27 Eylül 2025 Cumartesi

Teselli

Nurgül Asya Kılcı

Sıkıldığımda kalabalığından şehrin
Bir doğa köşesi arıyorum
Bazen parka koşuyorum
Bazen bilmediğim bahçelere dalıyorum

Huzur bulmak zor şehirlerde
Hele de trafiğin yoğun saatlerinde
Ya da akşam vaktinde
Yanarken sokaklarda lambalar
Reklam tabelaları, araç farları
Kayboluyor gökte yıldızlar
Bir dağ başı özlüyorum gökyüzüne yakın
Bir kır köşesi arıyorum böcek, kuş sesleriyle örülü
Saksıdaki çiçeğe su veriyorum
Kendimi bir şelale kıyısında düşünüyorum

Doğa varsa huzur var
Doğa varsa insan var
Bunu düşünüyorum, anlıyorum. 

Rüzgâr

Ayşegül Yıldız

Kimi zaman kendimi
En yüksek dağları bile koşarak aşacak kadar
Güçlü hissediyorum.
Yüzlerce sayfalık bir kitabı
Bir günde bitirebileceğimi düşünüyorum. 
Ödevler az geliyor sayfalar dolusu olsa bile
Bir çırpıda hepsini tamamlıyorum. 
Koşarak gitsem eve
Servisten hızlı ulaşacağımı düşünüyorum.

Kimi zaman ise yanımdaki biri yüzünden
Adım atasım gelmiyor.
Bir sayfayı bile sonuna kadar okumak
Ölüm kadar zor geliyor.
Kalem elimden düşüyor bir harfi yazınca
Ödevlerim boynu bükük kalıyor.
Servise yürümek bana
Dünyanın en yüksek tepesine tırmanmak kadar zor geliyor.

Bilemiyorum 
Ben mi gel git yaşıyorum
Yoksa arkadaşlarıma mı kapılıyorum. 
Onların rüzgârıyla savruluyorum.

ÇIKMAZ YOL

Ayşegül Yıldız
Nurgül Asya Kılcı
Aden Mira Kartal
Yusuf Kerem Köse

1. Bölüm

Bazen ya uykusuzluktan ya da tansiyonu düştüğünde ordu. Bir yerlerden ansızın yangın haberi geldiğinde mutlaka herhangi bir durumdan, şeyden utanmış oluyordu. Öfkelendiğinde ve bunu içine attığında dünyanın bir yerlerinde ya da yaşadığı bölgede fırtınalar kopuyordu. Kendini herkesten dışlanmış hissettiğinde mevsimlerden ne olursa olsun bir çığ haberine mutlaka rastlıyordu. Şayet kış mevsimindeyse yaşadığı yörelerde çığ felaketi gerçekleşiyordu. Yürürken sendeleyip yere düştüğünde göçük, heyelan haberleri görüyordu peş peşe. Aniden gelen üzüntü ve gözyaşının ardından sel felaketleri yaşanıyordu dünyanın bazı yerlerinde. Öfkesini dışarıya belli ettiğinde sönmüş volkanlardan birinin yeniden hareketlendiğini öğreniyordu. Dünyanın dört bir yanında yaşanan olumsuzlukların sebebini kendinde arıyordu. Bu yüzden mutlu olmak, mutlu bir hayat sürmek istiyordu ancak bu pek mümkün görünmüyordu. 
İç dünyası ile dünya arasındaki bu bağı kendisi kurmamış annesi fark etmişti seneler önce neyse ki insanların bundan haberi yoktu. Onlar her şeyi doğal bir biçimde karşılıyor, doğanın döngüsü diyerek geçiştiriyorlardı. Kolay değildi depremlere sebep olduğunu düşünmek, yangınlara, sele, yanardağ patlamalarına neden olmak. Bunları düşünmemek için yapması gereken tek şey mutlu olmak ve dikkatlice ya da insanlara kendisini kapatmaktı.
Son yıllarda zaten hiç dostu, arkadaşı kalmamıştı. Bu özelliği yüzünden eğitimine devam edememişti çünkü sürekli düşünüyor ve kendini suçluyordu. Öğrencilik yıllarında arkadaşları bu özelliğini fark etmiş olsaydı tüm yılın kar tatili ile geçmesi için ne gerekiyorsa yapardı ihtimal. Ya da ormanların yok olmaması için köylüler, çiftçiler ona gelip onu mutlu etmek için ne gerektiğini mutlaka sorarlardı. Neyse ki bilmiyordu hiç kimse. Keşke bir düğme olsaydı bazı özelliklerini devre dışı bırakmak için ve yalnızca insanların iyiliği ve mutluluğunu sebep olsaydı. Yaşadığı ruh haline göre değişim yaşanacak yeri tahmin edebilse bu yeteneğini insanlığın lehine kullanabilirdi belki. Hiçbiri mümkün değildi ve çaresizdi.

