Papağanı aradı gözleri fakat papağan uzaktan Miço'yu seyrediyor, yerini belli etmemeye çalışıyordu. Miço tekrar metal kapının önüne geldi, meşalesini yaktı ve kapıyı araladı. İçerisi karanlık değildi. Göz alıcı bir mavi ışık vardı içerde ve hafif ılık bir rüzgâr esiyordu. Meşaleyi kapının önüne bıraktı. Ürkek ama heyecanlı adımlarla ilerlemeye başladı. Bir şey vardı onu içine doğru çeken, çağıran. Büyülenmiş gibiydi.

22 Şubat 2024 Perşembe

MİÇO'NUN SERÜVENLERİ 2

 Umut Bulut, Akın Eliş, Atıf Kaan Salar

Gizemli Pusula

Evvel zaman içinde değildi olanlar ama hangi zamanda olduğu da belirsizdi. Develer de yoktu o zaman insanların yanında ve pireler de yalnızca kedilerin, köpeklerin üzerindeydi. Papağanlar vardı. Siyah papağan vardı özellikle. Miço kendisine seslenince “gidelim” diyen bir papağan.
Miço, papağanın konuşmasına şaşırmıştı. Papağanların konuştuğunu biliyordu ama sorulara cevap verebildiklerini bilmiyordu. Papağanlar sadece ezberler ve taklit ederlerdi. Miço’nun aklına başka sorular geldi:
-Demek sen konuşabiliyorsun. Aklıma takılan çok şey var ama nasıl olsa adada baş başayız. Önce ilk sorumu sorayım: Seninle daha önce tanışmış mıydık? Sürekli bana bakıyordun yolculuk sırasında.
Papağan başını bile oynatmadan cevap verdi:
-Düşün Miço, iyi düşün. Tanışıyoruz seninle. Hem de başka diyarlardan belki de hikâyelerden.
Miço aklından “Papağanla konuşursan böyle cevaplar normal.” diye geçirdi. Diğer soruları sonraya bıraktı. Birlikte ilerliyorlardı ama nereye gittiklerini bilmiyordu Miço. Papağan onun tepesinde bir daire çizdikten sonra:
-Peşime düş, beni takip et, dedi.
Miço’nun zaten yapacak başka işi yoktu. Siyah papağanı takip etmeye başladı. Bir süre sonra ormana girmişlerdi. Ağaçların dallarından güneş aşağıya inmiyordu. Biraz karanlık ve serindi orman. Papağan gökten inmiş, Miço’nun omuzuna konmuştu. Tıpkı daha önce mavi sakallı kaptanın omzuna konduğu gibi. Hayli ağırdı papağan. Miço az ilerde gördüklerine inanamadı. Gözlerini sildi, bir daha baktı. Üzeri yosunlanmış tahtalardan oluşan bir kulübe vardı önünde. Kimi tahtalar çürümüş, kırılmıştı. Önce ürktü ancak papağanın teşvikiyle iyice yaklaştı. Kapının önünde üç basamak vardı. İlk basamağa adımını attığında bir çıtırtı duydu. Tahtalar iyice yaşlanmıştı. Dikkat etmesi gerekiyordu. Kapının önüne geldiğinde kapı kendiliğinden korkunç bir gıcırtıyla açıldı. Her yer örümcek ağları ve tozlarla kaplıydı. Papağan içeriye girip kanat çırptığında adeta duman gibi toz kalktı. Miço toz çekilinceye kadar dışarda bekledi. Daha temiz ve güzel bir manzara bekliyordu ki kapıdan yuvarlanan bir kuru kafa ile tekrar ürktü. Kuru kafa sanki kendisine sırıtıyor gibiydi. Üstelik çenesinde mavi bir sakal vardı. Papağan dışarıya çıktığında kuru kafayı gördü ve hüzünlendi.
Miço, içeriye girdi. İçerde pek çok eşya vardı. Bazıları kırık ve çürüktü ama işine yarayacak aletler, sandıklar, şömine ve yatak vardı. Etrafı kontrol ederken bir de tozlu defter gözüne ilişti. Burada yaşayabilirim düşüncesi zihnine geliyor ancak bunu kabul etmek istemiyordu. Burada yaşamamalı, bir an önce buradan kurtulmalıydı.
Papağan içeri girdi:
-Yeni evimiz hayırlı olsun, dedi Miço’ya. Miço sustu, etrafı incelemeye devam etti. Mutfak eşyası bile vardı burada. Bir tencere, birkaç bardak, boş şişeler… Temiz gördüğü bir sandalyenin üzerine oturup defteri incelemeye başladı. Sandalye ıslaktı ama kalkmaya gücü kalmamıştı. Zaten terlemişti yol boyu. Defteri eline aldığında ilk sayfada çirkin bir yazıyla Robinson Crusoe ismini gördü. Olamazdı böyle bir şey. Robinson’la aynı kaderi paylaşamazdı. Belki başka biri yazmıştı bu defteri ve üzerine Robinson’un ismini yazmıştı. Canı sıkıldı. Temizlik yapmalıydı ama biraz defteri okuduktan sona. Defterin ilk sayfası hayli etkileyiciydi. Şöyle başlıyordu:
“Bu adaya geleli ne kadar zaman oldu bilmiyorum. Burada henüz başka mevsim yaşamadım. Demek ki birkaç ay ancak oldu. Bu satırları kim okuyacak hiçbir fikrim yok. Belki ben okuyacağım ilerde bir anı olarak. Belki bu adadan hiç kurtulamayacağım ve yıllar sonra buraya düşen başkaları bulacak bu defteri. Yazacak çok şeyim yok aslında fakat yazmaya başladığım bu güne “kurtuluşa gidişin birinci günü” ismini vermek istiyorum. Umarım bu defter bitmeden buradan kurtulurum.”
Miço bu satırları okuduktan sonra deftere bir kez daha baktı. Yüzlerce sayfaydı ve son sayfası bile doluydu. Yine morali bozuldu. Son sayfayı açtı:
“Kurtuluşa giden günün üç yüz elli ikinci günü
Ey bu defteri bulan kişi, neden hemen son sayfaya baktın ki. Ben günlerce senin için yazdım bunları. Sen hemen buradan kurtulmak istiyorsun. Sabırsız bir Miço olmalısın sen. Otur, çalış, efendi efendi bu adaya alış. Sonra zaten buradan kurtuluşun sırrını bulacaksın. ”
Miço şaşkındı. Papağan da tepesinde sanki yazıları okuyor gibiydi. Miço’ya:
-Adam haklı Miço, acelemiz yok, dedi.
Miço, acele etmemeyi öğrenmişti bir süre sonra. Burası onun yaşam alanıydı. Kurtulacağına inanıyor o yüzden her gün büyük bir ateş yakıyordu. Bir yandan da bu eski kulübeyi yaşanır hale getirmeye çalışıyordu. Bazen de papağanla sohbet ediyordu.
Artık kulübe bir düzen almıştı. Miço kendine ve papağana yiyecek bile depolamıştı. Şimdi de etrafını biraz düzeltmek geriyordu kulübenin. Bu düşünceyle bahçe oluşturmaya karar verdi. Kulübenin önündeki taşları kullanacaktı bahçe yapmak için. Ayrıca buraya bir de su getirmesi gerekiyordu yakındaki dereden. Taşların bir kısmını dizmeye başladı evin etrafına. Tüm taşlar bittiğinde taşların altında bir pusula buldu. Ne tozlanmıştı bu pusula ne paslanmıştı. Parlıyordu üstelik. Ne işine yarayacağını tam olarak bilemiyordu bu küçük adada ancak çok mutlu olmuştu bu pusulayı bulduğuna. Pusulanın mavi renkli tek bir ibresi vardı. Bozuk, diye düşündü. Pusulanın hemen altında bir küçük kutu daha vardı. O da sağlam ve parlaktı. Kutuyu açtığında küçük bir not gördü:
“Sana söylemiştim buraya alışman gerektiğini. Az önce bulduğun o pusula bozuk filan değil. Sadece kullanmasını bilmiyorsun. Kullanmayı öğrendiğinde bana teşekkür edeceksin.” 

DEVAM EDECEK

15 Şubat 2024 Perşembe

MİÇO'NUN SERÜVENLERİ

 Umut Bulut, Atıf Kaan Salar, Akın Eliş

1. Bölüm

Evvel zaman içinde değildi olanlar ama hangi zamanda olduğu da belirsizdi. Develer de yoktu o zaman insanların yanında ve pireler de yalnızca kedilerin, köpeklerin üzerindeydi.

Kocaman okyanusta kocaman bir gemi durmadan ilerliyordu. Kocaman yelkenleri vardı geminin. İçinde pek çok insan vardı. Nereye gidiyordu bu insanlar, nereden geliyordu? Belirsizdi. Okyanus hangisiydi, belirsizdi. Günler öncesinden başlamıştı yolculuk ve yaklaşık bir hafta sonra hedeflenen rotaya ulaşılacağını söylüyordu geminin kaptanı. Geminin kaptanı mavi sakallıydı. Geminin kaptanının saçları onu terk etmişti ama omzunda onu terk etmeyen kocaman siyah bir papağanı vardı. Geminin kaptanından korkuyordu tayfalar.

Kocaman okyanusta, kocaman geminin içinde küçücük bir yolcu vardı kimsesi olmayan. Nereye gidiyordu kimsenin tanımadığı bu yolcu, belirsizdi. Gemiye bindiği gün tayfalardan biri ona “Miço” diye seslenmişti ve o günden beri adı Miço’ydu. Mavi sakalları yoktu ama onu terk etmeyen uzun mavi saçları vardı. Çok yalnızlık çekiyordu Miço ve uzaktan uzağa kaptanın siyah papağanı ile bakışıyordu çoğu zaman. Onu bir yerlerden tanıyor gibiydi.

Yolculuk çok sıkıcı geçiyordu. Hafif rüzgar da olmasa gemi sanki hiç hareket etmeyecek gibiydi. Birden gemi hızlandı, gökyüzü kızıl ve koyu mavi bulutlarla kaplandı. Mavi sakallı kaptanı bir telaş aldı. Bağırarak emir yağdırıyordu tayfasına. Yolcular da telaşlanmıştı. Miço her zamanki gibi sakindi. Rüzgar şiddetini artırmıştı, üstelik yağmur da başlamıştı ve gemi artık kontrolden çıkmış gibi rüzgarın elinde o yana, bu yana savrulup duruyordu. Yolculardan bir kısmı bağırıyor bir kısmı sessiz sessiz dua ediyordu.

