metehan ersoy etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
metehan ersoy etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Eylül 2024 Cuma

YAKAZA


Emir Subaşı
Akın Eliş
Metehan Ersoy
Ezgi Budak
-Benimle başlamasın, dedi isteksizce. Benimle başlarsa bitmeyebilir. Oysa başlamıştı bile. Uykuda mıydı?.. Belki de… Rüya mı görüyordu?.. Galiba. En son ne zaman rüya görmüştü? Düşündü, düşündü… Hatırlayamadı. Akşam yakındı. Sabah ve öğle ne zaman geçmişti, hatırlayamadı. Uykusu vardı. Gözleri bazen kendiliğinden kapanıyor, sonra aniden gözlerini açıyor, etrafa bakıyor, bir süre sonra yeniden uykunun eşiğine varıyordu.
Yalnızca o değildi bu hâlde olan. Bu kasabada yaşayan insanların tamamı rüyalarını kaybetmişlerdi. Anlatacak rüyası olmamak… Bunun acısını başka kasabalarda yaşayan insanlar bilemezdi. Uyku demek, karanlık demekti onlar için ve karanlık korkutucuydu. Bu yüzden uykudan da kaçar olmuşlardı. Uyumak istemiyorlardı. Çoğu insan artık yaşamı bir rüya olarak düşünmeye başlamıştı. Gerçek rüyayı ise zaten unutmaya başlamışlardı. Yalnızca kasabanın yaşlıları çocuklara çok çok önceden gördükleri tatlı rüyaları anlatıyorlardı. Hiç rüya görmemiş çocuklar anlatılan şeyleri anlamakta zorlanıyordu fakat dinlemek güzeldi. 
-Benimle başlamasın, demişti ama başlamıştı. Uykunun eşiğinden adım atacaktı ki uyku kapısına sırtını döndü ve düşünmeye başladı yeniden. Rüya… Bu kelimede bir aşinalık vardı ama bir o kadar da sonsuz çağrışımı vardı. Zihninde yankılandı durdu: Rüya… Rüya… Rüya… Aslında bir isim de olabilirdi bu. İnsanlar azalan değerleri, kıymetli şeyleri hep isim olarak vermiyorlar mıydı çocuklarına: Erdem, Onur, Özgür, Barış… Rüya da belki bir isimdi ve kelime yankılanıyordu zihninde. 
Kasabada kimsenin rüya görmediği anlaşıldığında ve bu olay bir sorun olarak ilk kez duyulmaya başladığında başka kasabalardan insanlar gelmeye ve rüyalarını anlatmaya başlamışlardı ilk zamanlarda. O zamanlar başka kasabalardan sürekli insanların gelmesi ve burada yaşayanlara soru sormaları, kendi rüyalarını anlatmaları kasaba halkının hoşuna gitmişti. Akın akın, uzaktan yakından onlarca insan gelmişti kasabaya ve soruyorlardı:
-Ne yani, gerçekten kimse rüya görmüyor mu bu kasabada. 
Hatta bazı insanlar bu kasabaya uyumak için geliyorlardı. Onlar rüya görmek istemeyen, rüyasında daha çok yorulan ya da kabus gören insanlardı genellikle. Gerçekten de bu kasabada uyudukları gece hiç rüya görmeden uyanıyor ve şaşkın şaşkın evlerinin yolunu tutuyorlardı. Kimi kabuslarıyla vedalaşıyordu kimi sağlığını kazanarak dönüyordu. Hatta bir dönem kasabada rüya görmek istemeyen insanlar için küçük bir otel bile kurulmuştu. 
Ya tam tersi ise yaşananlar, diye aklından geçti. Yani burada herkes çok fazla rüya görüyor ve gerçeğe çok yakın rüyalar görüyorsa… Ya rüyalar var ama mekan değişmiyorsa… Belki de böyle bir durum vardı ve çok fazla tedirgin olmaya gerek yoktu. Bu düşüncelerle önündeki bisküviye uzandı. Bisküvinin tadı yoktu. Bir tane daha, bir tane daha aldı. Bisküvinin tadı yoktu. 
Rüyasız geçecek bir akşamın daha sonuna yaklaşmıştı. Vakit gece olmuştu. Korkuyordu karanlığa teslim olmaktan. Uyumaktan, rüyasız uyanmaktan. 
Kasabaya bilim adamları gelmişti. Psikiyatrlar gelmişti. Çok uzun süre çalışma yapamadan geri dönmüşlerdi çünkü bilim adamları da burada rüyalarını kaybetmişlerdi. Bir daha rüya göremeyecek olmaktan korkup kasabayı terk etmişti gelenler. 
-Benimle başlamasın, dedi isteksizce. Benimle başlarsa bitmeyebilir fakat bitiyordu usul usul. Sonuna yaklaşılmıştı durgun bir gecenin, hikâyenin. Karanlığa kendini teslim etmek istiyordu artık. Uyumak istiyordu. Rüya görmeyecek bile olsa uyumak… Saatlerce uyumak, günlerce uyumak istiyordu. 
Kolları kendiliğinden iki yana düştü oturduğu sandalyede. Gözleri kapandı. Nefes alışları yavaşladı. Uyandığında sınıftaydı. Sınıf listesindeki son kişiydi. Gözlerini ovuşturdu ve rüyasını anlatmaya başladı:
-Belki de bizi ayık tutan şeyler aslında rüyalarımızdır, diyerek başladı söze. 

25 Nisan 2024 Perşembe

VEZN-İ AHAR

Metehan Ersoy

Akşam olur / güneş batar / çocuklara / gün doğar
Güneş batar / yıldız çıkar / neşe verir / herkese
Çocuklara / neşe verir / geceleri / yıldızlar
Gün doğar / herkese / yıldızlar / batar söner

21 Mart 2024 Perşembe

MİÇO'NUN SERÜVENLERİ

      4. Bölüm

    Umut Bulut, Atıf Kaan Salar, Metehan Ersoy

    Günlerdir adada aynı şeyleri görmekten usanan Miço için bu kapının arkası başka bir dünya gibi gelmişti. Kapının ardında üç yol vardı. Hangisinden gitmesi gerektiğini bilmiyordu. Yine düşünmeye başlamıştı ki Siyah Papağanın gölgesini hissetti tepede. Papağan süzülerek geldi ve:
    -Sağdan gidelim, durma, dedi.
    Miço hiç düşünmeden sağdan yürümeye başladı. Papağanı görmek onu rahatlatmıştı. Adaya dönebilecek miydi, bu yol nereye gidiyordu? Bunları düşünmeden yürüyordu. Burası adaya benzemiyordu. Deniz yoktu. Kumlar yoktu. Basket potası yoktu. Dümdüz bir kara parçasıydı, çok uzaklarda kayalıklar, dağlar görünüyordu. Üşümüyordu ama terlemiyordu da.
    Bir süre ilerledikten sonra Miço çayırların üzerinde beni buldu. Beni, yani bu hikâyenin yazarını. Belki de Robinson’u buldu. Ben konuşmaya başlayınca Miço sustu. Miço, gerçekten de kendisinin inandığı gibi biri değildi belki de ve bunu ben biliyordum. Bu yüzden Miço beni karşısında görür görmez sustu. Siyah Papağan da uzaktan beni görünce önce yolunu değişmek istedi fakat tuttum onu. Çünkü onu bu hikâyeye sokan da bendim. Kaçmak yok Bay Papağan. Papağanı aslında bir robot olarak kurgulamıştım ama kendini fazla kaptırdı hikâyeye ve böyle tuhaf bir yaratığa dönüştü. Onun üzerine biraz çalışmam lazım. Miço ve Papağan benimle karşılaştığından beri sahipsiz elbiseler gibi yığın halinde duruyorlar aynı yerde. Miço diyorum, konuş benimle. Ne yapmak istiyorsun, nereye gitmek istiyorsun, bu hikaye nasıl bitsin istiyorsun, kaç bölümden oluşsun, başka kimleri dahil edelim hikayeye?.. Miço öylece duruyor. Miço belki de pişmandı bana rastladığına. En iyisi ben kaybolayım yeniden, Miço devam etsin bakalım.
    Miço, birisinin kendisiyle konuştuğunu zannetti. Gözü uzaklara dalmış gibiydi. Birkaç saniye öncesini hatırlamıyordu. Yolun biteceği yoktu. En iyisi geriye dönüp ortadaki yoldan gitmekti ya da soldaki yoldan. Papağanı neden dinlemiş ve sağ tarafa yönelmişti ki? Kuş aklıyla hareket etmemeliydi. Geri döndüğünde aslında hiç ilerlememiş olduğunu fark etti. Yola çıktığı yerdeydi ve hemen gerisinde üç yol duruyordu. Yürüyecek takati de pek kalmamıştı. Acıkmıştı biraz. Buraya girdiği kapıdan geri çıktı.
    Diğer yolları bir sonraki gün kontrol etmek istiyordu. Dışarıya çıkar çıkmaz bir ürperti ile karşılaştı. Her yer, her şey karanlıktı. Üşüyordu. Kulübesine doğru hızla koştu. İçerdeki fenerini buldu, ocağını yaktı. Sanki mevsim değişmişti. Kulübesindeki her şeyin tozlandığını gördü. Çoğu eşyası da donmuştu. Papağanın dışarda üşüyeceğini düşünerek onu da içeriye çağırdı.
    Papağan konuşmuyordu. Miço konuşmuyordu. Şömine yanıyordu. Açlığını unutmuştu Miço. 

