10 Ocak 2025 Cuma

İDEALE ULAŞMAK İÇİN GİDİLEN YOL


Ezgi Budak

Eğer var oluşunuz gerçekten umurunuzdaysa baskı nedir bilirsiniz. Baskı altında hissetmek bizi yorar ve yıpratır lakin bunu hissedebiliyor olmak, yaşamı kaale aldığınızı gösterir. Bu da kısmen iyi bir şeydir çünkü dünya üzerindeki onca televizyon arkasındaki dekoratif ledlerden biri değilsinizdir. Yine de hayatı fazla umursamak da iyi değildir çünkü her şeyin olduğu gibi bunun da bir yaptırımı vardır. 
İnsan olarak doğruyu ve yanlışı yapma hakkına sahibiz beynin bazen bizi yanıltmasından dolayı. Belki de böyle bir beyne sahip olmak için doğmadan önce bir bedel ödemişizdir. -Yanlış anlaşılmasın ben insanı yüceltmiyorum, sadece sahip olduğumuz bu düşünebilme kabiliyetini övüyorum.- Bu bedel, mükemmeliyetçiliktir. -Televizyon arkası dekoratif ledlerden ibaret olmayan insanlara hitaben- Her insan mükemmellik çabasına girer. Yoksa bu beyinler peşimizi bırakmazlar. Ardımızdan koşarken “daha iyisi olabilirdi, çalışırsan olur, geliştirilebilir” gibi şeyler söylüyorlar. Bu amansız yankılar zar zor bizlere tutunmalarını sağladığımız fikirlerimizi de etkiliyor. Tıpkı havası bitince duvara tutunamayan vakumlu bir lif gibi. Bu baskı çağrıları fikirlerimizin vakumunun içindeki havayı sömürüyor. Yere düşünce de lif gibi kirlenmemesi gereken fikirlerimiz kirleniyor.
Belki ardımızdan çığıran bunca sesi kesmemiz mümkündür fakat bir de kesilemeyen tek ve en yüksek ses vardır: iç sesimiz. Henüz kimse iç sesinin uğultusunu kulağında duymamıştır ama iç sesimiz öylesine esnektir ki diğer herkesten gelen sesi içine katabilir. Tüm o gürültü, en nezih ortamı berbat eder: Nereye doğru evirildiği belirsiz beynimizi. Beyin bir kütüphanedir, milyonlarca kitap arasından doğru olanı seçmek için sessizlik gerekir. Ne var ki bu gürültüler kendinden zahmetli işi, daha da zahmetli hale getirir. Sürekli der ki “Mükemmel ol, yoksa bir hiç olursun.” Bu vaveyla tüm kitapları birbirine karıştırır ve bir şey bulunmasını imkânsızlaştırır.
Mükemmellik, bir tür idealdir. İdeal, tanım olarak takip edilen bir amaçtır, olmak için çalışılandır. Bu da demektir ki ideal, sonuç değil yolun kendisidir. Bizler bir ideali takip ediyoruz sanırken ideal, dolaylı olarak gelişiyordur. Yani ideal asla ulaşılamayacak olandır; ideal, kazanılacak olandır. Mükemmelliği ideal yaptıysanız ona asla ulaşamazsınız. Siz hedefinize yaklaştığınızı düşünürken hedefi olmayan bir yere gidiyorsunuzdur ama yolculuğu asıl anlamlı kılan yolculuktur, hedef değil. Mükemmele yaptığınız bu yolculukta yapılan her hata ve her başarı kazançtır. 
“Hiçbir insan mükemmel değildir.” derler. Hayır, herkes mükemmeldir. –Bir kesim hariç, siz kimler olduğunu biliyorsunuz.- sadece bu kadar fazla insan ve bakış açısı olunca mükemmellik kelimesi de çok komplike bir hale geliyor. Bu yüzden mükemmelliği tam olarak tanımlayamıyoruz ve hiç kimse mükemmel değildir, deyip işin içinden sıyrılıyoruz. 
Bırakalım kimse mükemmel olmasın. Bunun uğruna tek kullanımlık ömrümüzü verirsek hiçbir şey olamayız. Daha iyisi olmaya çalışmaz ve seslere takmazsak kütüphanede kitap bulması, okuması, yorumlaması daha kolay olur. Mükemmel olsanız bile o sesler asla susmayacaktır, susmazlar da. Zaten doğru ve yanlışımızın olması bizi mükemmel yapar. Yaptığımız işten gurur duyabiliyorsak gerisi önemli mi?