Sonunda büyük bir dalga geldi ve gemiyi sulara gömmeyi başardı. Yolcular, kaptan, tayfa hepsi gemiyle birlikte mavi dalgaların altında sürükleniyordu. Miço tam dalga geldiğinde gözlerini kapatmıştı. Tekrar gözlerini açtığında mavi derinliğe doğru indiğini gördü. Etrafında insanlar aşağı doğru iniyordu. Yukarı çıkmaya çalıştı ancak o da aşağı doğru iniyordu. Hiç başlamamış hayat hikayesi burada bitecek gibiydi. O sırada bir kendisini iten bir güç hissetti. Bir yunus balığı Miço’ya yardım etmek istiyor gibiydi. Sonra bir yunus balığı daha, bir yunus balığı daha… Miço onların arasında suyun yüzüne doğru ulaştı. Rüzgar ve yağmur devam ediyordu ama yunuslar sayesinde suyun üzerinde kalabiliyordu. Dakikalarca direndi, sonunda kolları yorgun düşmüştü. Gözlerini kapattı…

Miço kendine geldiğinde sapsarı kumlardan oluşan sahildeydi. Yuttuğu su halen midesindeydi. Üstü başı ıslak ve yıpranmıştı. Robinson’u hatırladı. Issız bir adaya düşen o meşhur kahramanı. Onun kadar bahtsız olamazdı. Kocaman gemide kocaman insanlar vardı. Hele o mavi sakallı kaptan mutlaka kurtulmuş olmalıydı. Tayfalar daha önce de yaşamış olmalıydı bu tür olaylar ve kurtulmuş olmalılardı. Sağa sola baktı, kimsecikler yoktu. Okyanus durgundu ve güneş yeniden açmıştı.

Karnı acıkmıştı ve sopa yemiş gibiydi. Yerinden kalkacak gücü yoktu. Sürünerek sahilden uzaklaştı, ilerdeki ağaçların gölgesine sığındı. Ağaçlardaki meyveler dikkatini çekmişti ama uzanıp alabilecek gücü yoktu. O sırada başının üzerinde kocaman bir gölge hissetti. Yukarıya doğru baktığında kaptanın siyah papağanını gördü. Papağan, ağaçlardan birinden birkaç meyve kopararak Miço’nun yanına düşmesini sağladı. Miço biraz meyve yedikten sonra kendisine geldi. Papağan ağaçta onu bekliyor gibiydi. Miço yukarıya doğru bakarak:

-Teşekkür ederim, dedi. Akbabayı andıran bu papağanı bir yerden tanıyordu. Papağan da onu tanıyor olmalıydı ki yardım etmişti. Miço, toparlanarak ada olduğunu düşündüğü bu yeri keşfe başladı. Papağan da kurtulduğuna göre mutlaka adada başka kurtulanlar da vardı. Kaptan yakınlarda olmalıydı. Çok büyük bir ada değildi burası. Yarım saat kadar yürüdükten sonra adanın en yüksek yerine ulaşmıştı. Buradan her yer görünüyordu ancak ada sessizdi. Belki ağaçların bulunduğu yerdedir kurtulanlar diye ümitlendi.

Tekrardan sahile yakın bir yere indi. Siyah papağan da yukardan onu takip ediyordu. Miço cılız sesiyle sağa sola seslendi:

-Kimse yok muu? Miço bağırınca kuşlar susuyor, sesini kesince yeniden başlıyorlardı ötüşmeye. Kimse yok gibiydi. Aklına ateş yakmak geldi. Belki kurtulanlar varsa dumanı görür ve gelirler diye düşündü. Ateşi nasıl yakacağını biliyordu. Kuru ağaçları birbirine sürtmesi gerekiyordu. Kuru dallar, otlar buldu ve ağaçları birbirine sürtmeye başladı. Kolay olmayacaktı bu iş. Ağaçlar ısınmıştı ama yanacak gibi değildi. Kan ter içinde kalmıştı ki nihayet hafif duman çıkmaya başladı. Dumanı gören papağan Miço’nun çalışma alanına yaklaşarak kanat çırpmaya başladı ve nihayet ateş yandı. Miço, ateşi kısa sürede besledi ve dumanların her yerden görünmesini sağladı. Dumanı görenler nasıl olsa gelirdi yanına. Ateş, onu vahşi hayvanlardan da korurdu, güvendeydi. Akşam yaklaşmıştı. Kendisine ağaç dallarından yatacak bir yer hazırladı. Biraz daha meyve yedi. Daha önce de yalnız yaşıyordu, kimsesi yoktu fakat hiç korkmamıştı. İlk defa bir akşam vakti onun için ürkütücü geliyordu. Ağaçların olduğu yerden garip sesler arada bir yükseliyordu. Bu adada yaşayan başka birileri de vardı belki. Yırtıcı hayvanlar da olabilirdi. Ya yamyamların yaşadığı bir adaysa burası? Robinson yeniden aklına geldi. Kendisine barınak yapması gerekliydi eğer burada uzun süre kalacaksa. Kötü şeyler düşünmek istemiyordu. Yorgundu, yalnızdı. Başını yukarıya kaldırdı, papağan yine oradaydı. Bu papağanı bir yerden tanıyordu ama nereden? Yıldızlara doğru kaydı gözü. Okyanus durgundu. Akşamın karanlığında ateşin kenarında uykuya daldı.

Sabahın ilk ışıklarıyla uyandı. Ateş sönmek üzereydi, hemen ateşi besledi. Acıkmıştı. Meyve yemek istemiyordu ama başka seçenek de yok gibiydi. Sahil kenarında yürümeye başladı. Az ilerde ıslanmış, kocaman deri bir çanta vardı. Sevinçle koştu çantaya doğru. Kenara güçlükle sürükledi. İçini açtığında önce bir hayal kırıklığı yaşadı. Çantanın içinde onlarca takma sakal vardı ve hepsi maviydi. Islanmışlardı ve çantanın içi masmavi olmuştu. Çantanın aşağısına doğru elini attığında teneke kutular olduğunu anladı. Çantayı güçlükle ters çevirdi ve içindekiler döküldü. Bir miktar konserve, bir balta, kalın halatlar ve çürümüş meyveler vardı. Konserveleri ve baltayı aldı, halatları da boynundan aşırdı ve ormana doğru yürümeye başladı. Çürük meyveleri papağan yemeye çalışıyordu ki takma mavi sakalları görünce üzüldü. Tepesinde papağanı görmeyen Miço geri döndü ve papağana:

-Gidelim dostum, dedi. Bu esnada Miço beklemediği bir şey duydu:

-Gidelim…

DEVAM EDECEK

8 Şubat 2024 Perşembe

PARA ÜSTÜ

        Atıf Kaan Salar, Umut Bulut, Akın Eliş

    
1980’lı yılların başlarıydı. Mevsim sonbahardı ve yapraklar çoktan sararmış hava iyice serinlemeye başlamıştı. Göçmen kuşlar gideli epey olmuştu. Artık tüm doğa kış mevsimine hazırdı. Hasan’ı her sonbahar tatlı bir telaş alırdı çünkü okulların açılmasına sevinirdi ancak bu kez telaşın yanında endişe de vardı. Ortaokulu yaşadığı kasabada bitirmiş fakat burada lise olmadığı için şehirde bir okula kaydını yaptırmıştı. İlk kez yatılı okuyacaktı. İlk kez ailesinden uzak kalacaktı. Normalde yatılı okumaya hevesi vardı ama ayrılık zamanı yaklaştıkça içine kocaman bir öküz oturuyor, düşündükçe gözleri çiçekleniyordu. Çok duygusal olmuştu. Yaşadığı kasabada küçük bir istasyon vardı ve günde bir kez tren geçiyordu, çoğunlukla da durmadan geçiyordu çünkü kasabadan şehre gelip giden fazla kimse yoktu. Trene bile tek başına ilk kez binecek bir çocuk için gurbet ne kadar zorsa Hasan için de o kadar zordu.
    Nihayet gün geldi, bir gece öncesinden ailesi valizini hazırladı. Birkaç ay yetecek kadar çamaşır, biraz reçel ve pestil biraz da peynir vardı valizinde. Aslında yiyecek istemiyordu hiç ama annesinin ısrarını kıramamıştı. Sabah yolculuk ailesi istasyona kadar geldi ve Hasan’ın treni hareket edinceye kadar orada beklediler. Hasan, yerine oturduktan sonra dışarıya el sallıyor, işaret diliyle veda ediyordu. Tren çok kısa bir süre için durmuştu zaten, usul usul kasabadan uzaklaştı.
    Tren oldukça tenhaydı ve tıkırtıdan başka bir ses yoktu yolculuk boyunca. Hasan günler öncesinden başlayan üzüntüsünü biraz geride bırakmaya başlamıştı. Artık üzüntüden çok merak vardı. Trenin durduğu, yavaşladığı yerlere dikkatle bakıyor, inen binen insanların yüzlerine bakıyordu, belki tanıdık çıkar diye.
İki saatlik bir yolculuktan sonra tren önce yavaşladı ve sonra durdu. Trenin durmasıyla yolcuların çoğu aşağıya inmişlerdi ve dolaşıyorlardı. Tren demek ki uzun süre kalacak burada, diye düşünerek valizini almadan aşağıya indi. İstasyondan çok uzaklaşmadan dolaşmaya başladı. İstasyonun hemen yanındaki bakkal hayli renkli görünüyordu. Bir süre vitrinine baktı. Acıktığını hissetti. Bir şeyler atıştırmak istedi canı ve içeriye girerek bir paket kedi dili bisküvi istedi. Ceketinin en gizli cebine koyduğu cüzdanını çıkararak bisküvinin parasını uzattı ancak bakkal sahibi bozuk para vermesini istedi. Bozuk parası olmayan Hasan:
    -Bütün param bu. Şehre okumaya gidiyorum. Bozarsanız parayı memnun da olurum dedi. Bakkal sahibi tezgahın arkasına geçti, kasanın tüm gözlerini kurcaladı. Bir süre saydıktan sonra Hasan’ın parasının üstünü uzattı ve ekledi:
    -Küçük bir miktar para çıkmadı, onun yerine sana sakız veriyorum.
Hasan, istemeyerek de olsa kabul etti. Sakız sevmezdi zaten. Yine de parasını tekrar cebine yerleştirdi. Bisküvi ve sakızla trene döndü. Bisküviyi iştahla yedikten sonra yolculuğun sonu yaklaşmıştı. Sakız aklına geldi. Vakit belki daha hızlı geçer sakız çiğnerken, diye düşündü. Sakızı açtı ama içinden küçük bir kâğıt düştü yere. İlk kez böyle bir ambalaj görmüştü. Eğildi yerdeki kağıdı aldı üzerinde küçük bir şiir vardı:
    Üzülmeyi artık bırak
    Güzel günler geliyor bak
    Para, bolluk ve mutluluk
    Senin yoluna çıkacak
    Daha önceden bu tarz sakızları hiç görmeyen, bilmeyen Hasan’ın rengi değişmişti. Bu küçük şiirin kendisine özel olarak yazıldığını düşündü. Defalarca okudu yolculuk süresinde. Bu notu Hasan’a gönderen kişi Hasan’ın üzgün olduğunu biliyordu demek ki… Bir de yakında mutlu olacağını, para bulacağını söylüyordu sanki. Hasan, bildiği duaları okumaya başladı. Salavat getirip şiiri yeniden okuyordu. Bu şaşkınlıkla yolculuğu sona erdi. Şiiri cebine koydu ve valizini alarak trenden indi.
    Valizi çok ağır değildi zaten, okulun ve yurdun yolunu da biliyordu. Artık üzgünlüğü geçmiş gibiydi. Üstelik kendisine gönderildiğini düşündüğü nota göre güzel şeyler yaşayacaktı burada. Kafasından bunlar geçerken geriye döndü ve halen trenden inmeye çalışan bir yaşlı kadın gördü. Kadının birkaç tane valizi vardı. İnmekte zorlanıyordu. Hasan, döndü ve kadının valizlerine yardım etti. Bir süre kadınla sohbet de etti ve onun duasını aldı. Tam ayrılacakken kadın Hasan’a küçük bir kutu uzattı:
    -Madem öğrencisin, yatılı okuyacaksın bu da benim sana hediyem olsun, dedi. Hasan almayacak gibi oldu ama kadını da kırmak istemedi. Küçük kutuyu da cebine koyarak nihayet kalacağı yurda ulaştı.
    Eşyalarını yerleştirdi, arkadaşlarıyla tanıştı ve küçük bir alışveriş yapmak için yurttan ayrıldı. Yakındaki bir marketten yurtta gerekebilecek her şeyi aldı ancak aldıklarının ödemesini yapacağı sırada parasını koyduğu yerde bulamadı. Biraz daha ceplerini yoklayınca cebinin yırtık olduğunu anladı. Üzülmüş ve telaşlanmıştı. Cebinde yalnızca kadının verdiği kutu vardı. Market sahibine dönerek:
    -Aldığım her şeyi geri bırakmak zorundayım. Beş parasız kaldım, tüm harçlığımı düşürmüşüm.
    Market sahibi Hasan’a elindeki kutuda ne var peki, diye sordu. Hasan:
    -Ben de bilmiyorum, dedi ve kutuyu açtı. Kutuyu açar açmaz tüm üzüntüsü geçmişti ve artık ezberlediği o şiiri market sahibine söyledi:
    Üzülmeyi artık bırak
    Güzel günler geliyor bak
    Para, bolluk ve mutluluk
    Senin yoluna çıkacak
    Kutunun içinde Hasan’a bütün bir sene yetecek kadar para vardı. Alışverişi tamamladıktan sonra Hasan market sahibine:
    -Bozuk yoksa lütfen sakız verin, dedi.