                                                                                                                    Robinson Crouse

                                               BİTTİ  /  SON

22 Şubat 2024 Perşembe

MEVSİMLER

 Metehan Ersoy

Artık kar yağmıyor eskisi kadar
Kar yağmayınca kışın da güzelliği olmuyor
Ağaçlar, çatılar ve yollar
Beyaz örtüyle kaplanmayınca
Yalnızca soğuk kalıyor geriye
Kışın bir anlamı kalmıyor

Yazlar da artık daha sıcak
Dışarda gezmek için değil
Dışarıya çıkmamak için çabalıyoruz
Ağaçlar kuruyor kaldırımlarda birer birer
Sıcaktan kuşlar bile uçamıyor çoğu zaman
Yaz yağmuru derlerdi ya
O yağmurlar şimdi neredeler

Yalnızca
Baharlar kaldı tadında
Ne sıcak ne soğuk
Az da olsa yağmur var
Bahar dışında mevsimler
Ya soğuk ya kavruk

SERVİS


Metehan Ersoy

 
Bazen düşünüyorum
Uzak uzak yerlere okullar yapılmış
Her sabah uyanıp gitmek
Ne kadar zor olurdu
Saatlerce yürüyerek
Ya da otobüs değiştirerek

İyi ki servisler var diyorum sonra
Okul servisleri
Kapıdan alıp
Kapıya bırakan bizleri

UZUN HİKAYE

 Metehan Ersoy

    Etrafındakiler çok söylemişti mutlaka iyi bir eğitim alması gerektiğini. Aksi takdirde başarılı olamayacağını söylemişlerdi. O da bir eğitim almıştı ancak eğitim aldığı alanda bir türlü iş bulamamıştı. Yoksa üniversite mezunuydu. Sadece liseyi okuyarak hayata atılmış biri değildi. Hayali öğretmen olmaktı. Öğrencileri, okulu seviyordu ama öğretmen olamamıştı. Yine de okuldan kopmuş değildi. Her sabah ve her akşam okula uğruyordu ders için değilse bile. O bir öğrenci servisi şoförüydü. Her sabah, herkesten önce uyanıyor ve çocukları okullarına yetiştirmek için canla başla çalışıyordu. Öğrenciler de onu seviyordu doğrusu. Öğrencilerin en güvendiği ağabeyiydi. Hasta olana “İyileştin mi?” diye soruyordu. Canı sıkkın olan öğrenciye “Dersler nasıl gidiyor?” diye soruyordu.  
Yaz tatilleri onun için sıkıcıydı. Okuldan, çocuklardan uzak kalmak yoruyordu onu. Diğer servis şoförlerinin aksine kar tatili, bayram tatili günleri morali bozuluyordu. Öğretmen olsa neler yapmazdı ki okulda? Öğrencilerin en sevdiği öğretmen olurdu. Kimseye zayıf ya da düşük not vermezdi. Yalnızca kendi aracını kullanırdı ama evinin bulunduğu mahalledeki çocukları da okula taşırdı yine seve seve. Öğretmen olamamıştı yine de yapacak bir işi vardı ve okuldan, öğrencilerden de uzak değildi. Şükür, diyordu…
    İşinden başka şükür dediği, gözü gibi baktığı diğer şey de minibüsüydü. Minibüs, onun ekmek teknesiydi. Öğrencileri beklerken onunla konuşurdu. Bakımlarını eksiksiz yaptırırdı. Temiz bir ev gibiydi minibüsünün içi. Her gün süpürür, siler, güzel kokular sıkardı içine. Gözü gibi titriyordu bu aracın üzerine ancak bazen de aklına kötü şeyler geliyordu: Ya bir gün yolda kalırsa… Ya kaza yapar ve olumsuzluklar ortaya çıkarsa… Ya bir sabah uyandığında minibüsünü yerinde göremezse… En korktuğu da bir sabah minibüsünü yerinde görememekti. Bazen geceleri uyanıp pencereden minibüsüne baktığı bile oluyordu. Bazen de rüyasında sabah uyandığında minibüsü göremiyor, sokaklarda minibüsünü arıyordu. Böyle bir rüya görünce kan ter içinde uyanıyor ve pencereden yine minibüsüne bakıyordu.
    O gece de benzer bir rüya ile uyandı. Karlı bir sabahmış güya. Üşüye üşüye aracının yanına gitmiş ki araç sıcak olsun, çocuklar üşümesin. Bir de ne görsün? Aracının yerinde yeller esiyor. Karda aracının tekerlek izlerini arıyor ama göremiyor. Aşağı mahalleye bakıyor, yukarı caddeye çıkıyor araç yok. Başka bir yere park edip etmediğini düşünüyor, arkadaşlarından birisine emanet verip vermediğini… Araç yok… Böyle bir rüya ile uyandı. Pencereye koştu, kar cidden yağıyordu. Kar tıpkı rüyasındaki gibi yağıyordu ve aracı yerindeydi. Derin bir nefes aldı. Bir bardak su içti. Bu rüyalar nereden çıkmıştı ki? Çok mu düşünüyordu böyle olumsuz şeyleri? Ne olabilirdi ki kapının önünde duran araca? Hem kolay mıydı koca minibüsün kapısını açmak, camını kırmak, çalıştırmak ve götürmek. Âlemde herkes tanırdı onun minibüsünü. Yolda gören olsa arardı mutlaka, senin minibüsü başka biri kullanıyor, diye. Kendi kendini bu düşüncelerle rahatlattı ve uykuya daldı.
    Uykuya dalalı kısa bir süre olmuştu ki telefon sesiyle uyandı. Dışarıya baktı, halen karanlıktı. Arayan başka bir servis şoförüydü. Nefes nefese:
    -Abi, senin araç az önce bizim mahalleden geçti, üstelik yüksek sesle müzik çalıyordu. Sen böyle şeyler yapmazdın, birine emanet mi verdin minibüsü, dedi. Kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. Koştu pencereye baktı, minibüs gerçekten de yoktu. Eli ayağına dolaştı. Kimi arayacağını, nereye başvuracağını hesap etmeye çalışıyordu. Bir yandan telefonunu arıyordu ama bulamıyordu. O sırada elinin acısını hissetti. Nereye vurmuştu? Nereden gelmişti bu ağrı? Uyandı… Bu rüyaları sık görüyordu ama ilk kez peş peşe görmüştü. Yine koştu pencereye. Yine aracına baktı. Artık uyuması zordu. Kahvaltı bile yapmadı. Minibüsünün yanına indi. Çalıştırdı aracını, ısınmasını bekledi. Minibüste tam uyumak üzereyken hareket saatinin geldiğini fark etti. Uykusunu dağıtmak için aşağı indi. Yerden bir avuç kar aldı. Yüzüne sürdü. Yeniden minibüsüne bindi ve yola koyuldu. Okuluna götürmek için aldığı ilk öğrenci birkaç sokak ötedeydi. Biraz vakit erken gibiydi fakat beklerdi gerekirse. Çocuğu alacağı yere geldi. Kimseler yoktu. Birkaç dakika bekledikten sonra ilk yolcu uykulu gözlerle minibüsün kapısını araladı, içeri girdi:
    -Abi hayrola, çok yorgun duruyorsun bugün. Genelde sen bize sorardın halimizi, yorgunluğumuzun sebebini… İyi misin? Uykusuz duruyorsun?
    Geriye dönmeden konuştu:
    -Boş ver be evlat. Uzun hikâye, dedikten sonra yine gözünü yoldan ayırmadan elini aracın radyosuna uzattı. Radyoda haberler veriliyordu:
    İç Anadolu Bölgesi’nde yoğun kar yağışı sebebiyle Sivas, Tokat, Yozgat, Niğde ve Kırıkkale illerinde     ve bu illere bağlı ilçelerde eğitime iki gün ara verildi.