BİRİCİK GERÇEK

Akın Eliş

Dünyadayken kalbimiz attığında, vücutta yaşamsal faaliyetler gerçekleştiğinde hayattayız, diyoruz. Peki, ne kadar hayattayız? İnsanlar ölmekten korkar, ölünce yakınları üzülür. Peki ya ölünce gerçek hayatı gerçekten yaşayacaksak? Ya da hiçbir zaman ölmüyoruz, biz sadece öldüğümüzü zannediyoruz. Yaşamın normal bir parçası belki de ölüm, biz onu abartıyoruz. Ne zaman öleceğimizi de bilmiyoruz. Ölümün zamanını bilmek, ölümden korkanlar için zor olsa gerek. İnsanların geleceği bilme arzusu da galiba bu yüzden, yani ölecekleri zamanı görme çabasından kaynaklanıyor ancak insanlar farklı bahanelerle bu gerçek niyeti gizliyorlar. Aynı şekilde geçmişe gitme arzusu da özünde ölüm endişesinden kaynaklanıyor. Geçmişte yaptıkları ve pişman oldukları hataları geriye dönerek düzeltme çabası taşıyor bu niyetleri de. İşte yaşamın tek gerçeği ölümdür. Bir dine inanan ya da inanmayan herkes öleceğinin farkındadır. Peki ya şu an yaşadıklarımıza ne oluyor, anlık yaşanıp bitiyor mu her şey? Kayıp mı oluyor yaşananlar? Yoksa hâlen yaşandıkları yerde duruyorlar mı? Eğer yaşadıklarımı, yaşanan anda hâlen duruyorsa öldüğümüz an da hep orada ölüm anında kalacak ve yaşayacak. Ölüm işte böyle garip bir gerçek. 
Aslında insanın dünyaya gelmesinin en büyük nedeni bir gün ölecek olmasıdır. Adına hayat dediğimiz şey, ölüm bizi buluncaya kadar ya da biz ona varıncaya kadar geçen süreden başka nedir ki? Kimi bu süreyi on yıllarla doldurur kimi ise üç beş yılla. Ölümün yaşı yoktur, zamanı ve yeri de yoktur. İnsanların en büyük çaresizliği de aslında bu yüzden ölüm karşısında. 
Ölüm geldiğinde daha önceden kıymetli sayılan her şey değerini yitirir. Uğruna ömür harcanan her şey bir yalana dönüşür. Hatta sevgiler, akrabalık bağları bile ölümün önünde geçerliliğini yitirir. Belki de bu yüzden söylemiş yazar: Ölümün var olduğu bir dünyada hiçbir şey ciddiye alınamaz. 

7 Ocak 2025 Salı

IŞIK HUZMESİ

 
Hayrettin Eymen


Karanlıkta ışık arıyor gözlerim
İğne deliği kadar bir ışık arıyor
Geleceğe dair bir umut
Bir gün olacağını söylüyor

Birden bir ışık huzmesi giriyor
Gözlerim bir anda mutlu oluyor
Bir de biliyor musun
Karanlık da ışık arıyor

SABIR

Salih Taha Balta


Peş peşe eklemişler hiç bitmiyor
Biri bitiyor diğeri başlıyor
Üç kitap önümde
Beş defter yanımda duruyor

Tam diyorum ki artık bitti hepsi
Uzanır dinlenirim biraz
Fakat bırakmıyorlar beni bana
Ders çalış, ders çalış, sınavın var diyor
Sivrisinek vızıltısı gibi saz

Çalışıyorum kalkıp saate bakmadan
Akıl kaybı yaşıyorum
Koşuyorum okula gece hiç uyumadan
Hurdaya dönüyorum

Sen sabır ver ya Rabbi

KAPI


Salih Taha Balta


Anahtar deliğinden bakıyorum
Kapının ardında ne var bilmiyorum
Az büyüse de görsem ardını
Ya da bir anahtar bulsam açsam kapıyı
Yine de tahmin ediyorum
Belki özgürlük
Belki de mutluluk
Belki kasavet 
Belki hasret 
Hepsi zaten bunların
Değil mi bir kapının ardında

ÜŞÜYORUM


Salih Taha Balta

               Bilir misin gardaş Türk illerinde
              Havada yıldızlar, dağda kar üşür.
                                            A. Karakoç

Yorganıma sarılıyorum
Tül gibi incecik geliyor
Üşüyorum diyorum
Kimse üşüdüğümü bilmiyor

Oysa aylardan haziran
İnsanlar yorgansız yatıyor balkonlarda
Ben yine de üşüyorum
Temmuzda, ağustosta

Üşümek mevsimsel bir olay değil
İlgisi yok yaz aylarıyla
Dünyanın dört yanındaki yetimleri
Sahipsiz çocukları düşünüp
Üşüyorum 

İSTEMİYORUM

Salih Taha Balta

Bugün son günüm belki de
İsteyip istemesem de
Ne diye zorluyorsunuz beni
Ben sürekli reddettikçe 

Bugün son günüm değilse de
İstemiyorum gitmeyi buradan
Yollara düşmeyi 
Özlemeyi
Hasret çekmeyi
Ya da yorgun düşmeyi
Ben mutluyum hayatımdan

Lütfen zorlamayın beni

ÜÇ KİŞİLİK BİR DÜNYA


Salih Taha Balta


Akşamın ilk saatleriydi. Üç kişiydik.  Salih, Taha ve ben. Salih sürekli susuyordu. Taha, çok konuşuyordu ben ise yazıyordum. Salih’i konuşması için Taha sürekli teşvik ediyor fakat bir cevap alamıyordu. Ben, yazarak Salih ve Taha’ya örnek olmaya çalışıyordum ama ikisinin de bir çabası yoktu. 