Bölüm 2
Her şey biraz da çok düşünmekten kaynaklanıyordu belki de. Yıllarca kendini şartlamış ve böyle bir hastalıklı duruma sevk etmişti. Biraz dinlenmek, az düşünmek, hayatın akışına kapılmak iyi gelebilirdi kendine. Bu düşüncelerle evinin üst katına çıktı. Yaşadığı ev hayli eskiydi ve dedesi, onun büyük dedesi de bu evde yaşamıştı. Evin çatı katı genelde kullanılmayan bir bölümdü. Burada eski eşyalar ve kitaplar vardı genellikle bir de eski kıyafetler. Merak edip de hiç bakmamıştı buradaki şeylere. Belki çatı katında vakit geçirmek zihnimi dağıtır diye düşündü. Belki de yıllardır açılmayan çatı katının kapısını araladı. Kapı tok bir gıcırtıyla açıldı. Her taraf toz ve örümcek ağı doluydu. Fare olma ihtimali bile vardı burada. Neyse ki elektrik tesisatı kurulmuştu buraya. Lambayı açtığında manzaranın korkunçluğu biraz daha netleşti. Antika sayılabilecek giysiler, eşyalar ve kitaplar… Birkaç eski daktilo bile vardı burada. Tuşlarına bastı, paslanmıştı daktilolar ve tuşları fena hâlde kirliydi. Kıyafetlere baktı, eşyaları inceledi sonunda cam kapaklı bir dolaptaki kitaplara gözü ilişti. Kocaman, deri ciltli kitaplardı bunlar. Dolabı açtı ve kitapları incelemeye başladı. Bazıları farklı alfabeyle basılmıştı kitapların. Kitapların arasında defterler de olduğunu fark etti. Kitapların bir kısmı nemlenmiş, küflenmiş, sayfalarının kenarları kurumuş ya da böcekler tarafından yenilmişti. Okuyabildiği, anlayabildiği kitapları ve defterleri tasnif etmeyi düşündü ve tüm kitapları, defterleri birer birer raflardan indirmeye başladı. Bu esnada elleri ve kıyafeti hayli toz olmuştu. Kitap görünümlü defterlerden biri hayli dikkatini çekti. Üstelik okuyabiliyor, anlayabiliyordu bu defteri. Defterin ilk sayfasında hiç görmediği ama zaman zaman adını duyduğu dedesinin adı yazıyordu: Düzbahçeli Mehmet. Zihnindeki yoğunluk azalmış, merakı onu başka bir yöne doğru sevk etmeye başlamıştı bile. Defterin bazı sayfalarındaki yazılar silinmiş bazı sayfaları ise düzenli bir biçimde yırtılmıştı. 
Zamanın nasıl geçtiğini anlamadı bile. Sadece bu defteri alarak çatı katından indi. Hava kararmaya dönmüştü ama artık gökyüzüne, bulutlara, haberlere bakmak istemiyordu. Kendine güzel bir kahve yapıp bu defteri okumayı, incelemeyi, dedesini daha yakından tanımayı düşünüyordu. 