15 Şubat 2024 Perşembe

ALBATROS

Metehan Ersoy

Bir albatros kuşunun inişi gibi gökyüzünden

İniyorum bazen dünyaya

Acemi ve unutmuş her şeyi

 

Bir albatros kuşu için neyse gökyüzü

Benim için de o

Hayatın ve hayalin ülkesi

 

 Bir kuş olsaydım dünyada

Albatros olmak isterdim galiba

Uzak okyanuslarda

TATİL

 

    Güzel bir tatile çıkmayalı seneler olmuştu. Hep iş, hep çalışma, toplantı, proje… Yaşamak için vakit kalmıyor gibiydi. Mevsimler gelip geçiyor ama o mevsimlerin dışında yaşıyordu hayatı. Geçen sadece mevsimler değil, gençliğiydi. Okula başladığından beri böyleydi bu. İlk zamanlar tatil için fırsat buluyordu ama son yıllarda başını kaşıyacak vakti kalmamıştı. Zaten başında da çok az saç kalmıştı. Nihayet bugün izine ayrılmıştı ve tatil planları yapabilecekti. Gitmediği o kadar yer vardı ki… Karar vermek zordu. Bir aylık tatil… Bir ay hayatın tüm karmaşasından uzak günler… Düşünmesi bile kendisini rahatlatıyor, heyecan veriyordu ona. Bilgisayarından kalkıyor telefonu eline alıyor, onları bırakıyor televizyondaki tur reklamlarına odaklanıyordu. Gitmediği o kadar yer vardı ki… Karar vermek zordu. En azından kafasında bir şeyler oluşmuştu. Sabah devam ederim, diye düşündü. Kararını verir vermez de yola çıkacaktı.

    Normalde başını yastığa koyar koymaz uyur, rüya görmeden uyanırdı. Ancak bu gece zordu uyuması. Sırtından dağ gibi yükün indiğini hissediyordu. Sağa sola döndü, kalktı bir şeyler içti. Tekrar yattı ve tatlı bir uykunun kollarına kendisini teslim etti. Bebek gibi mışıl mışıl uyuyordu. Uyurken bazen tebessüm ediyordu. İhtimal güzel bir rüya görüyordu.

    Sabah uyandığında güneş doğmuştu. Telefonunu eline aldı, ne arayan vardı ne de mesaj. Demek ki tüm iş arkadaşları kendi aralarında anlaşmış ve rahatsız etmek istemiyorlardı. Kahvaltısını yapıp kararını vermek için bilgisayarını açtı. Bilgisayar ekranı biraz karanlık gelmişti kendisine. Baktı, şarj almıyordu. Fişi çıkardı, kabloda sorun var diye düşündü. Zaten bu ikinci kabloydu. Daha önce de bozulmuştu kablosu bilgisayarının. Heyecanla dün akşam araştırdığı sayfalar yeniden bakmak istedi ama o anda internetin olmadığını fark etti. Evin elektriği kesilmiş, diye düşündü. Sigortalara baktı, hepsi yerindeydi. Dış kapıyı açarak asansöre baktı. Işık yanmıyordu. Demek ki genel bir elektrik kesintisi var diye aklından geçirdi. İşini telefondan tamamlamaya niyetlendi fakat telefonda da şebekenin olmadığını görünce hayli morali bozuldu. Zaten tatil için eşya filan götürmeyi düşünmüyordu. Kişisel eşyalarının bulunduğu el çantası yeterdi. İhtiyaç duyduğu şeyleri satın alırdı gerekirse.

    Çantasını yanına alarak merdivenlerden yürüyerek binanın dışına çıktı. İlginçti, yollarda hiç araç yoktu. Marketlerde bir sessizlik ve tenhalık hakimdi. Biraz ilerde trafik lambaları gözüne çarptı onlar da yanmıyordu. Çarşıya kadar yürümek zorundaydı. Yürüdü. Bir internet kafede yarım kalan işini tamamlamak istedi ama tüm dükkanlarda elektrik yoktu. Tüm şehirde elektrik yoktu. Daha da garip olan şey araçlar da bulundukları yerde ceset gibi duruyordu. Bisikletler dışında hareket eden araç yoktu.

    İnsanlar garip bir suskunluk içindeydi ve bazı yerlerde küçük insan grupları kendi aralarında konuşuyorlardı. Ne haber dinleyecek televizyon ne de radyo vardı çalışan. Gruplardan birinin yanından geçerken adımlarını yavaşlattı. Şöyle diyordu çokbilmiş bir eda ile sakallı ve fötr şapkalı adam:

    -Dünya işte eski günlerine döndü. Elektrikli hiçbir şey çalışmıyor, motorlar çalışmıyor. Ben bunu aylar öncesinden söylemiştim. Onu dinleyenlerden biri şaşkın şaşkın:

    -Aaa, öyle mi? Peki neden oldu bunlar, diye sordu. Çokbilmiş adam daha da çokbilmiş bir eda ile:

    -Güneş patlamalarının böyle bir felakete yol açabileceğini bilim adamları söylemişti. Ben de çok araştırdım ve bu ihtimali düşünerek sürekli mum, pil, batarya yedekledim. Şimdi aylarca bana yetecek malzemem var, diyordu.

    Konuşulanları işitince canı sıkıldı. Bu belki de rüyaydı. Tatile çıkacağı zamanı mı bulmuştu bu felaket günleri. İş yerindeki arkadaşları da ister istemez tatile başlamışlardı şimdi çünkü elektriğin olmadığı, iletişimin olmadığı bir iş yerinde ne yapacaklardı ki?

    Başı döndü. Oturacak bir yerler aradı ve boş bir banka gidip oturdu. İnsanlara baktı, ağaçlara, gökyüzüne. Acaba bütün dünya mı etkilenmişti bu güneş patlamalarından yoksa sadece yaşadığı şehir mi? Belki de diğer şehirlerde hayat normal olarak devam ediyordu. Fakat nasıl gidecekti diğer şehirlere ya da nasıl onlardan haber alacaktı?

    Oturduğu yerde bir acı hissetti. Önünde bir masa vardı. Oysa banka oturmuştu. Etrafta kimse yoktu. Masadaki bardağa elini uzattı ve bir yudum su aldı. Tekrar yürümeye başladı. İnsanlar halen sakindi. Eve gitmek, uyumak istiyordu. Çantasını yola fırlatarak evine doğru koşmaya başladı. Kalbi duracak gibi atıyordu, kan ter içinde kalmıştı. Merdivenleri de koşarak çıktı. Evine geldi ve yatağına uzandı. Hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Hiçbir şey yapmak istemiyordu.

    Bir süre sonra uyandı. Ter içindeydi. Salona doğru yürüdü, televizyon açıktı. Üstelik tur reklamları dönüyordu televizyonda. Çalışma odasına gittiğinde bilgisayarı bataryasının son dakikalarını kullanıyordu ve fişi çekilmişti. Telefonuna baktı, mesajlar ve aramalarla doluydu. Mutfağa geçti, masanın kenarına oturdu. Boş bardağa baktı. Su almak için kalktığında bir acı hissetti dizinde. Tıpkı daha önce hissettiği gibi bir acıydı.

    Tekrar solana geçti. Haberler başlamıştı. Çokbilmiş, gözlüklü ve fötr şapkalı bir adam konuşuyordu. Bu adamı tanımıştı ama nereden tanıyordu? Sesini bile hatırlıyordu adamın, şöyle diyordu:

    -Güneş patlamaları bir felakete yol açabilir. Vatandaşlarımıza pil, mum ve batarya stoklamalarını öneriyorum.

    Yıllardır rüya görmemişti. Rüya ile gerçeği karıştıracak kadar uzaklaşmıştı rüyalardan. Evet evet, çok çalışmış, yorulmuş ve bünyesi zayıf düşmüştü. Artık bir an önce yer, şehir, ülke seçmeden tatile koşmalıydı.