 

4 Ocak 2024 Perşembe

SIRADAN BİR GÜNÜN SIRADAN OLMAYAN OLAYLARI

     Akın Eliş, Atıf Kaan Salar, Meryem Er

    Artık ezberden yaşadığı sıradan günlerden biriydi. Öğleye doğru uyanmıştı. Yarım yamalak bir kahvaltıdan sonra kasabanın kenarındaki alana gidecekti ve arkadaşlarıyla akşama kadar maç yapacaklardı.  Yazları böyle geçiyordu genelde. Kimse kendisinden ev işlerine ya da tarla bostan işlerine yardım istemiyordu. 
    Yaz olmasına rağmen lastik ayakkabılarını çıkarmamıştı. Lastik ayakkabı ile yürümek de top oynamak da onun için ayrı bir keyifti. Ayakkabılarını giydi ve kasabanın dışına doğru yürümeye başladı. Kasabanın dışına geldiğinde tatlı pınardan birkaç yudum su içti. Yüzünü, saçlarını ıslattı. Nihayet arkadaşları görünmüştü. Birkaçı etraftan bulduğu taşlarla kale yerini belirliyor bazı arkadaşları da sahanın kenarlarına işaret koyuyordu. Arkadaşlarını görünce hızlandı ve onlara yardıma koştu. Zaten saha hazır gibiydi. Takım oyuncuları belirlendi, kaleciler belirlendi. Hakemsiz yaparlardı maçlarını. 
    Saha’nın ortasında maçı başlatmak için toplandıklarında yukardan topun kendisine doğru geldiğini fark etti. Ayağı ile topu tutmak istemişti ki top farklı yöne doğru savrulmaya başladı. Sadece top değildi savrulan. Ani bir fırtına başlamıştı durup dururken. Bu tarz bir fırtına hiç görmemişlerdi. Rüzgar adeta kumları önüne katmış savuruyor, dönüyor, yukarı aşağı püskürtüyordu. Kum fırtınası dedikleri bu olsa gerekti. Arkadaşları kumlardan görünmüyordu, aslında hiçbir şey görünmüyordu. Her taraf sapsarıydı. Rüzgar daire çiziyordu etrafında. Gözlerini güçlükle açıyor ama bir şey göremeyip kapatıyordu. Birkaç dakika sonra rüzgar durdu. 
    Sesler durdu. 
    Gözlerini usul usul açtığında güneşin ışıklarından rahatsız oldu gözleri. Gözlerini kısarak sağa sola baktı. Kendi etrafında döndü… Hiçbir şey yoktu etrafında. Arkadaşları yoktu, evler yoktu, kasaba yoktu, dağlar yoktu. Sapsarı bir düzlüğün ortasındaydı. 
    Telaşla sağa sola koştu. Hiçbir şey görünmüyordu. Sürekli ayaklarına kum doluyordu ve onu temizliyordu. Etrafın hiç değişmediğini fark edince biraz dinlenmek istedi. Önce oturdu, sonra sırt üstü yattı ve bağırdı:
    -Eneeeeeeees!
    Sesi yankılanmıyordu bile adeta kayboluyordu kumların arasında. Kendi sesini kendisi duymuyordu neredeyse. Derin bir nefes aldı yine bağırdı:
    -Furkaaaaaaan! Cevap veren yoktu. Son kez nefesini toparladı ve bağırdı:
    -Meeeeeert!
    Çaresizce gökyüzüne baktı. Güneş gözünü kamaştırıyordu ama tepesinde gezinen bir akbaba gördü. Akbaba, üzerinde daire çizerek dönüyordu. Gitgide de alçalıyordu. Anlam veremedi hiçbir şeye. Gözlerini kapadı. Ağlamak istedi ama ağlayamıyordu. Yumruklarını sıktı, gözkapaklarını sıktı, dişlerini sıktı…
    Gözlerini tekrar açtığında her yer karanlıktı. Gökyüzünde ay vardı. Futbol topuna benziyordu ay ve dönüyordu kendi etrafında. Yıldızlar, uzansa tutulacak kadar yakındı. Başının biraz üstünde dönüyorlardı. Yeniden bir fırtına başlamıştı. Üşüyordu, titriyordu her geçen dakika. Yine gözlerini açamaz oldu. Bir ara gözlerini kısarak açtı. Kar yağıyordu her yerden. Karlar savruluyordu. Neyse ki ayaklarımda lastik ayakkabım var diye düşündü. Olduğu yere büzüldü. Dinmesini bekledi fırtınanın. Yine etrafında daireler çiziyordu fırtına ama bu kez gövdesi yerden havalanır gibi oluyordu. Sonunda kendisini bir boşlukta hissetti. Gözlerini açtı, dönüyordu ve yukarılara doğru yükseliyordu fırtınanın içinde. Daire, yukarılara doğru genişledi, genişledi. Sonunda kendisini bir yere fırlattı. Nasıl olsa ya kuma düşeceğim ya da kara, diye düşünürken birdenbire düşmesi durdu. Siyah tüylü bir kuş kendisini sırtına almıştı. Bu az önce gördüğü akbabaydı. Akbaba saatlerce uçtu gökyüzünde. Artık normal dünya görünmeye başlamıştı aşağıda. Tarlalar, ağaçlar, evler de görünmeye başlamıştı. Üşümesi ya da terlemesi yoktu. Hatta keyif de almaya başlamıştı bu bedava uçuştan. Bir süre sonra kasabalarına ulaştığını anladı. Tanıdığı dağlar ve evler görünmüştü. Akbaba, sahanın tam üzerine geldiğinde kanatlarını silkeledi ve onu yere düşürdü. Yine her yer karardı. Gözlerini açtığında arkadaşları ayakkabılarıyla getirdikleri suyu yüzüne, ellerine döküyorlardı. 
    Konuşmak istedi, hiçbir kelimeyi hatırlayamadı önce. Bağırıyordu içinden ama sesi kayboluyordu.     Yanındaki topa baktı, ilerdeki kaleye baktı. Ayakkabılarına baktı. Enes eğilerek:
    -Bir top çarpması ile böyle yere düşeceksen daha bizimle oynamayacaksın, dedi. 
    Furkan söze girdi:
    -Sen kahvaltı yapmadan mı geldin yoksa, dedi. 
    Herkes bir şeyler soruyordu. Sadece Hasan bir şey sormadan boş boş bakıyordu yüzüne ve elini uzatarak yerden kalkmasına yardım etti. Doğruldu. Saha’nın dışına doğru yürümeye başladı. Geride bıraktığı arkadaşları maça başlamıştı bile. Dalgındı. 
    Ellerini ceplerine koydu, yola devam edecekti ki irkildi. 
    Sağ cebinden elini çıkardığında avucunda kum olduğunu gördü. 
    Kumu savurdu. 
    Sonra sol cebinden elini çıkardı. 
    Bir avuç kar vardı elinde. 
    Erimiyordu, onu da avucundan döktü. 
    Sessizce yürümeye devam etti. Evine ulaşmıştı. Pencerenin önüne oturdu. Önce uzaklara baktı, sonra gökyüzüne. Bir siyah kuş tepede dönüp duruyordu halen. Pencereyi açtı ve kuşa doğru bağırdı:
    -Hasaaaan!..

28 Aralık 2023 Perşembe

CANATAN'IN SERÜVENLERİ

     Atıf Kaan Salar, Akın Eliş

    Eve Dönüş

    Canatan kendine geldiğinde ülkesinde, olayların ilk başladığı yerdeydi. Her şey biraz küçülmüş gibi geliyordu. Ağaçlar eskisi kadar yüksek değildi, dağlar da öyle. Oltasını eline almaya çalıştı. Minicik kalmıştı olta. Yine başka bir mekânda mıyım, diye düşündü ama hayır, burası kendi ülkesiydi. Evine doğru yürürken etraftakilerin kendisine şaşkın bakışları dikkatini çekiyordu. Sanki herkes küçülmüştü etrafta ya da gittiği yerlerde yaşadıklarından dolayı öyle görüyordu. Artık çok yorulmuştu, bir şey düşünmek istemiyordu. İlerlerken arkadaşlarını gördü. Arkadaşları onu görünce hep güler, alay ederdi. Bu sefer gözlerinde korku ve endişe vardı. Yine aynı şeyi söyleyecekler ve aynı cevabı verecekti. Kimse bir şey demeyince doğrudan konuşmaya başladı Canatan:
    Demeyin Junior bana
    Ahırda olur dana
    Beni küçük görüp de
    Atmayın siz yabana,
dedi. O sırada arkadaşlarından biri Canatan’ın yanına geldi:
    -Küçük görmek mi, dedi. Canatan sana ne oldu? Hepimizden büyüksün artık. Bunları söylerken arkadaşı Canatan’a buluta bakar gibi bakıyordu. Canatan, ellerine kollarına baktı. Burnunu yokladı. Diğer arkadaşlarını yanına çağırdı. Hepsinden büyük bir dev olmuştu artık. 
    Hadi deyin Junior bana
    Bir bakın şu Canatan’a
    Hepinizden büyüğüm ben
    Durunca bakın yan yana…