3. Bölüm
Kitabın ilk sayfasında şöyle bir not gördü: Cesaretin varsa ve büyük zorlukları göze alıyorsan bu defteri okuyabilirsin. Eğer bu vasıflar sende yoksa lütfen defteri kimsenin bulamayacağı bir yere kaldır. 
Bu ifade merakını iyice uyandırmıştı. Cesaret, zorlukları göze almak… Acaba defterde neler yazıyordu? Hiç kimse bu defterden bahsetmemişti daha önce ona. Demek ki defteri ilk kez bulan kendisiydi. Defteri biraz daha temizleme ihtiyacı hissetti. Kahvesini aldı, masa lambasını açtı ve sayfaları çevirmeye devam etti. Okudukça merakı ve hayreti artıyordu. Defter bölümlerden oluşuyordu ve şu cümlelerle başlıyordu:
Dünyadaki her olumsuzluğun sebebi benmişim gibi hissediyorum. Sel felaketleri, depremler, kuraklık, orman yangınları sanki benim yüzümden kaynaklanıyor gibi düşünüyorum. Neyse ki bunu kimse bilmiyor, en azından şimdilik…
Bu cümleleri okur okumaz yeniden zihni karşıtı. Gözlerinin önü karardı. Bir an defteri kaldırıp atmak istedi. Bir şaka mıydı bu okudukları yoksa garip bir rüyanın içine mi düşmüştü? Dedesiyle aynı kaderi, aynı düşünceleri paylaşıyor olamazdı. En azından onun yaşadığı çağ başkaydı kendi yaşadığı çağ başka… Tüm bunların bir açıklaması olmalıydı. Kendini hayli yorgun hissetti. Defteri ve masa lambasını kapattı, derin bir uykuya daldı. 

Elimden Ayrılan Eller


Semih Yılmaz

Yedi sekiz yaşlarımdaydım. Hatırladığım ilk il dışı yolculuğumuza çıkacaktık. Samsun'a gitmek için bütün hazırlıkları yaptık ve nihayet Sivas'la vedalaştık. Kendi aracımızla seyahat ettiğimiz için yolculuk çok uzun sürmedi. Samsun'u sevmiştim çünkü deniz vardı. Sivas'a hiç benzemiyordu. Deniz kenarında kocaman binalar vardı. Bu şehir beni her şeyiyle etkilemişti fakat şehrin güzelliklerini ara sıra elimdeki telefonla ıskalıyordum. Bir süre sonra telefona kendimi hayli kaptırmış olmalıyım ki ailemin etrafımda olmadığını fark ettim. Kalabalık bir alışveriş merkezindeydik ve asansörün önündeydim. Sanki birileri hokus pokus yapmış ve ailemi yanımdan almıştı. Şaşkın şaşkın etrafa bakındım. Yaşım o zamanlar küçük olduğu için telefonla ailemi aramak da aklıma gelmemişti. Çaresizliğin tam ortasındaydım. Ailem benim yokluğumun farkına varmış mıydı? Telaşlanmışlar mıydı? Ağlayacak gibiydim ama kendimi tutmam gerekiyordu. Etrafımda bilmediğim insanlarla, yabancı bir şehirde, bilmediğim bir binanın ortasındaydım. En iyisi telaşlanmadan beklemekti. Mutlaka ailem yokluğumun farkına varacak ve beni bir şekilde bulacaktı. Ne kadar beklediğimi bilmiyorum. Bir süre şaşkın şaşkın gelip geçenlere baktım. Gözyaşlarım aktı akacak durumdaydı. Zihnim çok hızlı çalışıyordu. Ailemi bir daha hiç göremeyeceğim korkusu kalp atışlarımı hızlandırıyordu. Bir yandan da kötü insanlara rastlamaktan korkuyordum. Bu konuda çok fazla şey duymuştum. İnsanlara kaybolduğumu fark ettirmemeliydim. Biraz hareket etmek iyi gelir düşüncesiyle merdivene yöneldim. Asansör ve merdivenin tam arasındaydım. Birdenbire merdivenlerden yıldırım hızıyla aşağı doğru inen birini gördüm. İnsanlara çarparak ve kalabalığı yararak aşağı doğru iniyordu. Bu, annemdi. Nihayet yokluğumu fark etmişlerdi. Ben de koşmak istedim ancak dizlerimin bağı çözülmüştü. Çözülen sadece dizlerimin bağı değil gözyaşlarım da süzülmeye başlamıştı. Bağırmak istedim, anne demek istedim bu esnada asansörden inen babamı gördüm. İki taraftan kuşatılmış ve fethedilmiş bir kale gibi hissetim kendimi.  Babam, annemden önce bulmuştu beni. Birkaç saniye sonra ikisinin arasında ve güvendeydim. Bir film karesinin ortasında gibiydik. Mutluyduk. Bir elim annemin elindeydi, diğer elim de babamın. Bir eksiklik vardı ama neydi? Birkaç dakika sonra ikisine birden yönelerek kardeşimin nerede olduğunu sordum. Annem ve babam birkaç saniye birbirlerine baktılar ve ikisi birden elimi bırakarak yeniden koşmaya başladılar. Bu kez annem asansöre doğru gidiyordu babam merdivenlere koşuyordu.