21 Aralık 2023 Perşembe

SAF ORÇUN

    
    Atıf Kaan Salar, Umut Bulut, Akın Eliş, Metehan Ersoy

    Serin bir yaz gecesiydi. Normalde son yıllarda yazlar hep sıcak geçiyordu ama bu sene daha yaz mevsimi geldi, dedirtecek bir sıcaklık olmamıştı. Yağmurların ardı arkası kesilmiyordu. Otlar dağlarda ve parklarda hayli büyümüştü. Yine yağmur yağacak gibiydi. Romatizması için yağmur hiç iyi olmuyordu, derin ağrılar yaşıyordu. Güneşe hasretti. Güneş bir kez çıksa o da dışarıya çıkacak, kırlara gidecek ve güneşlenecekti saatlerce ama…
    Son yıllarda hayatından bezmiş bir yandan da ölmekten korkar olmuştu. En küçük bir ağrıda, sızıda acaba ölecek miyim, diye endişe ediyordu. Oysa yaşamadığı çok şey vardı, görmek istediği çok ülke vardı. Yemek istediği onlarca yemek ve tatlı vardı. Dinlemek istediği şarkılar, okumak istediği kitaplar, oynamak istediği oyunlar, izlemek istediği filmler vardı. Daha yaşı çok gençti ama hastalık onu yaşlandırmıştı. Saçları dökülmüştü mesela gencecik yaşında. Bir diğer sorun da emsalleri kadar doğum günü bile kutlamamıştı. 29 Şubat yazıyordu kimliğinde. Yirmi yaşında bir insanın doğum günümü yalnızca beş kez kutlayabildim, demesinin acısını başkaları nereden bilecekti ki. Doğum tarihini her hangi bir yerde soranlar cevabı alınca duraksıyor, açıklama bekliyor sonra başlarını öne eğip gülüyorlardı. Böyle durumlarda kendisini Junior Canatan gibi hissediyordu. Tek fark, devler ülkesinde değil insanlar âleminde yaşıyor olmasıydı. 
    Yağmur başlamadan biraz yürümenin dizlerine iyi geleceğini düşündü. Güçlükle yerinden kalktı. Her ihtimale karşı şemsiyesini yanına aldı ve sokağa çıktı. Kimseler yoktu etrafta çünkü vakit hayli geçti. Bazen çöp bidonlarının kenarından gözleri parlayan bir kedi atlıyor bazen ağaçlardan kargaların tıkırtıları geliyordu. Bulutlara baktı, gözleri ay’ı aradı, göremedi. Birden köşenin kenarında bir karaltı gördü. Ürktü. Durdu. Gecenin bu saatinde acaba gözlerim beni yanıltıyor mu, diye düşündü. Bir an cesaretini topladı ve köşeye doğru gitti. Gerçekten de köşede biri vardı. Siyah takım elbise giymiş, elinde şemsiyesi, parlak siyah ayakkabıları, beyaz çorapları ve kırmızı papyonu olan biriydi bu. Yüzü şapkasından görünmüyordu. Başını önüne eğmişti. Hareketsiz duruyordu. Uzun boyuyla ve zayıflığıyla bir manken gibiydi. Yanına yaklaştı ve:
    -İyi geceler bayım, dedi. Nasılsınız, gecenin bu saatinde… sizin de mi yoksa romatizmanız var?
    Adamdan ses gelmedi. Sorulara devam etti:
    -Bayım, iyi misiniz? Neden burada bekliyorsunuz?
    Cevapların gelmediğini görünce daha da cesur bir hale geldi ve saçma sapan, oradan buradan konuşmaya başladı:
    -Galiba buralı değilsiniz, Divriği Ulu Camiyi gördünüz mü? Gökmederese’ye gittiniz mi? Sivas ismi nereden geliyor size anlatayım mı?
    Adam sustukça ha bire konuşuyordu. Birden o da sustu. Yanına tıpkı onun gibi durdu ve sırtını duvara verdi. Tekrar gökyüzüne baktı. O esnada kırmızı papyonlu adam teneke kazıntısını andıran sesiyle:
    -Divriği Ulu Camiyi gördüm, Gökmederese’ye gittim. Sivas isminin nereden geldiğini biliyorum ama sen bu sorduklarının hiçbirini görmedin, bilmiyorsun. 
    Ses tonuyla kırmızı papyonlu adam, onu susturmayı başarmıştı. Ne soracak bir sorusu kalmıştı artık ne de söyleyecek bir kelimesi. Büyülenmiş gibiydi. Sustu… Bu kez kırmızı papyonlu adam yine devam etti:
    -Yürüyerek romatizma ağrılarının geçeceğini mi zannediyorsun, az sonra bardaktan boşanırcasına yağmur yağacak ve perişan olacaksın. 
    Bu cümle üzerine iyice tedirgin oldu. İn miydi, cin miydi karşısına çıkıp kendisi hakkında bir şeyler söyleyen bu adam. Korkmaya başlamıştı ki kırmızı papyonlu adam:
    -Ne inim ne cinim, senin gibi bir âdemim, benden korkmana gerek yok, dedi. Bu cümleler telaşını bir kat daha artırdı. Sadece aklından geçen şeyleri bile kırmızı papyonlu adam nasıl biliyordu. Yoksa yüksek sesle mi sormuştu bu soruyu? Kırmızı papyonlu adam devam etti:
        -Ayrıca senin doğum tarihin 29 Şubat değil 28 Şubattır Orçun’cuğum.
        Bu detayı da duyan Orçun en hassas olduğu konu gelince korkusu dağıldı ve itiraz etti:
-Annemden babamdan iyi mi biliyorsun, 29 Şubat işte… Kırmızı papyonlu adam devam etti:
-28 Şubatın son dakikalarıydı ama 29 Şubat olarak yazıldı bir defa kayıtlara. Yağmur çiselemeye başlamıştı. Bu söylediği de çıkmıştı kırmızı papyonlu adamın. Az sonra daha da çoğalacaktı. Yağmur şiddetini artırınca birden kırmızı papyonlu adam kayboldu. Kaybolduğu anda bir kağıt parçası yere dalgalı biçimde düştü. Islanmasın diye Orçun kağıdı hemen kaptı ve hızlı adımlarla evine döndü. Biraz ıslanmıştı, yağmur da hızlanmıştı. Kabanını çıkarır çıkarmaz kırmızı papyonlu adam kaybolurken ortaya çıkan kağıt yere düştü. Kurulandı ve kağıdı incelemeye başladı. Boş görünüyordu, bir anlamı olmalıydı bunun. Işığa doğru tutunca kendisine yazılmış bir mesaj gördü:
    “Orçuncuğum, beni ilk ve son kez gördün. Ben seni çok iyi tanıyan biriyim. Sen aslında ölmekten korkuyorsun. Sana ömrünü uzatacak bir sır verecektim ama yağmur başladı ve ben kaybolmak zorunda kaldım. Yine de bu sırrımı sana bu notla bırakıyorum. Divriği Ulu Cami’yi bir kez gören, iki kez daha görmeden ölmez. İlk fırsatta git ve ilk ziyaretini gerçekleştir. Sonrası artık senin elinde.”
    Orçun bir gecede yaşadığı bu kadar aksiyondan yorgun düşmüştü. Rüya mıydı bunlar. Kırmızı papyonlu adam kimdi? Dizlerinin ağrısı bile geçmişti. Kağıdı masaya koydu, derin bir uykuya daldı. 
    Sabah uyandığında parça parça hatırlıyordu her şeyi. Masanın üzerine kağıda baktı. Kağıt yerindeydi. Bir kez daha sağlam kafayla kağıtta yazılanları okumak için ışığa doğru tuttu ancak kağıt boştu. Ne yaptıysa kağıttaki yazıları göremedi. Dizleri ağrımaya başlamıştı. Hatırladığı kadarıyla Divriği Ulu Cami’ye gitmesi ve bir kez görmesi gerekiyordu. Kahvaltı bile yapmadan dışarıya çıktı. 
    Bir an önce ulaşabilmek için otobüs yerine raybüsle gitmek istedi. Sabah raybüsüne binerse akşama geri dönerdi. Koşar adım istasyona gitti. Biletini aldı ve Divriği Ulu Cami’ye doğru yola çıktı. Yaklaşık üç saatten sonra Divriği’ye ulaşmıştı. İstasyonla cami arası yürümesi gerekiyordu. Acıkmıştı. Yine de son bir güçle Ulu Cami’ye ulaştı. İlk kez görüyordu bu camiyi. Yaklaşırsa ikinci, üçüncü kez de görme ihtimali vardı. Hemen arkasını döndü ve Divriği’den uzaklaşmaya başladı. Artık otuz sene sonra bir kez daha gelirdi buraya. Belki kırk sene sonra da üçüncü kez… Kendisini çok sağlıklı ve dinç hissediyordu. En az yetmiş senesi vardı önünde. 
    Trene doğru ilerlerken birdenbire yağmur başladı yine. Olsun, diye düşündü. Nasıl olsa en az yetmiş sene yaşayacağım. Romatizma ne eder ki bana? Hem iyi doktorlar varmış, gider tedavi olurum, dedi içinden. Bir su birikintisinden atlamaya çalıştı keyifle. O esnadan dün geceden beri yanında bulundurduğu kağıt su birikintisine düştü. Dönerek kağıdı yerden aldı. Kirlenmişti ama boştu zaten. Yazı filan kalmamıştı. Kağıdın lekelendiğini görünce silmek istedi lekeleri ve o an üzerindeki yazıları fark etti. Suya düşen kâğıtta yeni bir mesaj gördü:
    “Orçun, Orçun, saf Orçun. Sen gerçekten çok saf ve tuhaf bir adamsın. Burada ne geziyorsun? Bak işe de gitmedin bu gün. Halen gece yarısı karşına çıkan kırmızı papyonlu bir adama inanıyorsun? Adama inandığın yetmiyor, yazdıklarına inanıyorsun. Ne olacak bu halin Orçun? Ben böyle bir torunum olsun istememiştim.” 
    Orçun’un başı döndü, az kalsın düşecekti bulunduğu yere. Güç bela toparlandı ve dönüş trenine bindi. Pencereden dışarıya bakarken tren hareket etti. Rüya mıydı? Hayal miydi? Kimin hikâyesinin içine düşmüştü? Şaşkındı…