                                                        S   O   N

CANATAN'IN SERÜVENLERİ 3

 Atıf Kaan Salar, Akın Eliş

Ejderler Alemine Yolculuk
    Canatan yeni ve büyük bir sandıkla yine bilinmezliklerin ucundaydı. Sandığı açmaya çalıştı, evirdi, çevirdi. Bu sandık da açılmıyordu. Büyük bir sandıktı ve altına bakması da gerekiyordu. Çünkü küçük sandıkların altında hep notlar oluyordu. Güç bela sandığı yan çevirdi ve yine bir notla karşılaştı:
    Sonuna geldin artık
    Kutuya vurma tık tık
    Kolay değil bu sefer
    Ama çabaya değer
    Ayağın altına bak
    Sana gerekli tırnak

    Notu okuyan Canatan sıkılmaya başlamıştı ama merak da ediyordu. Hoşuna gitmişti kendisiyle alay eden arkadaşlarından uzakta yeni yerler görmek, maceralar yaşamak. “Ayağın altına bak” yazısını birkaç kez okuyunca ayaklarının altındaki kumu kenara çekmeye başladı. Eline bir şeyler takıldı. Bir düğmeye benziyordu bu. Etrafındaki kumları temizleyince ortaya bir tuş çıkmıştı. Avucuyla bu tuşa bastırdı ve anında oturduğu yer içine göçtü. Sandık da yanına düştü. Yine başka bir âleme ulaşmıştı. Burada insan ya da dev görünmüyordu. Büyük, kocaman ağaçlar vardı. Otlar bile kendisinden büyüktü. O sırada tepesinde bir gölge gördü. Kocaman bir sinekti bu. Kendisini sakladı sinekten. Bir süre sonra cam gibi bir şeyin önünde durdu. Eliyle dokundu o esnada bu camın üzerine bir duvar indi. Şaşkındı. Sonra büyük bir gürültü duydu. Meğer bir ejderhanın ayaklarının dibindeymiş Canatan. İlk kez ejderha görüyordu. Ejderha küçücük bir sinek gibi gördüğü Canatan’a yakından bir kez daha baktı:
    -Kimsin ve burada ne arıyorsun küçük böcek, dedi. Bu cümlenin soğuk bir esinti oldu ve bazı yerler buz tuttu. Canatan az kalsın donuyordu. 
    -Böcek mi!.. Küçük olabilirim, buna alıştım ama böcek değilim, bir devim ben. Lütfen küçümsemeyin, dedi. 
    Ejderha kahkaha attı:
    -Dev ha! Sen nerenin devisin, dev görmedin mi hiç?
Canatan üzüldü:
    -Peki, ben böcek devim. Buraya isteğim dışında geldim. Şu yanımdaki kutu beni buralara sürükledi.         Sen kimsin, burası neresi? 
    Ejderha:
    -Burası ejder ülkesi. Burada ejderhalar yaşar ve savaşır. İki büyük ejderha kabilesi var burada. Diğer kabileye düşmüş olsaydın bu kadar çok konuşamazdın, yaşayamazdın bile. Neyse ki bizim kabile biraz yabancıları sever küçük böcek, dedi. Bunun üzerine Canatan:
    -Kabilelerin ismi ne peki, diye sordu. Ejderha:
    -Buzderha ve Odderha, dedi. Biz Buzderha kabilesindeniz, benim adım Buzmahmut. 
Buzmahmut, bunları söyledikten sonra kabilelerin niçin savaştığını anlatmaya başladı:
    -Yıllar yıllar önce aslında bizim aramızda bir sorun yokmuş. İlk ejderhalar arasında bir uyum ve kardeşlik varmış. Sonra nasıl olduysa tıpkı senin buraya geldiğin gibi başka dünyalardan başka yaratıklar bizim mekânımıza gelmişler. Odderhalar bu yeni gelen yaratıklara doğrudan savaş açmışlar. Buzderhalar yani bizim atalarımız ise tanımadan savaşmanın anlamsız olduğunu söylemiş fakat çok geçmiş artık. Yeni gelen yaratıkların tamamını yok etmiş Odderhalar. O gün bu gündür birbirimizle mücadale halindeyiz. 
    Sözleri duyan Canatan bir kez daha Buzderhaların yanına düştüğü için sevindi. Bir yandan da bu anlamsız savaşı sona erdirmek gerektiğini düşünüyordu ancak onların yanında küçük bir böcekti. Buzmahmut, Canatan’a ülkelerini gezmeyi teklif etti. Canatan, sandığını da yanına alarak Buzmahmut’un sırtına bindi. Buzmahmut, kuyruğu ile Canatan’a yardım etti. Değişik, çok değişik bir ülkeydi burası. Dağlar, ağaçlar, bitkiler her şey kocamandı. Sanki bir masal alemi gibiydi. Gezi bittikten sonra Canatan aklından geçenleri Buzmahmut’a söyledi. Buzmahmut ise bunun çok zor olduğunu söyledi. Kavimlerin her ikisinin de bilgelerinin bulunduğunu ve önce onları ikna etmek gerektiğini söyledi. 
    Buzderhalar’ın bilgesi anlayışlıydı ancak Odderhaların bilgesi çok sinirli bir ejderhaydı. Yanına yaklaşmak isteyen bile yanıyordu çoğu zaman. Böyle duymuşlardı. Buzderhalar’ın bilgesine gittiler birlikte. Sakallı ve yaşlı Buzderha Canatanı dikkatle dinledi ve fikirlerini önemli buldu. Şayet Odderhalar bunu kabul ederse bu kendi ülkeleri için barış ve mutluluk getirecekti. 
Odderhalar’ın ülkesine girmek çok kolay değildi. Bunun için bir plan yapmak gerekiyordu. Canatan ufak bir canlıydı onlar için. Giderek ön görüşmeyi yapmayı deneyebilirdi. 
Canatan bir gece dinlendikten sonra ertesi gün Buzmahmut tarafından Odderha diyarının sınırına bırakıldı. Canatan bir sürü yürüdükten sonra tepesinde bir sıcaklık hissetti. Ardından bir konuşma duydu:
    -Bu yiyecek parçasını buraya kim düşürmüş?
    Canatan, kendisinden bahsedildiğini anladı ve:
    -Ben Canatan Canatan
    Barış için can atan
    Her şeye mutlulukla bakan
    Odderha, Buzderha
    İkiniz de ejderha
, dedi. Tepesindeki iki Odderha gülmeye başladı ve bir böcekle oynar gibi Canatanla oynamaya başladılar. Canatan’ın konuşması hoşlarına gitmişti. Canatan:
    Beni götürün bilgenize
    Mesajım var hepinize

Odderhalar Canatan’la biraz konuştuktan sonra onu bilgelerine götürmeye razı oldular. Canatan onların konuşmasını çok istemiyordu çünkü onlar konuştukça terliyor, ısınıyordu. Sonunda bilge Odderha’nın huzuruna gelen Canatan, sevimliliği ile onu da etkilemeyi başardı ve fikirlerini söyledi. Bilge önceleri çok sinirliydi ve sürekli etrafa ateş atıp duruyordu. Sakinleşti bir süre sonra. Bilge:
    -Atalarımız zamanında çok mücadele etmiş ve bizimki yıllardır süren bir savaş. Şimdi durup dururken barışmak atalarımıza ihanet olmaz mı, dedi. 
    Canatan:
    Sizinki yanlış bakış
    Yanlış üstüne yanlış
    Hadi kırmayın beni
    Başlasın büyük barış,
dedi. Biraz daha konuştu ve barışın öneminden, kendilerine katkısından bahsetti. Odderhaların bilgesi:
    O halde yarın büyük barış için buluşalım, dedi. Buluşmanın yerini ve zamanını söyledi. Bunları Buzderhalara iletmesini de rica etti. 
    Ertesi gün her iki ejderha temsilcileri belirlenen yerde buluştular. Karşılıklı anlaşmalar yaptılar, sözler verdiler. Aslında birbirlerini sevmişlerdi. Canatan, kenarda olup bitenleri Buzmahmut ile seyrediyordu. Buzmahmut, donmuş gözyaşlarıyla Canatan’a sarılmak istedi ama sarılamadı. Canatan bu mutluluk manzarasını seyrederken sandığı aklına geldi. Sandığını yanına aldı. Evirdi çevirdi… Buzmahmut, sandığı göstererek:
    -Bu nedir, diye sordu. Canatan bu kez kendi hikayesini anlattı Buzmahmut’a. Buzmahmut sandığa bakmak için iyice eğildi. Tırnaklarıyla sağına soluna dokundu ve sonunda sandık açıldı. Canatan şaşkındı. Sandığın içinden Buzmahmut’un bile zor görebildiği küçücük bir şişe çıkmıştı. Şişeyi aldı. Mantar kapağını çıkardı. Çok güzel bir kokusu vardı içindeki sıvının. Tadına bakmak istedi. Bir yudumda bitmişti sıvı. Birden karardı her yer.