Yine Örkümcek


Ahmet Emir Koç

Aradan iki yıl geçmiş olsa da
Ben hâlen aynı yerdeyim
İki yıl boyunca düşündüm seni
Bazen karşılaştık seninle tenha yerlerde
Göz göze geldik mi bilemiyorum
Sorduğum sorulara cevap vermedin

Senden bir söz bekliyorum
Senden birkaç cümle
Sen ise benim görmediğim yerlerde
Hâlen örüyorsun 
Örüyor bitiremiyorsun
Örkümcek
Benim sorularıma cevap
Ne zaman gelecek

Kaplumguen

 Yusuf Ensar Güler


Herkesin sevdiği bir hayvan var
Ben sadece ikisini seviyorum
Hatta mümkün olsa
Evde beslemek istiyorum

Düşünsenize evinizin bir kenarında
Paytak adımlarıyla
Size doğru gelen bir penguen olduğunu
Ve penguenin yanağınıza 
Bir buse kondurduğunu

Ya da 
Bir çekyatın kenarında
Büyük bir biblo gibi
Size bakan bir kaplumbağa olduğunu

Sizce de güzel olmaz mı
Bir penguen ve kaplumbağa
Her eve yakışmaz mı

24 Eylül 2025 Çarşamba

KAYIP ROMAN SAYFALARI

 Zeynep Akbulut

1. 
Humboldt Üniversitesinin Psikoloji Bölümünü dereceyle bitirmiş ve aynı üniversitede yüksek lisansa başlamıştım. Bu üniversiteye, bu şehre alışmam hiç kolay olmamıştı. İlk sene ayakta kalabilmek için çok mücadele etmiştim. Buraların yabancısıydım ve konuşma aksanımdan bu hemen anlaşılıyordu. Neyse ki oda ve sınıf arkadaşım Sibylle yanımdaydı ve üç yıl boyunca destek olmuştu bana. O, bu ülkede doğmuş ve eğitim hayatı hep burada geçmişti. Hatta tatillerde çalışmam için iş bile bulmuştu bana. Onun sayesinde sevmiştim bu şehri, bu üniversiteyi ve bölümümü. Yıllar çabuk geçiyor işte üç yıl geride kalmıştı ve yeni bir hayatın tam önündeydim. 
Sonbahar usul usul kendini hissettiriyordu ve yeni arkadaşlarımı çok merak ediyordum. Hiçbiri benim mezun olduğum üniversiteden değildi. Nöropsikoloji eğitimin zor olacağını düşünüyordum. İnsanların davranışları, zihinsel performansları çocukluğumdan beri hep dikkatimi çekerdi. İnsanları okumayı kitap okumaktan daha çok seviyordum. Bir süre davranışlarını izlediğim, konuşmalarını dinlediğim insanlara dair çok kolay çıkarımlarda bulunuyordum ve hiç de yanılmıyordum. İnsan kimi zaman anlaşılması en kolay canlı kimi zaman ise bir bilmeceydi. Ben bu bilmeceleri çözmeyi seviyordum. Yeni arkadaşlarımı da bu yüzden merak ediyordum. Acaba mutlu ve neşeli insanlar mıydı, yoksa gergin ve sinirli tipler mi? İnsanları seven ve önemseyen birileri miydi, yoksa işine odaklı soğuk kimseler mi? Üniversiteye başladığım ilk yıllarda yaşadığım şeyleri yeniden yaşatabilirlerdi bana ya da sorunsuz bir yüksek lisans dönemi geçirebilirdim. Sonbahar usul usul kendini hissettiriyordu ve yeni arkadaşlarımı çok merak ediyordum. Ertesi gün ilk derste tüm sorularımın cevabı beni bekliyordu. 