MOR ÇİÇEK DESTANI

    Metehan Ersoy

    Tarih henüz yazılmaya başlanmamıştı çünkü alfabe yoktu. İnsanlar zorlu doğa koşullarında yaşamaya çalışıyordu. Bir yandan doğa şartları bir yandan düşman kavimler arasında yaşamak çok zordu. Türkler sürekli bir kurtarıcının geleceğine ve kendilerinin dünyaya hâkim olacağına inanıyorlardı zira atalarından bu tarz hikâyeler dinlemişlerdi. 
    Pars yılında kadır kış aylarının en soğuk günleriydi. Bu soğuklar kırk gün sürecek ardından kırk günlük bahar gelecekti. Bahar ayları bu bölge halkı için kutlanılması gereken günlerle başlardı. Dağlarda bulunan mor bir çiçeği ilk kez gören bu çiçeği obaya getirir ve kutlamalar başlardı.  Köktem ayı için gün sayıyordu halk ancak çok çetin geçen kış mevsiminde yine diğer boylar tarafından saldırıya uğramak riski de onları korkutuyordu. Günler böyle geçti. Olağanüstü bir olay yaşanmadı kadır aylarında ancak halk yorgun ve bitkindi. Kış boyu beklemek ve ava bile çıkamamak onları kıtlığın eşiğine getirmişti. 
    Köktem ayının ilk günleriydi. Türklerin lideri Kalı Han artık mor çiçeğin zamanın geldiğini düşünerek atlandı ve dağlara doğru koşmaya başladı. Kalı Han’ın yanında yardımcısı Çeribay ve Batumtay vardı. Üç atlı dağlara doğru koşarken tepelerinde de eğittikleri doğanlar onlara eşlik ediyordu. Onlardan aldıkları işarete göre peşlerinden gelecek başka gençler de vardı. Şayet mor çiçeği bulurlarsa dağın tepesinde bir ateş yakacaklar ve gençlerin de yola çıkması için haber vermiş olacaklardı. 
Birkaç saat sonra Kutlu Dağ’dan dumanlar yükselmeye başladı. Bunu gören obadaki gençler atlanarak Kalı Han’ın yanına doğru yola çıktı. Kalı Han’ın yanına gidenlerden sonra oba savunmasız kalmıştı. Bu geleneği bilen diğer boylar yakın bir yerde olayları izliyorlardı. Gençler de Kutlu Dağ’a ulaşmışlardı. Obada yalnızca ihtiyarlar ve çocuklar, kadınlar kalmıştı. Fırsatı ganimet bilen Kuzgun boyu ani bir hamle ile Türklerin obasına saldırdılar ve kalan halkı imha etmeye, çadırlara zarar vermeye başladılar. Bu esnada burada yaşayan Türklerin hayvanlarını ve kıştan kalan erzaklarını almayı amaçlıyorlardı. Bu esnada Kutlu Dağ’a gitmemek için çadırında saklanan bir Türk diğerlerine hissettirmeden kendisine bir at bularak Kutlu Dağ’a doğru yola çıktı. Amacı olup bitenleri Kalı Han’a iletmekti. Kalı Han olayı duyduğunda küplere bindi ve bulduğu iki mor çiçeğin yanında Batumtay ve Çeribay’ı bırakarak kalan erlerle dört nala obaya koştu. Obadan dumanlar savruluyordu. Çığlıklar ve ağlama sesleri uzaktan bile duyuluyordu. Obaya saldıran Kuzgunlar Kalı Han ve yanındakilere karşılama planı da hazırlamışlardı. Önce saklandılar ve Kalı Han ve yanındakiler obaya girdiğinde ortaya çıkarak etraflarını sardılar. Büyük bir mücadele başladı. Kalı Han ve yanındakiler kaybetmeye mahkum görünüyordu. Öyle de oldu. Son Türk kalıncaya kadar Kuzgunlarla mücadele devam etti. Akşam olduğunda obada canlı bir Türk kalmamıştı. 
    Kuzgun zafer sarhoşluğu ve naralarla obalarına dönmek üzere yola çıktılar. Bu esnada dağda mor çiçeklerin başında bekleyen Çeribay ve Batumtay da sıkıntılı, gergindi. Geceyi burada geçirmek zorundalardı. Yedi gün beklediler çiçeğin başında ancak obadan bir haber gelmedi. Yedinci gece mor çiçekler önce maviye döndü, sonra etrafına mavi ışıklar saçmaya başladı.  Çeribay ve Batumtay hayal gördüklerini düşündüler ama ikisi birden aynı hayali göremezdi. Işık büyüdü, büyüdü ve tüm dağı aydınlatacak hale geldi. Bu esnada bir uluma sesi işittiler. Yanlarında gri tüyleri ve ateş saçan gözleriyle kocaman bir kurt belirmişti. Bir süre sessiz kaldılar kurt onların dağdan inmelerini ister gibiydi. Davranışlarından bunu anlıyorlardı. Mor çiçekler de zaten ortada yoktu artık. Bir mavi ışığa dönüşmüştü. 
    Kurdun peşine düşerek Kuzgunların bulunduğu obaya doğru gittiler ama bunun farkında değillerdi. Kurt bakışlarıyla ve tüyleriyle yollarını aydınlatıyordu. Saatler süren yolculuktan sonra kurtla beraber Kuzgunların obasına inmişlerdi. Anlaşılan oydu ki yaşayan yalnızca iki Türk kalmıştı, onlar da kendileriydi. İntikam vakti gelmişti. Kuzgunları uykuda basan Batumtay ve Çeribay kurdun ulumasının ardından saldırıya geçtiler. Kılıçlarının ve oklarının önünde durabilen kimse olmadı. Kendi obalarına yapılanların intikamını almışlardı ancak kurtla birlikte yalnızca üç kişiydiler şimdi. 
Buradaki işleri bittikten sonra kurt onları yeniden dağa çekti. Dağa yaklaştıkça mavi ışık görünmeye başlamıştı. Nihayet dağa vardıklarında mavi ışık usul usul sönmeye başladı ve iki mor çiçek yeniden belirdi. Bu mor çiçekler ışığın da etkisiyle iki Türk kızına dönüştüler. Batumtay ve Çeribay olanlar karşısında şaşkındı. Kurt sessizce mor elbiseler giymiş kızları işaret etti başıyla ve ortadan kayboldu. 
    Kutlu Dağ’da yeni bir hayat kuran Türk boyu Batumtay ve Çeribay’ın torunları olarak çoğaldılar, yeniden dünya sahnesine çıktılar. Torunlar bu destanı yüzyıllarca torunlarına anlattılar ve mor çiçeğin niçin kutsal olduğunu anlattılar. 
    İki bin yıl sonra Ozan Metehan bu destanı kaleme alarak tarihin tozlu sayfalarında kaybolmaktan kurtardı. 