21 Aralık 2023 Perşembe

SAF ORÇUN

    
    Atıf Kaan Salar, Umut Bulut, Akın Eliş, Metehan Ersoy

    Serin bir yaz gecesiydi. Normalde son yıllarda yazlar hep sıcak geçiyordu ama bu sene daha yaz mevsimi geldi, dedirtecek bir sıcaklık olmamıştı. Yağmurların ardı arkası kesilmiyordu. Otlar dağlarda ve parklarda hayli büyümüştü. Yine yağmur yağacak gibiydi. Romatizması için yağmur hiç iyi olmuyordu, derin ağrılar yaşıyordu. Güneşe hasretti. Güneş bir kez çıksa o da dışarıya çıkacak, kırlara gidecek ve güneşlenecekti saatlerce ama…
    Son yıllarda hayatından bezmiş bir yandan da ölmekten korkar olmuştu. En küçük bir ağrıda, sızıda acaba ölecek miyim, diye endişe ediyordu. Oysa yaşamadığı çok şey vardı, görmek istediği çok ülke vardı. Yemek istediği onlarca yemek ve tatlı vardı. Dinlemek istediği şarkılar, okumak istediği kitaplar, oynamak istediği oyunlar, izlemek istediği filmler vardı. Daha yaşı çok gençti ama hastalık onu yaşlandırmıştı. Saçları dökülmüştü mesela gencecik yaşında. Bir diğer sorun da emsalleri kadar doğum günü bile kutlamamıştı. 29 Şubat yazıyordu kimliğinde. Yirmi yaşında bir insanın doğum günümü yalnızca beş kez kutlayabildim, demesinin acısını başkaları nereden bilecekti ki. Doğum tarihini her hangi bir yerde soranlar cevabı alınca duraksıyor, açıklama bekliyor sonra başlarını öne eğip gülüyorlardı. Böyle durumlarda kendisini Junior Canatan gibi hissediyordu. Tek fark, devler ülkesinde değil insanlar âleminde yaşıyor olmasıydı. 
    Yağmur başlamadan biraz yürümenin dizlerine iyi geleceğini düşündü. Güçlükle yerinden kalktı. Her ihtimale karşı şemsiyesini yanına aldı ve sokağa çıktı. Kimseler yoktu etrafta çünkü vakit hayli geçti. Bazen çöp bidonlarının kenarından gözleri parlayan bir kedi atlıyor bazen ağaçlardan kargaların tıkırtıları geliyordu. Bulutlara baktı, gözleri ay’ı aradı, göremedi. Birden köşenin kenarında bir karaltı gördü. Ürktü. Durdu. Gecenin bu saatinde acaba gözlerim beni yanıltıyor mu, diye düşündü. Bir an cesaretini topladı ve köşeye doğru gitti. Gerçekten de köşede biri vardı. Siyah takım elbise giymiş, elinde şemsiyesi, parlak siyah ayakkabıları, beyaz çorapları ve kırmızı papyonu olan biriydi bu. Yüzü şapkasından görünmüyordu. Başını önüne eğmişti. Hareketsiz duruyordu. Uzun boyuyla ve zayıflığıyla bir manken gibiydi. Yanına yaklaştı ve:
    -İyi geceler bayım, dedi. Nasılsınız, gecenin bu saatinde… sizin de mi yoksa romatizmanız var?
    Adamdan ses gelmedi. Sorulara devam etti:
    -Bayım, iyi misiniz? Neden burada bekliyorsunuz?
    Cevapların gelmediğini görünce daha da cesur bir hale geldi ve saçma sapan, oradan buradan konuşmaya başladı:
    -Galiba buralı değilsiniz, Divriği Ulu Camiyi gördünüz mü? Gökmederese’ye gittiniz mi? Sivas ismi nereden geliyor size anlatayım mı?
    Adam sustukça ha bire konuşuyordu. Birden o da sustu. Yanına tıpkı onun gibi durdu ve sırtını duvara verdi. Tekrar gökyüzüne baktı. O esnada kırmızı papyonlu adam teneke kazıntısını andıran sesiyle:
    -Divriği Ulu Camiyi gördüm, Gökmederese’ye gittim. Sivas isminin nereden geldiğini biliyorum ama sen bu sorduklarının hiçbirini görmedin, bilmiyorsun. 
    Ses tonuyla kırmızı papyonlu adam, onu susturmayı başarmıştı. Ne soracak bir sorusu kalmıştı artık ne de söyleyecek bir kelimesi. Büyülenmiş gibiydi. Sustu… Bu kez kırmızı papyonlu adam yine devam etti:
    -Yürüyerek romatizma ağrılarının geçeceğini mi zannediyorsun, az sonra bardaktan boşanırcasına yağmur yağacak ve perişan olacaksın. 
    Bu cümle üzerine iyice tedirgin oldu. İn miydi, cin miydi karşısına çıkıp kendisi hakkında bir şeyler söyleyen bu adam. Korkmaya başlamıştı ki kırmızı papyonlu adam:
    -Ne inim ne cinim, senin gibi bir âdemim, benden korkmana gerek yok, dedi. Bu cümleler telaşını bir kat daha artırdı. Sadece aklından geçen şeyleri bile kırmızı papyonlu adam nasıl biliyordu. Yoksa yüksek sesle mi sormuştu bu soruyu? Kırmızı papyonlu adam devam etti:
        -Ayrıca senin doğum tarihin 29 Şubat değil 28 Şubattır Orçun’cuğum.
        Bu detayı da duyan Orçun en hassas olduğu konu gelince korkusu dağıldı ve itiraz etti:
-Annemden babamdan iyi mi biliyorsun, 29 Şubat işte… Kırmızı papyonlu adam devam etti:
-28 Şubatın son dakikalarıydı ama 29 Şubat olarak yazıldı bir defa kayıtlara. Yağmur çiselemeye başlamıştı. Bu söylediği de çıkmıştı kırmızı papyonlu adamın. Az sonra daha da çoğalacaktı. Yağmur şiddetini artırınca birden kırmızı papyonlu adam kayboldu. Kaybolduğu anda bir kağıt parçası yere dalgalı biçimde düştü. Islanmasın diye Orçun kağıdı hemen kaptı ve hızlı adımlarla evine döndü. Biraz ıslanmıştı, yağmur da hızlanmıştı. Kabanını çıkarır çıkarmaz kırmızı papyonlu adam kaybolurken ortaya çıkan kağıt yere düştü. Kurulandı ve kağıdı incelemeye başladı. Boş görünüyordu, bir anlamı olmalıydı bunun. Işığa doğru tutunca kendisine yazılmış bir mesaj gördü:
    “Orçuncuğum, beni ilk ve son kez gördün. Ben seni çok iyi tanıyan biriyim. Sen aslında ölmekten korkuyorsun. Sana ömrünü uzatacak bir sır verecektim ama yağmur başladı ve ben kaybolmak zorunda kaldım. Yine de bu sırrımı sana bu notla bırakıyorum. Divriği Ulu Cami’yi bir kez gören, iki kez daha görmeden ölmez. İlk fırsatta git ve ilk ziyaretini gerçekleştir. Sonrası artık senin elinde.”
    Orçun bir gecede yaşadığı bu kadar aksiyondan yorgun düşmüştü. Rüya mıydı bunlar. Kırmızı papyonlu adam kimdi? Dizlerinin ağrısı bile geçmişti. Kağıdı masaya koydu, derin bir uykuya daldı. 
    Sabah uyandığında parça parça hatırlıyordu her şeyi. Masanın üzerine kağıda baktı. Kağıt yerindeydi. Bir kez daha sağlam kafayla kağıtta yazılanları okumak için ışığa doğru tuttu ancak kağıt boştu. Ne yaptıysa kağıttaki yazıları göremedi. Dizleri ağrımaya başlamıştı. Hatırladığı kadarıyla Divriği Ulu Cami’ye gitmesi ve bir kez görmesi gerekiyordu. Kahvaltı bile yapmadan dışarıya çıktı. 
    Bir an önce ulaşabilmek için otobüs yerine raybüsle gitmek istedi. Sabah raybüsüne binerse akşama geri dönerdi. Koşar adım istasyona gitti. Biletini aldı ve Divriği Ulu Cami’ye doğru yola çıktı. Yaklaşık üç saatten sonra Divriği’ye ulaşmıştı. İstasyonla cami arası yürümesi gerekiyordu. Acıkmıştı. Yine de son bir güçle Ulu Cami’ye ulaştı. İlk kez görüyordu bu camiyi. Yaklaşırsa ikinci, üçüncü kez de görme ihtimali vardı. Hemen arkasını döndü ve Divriği’den uzaklaşmaya başladı. Artık otuz sene sonra bir kez daha gelirdi buraya. Belki kırk sene sonra da üçüncü kez… Kendisini çok sağlıklı ve dinç hissediyordu. En az yetmiş senesi vardı önünde. 
    Trene doğru ilerlerken birdenbire yağmur başladı yine. Olsun, diye düşündü. Nasıl olsa en az yetmiş sene yaşayacağım. Romatizma ne eder ki bana? Hem iyi doktorlar varmış, gider tedavi olurum, dedi içinden. Bir su birikintisinden atlamaya çalıştı keyifle. O esnadan dün geceden beri yanında bulundurduğu kağıt su birikintisine düştü. Dönerek kağıdı yerden aldı. Kirlenmişti ama boştu zaten. Yazı filan kalmamıştı. Kağıdın lekelendiğini görünce silmek istedi lekeleri ve o an üzerindeki yazıları fark etti. Suya düşen kâğıtta yeni bir mesaj gördü:
    “Orçun, Orçun, saf Orçun. Sen gerçekten çok saf ve tuhaf bir adamsın. Burada ne geziyorsun? Bak işe de gitmedin bu gün. Halen gece yarısı karşına çıkan kırmızı papyonlu bir adama inanıyorsun? Adama inandığın yetmiyor, yazdıklarına inanıyorsun. Ne olacak bu halin Orçun? Ben böyle bir torunum olsun istememiştim.” 
    Orçun’un başı döndü, az kalsın düşecekti bulunduğu yere. Güç bela toparlandı ve dönüş trenine bindi. Pencereden dışarıya bakarken tren hareket etti. Rüya mıydı? Hayal miydi? Kimin hikâyesinin içine düşmüştü? Şaşkındı…

14 Aralık 2023 Perşembe

CANATAN'IN SERÜVENLERİ 2

    


    
    İnsanlar Aleminde İkinci Kutu
    Atıf Kaan Salar, Umut Bulut, Akın Eliş

    Canatan, kutuyla beraber kapıdan girmeye çalıştıkça kapı onu geriye atmaya başlamış. Birkaç kez bunu tekrar edince kutuyu kapının önüne bırakarak içeriye girmeye çalışmış ve içeri adım atar atmaz kapı üzerine kapanmış. Kapının ardında insanların yaşadığı masalsı bir köy varmış. Rengarenk evler, evlerin arasından süzülerek akan bir ırmak, neşeyle otlayan inekler ve koyunlar… Kulağına gelen müzik sesinin kaynağını merak eden Canatan, sesin geldiği yere doğru can atarak ilerlemeye başlamış. Koyunların olduğu yerden geliyormuş ses. İyice yaklaşınca koyunlar ürkerek kaçmaya başlamışlar ve müzik kesilmiş. Sesler, koyunları otlatan çobanın kavalından geliyormuş. Çoban, koyunların kaçıştığını görünce bunun kendilerine yaklaşan Canatan’dan kaynaklandığını fark etmiş. Canatan’dan çoban korkmamış çünkü yıllar önce kaybettiği bir yakınına fena halde benziyormuş Canatan. Sadece biraz iriymiş. Yine de kendisini garantiye almak için gözlüklerini heybesinden çıkarmış ve kendisine doğru gelen minik devi görmüş. Sevinmiş ve ayağa kalkarak ona sarılmak için kollarını açmış. Kendisine doğru kollarını açan çobanı elinde değnekle görünce Canatan ürkmüş bu kez. Adımlarını yavaşlatmış ama koşmaya devam etmiş. Nihayet karşı karşıya gelince çoban var gücüyle sarılmış Canatan’a.
    -Yıllardır görmüyordum seni, nerelerdeydin, amma da büyümüşsün, diyerek hasret gidermeye başlamış. Canatan şaşkınlıktan susmuş. Çoban:
    -Haydi seni bize götüreyim. Yıllardır seni özlüyor merak ediyoruz, nerelerdeydin, demiş. Canatan:
    Tanıdın nasıl beni
    Ben bilemedim seni
    Evinize gidince
    Konuşalım her şeyi
, demiş.  Çoban şiirli cevap karşısında şaşırmış.
    -Böyle konuşmayı sen nereden öğrendin, demiş. Canatan:
    -Ben hep böyleydim, yoksa sen biriyle mi karıştırıyorsun beni, diye cevap vermiş. Konuşa konuşa eve gelmişler ancak evin kapısı Canatan için biraz darmış. Güç bela içeriye girmiş. Ev halkı Canatan’ı görünce korkmuş ve çobana:
    -Bu dev yavrusunu nereden buldun, bize niye getirdin. Devler, insanları sevmezler. Başımıza bela açarlar, demişler. Çobanın ağabeyi:
    -Senin gözlük derecen iyice ilerlemiş. Akraba diye getirdiğin yaratığa gözlüklerinle baksana, diye çıkışmış.
    Canatan, konuşulan her şeyi duymuş ve üzülmeye başlamış. Çoban gözyaşlarını silmesi için ona büyük bir bez uzatmış, mendil niyetine. Durumu anlayan çoban da üzülmeye başlamış ve başından geçenleri anlatmasının istemiş Canatan’dan. Hikayeyi duyan çoban ve ailesi daha da çok üzülmüş. Çobanın ağabeyi kalkarak başka bir odadan yine kilitli bir kutu getirmiş ve Canatan’a sormuş:
    -Senin bulduğun kutu buna benziyor mu?
    Canatan kutuyu almış bakmış kendi kutusunun aynısı imiş. Çoban:
    -Yıllardır bu kutu bizim evde. Biz de açamadık içinde ne var, dedikten sonra bu kutuyu da Canatan’a vermişler. Canatan kutunun altında bir not görmüş:
    Kutu kutu yan yana
    Onu al getir bana
    Mucizeye şahit ol
    Gelince bir araya