Gece boyu bazen uyudum bazen uyandım. İçimde bir huzursuzluk vardı. Oysa aldığım eğitim gereği kendi kendime yetebilmeliydim. İnsanlar terapi almak için bana gelecekti birkaç sene sonra fakat kendimi dahi teselli edemeyecek durumdaydım. Bu gerçeği de hissedince iyice canım sıkılmaya başlamıştı. Düşünmekten zihnimin yorulduğu bir vakitte uyuyakalmışım. 
Sabah baş ağrısı ile uyandım. Kendi kendime de biraz kızdım. Artık bu tarz şeyleri düşünmemem gerekiyordu ve belki de gecenin sessizliği, geleceğin belirsizliği beni bu düşüncelere itmişti. Kahvaltı yapmadan, bir şeyler içmeden okula ulaştım. Nasıl olsa ders aralarında bir şeyler yemeye içmeye fırsat bulabilirdim. Sibylle’nin yokluğu ilk dakikadan kendini hissettirmeye başlamıştı bile. Keşke sınıfıma girdiğimde tanıdık bir yüz ile karşılaşsaydım, diye içimden geçirdim. Bu esnada sınıfın kapısının önüne ulaşmıştım. Sınıf dedimse öyle sıraları bulunan, tahtası olan bir sınıf değildi burası. Daha çok ofis benzeri bir odaydı. Kapıyı son bir nefes alarak araladım. Nihayet yeni arkadaşlarımla karşılaşmıştım. Önce kendimi tanıttım ardından arkadaşlarım kendilerini kısaca tanıttılar. Rudolf ve Konrad bu şehirde büyümüş fakat üniversiteyi başka yerde okumuşlardı ve yaşları biraz büyük duruyordu. Bu üniversiteye ikisi birlikte gelmişti ve aralarında ezeli bir arkadaşlık olduğu samimiyetlerinden anlaşılıyordu. İlk intibaım çok olumlu olmadı bu arkadaşlara dair ancak neyse ki Lina ve Theresa da yeni arkadaşlarım arasındaydı. Lina başka şehirden gelmişti ama Theresa da bu şehirde büyümüş, ailesi ile yaşıyordu. İkisinin de saf ve iyi niyetli bakışları vardı. Lina, benim bu üniversitedeki ilk zamanlarımı hatırlatmıştı bana. Saf, çekingen ve sessiz. Kısa bir suskunluktan sonra ilk dersimizin hocası kapıdan içeri girdi. Daha çok tanışma, geleceğe dair planlar ve sohbet havasında bir ders geçti. Ara sıra Rudolf ve Konrad’ın davranışlarına, konuşmalarına gözüm takılıyordu fakat ilk günden bir önyargı oluşturmamam gerek diye düşünüp bakışlarımı farklı yönlere çeviriyordum. Hem Lina ile iyi bir arkadaşlık kurabilecek gibiydim belki de Sbylla’nın yerini tutmasa da Lina ile iyi bir arkadaşlık kurabilirdim. Ders sona erdiğinde Rudolf ve Konrad hiçbir şey söylemeden garip bir tebessümle yanımızdan ayrıldılar. Lina ve Theresa ile baş başa kalmıştık. Kahvaltı yapmadığımı ve onlara bir şeyler ısmarlamak isteğimi söylediğimde ikisi de çok mutlu oldular. Birlikte kantinin yolunu tuttuk.  