7 Aralık 2023 Perşembe

SAHANDA MUTLULUK

Metehan Ersoy

Yumurta olmasaydı dünyada
Yumurtalar olmasa
Anlamsız olurdu benim için
Sabahlar ve akşamlar
Çoğu zaman yetiyor mutlu olmama
Küçücük bir yumurta
Hele de sahanda

ACELE

İnsan ben yaşlarda ise
Büyümek istiyor çabucak
Kavuşmak istiyor hayallerine
Takılmadan derslere
Ve takvimlere

İnsan ben yaşlarda ise
İyi olsun istiyor her şey
İyiye gitsin dünya
İyiliklerle donansın yeryüzü
Çünkü mutluluk yakışıyor insanlara
Doğaya

İnsan ben yaşlarda ise
Hayal kuruyor boş zamanlarında 
Bir hayalden diğerine geçiyor dakikalar içinde
Huzur, güzellik, saadet var hepsinin içinde

İnsan ben yaşlarda ise
Büyümek istiyor çabucak
Çıkmak istiyor merdivenleri
Kaybetmeden içindeki
Umudu cevheri

ÖNEMSİZ BİR HABER

    Metehan Ersoy

    Sıcak bir yaz günüydü. Gökyüzünde tek bir bulut görünmüyordu. Akşama kadar güneşin ısı ve ışığından yapraklar bitkin düşmüştü. Solmuştu. Her zaman çığırtkanlık yapan kuşlar bile yuvalarından çıkmamıştı. Sokaklar da tenhaydı gün boyu. Güneş batmaya doğru uzaklaşınca önce kuşlar, sonra çocuklar sonra da insanlar evlerinden çıkmaya başladılar. Çıkan sadece onlar değildi, ay ve yıldızlar da çıkmaya başlamış, berrak gökyüzünü cılız ışıklarıyla aydınlatıyorlardı. 
    Gün boyu o da evde yatmış, internette haberlere bakmış, arada arkadaşlarıyla sohbet etmişti. Arkadaşlarıyla akşam buluşması için sözleşmişlerdi. Gece yarısına kadar gezecekler, gündüz dolaşamamanın acısını çıkaracaklardı. Canı istemese de bir şeyler atıştırdı. Önünde uzun bir gece ve bol muhabbet, yürüyüş vardı. Önce buluşup biraz gezecekler sonra bir çayevi bulup oturup sohbet edeceklerdi. Hava biraz olsun serinlemişti. Yürüyerek çarşıya inmeyi tercih etti. Gün boyu tembellik etmişti, açılırım diye düşündü. 
    Gündüz okuduğu haberlerden biri zihnini meşgul ediyordu. Haber şöyleydi:
Bu gece atmosfere girecek meteor, kısa süre içinde arkasında iz bırakarak Dünya’ya düşecek. Meteor çok büyük olmadığı için büyük kayıplara neden olmayacak.
Haber böyleydi ve yaşadığı ilden meteorun görülebileceği de belirtilmişti haberde. Gökyüzüne baktı, gözleri hareket eden ışıklı bir cisim aradı fakat yıldızlar ve Ay’dan başka bir şey yoktu gökyüzünde. Her gün onlarcasını kapattığı uydurma haberlerden biri olduğunu düşündü bunun. Bu düşüncelerle ilerlerken buluşma noktasına varmıştı bile. Arkadaşları da gün boyu kendisi gibi tembellik yapmışlardı. Yaz, yorucu ve ağır geçiyordu. Sonbaharı hatta kışı özlemişlerdi. Havadan, sudan, oradan, buradan dakikalarca konuştular. Bir ara küçük bir sessizlik oldu ve tam o esnada:
    -Bugün meteor düşecekmiş, haberiniz var mı, dedi. Arkadaşları sessizliği bozan bu cümleye kahkaha ile cevap verdi ve sataştılar:
    -Biz de sabah beri neyi düşündüğünü merak ediyorduk, demek derdin bu ha! Meteoru düşünüyorsun.     Biz de önemli bir derdin var zannettik…
    Diğer arkadaşı gülerek devam etti:
    -Öyle demeyin, belki de evine düşer meteor Hayrettin’in. 
Kahkahalar arttıkça Hayrettin’in önce canı sıkıldı ama baktı ki arkadaşlarının umurunda değil o da umursamadı. 
    Gece zaman çabuk geçti. Arkadaşlarıyla çarşıda son bir tur attıktan sonra herkes evine gidecekti. Yürümeye başladılar. Bir süre yürüdükten sonra Hayrettin gökyüzünde hareket eden bir cisim gördü. Önce umursamadı ama tekrar baktığında cisim büyüyor ve halen hareket ediyordu. Telaşlandı, arkadaşlarına parmağı ile gökyüzünü gösterdi. Arkadaşları oldukları yere çivilenmiş gibiydi. Diğer insanlar da durumdan haberdar olmuşlardı, herkes durmuş gökyüzüne bakıyordu. Çıplak gözle ilk kez meteor görüyordu insanlar. Büyük değildi ama sesi duyuluyordu ve hızlıydı üstelik yakındı. Hayrettin gözlerini kırpmadan meteoru takip etti, mahallesinin tam üzerindeydi ve küçük bir patlama sesinden sonra meteorun düştüğünü herkes anladı. Nereye düşmüştü? Hangi semte? Acaba boş araziye mi yoksa yerleşim alanı üzerine mi? Neticede düşmüştü artık, kafa yormanın anlamı yoktu. 
    Hayrettin artık bir hikâyenin, endişenin sonuna gelmişçesine arkadaşlarından ayrıldı ve evine doğru gitmek üzere metroya bindi. On dakika sonra kendi semtlerindeydi. Metrodan indi, dalgın dalgın evinin bahçesine doğru yürüdü. Bahçe kapısını açmaya çalıştı ama kapı sıcaktı, az kaldı eline yapışacaktı demir kapı. Alçak bahçe duvarından atlayarak içeri girdiğinde önünde hâlâ soğumamış bir taş vardı. Kitap büyüklüğündeydi ve tam kapının arkasında duruyordu. Zihninde o cümle birden canlandı:
    -Öyle demeyin, belki de evine düşer meteor Hayrettin’in.

30 Kasım 2023 Perşembe

"YENİ" BİR KIŞ HİKAYESİ

    

Atıf Kaan Salar, Metehan Ersoy, Akın Eliş

Kar yağmayan bir şehirde yaşamıyordu. Kar, soğuk, buz çocukluğundan beri aşina olduğu şeylerdi ve yine bir kış mevsimi gelmişti. Kış demek, okul demekti. Yaz demek, tatil demekti. Bu yüzden belki de uzun tatilin adı “yaz tatili”ydi. Havalar iyice soğumuştu ama kar yağmıyordu. Haber bültenleri kışın kurak geçeceğinden bahsediyordu. Hiç iyi haber vermezlerdi ki. 

    Cuma günün yorgunluğu ile eve döndü. Cumartesi ve Pazar günleri çok iyi çalışması gerekiyordu çünkü pazartesi günü hayatının sınavı sayılabilecek bir dersin sınavı vardı. Türkçe sınavına hazırlanması gerekiyordu çünkü Türkçe dersinden 70 ortalamayı tutturamazsa sınıf tekrarı yapması gerekiyordu. Türkçeyi seviyordu ama Türkçe derslerini sevmiyordu. Neydi o sıfatlar, zamirler, ekler, kökler… Zarf tümleçleri, edatlar… Hepsi havada uçuşuyordu kafasında. Hele noktalama işaretleri… Hepsini biliyordu ama sınavda yapamıyordu. Ya o söylenmesi güç kelimelerin anlamlarının sorulması yok mu? Binlerce sözcükten en zor olanlar galiba sözlükten seçilerek önlerine konuyordu. Bu düşüncelerle eve dönerken havada tatlı bir koku hissetti. Kar kokusu derdi yaşlılar buna. Hava tertemiz ciğerlerine doldukça mutlu oluyordu. Özlemişti kar yağışını.

    Evine ulaştı, yemeğini yedi. Biraz televizyon izledikten sonra dışarıya pencerenin ardından baktı… Kar başlamıştı. Hem de ne biçim kar. Dışarda göz gözü görmüyor, pamuk şekeri gibi kocaman kar parçaları düştüğü yerde kalıyor, erimiyordu. Şimdiden birkaç santim olmuştu bile. Sabaha kadar yağarsa arkadaşlarımla kartopu oynar, kardan adam yaparım diye düşündü. Yorgundu. Üstelik sınav endişesi de onu güçsüz bırakıyordu. 

    Bir saat kadar sonra uyumuştu.

Sabah uyandığında doğrudan dışarıya baktı. Bembeyaz bir sokak görmeyi düşünüyordu… O da ne? Gece kar yağışı yağmura dönmüş ve tek kar kütlesi bırakmamıştı dışarda. Oturup ders çalışmaktan başka çaresi yoktu zaten. Akşama kadar kitapları karıştırdı, sözlüklere baktı… Defterlerini tekrar etti. Bitecek gibi değildi konuları. Bir de yazım yanlışları çıkmıştı ortaya. Türkçe konuşulduğu gibi yazılan bir dil değildi sanki…

    Akşama kadar evden çıkmadı. Yine akşam yemeği sonrası dışarıya baktığında kar yağdığını gördü, gökyüzüne baktı:

    -Biliyorum gece yağmura döneceksin, boşuna ümit verme bana, dedi.