    Bu notu okuduktan sonra Canatan iki kutuyu birleştirmesi gerektiğini düşünmüş. Canatan geri dönüşün nasıl olacağını merak ederken yaslandığı duvarda bir kapı belirmiş. Kapı, kocaman bir kapıymış. Köylülerin hayatlarında gördüğü en büyük kapıymış bu. Canatan kutuyla beraber kapıyı açmış ve eski kutusunun yanında bulmuş kendisini. Artık elinde iki kutu varmış. Kutuları yan yana koymuş, izlemiş…
    Rüyada mıyım, neler oluyor bana diye kendisine bir çimdik atmış. Acı duyunca bunun rüya olmadığını düşünmüş. Yine de emin olmak için etraftan bir diken bulmuş ve ayağına batırmaya çalışmış ama diken kırılmış. Bu kutularla ne yapacağını düşünürken üst üste koymayı denemiş. Ne olmuşsa o anda olmuş. Kutu ışıklar saçarak birleşmiş ve büyük bir sandığa dönüşmüş. 
                                     

                                                        2. Bölümün Sonu 

 


7 Aralık 2023 Perşembe

CANATAN'IN SERÜVENLERİ

Atıf Kaan Salar, Umut Bulut, Akın Eliş

    1. Esrarengiz Kutu

    Uzak ülkelerin birinde, bilinmeyen bir zamanda henüz devler ve ejderhalar dünyada yaşıyorken Canatan adında bir çocuk dev varmış. Canatan, emsallerinden küçük olduğu için çoğu zaman alay konusu olurmuş. On bir yaşındaymış ancak normal bir insandan birazcık uzunmuş. Hatta ilk zamanlar onu ailesi sıradan bir insan zannederek bir köyün yakınına bırakmayı düşünmüşler ancak annesi buna müsaade etmemiş. 
    Canatan, aslında güler yüzlü, iyi kalpli, sevecen ve söz dinleyen bir devmiş. Diğer devlere minareye bakar gibi bakarmış. Arkadaşları ona Junior Canatan derlermiş boyundan dolayı. Canatan’ın bir özelliği de kafiyeli konuşmayı sevmesiymiş. Kendisine sorulan sorulara ya tekerleme ya da mani gibi cevap verirmiş. Kendisiyle alay edenlere:
    Demeyin Junior bana
    Ahırda olur dana
    Beni küçük görüp de
    Atmayın siz yabana, dermiş. 
    Arkadaşlarıyla pek oynamadığı için dağda, bayırda gezer, mağaralarda resim çizer ve içine atladığı gölü taşırarak balık tutarmış. Bir gün balık tutmak için gittiği küçük gölün kenarında kumlar arasında eski bir kutu bulmuş. Kutunun sağlam bir kilidi varmış. Kilidi kurcalamış ama açılmamış. Kutuyu önüne almış ve başlamış yine söylenmeye:
    Kutusun tamam bildim
    Seni ben burda buldum
    Açacağım diyerek
    Saatlerce yoruldum, demiş. O sırada kutunun altında bir not görmüş. Notta şöyle yazıyormuş:
    Arıyorsan anahtar
    Onu bulmakta ne var
    Döndür başını bir bak
    Etrafında neler var.
Heceleye heceleye bu sözleri okuyan Canatan, etrafına bakmış, yanında birdenbire bir duvar belirmiş. Duvarın arkasına bakmak istemiş ama boyu yetişmemiş. Bu sözlerin şifreli olduğunu, kutuyu açmak için buralarda bir çözüm bulması gerektiğini düşünmüş. Bir süre duvara tırmanmaya çalışmış, sonra yerine oturup nota bir daha bakmış. Dizelerdeki harfleri saymaya başlamış. Önce sadece ünlü harfleri saymış. Tüm dizeler 7 ünlü harften oluşuyormuş. Sonra bunun bir anlamı olmadığını düşünerek tüm harfleri saymış. İlk üç dize on altışar harften son dize 17 harften oluşuyormuş. Dizeleri toplamış 65 sayısını bulmuş. Eline bir çubuk alarak kumlara 65 yazmış beklemiş. Canı sıkılmış. Hemen altına ünlü harflerin toplam sayısını yazmış: 28. Canı daha da sıkılmış. Bir süre beklemiş. 65’ten 28’i çıkarmaya çalışmış ama matematiği zaten iyi değilmiş. 65 taş toplayarak içinden 28 tanesini seçmiş, geriye kalanları sayınca 37 sayısını bulmuş. Bu sayıyı bulur bulmaz duvardan bir ses gelmiş ve bir kapı belirmiş. Kutuyu da alarak kapıya uzanmış. Kapıyı araladığında önce korkmuş sonra heyecandan kalbi duracak gibi çarpmaya başlamış. 
                                                        1. Bölümün Sonu


30 Kasım 2023 Perşembe

"YENİ" BİR KIŞ HİKAYESİ

    

Atıf Kaan Salar, Metehan Ersoy, Akın Eliş

Kar yağmayan bir şehirde yaşamıyordu. Kar, soğuk, buz çocukluğundan beri aşina olduğu şeylerdi ve yine bir kış mevsimi gelmişti. Kış demek, okul demekti. Yaz demek, tatil demekti. Bu yüzden belki de uzun tatilin adı “yaz tatili”ydi. Havalar iyice soğumuştu ama kar yağmıyordu. Haber bültenleri kışın kurak geçeceğinden bahsediyordu. Hiç iyi haber vermezlerdi ki. 

    Cuma günün yorgunluğu ile eve döndü. Cumartesi ve Pazar günleri çok iyi çalışması gerekiyordu çünkü pazartesi günü hayatının sınavı sayılabilecek bir dersin sınavı vardı. Türkçe sınavına hazırlanması gerekiyordu çünkü Türkçe dersinden 70 ortalamayı tutturamazsa sınıf tekrarı yapması gerekiyordu. Türkçeyi seviyordu ama Türkçe derslerini sevmiyordu. Neydi o sıfatlar, zamirler, ekler, kökler… Zarf tümleçleri, edatlar… Hepsi havada uçuşuyordu kafasında. Hele noktalama işaretleri… Hepsini biliyordu ama sınavda yapamıyordu. Ya o söylenmesi güç kelimelerin anlamlarının sorulması yok mu? Binlerce sözcükten en zor olanlar galiba sözlükten seçilerek önlerine konuyordu. Bu düşüncelerle eve dönerken havada tatlı bir koku hissetti. Kar kokusu derdi yaşlılar buna. Hava tertemiz ciğerlerine doldukça mutlu oluyordu. Özlemişti kar yağışını.

    Evine ulaştı, yemeğini yedi. Biraz televizyon izledikten sonra dışarıya pencerenin ardından baktı… Kar başlamıştı. Hem de ne biçim kar. Dışarda göz gözü görmüyor, pamuk şekeri gibi kocaman kar parçaları düştüğü yerde kalıyor, erimiyordu. Şimdiden birkaç santim olmuştu bile. Sabaha kadar yağarsa arkadaşlarımla kartopu oynar, kardan adam yaparım diye düşündü. Yorgundu. Üstelik sınav endişesi de onu güçsüz bırakıyordu. 

    Bir saat kadar sonra uyumuştu.

Sabah uyandığında doğrudan dışarıya baktı. Bembeyaz bir sokak görmeyi düşünüyordu… O da ne? Gece kar yağışı yağmura dönmüş ve tek kar kütlesi bırakmamıştı dışarda. Oturup ders çalışmaktan başka çaresi yoktu zaten. Akşama kadar kitapları karıştırdı, sözlüklere baktı… Defterlerini tekrar etti. Bitecek gibi değildi konuları. Bir de yazım yanlışları çıkmıştı ortaya. Türkçe konuşulduğu gibi yazılan bir dil değildi sanki…

    Akşama kadar evden çıkmadı. Yine akşam yemeği sonrası dışarıya baktığında kar yağdığını gördü, gökyüzüne baktı:

    -Biliyorum gece yağmura döneceksin, boşuna ümit verme bana, dedi.

Yatağına uzandı, karmakarışık rüyalarla sabahı zor etti. Hatta rüyalarından birinde Türkçe dersinden kaldığı için sınıfı tekrar ediyordu. Kendilerinden alt sınıfta olanlarla aynı sıralara oturduğunu gördü. Utanç vericiydi. 

    Sabah uyandığında dışarıya bakmak ve bakmamak arasında tereddüt etti. Yine de pencereye yürüdü. Yağmıştı! Bu kez kar yağmıştı hem de diz boyu… Neşe ile elbiselerini giyindi. Eldivenlerini taktı, aylardır görmediği bir arkadaşı gelmiş gibiydi kapıya. Kapıyı açar açmaz önündeki kardan bir avuç aldı ve ağzına attı. Soğuktu, özlemişti. 

    Hemen arkadaşının kapısına yöneldi. Arkadaşı kapıyı eldivenleri ile hazır açtı. Kapı kapı dolaşarak nihayet ekibi beş kişiye tamamladılar. Önce gruplara ayrılarak kar savaşı ve kar kalesi yaptılar. Biraz dinlendikten sonra yapı yarışması yaptılar. Hızlıca yemek yedikten sonra apar topar dışarı çıktılar birinin elinde damacana, diğeri ayaklarına pet şişe bağlanmış vaziyette döndüler ve bu düzeneklerle kaydılar bir süre. Akşama doğru hava birden yumuşadı. Neler oluyordu mevsimlere. Bu kar erimemeliydi, üstelik ders de çalışmamıştı, hatta üşüyordu, öksürmeye de başlamıştı. Ateşinin yükseldiğini hissetti. Eve girdiğinde her şey için çok geçti artık. Yarın sınav ardı, bir günü boş geçmişti. Dün çalıştığı her şey beyninden dökülmüş gibiydi. Yatağa uzandı. Annesi nane limon kaynattı. Sınavı düşündükçe hastalığı daha da artıyordu. Dışarda da yağmur başlamıştı ve karlar eriyordu. Çaresiz, hasta hasta sınava gidecekti ertesi gün.