13 Eylül 2025 Cumartesi

Bİ’ DÜŞÜNSENE


Yusuf Kerem Köse

Bir düşünsene, büsbüyük bir kasabada ya da şehirde yaşıyorsun ama o kasabadaki tek sağlıkçı sensin. Aslında senin bölümün kan alma ile ilgili ama bir anda o hastanedeki “her şey” sen oluyorsun. Tüm bölümlerin işleri sana kalıyor ve senden geriye kalan şeyler de “hiçbir şey”.  
İş gününe uyanıyorsun. Normalde bir üst rütbe kişiler olması gerekiyor, her birimden sorumlu birilerinin bulunması gerekiyor ama yok... İşe istediğin gibi istediğin zaman gidebileceğini sanıyordun ama yanılmışsın. 
Tüm kasaba ya da şehir buraya toplanmış gibi dolu hastane. İlk başta gözün korkuyor. Sıra numarası kesen ve insanları yönlendiren güvenlik görevlileri olmadığı için bu iş sana düşüyor ve en sonunda herkesi gerekli yerlere göndermeyi başarıyorsun fakat sonradan hatırlıyorsun ki tek doktor sensin burada. Hastanede homurdanmalar başlıyor. Ne yapacağını bilmeden önce önemli şikayetlerle gelen hastalara bakıyorsun, onlarla ilgilenmeye çalışıyorsun ama hastanede homurdanmalar artıyor. Bazıları kusuyor, kimileri bayılıyor, bir kısmı acı acı inliyor, feryat ediyor bazıları da bağırıp çağırıyor. Sen de strese girip işini bırakıp kendi alanına, kan alma bölümüne gidiyorsun ama o kadar streslisin ki damarları yanlış açıyorsun. Kan alamıyorsun. Tüm hastane senin üstüne geliyor, yandan yaşlı bir teyze sana bağırıyor, bir bebek bağıra bağıra ağlıyor, gençler yüksek sesle video izleyip sana homurdanıyor... Kafan çatlayacak gibi oluyor. Ya da düşünmeye gerek yok çünkü böyle bir iş ortamın olsa fazla düşünmeden kıyafetlerini çıkarır ve sessizce kaçardın. 
Şimdi bu anlattıklarımı unut ve geleceğe dair hayal kurmaya devam et. Mesela doktor ya da sağlıkçı olmayı düşünerek rahat bir iş sahibi olmayı düşleyebilirsin. 