Yatağına uzandı, karmakarışık rüyalarla sabahı zor etti. Hatta rüyalarından birinde Türkçe dersinden kaldığı için sınıfı tekrar ediyordu. Kendilerinden alt sınıfta olanlarla aynı sıralara oturduğunu gördü. Utanç vericiydi. 

    Sabah uyandığında dışarıya bakmak ve bakmamak arasında tereddüt etti. Yine de pencereye yürüdü. Yağmıştı! Bu kez kar yağmıştı hem de diz boyu… Neşe ile elbiselerini giyindi. Eldivenlerini taktı, aylardır görmediği bir arkadaşı gelmiş gibiydi kapıya. Kapıyı açar açmaz önündeki kardan bir avuç aldı ve ağzına attı. Soğuktu, özlemişti. 

    Hemen arkadaşının kapısına yöneldi. Arkadaşı kapıyı eldivenleri ile hazır açtı. Kapı kapı dolaşarak nihayet ekibi beş kişiye tamamladılar. Önce gruplara ayrılarak kar savaşı ve kar kalesi yaptılar. Biraz dinlendikten sonra yapı yarışması yaptılar. Hızlıca yemek yedikten sonra apar topar dışarı çıktılar birinin elinde damacana, diğeri ayaklarına pet şişe bağlanmış vaziyette döndüler ve bu düzeneklerle kaydılar bir süre. Akşama doğru hava birden yumuşadı. Neler oluyordu mevsimlere. Bu kar erimemeliydi, üstelik ders de çalışmamıştı, hatta üşüyordu, öksürmeye de başlamıştı. Ateşinin yükseldiğini hissetti. Eve girdiğinde her şey için çok geçti artık. Yarın sınav ardı, bir günü boş geçmişti. Dün çalıştığı her şey beyninden dökülmüş gibiydi. Yatağa uzandı. Annesi nane limon kaynattı. Sınavı düşündükçe hastalığı daha da artıyordu. Dışarda da yağmur başlamıştı ve karlar eriyordu. Çaresiz, hasta hasta sınava gidecekti ertesi gün.

    Aldığı ilaçların etkisiyle sızmıştı. Sabah büyük bir gerginlikle uyandı. Telefonuna baktı, okul saati yakındı. Elbiselerini giyiyordu ki gelen mesajları gördü. Yoğun hava şartları nedeniyle 3 gün kar tatili verilmişti. İnanılır gibi değildi. Belki de rüya bu diye düşündü. 

    Pencereden baktı, yine diz boyu kar vardı üstelik yağmaya devam ediyordu.

    Bulutlara doğru baktı yüzünde bir tebessüm oluştu:

    -Teşekkür ederim, dedi. Yeniden yatağına uzandı. Bir süre sonra annesi, okula geç kalıyorsun diye seslendi ama cevap verecek gücü yoktu…


BÜYÜMEK

Metehan Ersoy

Büyüyor parklarda ağaçlar
Saksıda çiçek
Kafeste kuş
Büyüyor kuraklık

Büyüyor karanlık, yalnızlık
Hastalıklar da büyüyor
Yakılan küçücük ateşler
Büyüyor
Küçücük ormanlar büyüyor

Ben de büyüyorum
Büyüyen her şeyle 

9 Kasım 2023 Perşembe

CAN SIKINTISI

 
Metehan Ersoy
Akşamın ilk vakitleriydi. Canı çok sıkılıyordu. Kendisini üzen bir şey yoktu hayatında ama hiçbir şey yapmamış olmaktan, yapamamaktan dolayı canı sıkılıyordu. Sıkıntısını dağıtmak için odasına gitti, küçük kitaplığına baktı. Okumadığım bir kitap var mı, diye hepsini elden geçirdi. Okumadığı kitap kalmamıştı ama yeni kitap da epeydir almıyordu. Küçük Prens’e baktı. Üçüncü sınıfta okumuştu. Kitapların üzerine adını yazmamak gibi bir huyu vardı. Keşke okuduğum seneyi, yaşımı yazsaydım diye içinden geçirdi. Resimlerine baktı kitabın, bazı cümleleri anımsadı. Sonra kapattı ve yerine koydu. Canının sıkıntısı geçmiyor, aksine artıyordu. Bu kez de kitaplığın yanındaki çekmecenin başına geçti. Ne aradığını bilmiyordu. İlk çekmeceyi açtı, içinde kalemler, ödev notları, küçük etiketler, eski karneler hatta vesikalık fotoğraflar vardı. Fotoğraflardan birini aldı. Bir yabancıya bakar gibi baktı. Ne sevimli bir surat diyecekti ki aynada kendi yüzünü gördü. Bu ben miyim, diye sordu içinden. Canı daha da sıkıldı. İlk çekmeceyi kapattı. Hemen altındaki çekmeceyi açtı. Zaten ilkini açınca ikinci çekmece de peşinden geliyordu hep. İkinci çekmecede okul kıyafetleri vardı. Anında kapattı. Üçüncü çekmeceye gelmişti sıra. Açtı ve hemen ardından kapattı çünkü bu bozuk çekmeceydi, kullanmıyordu. Son çekmecede oyuncaklarının olduğunu hatırladı. Hevesle kulpundan tuttu ve kendisine doğru çekti. Akıl oyunları, zeka küpleri, pinpon topu, raketler, eldiven, kulaklık… Hepsine baktı, hepsini kurcaladı. Zeka küplerini karıştırdı yeniden sıraladı. Bir türlü geçmiyordu can sıkıntısı.
Telefonuna gelen bildirimle biraz içinde bulunduğu havadan sıyrılmıştı. Telefonunu aldı, gelen ödev bildirimiydi. Bildirimi açtı, ödevine baktı, telefonu kapattı ve çantasından kitaplarını, defterini, kalemliğini çıkardı.
Başka arkadaşları içi dünyayı, her şeyi unutturan bilgisayarı masanın üzerinden kendisine bakıyordu. Doğruldu baktı, küçümsedi.
-Üzgünüm ama seninle ilgilenecek havada değilim, dedi bilgisayarına.
Sandalyesine oturdu, masasına kitap ve defterlerini, kalemliğini koydu. İçindeki sıkıntıyı unutmuş, ödev telaşına düşmüştü bile. Dışarda hava kararmış, sokak lambaları yanmıştı. Kalktı perdeleri çekti.