Taha; rüyasında konuşuyor, gerçek hayatta susuyordu. Salih ise gerçek hayatta konuşuyor, rüyasında susuyordu. Ben gerçek hayatta yazıyor, rüyamda konuşuyor, susuyor, gülüyor, ağlıyordum. En azından öyle olduğunu söylüyorlar çünkü gördüğüm hiçbir rüyayı hatırlamıyorum. 

Akşamın son saatleriydi. Yazmayı bırakmam gerekiyordu. Salih’in susma vakti gelmişti. Taha’nın uyku saati gelmişti. Benim başka bir âleme geçme vaktim gelmişti. 


HATIRAN YETER

Hayrettin Eymen

Güneşler ayı aylar güneşi izledi
Feryadınla yerler gökler inledi
Sesini duyanların ta kalbi titredi
Sen de bir gidecektin kimse bilmedi


Arkandan ağlayanlar sana sana dualar eder
Tüm Türkiye seni çok çok sever
Olsun
Bir gün gitsen bile hatıran yeter

HAYIRDIR İNŞALLAH


Salih Taha Balta

Mahzun gözlerle dışarıya baktı. Yağmur her yeri ıslatmış ve yağmaya devam ediyordu. Yağmurdan nefret ederdi. Yağmur onun için tüm felaketlerin sebebiydi. Yağmur, kötülüklerle gelirdi. Tarlalar berbat olurdu gereğinden fazla yağdığında. Toprak kayması olurdu, dereler coşar, sel çok şeyi sürükleyip götürürdü. Üstelik araç kazaları da artardı yağmurlu havalarda. Köyüne giden servisin içindeydi ve dışarıya bakarken aklına başka şeyler geliyordu. Yağmurdan daha kötü bir şey varsa o da kardı. Hayvanların yiyecekleri bile kar altında kalıyordu o yağdığında. Soğuk ve hastalık da cabası. Aslında sadece yağmurdan, kardan değil her şeyden nefret ediyordu. Kendinden bile. Her şeye suç bulmanın bir anlamı yoktu. Hele de insanların “rahmet, bereket” dediği şeylerden nefret etmesi anlamsızdı. Sorun kendisindeydi. 
Bu düşüncelerle serviste ilerlerken yağmur şiddetini artırmıştı iyice. Servisin silecekleri yetersiz kalıyordu. Gök delinmiş gibiydi. Sanki binlerce hortum yukardan üzerlerine su tutuyor gibiydi. Yollar göle dönmüş, neredeyse servisin içine su dolacaktı. Yol görünmediği için araç sağa sola sallanıyordu. Dikkatle dışarıya baktığında yağmur damlalarının arasında kar tanelerinin de olduğunu gördü. Çok geçmedi ki yağmur, yerini kara bıraktı ve şiddetli bir tipi başladı. Yol, hızla kapanıyordu kardan. Az önceki yağmur yerini buza ve kara bırakmıştı yollarda. Aracın ilerlemesi iyice zorlaşmıştı. Kayarak ilerliyordu artık. Şoför aracı kontrol etmekte zorlanıyordu. Şiddetli ve uzun süreli bir kaymadan sonra servis yoldan çıktı ve uçurumda takla atarak yuvarlanmaya başladı. Yolcular aracın içinde sağa sola yuvarlanıyor, koltuklara tutunmaya çalışıyorlardı. Nihayet yuvarlanış bitti. Yolcuların her biri çığlık atıyor, sonra birer birer kayboluyorlardı. Şoför geriye döndü ve baktı. Hiçbir endişe yoktu yüzünde. Hatta kötü kötü gülüyordu. Araçta yalnızca o ve kendisi kalmıştı. Diğer insanlar aniden nereye gitmişti. Servisin camları kırıktı ama kapısı kapalıydı. Belki de pencereden yuvarlanmıştı diğer yolcular. Şoför hâlen gülüyordu. Yerinden kalkıp ona haddini bildirmeliydi. Bu işlerin sebebi oydu. Az daha dikkatli olabilirdi. Koltuklardan tutarak yerinden kalktı. Terlemişti. Bir şeyler söyleyecekti ki yatağında olduğunu fark etti. Sağa sola baktı. Pencereye baktı. Dışarda kar başlamıştı. Derin bir nefes aldı ve şükretti yaşadıklarının rüya olduğuna. Terli olmasına rağmen pencereyi açtı ve kar tanelerine doğru bakarak bağırdı:
-Hoş geldiniz… Bereket getirdiniz.