    Aldığı ilaçların etkisiyle sızmıştı. Sabah büyük bir gerginlikle uyandı. Telefonuna baktı, okul saati yakındı. Elbiselerini giyiyordu ki gelen mesajları gördü. Yoğun hava şartları nedeniyle 3 gün kar tatili verilmişti. İnanılır gibi değildi. Belki de rüya bu diye düşündü. 

    Pencereden baktı, yine diz boyu kar vardı üstelik yağmaya devam ediyordu.

    Bulutlara doğru baktı yüzünde bir tebessüm oluştu:

    -Teşekkür ederim, dedi. Yeniden yatağına uzandı. Bir süre sonra annesi, okula geç kalıyorsun diye seslendi ama cevap verecek gücü yoktu…


9 Kasım 2023 Perşembe

SUDAN HİKAYE

 Atıf Kaan Salar, Akın Eliş

Bahar geldim, geliyorum diyordu. Güneşli bir hafta sonu sabahıydı. Ağaçlar yapraklarını salmak üzereydi. Kuşlar bahar telaşına düşmüşlerdi bile. Toprak ısınmaya başlamıştı. Sabahın ilk saatleriydi. Mutfaktan gelen kahvaltı kokusu evin her yerine yayılıyordu. Uyandı, gözlerini ovuşturdu, gelen kokulardan kahvaltıda kızartma olduğunu seziyordu. Kızartmaya dayanamazdı. Yıldırım gibi yataktan fırladı. Yere düşen yorganını ayağı ile yatağına attı, elini yüzünü yıkamaya koştu. Musluğu açtığı anda büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Sular kesilmişti. Birden uyandığındaki heyecanı öfkeye dönüştü. Mutfağa gitti ve annesine:

-Sular yine mi kesik anne, dedi. Annesi evde suyun bulunduğunu yüzünü mutfaktaki suyla yıkayabileceğini söylediyse de bunu yapmadı. Kahvaltı manzarası keyfini yerine getirdi yeniden. Annesi:

-Haydi herkesi kahvaltıya çağır, dedi. Oda oda dolaşarak önce babasını çağırdı. Babası uyanıktı. Sonra ağabeyinin odasının kapısının önüne geldi. Kapıyı vursa ihtimal azar yiyecekti. Vurmasa, annesi vermişti emri. Bir süre bekledi. Sonra küçük küçük kapıya vurdu ve:

-Kahvaltı hazııııır, dedi. Sular olmasa da, diye ilave etti. Ağabeyi, elinde telefonla kapıyı araladı:

-Geliyorum, dedi. 

Kahvaltı uzun sürmedi. Sular olmadığı için herkes tatsızdı. En iyisi kahvaltı sonrası bir yerlere gitmekti. Belki sular gelirdi. 

Herkes gidecek bir yerler bulmuştu. Planlar yapılmıştı. Annesinin arkadaşlarıyla günü vardı. Babası maça gidecekti. Ağabeyi test çözmeye kütüphaneye gidecekti. İki senedir gidiyordu zaten. O da evi kendilerine yakın olan arkadaşına gitmeyi düşündü. 

Ev yarım saat içinde boş kaldı. Bulaşıklar tezgah üstünde yığılıydı. Çamaşırlar makinanın önünde küçük bir tepe gibiydi. 

Dışarıya çıktığında güneş onu bütün sevecenliği ile selamladı. Arkadaşının iki sokak ilerdeki evine doğru yürüyor bir yandan da etrafa bakıyordu. Az ilerde çalışan belediye ekiplerinin su boruları ile uğraştığını gördü. En azından birkaç saate sular gelir diye içinden geçirdi. Yüzünü de yıkamamıştı halen. Annesi normalde bu duruma hep kızardı. 

Arkadaşının evine geldiğinde binadaki sessizlik birden içine bir korku düşürdü. Kocaman binada kimse yok gibiydi. Dışarısı ne kadar hayat dolu ise içerisi de o kadar bunaltıcıydı. Belki de daha kimse uyanmamıştı. Belki onların da suyu kesikti ve bina bu yüzden sessizdi. Arkadaşı 7. Kattaydı. Asansöre yöneldi, bindi ve 7 numaraya bastı. Asansörün kapılar kapanır kapanmaz korkusu daha da büyüdü çünkü asansör ışıklarından biri yanıp yanıp sönüyordu. Üstelik hareket ederken asansör sallanıyordu. İçi darala darala 7. kata ulaştı ve kendisini dışarıya zor attı. 

Kapının ziline basacaktı ki kapının açık olduğunu gördü. Heyecanı daha da arttı. Zile bastı ama zil çalmıyordu. Bir daha bastı, sonra kapı tokmağını tıklattı. İçerden ses gelmiyordu. Kapıyı usulca araladı. İçeri halen boştu. 

-Mert, evde misin, diye seslendi. Cevap alamadı. İçeriye girecekti istemese de çünkü merak ediyordu, herkes neredeydi. Ayakkabısını çıkarmayı bile unutmuştu, içeriye adım attı ve kapı hızla kapandı. Paniği iyice arttı, kapıyı açmak istedi, açılmıyordu. Mert’in odasına doğru yürüdü, kimsecikler yok gibiydi içerde. Mert’in odasının kapısını tıklattı ama ses yoktu. Korkuyla kapıyı açtı. Mert bilgisayarın başındaydı ve kulaklık takmıştı. Kendisini görünce sadece baktı ve yanındaki sandalyeyi işaret etti. Bu tuhaflığa daha fazla katlanamadı ve bilgisayarın fişini çekti. Mert öfkeyle baktı, kulaklığı çıkardı:

-Ne yaptığını sanıyorsun, dedi. 

-Asıl sen ne yaptığını sanıyorsun, kapı açık, evde kimse yok, apartman sessiz ve sen oturmuş oyun oynuyorsun…

Mert güldü:

-Pencereden geldiğini gördüm ve kapıyı oyuna oturmadan önce ben açık bıraktım. Evde kimse yok çünkü evde sular kesik. Apartmanda da sessizlik var çünkü onların da suyu yok, dedi. 

Derin bir nefes aldı. Ayakkabılarını fark etti. Utandı. Kapıya doğru tekrar yürüdü ve ayakkabılarını çıkardı. İçeriye girecekti ki vaz geçti. Tekrar ayakkabılarını giydi. Eve dönmeye karar verdi. Asansörü kullanmadı. Döne döne indi 7. kattan. 

Evine dönerken yolda çalışan belediyecilere baktı, kimse yoktu yerinde. Hatta yolda çalışma yapıldığına dair bir iz de yoktu. Eve döndü ama anahtarı yoktu. Kapının eşiğine oturdu. Sabah beri yaşadığı şeyleri düşündü, ailesinden birilerinin gelmesini bekliyordu. Beklediği sadece ailesi değil aynı zamanda suların da gelmesini bekliyordu. 


2 Kasım 2023 Perşembe

GÖÇMEN SERÇE

 Atıf Kaan Salar, Metehan Ersoy

    Yumurtasını çatlatarak dışarı çıkmayı başaralı üç hafta olmuştu. Kısa mesafeli de olsa uçabiliyor, kendi ihtiyaçlarını görebiliyordu. En yakın markete gidebiliyor, arkadaşları ile küçük gezintiler yapabiliyordu. Arkadaşı olan diğer kuşlar zaman zaman uzun uçuşlar yapmayı teklif ediyordu ama kendisi daha küçüktü. Üstelik onların kanatları, bacakları uzundu. Kendisini onların yanında maskot bir kuş gibi hissediyordu. Zaten onların yediklerini de yiyemiyordu.
    Artık yaz günlerinin bunaltıcı sıcakları geride kalmaya başlamıştı. Canı hiç dondurma istemiyordu çünkü geceleri üşüyordu bile. Böyle zamanlarda annesine, kardeşlerine sokularak sabahı ediyordu.
Bir gece büyük bir gürültüyle uyandı. Yuvalarının içi buz gibiydi. Dışarda vuuu vuuu sesleri ve su sesleri duyuluyordu. Biraz ilerleyip dışarıya bakmak istedi ama yeniden savrularak yuvaya düştü. Herkes tedirgindi. Annesi:
    -İşte sonbahar geldi, artık işimiz daha zor, dedi. Minik serçe annesine:
    -Neden işimiz zor, diye sordu. Anne:
    -Sonbahar böyle yağmur ve rüzgarla geçer, ardından kış gelir. Kar yağar. Günlerce yuvamızda mahkum kalırız evladım, dedi.
    Küçük serçe korkmuştu anlatılanlardan. Gece bitti. Gece boyu bunları düşündü. Yağmur ve rüzgar durdu ve bütün aile güneşin doğması ile birlikte dışarıya çıkmaya başladılar.
Hemen yanlarındaki minareye yuva kurmuş olan leylek ailesinde bir telaş vardı. Minarenin tepesine konarak onları izlemeye başladı. Her şeylerini toplamışlardı. Leylek arkadaşının yanına gitti ve sordu:
    -Neden toparlanıyorsunuz, bu telaşınız ne?
Bir yandan valizini hazırlayan leylek:
    -Bilmiyor musun serçe kardeş, biz leyleklerin göç vakti geldi, dedi. Serçe anlamaya çalıştı:
    -İyi ama nereye, ne için gidiyorsunuz. Leylek yine başını işinden kaldırmadan:
    -Kışın buralarda kalırsak ölürüz, güneye, daha sıcak yerlere gidiyoruz ama seneye baharda görüşürüz yuvamız burada. Burası bizim yazlığımız, dedi. Gece boyu anlatılanları ve yaşananları düşününce serçe de bu leylek grubu ile göç etmeye karar verdi. Hemen bir çırpıda annesine gelerek ondan leyleklerle beraber göçmek için izin istedi. Annesi:
    -Biz her iklim koşulunda yaşarız ve çelimsiz kuşlarız evladım, dedi. O yüzden bizim göçmemize gerek yok. Küçük serçe:
    -N’olur, n’olur anneciğiiiim. Baharda geleceğim ve size gördüğüm yerleri anlatacağım, söz, dedi. Anne üzülmüştü bu duruma:
    -İyi de senin kanatların küçücük, o uzun yolun yarısına varmadan yorulursun, dedi. Bu sırada anne ve yavruyu dinleyen leyleklerden birisi:
    -Endişe etmeyin, dedi. Onu biz kanatlarımızda taşıyacağız sırasıyla. Yorulmayacak, dedi. Bu sözler serçeyi daha da ümitlendirdi. Kardeşleri ile vedalaştı ve arkadaşı olan leyleğin kanatlarına tutunarak güneye doğru uçmaya başladılar.
    Leylekler çok yukarda uçuyorlardı. Kendileri o kadar yukarıya hiç çıkmamışlardı. Bulutlara yakın gidiyorlardı. Günlerce uçtular, uçtular ve bir sabah tıpkı yaz günlerindeki gibi sıcak bir ülkeye vardılar.     Leylek ailesinin burada da evi vardı. Bu kışı minik serçe ailesinden uzakta geçirecekti ama mutluydu çünkü burada da serçeler vardı. Bahara kadar buradaki serçelerde kalacak, onlara kendi ülkesini, bölgesini anlatacaktı. Baharda tekrardan leylek ailesi ile ülkesine dönmek için biletini şimdiden ayarlamıştı.