2 Kasım 2023 Perşembe

GÖÇMEN SERÇE

 Atıf Kaan Salar, Metehan Ersoy

    Yumurtasını çatlatarak dışarı çıkmayı başaralı üç hafta olmuştu. Kısa mesafeli de olsa uçabiliyor, kendi ihtiyaçlarını görebiliyordu. En yakın markete gidebiliyor, arkadaşları ile küçük gezintiler yapabiliyordu. Arkadaşı olan diğer kuşlar zaman zaman uzun uçuşlar yapmayı teklif ediyordu ama kendisi daha küçüktü. Üstelik onların kanatları, bacakları uzundu. Kendisini onların yanında maskot bir kuş gibi hissediyordu. Zaten onların yediklerini de yiyemiyordu.
    Artık yaz günlerinin bunaltıcı sıcakları geride kalmaya başlamıştı. Canı hiç dondurma istemiyordu çünkü geceleri üşüyordu bile. Böyle zamanlarda annesine, kardeşlerine sokularak sabahı ediyordu.
Bir gece büyük bir gürültüyle uyandı. Yuvalarının içi buz gibiydi. Dışarda vuuu vuuu sesleri ve su sesleri duyuluyordu. Biraz ilerleyip dışarıya bakmak istedi ama yeniden savrularak yuvaya düştü. Herkes tedirgindi. Annesi:
    -İşte sonbahar geldi, artık işimiz daha zor, dedi. Minik serçe annesine:
    -Neden işimiz zor, diye sordu. Anne:
    -Sonbahar böyle yağmur ve rüzgarla geçer, ardından kış gelir. Kar yağar. Günlerce yuvamızda mahkum kalırız evladım, dedi.
    Küçük serçe korkmuştu anlatılanlardan. Gece bitti. Gece boyu bunları düşündü. Yağmur ve rüzgar durdu ve bütün aile güneşin doğması ile birlikte dışarıya çıkmaya başladılar.
Hemen yanlarındaki minareye yuva kurmuş olan leylek ailesinde bir telaş vardı. Minarenin tepesine konarak onları izlemeye başladı. Her şeylerini toplamışlardı. Leylek arkadaşının yanına gitti ve sordu:
    -Neden toparlanıyorsunuz, bu telaşınız ne?
Bir yandan valizini hazırlayan leylek:
    -Bilmiyor musun serçe kardeş, biz leyleklerin göç vakti geldi, dedi. Serçe anlamaya çalıştı:
    -İyi ama nereye, ne için gidiyorsunuz. Leylek yine başını işinden kaldırmadan:
    -Kışın buralarda kalırsak ölürüz, güneye, daha sıcak yerlere gidiyoruz ama seneye baharda görüşürüz yuvamız burada. Burası bizim yazlığımız, dedi. Gece boyu anlatılanları ve yaşananları düşününce serçe de bu leylek grubu ile göç etmeye karar verdi. Hemen bir çırpıda annesine gelerek ondan leyleklerle beraber göçmek için izin istedi. Annesi:
    -Biz her iklim koşulunda yaşarız ve çelimsiz kuşlarız evladım, dedi. O yüzden bizim göçmemize gerek yok. Küçük serçe:
    -N’olur, n’olur anneciğiiiim. Baharda geleceğim ve size gördüğüm yerleri anlatacağım, söz, dedi. Anne üzülmüştü bu duruma:
    -İyi de senin kanatların küçücük, o uzun yolun yarısına varmadan yorulursun, dedi. Bu sırada anne ve yavruyu dinleyen leyleklerden birisi:
    -Endişe etmeyin, dedi. Onu biz kanatlarımızda taşıyacağız sırasıyla. Yorulmayacak, dedi. Bu sözler serçeyi daha da ümitlendirdi. Kardeşleri ile vedalaştı ve arkadaşı olan leyleğin kanatlarına tutunarak güneye doğru uçmaya başladılar.
    Leylekler çok yukarda uçuyorlardı. Kendileri o kadar yukarıya hiç çıkmamışlardı. Bulutlara yakın gidiyorlardı. Günlerce uçtular, uçtular ve bir sabah tıpkı yaz günlerindeki gibi sıcak bir ülkeye vardılar.     Leylek ailesinin burada da evi vardı. Bu kışı minik serçe ailesinden uzakta geçirecekti ama mutluydu çünkü burada da serçeler vardı. Bahara kadar buradaki serçelerde kalacak, onlara kendi ülkesini, bölgesini anlatacaktı. Baharda tekrardan leylek ailesi ile ülkesine dönmek için biletini şimdiden ayarlamıştı.

BİR KIŞ HİKAYESİ

 Atıf Kaan Salar, Metehan Ersoy

                                                         Bize ilginç masallar bırakarak giden Mevlana İdris için.
 
    Kış bütün şiddetiyle kendisini hissettiriyordu. Çatılardan sarkan buzlar haftalardır çözülmemişti. Yolların kenarları kocaman kar yığınları ile kaplıydı. Yaz boyu aşınan yollar artık özellikle akşamları hayli tenha idi. Müstakil, eski gecekonduların bacalarından süzüle süzüle dumanlar çıkıyordu. Yalnız bacalardan değil dışarda yürümek zorunda olan insanların da ağızlarından duman gibi buhar çıkıyordu.
Dışardan haberi yoktu. Sıcak peteğin önüne bir minder koymuş, sırtını ona yaslamış, eline kitabını almış, okuyordu. Kitabın kapağında kabartma harflerle şöyle yazıyordu: Kafamın İçinden Masallar. Dakikalardır başını kaldırmamıştı kitaptan ve gözleri aynı sayfaya saplanmış kalmıştı. İrkildi, kapı zili çalıyordu. Zil sesi her zaman çalan melodiden farklıydı ama kendi kapılarının ziliydi bu çalan. Acaba evde olmadığı bir vakit zil sesini değiştiren mi olmuştu? Bunları düşünecek zamanı yoktu, kitabı yere bırakarak kapıya koştu. Kapı dürbününden bakmak istedi ama boyu yetişmiyordu. Usulca sordu:
    -Kim o? Kimsiniz? Cevap alamadı. Zaten zil sesi de farklıydı, belki de başka bir kapının zilini duymuştu ama yeniden zil çaldı ve daha yüksek sesle. Yine sordu:
    -Kimsiniz?
    Korkmaya başlamıştı, cevap veren yoktu. Kapıyı açmaya karar verdi. Bu kış gününde kim olabilirdi ki… İlla tanıdık biridir, diye düşündü. Kapıyı açtığında tepeden tırnağa siyah giyinmiş, kaşkolü bile siyah, orta boylu ve orta yaşlarda bir adam gördü. Tanımıyordu. Adam hiçbir şey sormadan içeriye girdi ve kendi evi gibi yabancılık çekmeden salona yürüdü. Çocuğun kitap okuduğu mindere oturdu. Bir süre sonra kalktı kendisine kahve yaptı. Çocuk bir şeyler sormaya çalışıyordu ama konuşmayı unutmuş gibiydi. Zaten yabancı da onu görmüyor gibiydi. Adam kahvesini yudumlarken yerdeki kitabı aldı, ismine baktı: Kafamın İçinden Masallar. Bu nasıl kafaymış ki içi masal doluymuş, diye söylendi. Sonra ceplerini boşaltmaya başladı. Tüm ceplerinden tomar topar para çıkıyordu. Ceketini çıkarmıştı ama siyah kaşkolü halen boynundaydı. Çıkardığı paralar bitmek bilmiyordu. Bir sihirbaz gibi ha bire para çıkarıyordu ve yığıyordu odanın yüzüne. Çocuk uzaktan olanları izliyordu. Anlam vermeye çalışıyordu, ağzı açık kalmıştı. Kimdi bu adam ve bu kadar parayı nerden bulmuştu? Kime verecekti? Bir süre sonra ev, ev değil yolgeçen hanına dönmeye başladı. Birileri geliyordu ve tomarla para alarak gidiyordu. Adam arada pencereden bakıyor, birilerine işaret veriyor, eve çağırıyor, onlarla konuşuyordu. Sessizce başka bir pencereden dışarıya baktı, evin önünde kuyruk oluşmuştu. Annesi ve babası da bir türlü gelmek bilmiyorlardı bugün. Onlar ne diyeceklerdi bu olanlara? Kafası allak bullak olmuştu. Hiçbir şeye anlam veremiyordu. Üstelik üşümeye de başlamıştı. Acıkmıştı da. Bir şeyler yapmak istiyordu ama gücü yetmiyordu. Kendisini çaresizliğin dibinde hissederken annesinin sesini duydu:
    -Kuzum, uyudun mu sen burada? Haydi bir şeyler atıştıralım, çay içelim. Sen de bana okurken uyuduğun kitabı anlatırsın.
    Olanlara inanamıyordu çocuk. Gözlerini sildi, siyah giysili adamı aradı bakışlarıyla. Kimse yoktu evde. Dışarıya baktı, tenha idi her yer. Elindeki kitapta kaldığı sayfaya baktı: Para Dağıtan Adam adlı hikâyede kalmıştı. Ayracını bu sayfaya koydu ve mutfağa geçti.



26 Ekim 2023 Perşembe

İMTİHAN DÜNYASI

 Metehan Ersoy
Durmadan sınıyorlar bizi
Her gün yeni bir dersten
Sınavlar hep dizi dizi
Çoğu geçiyor iyi
Ama kötüler de var bazen
 
Anlamıyorum ne anlıyorlar
Sürekli bizi sınav yapanlar
Konular aynı
Sorular bazen aynı
Sonuçlar hep farklı
Her yıl başa dönüyoruz
Yine sınavlara gömülüyoruz
Durmadan sınıyorlar bizi
Her gün yeni bir dersten
Anlamıyorum ne anlıyorlar

12 Ekim 2023 Perşembe

EN SEVDİĞİM MEVSİM

Metehan Ersoy
Kim ne derse desin
En sevdiğim mevsim kıştır benim
Üşümeyi severim
 
Kışı severim çünkü kar
Yalnızca kışın yağar
Ve kar yağınca sevinir bütün çocuklar
 
Kardan kale yapılır
Kardan kule yapılır
Kardan adam yapılır
Kar varken sonsuzdur oyunlar
 
En güzel oyunlar arkadaşlarla
Karda oynanır
En iyi zaman
O zamandır
 
Yine de en çok
Kışın hastalanır insan
Keşke bir ilaç olsa
İnsanlar kışın hiç hasta olmasa
Çocuklar doyasıya
Karda oynasa