KARŞILAŞMA

 
Yusuf Kerem Köse
Ayşegül Yıldız
Aden Mira Kartal

1. Bölüm
Sabaha kadar gözüne uyku girmedi. Nihayet okula başlayacaktı. Okula gidip de mutlu dönen hiç kimse tanımıyordu etrafında. Kimse okulların açılmasını istemiyordu. Herkes tatillerde mutluydu sadece. Okul, iyi bir yer olsa böyle olmazdı. Üstelik okuldan dönen çocuklar sanki savaştan çıkmış gibi görünüyordu. Yorgun, isteksiz, acıkmış, kıyafetleri kirlenmiş hatta yırtılmış, sökülmüş. Evlerinin yakınında bir okul olsaydı gidip uzaktan incelerdi ama sadece birkaç kez başka mahallelerdeki okulların önünden geçmişti ve çok korkmuştu. Okulun etrafı tıpkı filmlerde gördüğü gibi hapishane duvarlarını andıran parmaklıklarla çevriliydi. Bir keresinde bir okulun önünden geçerken zil çalmıştı ve çocukları dışarıya fırlarken görmüştü. Okulun içinde her ne oluyorsa çocukların kendilerini dışarıya atmalarından iyi bir şey olmadığı belliydi. Çıldırmış gibi merdivenlerden atlıyorlar ve arkalarına bakmadan koşuyorlardı. Yüksek duvarlar ve demir kapıların önüne kadar gelip dışarıya bakıyorlardı “kurtarın bizi” dercesine. Üstelik onların hemen peşinde öğretmenler oluyordu ve çocukları yönlendiriyorlardı. Okul, korkunç bir yer olmalıydı. O duvarların ardında ne vardı? İçinde neler yaşanıyordu? 
Anne ve babası çok mutlu görünüyordu. Yavrumuz okula başlayacak, diyorlardı ama belki de o görmeden gizli gizli ağlıyor, üzülüyorlardı hâline. Haftalarca, aylarca okula gidecekti artık ve ihtimal sırtında kocaman bir çanta olacaktı. Elinde beslenme çantası olacaktı. Yeni okul kıyafetleri alınmıştı ve hiç sevmemişti bu kıyafetleri. Ne gereği vardı ki yeni kıyafetin. Eşofmanla gidilebilmeliydi mesela okula. Saat, gece yarısını çoktan geçmişti ama uyuyamıyordu. Utanmasa ağlayacaktı. Okula gitmese olmaz mıydı? 
Bir diğer konu da okuldaki diğer çocuklardı. Kim bilir nasıl insanlarla karşılaşacaktı. Hırçın mı, ağlak mı, şakacı mı, kibirli mi?..
Göz kapaklarının ağırlaştığını hissediyordu. Düşünmekten beyni yorulmuştu. Sonunda uykuya yenik düştü. 
Uyandığında sabah olmuştu. Yorgun ve uykusuz bir gecenin ardından okulda ilk günü yaşayacaktı. Keşke bir ağabeyi, ablası olsaydı da okulu ona anlatsaydı. Bu düşüncelerle yerinden kalkmaya çalışırken annesi odasının kapısını araladı ve seslendi:
-Haydi bakalım minik yolcu. Okulun seni bekliyor. 
Yerinden doğrulmaya çalıştığında başı döndü ve biraz da midesinin bulandığını hissetti. Onun bu halini gören annesi telaşla sordu:
-Çocuğum, iyi misin?
-Biraz geç uyudum anne, başım çok kötü, üstelik midem de sanki bulanıyor, diye cevap verdi. 
Annesinin şefkat dolu bakışlarını fark eder etmez bu rahatsızlıkları daha belirgin bir halde sergilemeye başladı. Annesi:
-Kahvaltıdan sonra bir şeyin kalmaz. İlk günden okuldan ayrı kalmak da olmaz. Haydi bakalım, diyerek elini uzattı. 
Kahvaltı ve okul hazırlığı çok kısa zamanda geride kalmıştı.  Okulun ilk günü olduğu için servis yerine ailesiyle okula gidecekti. Kısa bir yolculuktan kalabalık okul bahçesinin önünde durdular. Çocukların yüzlerine bakıyordu, konuşmalarını anlamaya çalışıyordu. Okulun bahçesinden içeriye adım atarken bir an annesinin elinden kurtulup kaçmayı düşündü. Hele de ağlayan çocukları görünce… Ağlayan birkaç çocuk vardı etrafta ve ailelerin de durumları çok iyi görünmüyordu. Bu düşünceden vaz geçti ve annesinin elini daha sıkı tutmaya başladı. Okul bahçesinin tam orta yerine geldiklerinde kümeler halinde bekleyen çocukları ve aileleri gördü. Birileri isimler okuyor, ismi okunan çocuk annesinden ayrılıyor ve sıraya geçiyordu. Birkaç tuhaf çocuk dışında hiçbiri mutlu değildi ismi okunan çocukların. Hatta annesine, babasına sarılıp ağlayanlar bile vardı. Bu esnada kendi adını duydu: Yarkın Arkın. Bir yandan isminin okunduğu yere doğru ilerlerken bir yandan annesine baktı. Annesi de hüzünlüydü. Bir annesine sarılmak istedi fakat ayrılık vakti gelmişti. Hıçkırıklarını içine gömerek ve gözyaşlarını tutarak diğer çocukların yanına ulaştı. Geriye dönüp bakmak istemiyordu. Geriye dönse annesine koşabilirdi. Geriye dönse gözyaşlarına hâkim olamayabilirdi. Geriye dönse… Geriye dönüş yoktu. 
Hemen yanında durduğu çocuk da Yarkın’la aynı duygu ve düşünceleri paylaşıyor olmalıydı ki sadece yere bakıyordu. Bir anda Yarkın kendi üzüntüsünü, korkusunu unutarak yanında duran çocuğu izlemeye başladı. Çocuğun gözleri doluydu. Yarkın usulca çocuğun omzuna dokunarak:
-Adım Yarkın, dedi. Galiba benim en sevdiğim arkadaşım sen olacaksın. 
Bu sıcak ve samimi cümlenin ardından çocuğun yüzündeki endişe, korku azaldı. Yarkın’la göz göze geldiler. Sanki kelimeler olmadan da anlaşabilecek gibiydiler:
-Adım Kerem, dedi. Kerem Kendir… Yarkın’ın gözlerinin içine bakarak diğer çocuk. 
Bu esnada içinde bulundukları grup okul binasına girmek üzere yürümeye başlamıştı. İki arkadaş korkuyla okulun dış kapısından içeriye adım attılar.
 