BİR KIŞ HİKAYESİ

 Atıf Kaan Salar, Metehan Ersoy

                                                         Bize ilginç masallar bırakarak giden Mevlana İdris için.
 
    Kış bütün şiddetiyle kendisini hissettiriyordu. Çatılardan sarkan buzlar haftalardır çözülmemişti. Yolların kenarları kocaman kar yığınları ile kaplıydı. Yaz boyu aşınan yollar artık özellikle akşamları hayli tenha idi. Müstakil, eski gecekonduların bacalarından süzüle süzüle dumanlar çıkıyordu. Yalnız bacalardan değil dışarda yürümek zorunda olan insanların da ağızlarından duman gibi buhar çıkıyordu.
Dışardan haberi yoktu. Sıcak peteğin önüne bir minder koymuş, sırtını ona yaslamış, eline kitabını almış, okuyordu. Kitabın kapağında kabartma harflerle şöyle yazıyordu: Kafamın İçinden Masallar. Dakikalardır başını kaldırmamıştı kitaptan ve gözleri aynı sayfaya saplanmış kalmıştı. İrkildi, kapı zili çalıyordu. Zil sesi her zaman çalan melodiden farklıydı ama kendi kapılarının ziliydi bu çalan. Acaba evde olmadığı bir vakit zil sesini değiştiren mi olmuştu? Bunları düşünecek zamanı yoktu, kitabı yere bırakarak kapıya koştu. Kapı dürbününden bakmak istedi ama boyu yetişmiyordu. Usulca sordu:
    -Kim o? Kimsiniz? Cevap alamadı. Zaten zil sesi de farklıydı, belki de başka bir kapının zilini duymuştu ama yeniden zil çaldı ve daha yüksek sesle. Yine sordu:
    -Kimsiniz?
    Korkmaya başlamıştı, cevap veren yoktu. Kapıyı açmaya karar verdi. Bu kış gününde kim olabilirdi ki… İlla tanıdık biridir, diye düşündü. Kapıyı açtığında tepeden tırnağa siyah giyinmiş, kaşkolü bile siyah, orta boylu ve orta yaşlarda bir adam gördü. Tanımıyordu. Adam hiçbir şey sormadan içeriye girdi ve kendi evi gibi yabancılık çekmeden salona yürüdü. Çocuğun kitap okuduğu mindere oturdu. Bir süre sonra kalktı kendisine kahve yaptı. Çocuk bir şeyler sormaya çalışıyordu ama konuşmayı unutmuş gibiydi. Zaten yabancı da onu görmüyor gibiydi. Adam kahvesini yudumlarken yerdeki kitabı aldı, ismine baktı: Kafamın İçinden Masallar. Bu nasıl kafaymış ki içi masal doluymuş, diye söylendi. Sonra ceplerini boşaltmaya başladı. Tüm ceplerinden tomar topar para çıkıyordu. Ceketini çıkarmıştı ama siyah kaşkolü halen boynundaydı. Çıkardığı paralar bitmek bilmiyordu. Bir sihirbaz gibi ha bire para çıkarıyordu ve yığıyordu odanın yüzüne. Çocuk uzaktan olanları izliyordu. Anlam vermeye çalışıyordu, ağzı açık kalmıştı. Kimdi bu adam ve bu kadar parayı nerden bulmuştu? Kime verecekti? Bir süre sonra ev, ev değil yolgeçen hanına dönmeye başladı. Birileri geliyordu ve tomarla para alarak gidiyordu. Adam arada pencereden bakıyor, birilerine işaret veriyor, eve çağırıyor, onlarla konuşuyordu. Sessizce başka bir pencereden dışarıya baktı, evin önünde kuyruk oluşmuştu. Annesi ve babası da bir türlü gelmek bilmiyorlardı bugün. Onlar ne diyeceklerdi bu olanlara? Kafası allak bullak olmuştu. Hiçbir şeye anlam veremiyordu. Üstelik üşümeye de başlamıştı. Acıkmıştı da. Bir şeyler yapmak istiyordu ama gücü yetmiyordu. Kendisini çaresizliğin dibinde hissederken annesinin sesini duydu:
    -Kuzum, uyudun mu sen burada? Haydi bir şeyler atıştıralım, çay içelim. Sen de bana okurken uyuduğun kitabı anlatırsın.
    Olanlara inanamıyordu çocuk. Gözlerini sildi, siyah giysili adamı aradı bakışlarıyla. Kimse yoktu evde. Dışarıya baktı, tenha idi her yer. Elindeki kitapta kaldığı sayfaya baktı: Para Dağıtan Adam adlı hikâyede kalmıştı. Ayracını bu sayfaya koydu ve mutfağa geçti.



26 Ekim 2023 Perşembe

60'I AŞMAK

 Atıf Kaan Salar, Umut Bulut, Akın Eliş
Bu onun kaderiydi. Normalde boyu kısaydı ama her sene önce ilk sıralara oturuyor daha sonra öğretmenleri onu arka sıralara gönderiyordu çünkü yaramazdı. Çok yaramazdı. Sevimlilikle karışık bir yaramazlıktı onunki. Bütün öğretmenleri sever, esprilerine güler ancak onu arka sıralara göndermeyi de ihmal etmezlerdi.
Sınavlara dair kendince şöyle bir felsefe geliştirmişti:
50’den şaşma, 60’ı aşma. Ancak onun için 50 bile mucize bir nottu ve çoğunlukla sevimlilikten puan alıyordu. Geçme notu 50 ise neden 50 puanlık daha yorulayım ki, diye düşünüyordu ama yine de yoruluyordu. Geçebilecek notu yakalayabilmek onun için çok yorucuydu.
Çantası çok ağırdı ve doluydu. Çantasında tornavida, pense hatta su anahtarı bile taşırdı. Yediği çikolataların ambalajları, içtiği suyun şişesi de çantasındaydı. Onları biriktirip dönüşüme göndermeyi ihmal etmezdi. Aslında ince düşünceli biriydi ama öğretmenler onu anlamıyordu.
Yine sınav dönemi yaklaşıyordu ve yine aynı şeyleri yaşayacaktı. Bazı arkadaşları 99 aldığında öğretmenine neden 100 olmadığını sorarken kendisi 50’ye razı bir biçimde bekleyecekti. 60 da alsa fena olmazdı.
Arkadaşları çoktan yazılılara çalışmaya başlamıştı bile. O ise son günlerde hep aynı şeyleri düşünüyordu:
Dünyanın kaç yıl daha ömrü kaldı? Kış geldiğinde mahallerindeki kedi nerede uyuyacak?
İlk kez notlarından dolayı kendisinde bir eziklik de hissetmeye başladı. Tamam, öğretmenleri onu seviyordu. Daha üç gün önce okulda bozuk bir musluğu çantasındaki anahtar sayesinde tamir etmişti. Arkadaşları da seviyordu çünkü sürekli onlara tost, meyve suyu ısmarlıyor, okula gelirken bahçelerden meyve toplayarak hepsine ikram ediyordu. Ailesi üzülüyordu ama seviyordu onu. Düzelir, notları da yükselir diyorlardı. Bir şeyler yapmalı ve bu kez 60’ı aşmalıydı.
Akşam eve gidince önce sınav takvimine baktı. Üst üste yığmışlardı hepsini. Beden eğitimi dersinden bile sınav vardı. Müzikten de. Ama bu derslerin öğretmenleri de 60 üzerinde not vermemişlerdi hiç. Hatta en yüksek notları bu derslere ait olanlardı. Bu kez 60’ı aşmalıydı ve bir şeyler yapmalıydı.
Dönem başında dağıtılan kitapları aramaya başladı. Birini yatağının altında buldu, diğerini kıyafetlerinin arasında. Birini balkonda görmüştü, gitti onu da getirdi. Üst üste yığdı hepsini. Yabancı dilde yazılmış bir kitabı inceler gibi sayfaları çevirdi. Saat ilerliyordu ve sayfalar arasında dolaşmaya devam ediyordu. Annesi onun bu çabasını görmüş ve yanaklarından inen iki damla sevinç gözyaşını sessizce silmişti. Annesini görmedi ha bire kitaplara bakmaya devam ediyordu. Saat ilerliyordu ve çok yorulmuştu.
Sınava geç kalmamak için erkenden evden çıktı. Koşar adım okula vardı. Çantasındaki kalem ve silgiyi bulmak için epey zorlandı ama buldu. Yazılı kağıdı önüne konduğu zaman şaşkındı. İlk kez sınıfta kimseye bakmıyor, hatta sınav kâğıdını uzatan öğretmene bile bakmıyordu. Zaten tanımadığı bir öğretmendi. Tüm soruları cevaplaması beş dakika sürdü. Kağıdını öğretmenine teslim etti. Öğretmen, beklemesini işaret ederek kağıdı beş dakikada okudu ve kocam rakamlarla 5 yazdı kenarına da 100’ü eklemeyi unutmadı. Bu öğrencilik hayatında ilk kez oluyordu. Konuşmak istedi, bütün kelimeleri unutmuş gibiydi, çok mutluydu.
Sonra bir sesle irkildi:
-Haydi oğlum, okula geç kalıyorsun!..


19 Ekim 2023 Perşembe

YİRMİ BEŞİNCİ KARE

Atıf Kaan Salar
Haberlerde, filmlerde
Bir şeyler fısıldıyor birileri bizlere
Gizlice
 
Birden bire kızıyoruz
Ya da acıkıyoruz
Uzaktan uzağa birileri
Atıyor beynimize
Batmayan iğneleri
 
Bir gizli istila seziyorum her yerde
İzlediğim filmde
Dinlediğim müzikte

CANIM ATAM

 

Atıf Kaan Salar
Geleceğe umutla bakmayı
Gözlerinden öğrendik Atam
Cumhuriyet’i ilelebet korumayı
Sözlerinden öğrendik Atam
 
Sen Cumhuriyet’i verdin bize
Aktarmamız için geleceğe
Emanetin emin ellerde
Hiç merak etme Atam
 
Yürüyoruz gösterdiğin hedefe
Hayalini kurduğun medeniyete
Bütün Türk gençliği el ele
Koşarak gidiyoruz Atam
 
                                                                                     

12 Ekim 2023 Perşembe

KIŞIN BÜYÜSÜ

Atıf Kaan Salar
Kar kışın bize en güzel hediyesi
Kar yağarken oynamak
Ya da bakmak pencereden yollara
Her mevsim özlenesi
 
Sokaklarda en çok
Kar yağarken mutlu çocuklar
Kimi kartopu oynar
Kimi kardan adam yapar
 
İlkbahar güzel tamam
Sonbahar da hüzünlü
Yazın geziyoruz durmadan
Ama başka kışın büyüsü
 
Bir de şöyle bir şey var
Başka mevsimde olmaz
Çok yağınca kar
Haberlere bakarız
Tatil olur okullar