2. Bölüm
Saat sabahın 6’sını gösteriyordu. Okulun ilk günüydü ve yıllardır sabah bu saatlerde uyanırdı okulun tatil olduğu günlerde bile. Bir süre yatağından kalkamadı. Yaşlılıktan oluyordu belki de bu durum. Arkadaşlarının çoğu emekli olmuştu hatta bazıları hayattan emekli olmuşlardı. Emekli olmayı düşünmüştü o da ama onun için öğretmenlik hayatın kendisiydi. Çocuklar olmadan, çocuklarla konuşmadan, paylaşmadan bir hayat geçirebileceğini düşünmüyordu. 61 yaşındaydı ve dört sene sonra zaten emekli olmak zorundaydı. Son bir sınıfı daha 4. sınıfa kadar emanet olarak alıp hayata hazırlayacaktı. Az sonra son kez emek vereceği yeni sınıfının öğrencileriyle tanışacaktı Yarkın Arkın Öğretmen ama bu garip rüyanın etkisinden de kendisini kurtaramıyordu. Daha önceden okula dair, okulda geçen çok rüya görmüştü fakat ilk kez bu kadar tuhaf ve etkileyici bir rüya görmüştü. Rüyayı görmemiş, yaşamıştı sanki. Zihnini yokladı, ilkokulda adı Kerem olan bir arkadaşım var mıydı, diye düşündü… Yoktu öyle bir arkadaşı. Hatta Kerem adlı bir tanıdığı bile yoktu. Bu düşüncelerle hazırlığını yaptıktan sonra okul yoluna düştü. 
Okul bahçesinden içeriye girdiğinde büyük bir kalabalık gördü. Artık alışıktı okulların ilk günü bu tür kalabalıklar görmeye. Kırk yıldır aynı şeyleri yaşıyordu. Binadan içeriye girdi ve ilgili müdür yardımcısından sınıfına ait listeyi aldı. Bahçeye çıktı ve diğer öğretmenlerin ardından kendi sınıfına düşen öğrencilerin isimlerini okumaya başladı. Öğrencilerin bir kısmı heyecanlı, bir kısmı hüzünlüydü. Ailelerde de aynı telaş vardı. Ağlayan öğrenciler de vardı ama bu duruma da alışıktı. Şimdi ailesinin yanında ağlayan çocuklar iki saat sonra canavar kesiliyordu. Listeyi okumaya devam edecekti ki birden durdu. Gözlüğünü cebinden çıkarıp yeniden listeye baktı. Kekeleyerek listede gördüğü ismi okumaya başladı:
-Ke-ke Kerem Kendir. 
Kalabalık içerisinden bir çocuk yanına doğru geldi. Kendine doğru gelen çocuğun gözleri çakmak çakmaktı ve yere bakıyordu. Çocuğun omzuna elini koydu ve:
-Adım Yarkın, dedi. Galiba benim en sevdiğim son öğrencim sen olacaksın. 

RESİM

Zeynep Karaman

Resim çizmek hayallerini kâğıda yansıtmaktır.
Bazen renkli, bazen siyah
Düşünceleri aktarmaktır.
Bazen tek arkadaşın
Bazen tek arkadaşın olarak.
Bazen günlük defteri gibi yanında taşımaktır.


Güçsüzüm 
Bazen gücümü insanlardan alınca 
Hatalarımdan sonra 
Bir kez korkmuştum kendimden
İkincideyse hatalarımdan dolayı güçlenmiştim.
Çözüm seliydi, bilemedim nereye
Hatalardan kalan izler ise
Hatayı hatırlattı her zaman
Fakat gülümsedim 
Ve iyi ki dedim.